Konu Başlıkları: "havf ve reca"
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Ağustos 2007, 12:06   Mesaj No:4

AŞK'ÜL İSLAM

Medineweb Sadık Üyesi
AŞK'ÜL İSLAM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:AŞK'ÜL İSLAM isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38
Üyelik T.: 30Haziran 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:43
Mesaj: 984
Konular: 245
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:146
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: "HAVF VE RECA"

Hazret-i Mûsâ, Tûr-i Sînâ'ya giderken yolu üzerinde bir şahsa rastladı. O şahıs Hazret-i Musâ'ya:
"-Ey Kelîmullâh! Bir hâcetim var; ne olur, Tur-i Sînâ'da Rabbime niyaz eyle de kabul buyursun!.." dedi.


Hazret-i Musâ:
"-Hâcetin nedir? Söyle de ona göre duâ eyleyeyim_" deyince o kişi:
"-Ey Allâh'ın Peygamberi! Bu, benimle Rabbim arasında bir sırdır." dedi.


Vaktaki Mûsâ -aleyhisselâm- Tûr-i Sînâ'ya vardı, Rabbiyle konuştu ve o kişinin de hâceti için duâ eyledi. Cenâb-ı Hakk da bu duâyı kabul buyurduğunu kendisine bildirdi. Buna sevinen Hazret-i Mûsâ, bu müjdeyi vermek için dönüşte o kişiye rastladığı yere uğradı. Bir de baktı ki, canavarlar onu öldürüp parçalamış! Bu hâle son derece teaccüb etti ve:


"Yâ Rabb! Bu nasıl bir sırdır? Onun hâcetini kabul eylemiştin?" diye niyazda bulundu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, kendisine şöyle buyurdu:


"-Ey Mûsâ! O kulum benden öyle bir mânevî makam istedi ki, kendi gayret ve amelleriyle arzusuna nâil olması mümkün değildi. Bunun için ona görmüş olduğun iptilâyı verdim. Böylece onu, bu iptilâ ile indimde arzu ettiği makama yükselttim."


Yine hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Allâhü zü'l-celâl Hazretleri, bir kula bir musîbet veya daha fazlasını vermişse, ancak bu musîbet sebebiyle afvedeceği günâhı veya yine bu musîbet sebebiyle ulaştıracağı bir dereceyi vermek gibi iki haslet için vermiştir." (Ramûz)


Bunun içindir ki kahır tecellîsi, ümidsizliğe; lutuf ise, mutlak bir emniyet ve itmi'nâna sebep olmamalıdır.
Diğer taraftan belli bir periyoda bağlanmamış birer sünnetullah olan zelzeleler, yangınlar, harpler, düşman işgalleri, taunlar, kuraklıklar ve bunların zıddı olan rahmet ve bereketler, kulların kalbî yapısına göre şekillenirler.

Kulların ekserîsi sırât-ı müstakîm üzereyse, yağmurlar bereket ve rahmet olarak iner, seâdet ve huzura vesile olur. Ancak cemiyetteki fertlerin ekseriyeti nefsânî temâyüllere meyletmişse ve galebe şerde ise, yâni vicdanlar kirlenmişse, kalblerde isyan hattı vukû bulur ki, bu da, rahmet olan yağmurların sel felâketine dönmesine veya tamamen kesilip kuraklık âfeti olmasına, bazen de zelzelelere zâhirî bir âmil olarak gösterilen altımızdaki fay hatlarının infilâkının zuhura gelmesine sebep olur. Bu tip acı hâdiseler, hiç şüphesiz insanların isyanları ve günahları sebebiyle meydana gelir, yâni vicdanların kirlenmesiyle rûhlarda yaşanan mânevî bir depremin ardından yeryüzünün felâketleri tahakkuk safhasına girer. Âyette buyurulur:


"Allâh Teâlâ, bir kavme verdiği nîmetini, onlar kalblerinde bulunanı değiştirmedikçe tağyîr buyurmaz!" (er-Ra'd, 11)
Allâh -celle celâlühû-, hâşâ zâlim değildir. Fakat bu felâketlerin âsî ve zâlim kulların hak etmesiyle zuhura geldiği bir gerçektir. İlâhî nizama ve kudsî esaslara karşı koyanların ilâhî intikamın acı tatbikatıyla karşılaşmaları kaçınılmazdır. Allâh Teâlâ buyurur:


"... O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa, apaçık bir kitaptadır." (el-En'âm, 59)


Allâh'ın izni olmadan bir yaprak dahî düşmez iken koca bir ülkenin gelişigüzel ve şuûrsuz bir şekilde sallandığını kabul etmek, idrâk ve iz'an dışıdır. Her şey bir hikmet ve sırra mebnîdir.


Bu felâket, elbette birtakım zâhirî sebeplerle vukûa gelmiş, binâların çürüklüğünden kurtarmadaki kifâyetsizliğe kadar çeşitli müessirler, onun çapının teşekkülünde rol oynamıştır. Bununla beraber görebildiğimiz-göremediğimiz, şahsını tayin edebildiğimiz-edemediğimiz pek çok insanın kalbî âleminden, yâni isyan ve itâat duygularından fiilî hareketlerine kadar mânevî birçok müessirin de rol oynadığı bir hakîkattir. Hâdisenin sırf akıl süzgecine takılan yönlerini görüp de bu mânevî müessirleri görmezden gelmek, pek azîm bir hatâdır. Hele bazı gâfillerin, isyanlarına nedâmet getirecekleri yerde âdetâ onu daha şiddetlendirmiş bir surette ortaya koymaktan çekinmemeleri, ne hazin bir aldanıştır. Üstelik musîbet, zâhirî ve bâtınî yönüyle henüz tamamen atlatılmış gözükmemekteyken...


Hazret-i Mevlânâ böyleleri için ne güzel buyurur:


"Dertlerine devâ olarak gelen ilâhî ihtarlardan gönle şifâ bir ilaç gibi istifade edecekken onu kendilerine can alıcı bir zehir hâline getirenlere çok yazık! İşte bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hakk'ın öfke perdesi, onların gözlerindeki karanlığı artırmaktadır. Onlar, önlerinde kendilerini helâk için bekleyen ateş dolu cehennem çukurunu göremiyorlar! Vay hâllerine!.."


Gelen âfetler hususunda tedbire dikkat eylemek de elbette zarûrîdir. Îcâb eden beşerî gayret ve tedbirlere riayet ettikten sonra Allâh'a tevekkül etmelidir. Aksi halde içi boş, kuru bir tevekkül doğru değildir.


Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, yıkılmak üzere olan bir duvarın yanından geçerken oradan hızlı bir şekilde âdetâ kaçarcasına geçmişti. Yanında bulunanlardan bazıları:
"-Ey mü'minlerin emîri! Allâh'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-:


"-Allâh'ın bir kaderinden diğer bir kaderine sığınıyorum." buyurdu.


Ancak maddeci bir görüşle bakanlar, tedbirin rolünü mübalağalandırırlar ve:
"Evler sağlam yapılmış olsaydı, bu belâ başımıza gelmezdi." diye düşünürler.


Halbuki oluş, ilâhî takdire dayanınca asıl müessir, tedbiri mağlup eder, murâd-ı ilâhî yine gerçekleşirdi. Yâni deprem, 7.4 şiddetinde olmaz, farazâ 11.4 şiddetinde olur veya başka bir müessir âmil zuhur ederdi. Bunun günümüzdeki misâli Japonya'daki Kobe depremidir. Orada her türlü tedbir alınmıştı. Evler ahşap olarak inşâ edilmişti. Ama ne yazık ki, deprem felâketiyle birlikte gaz boruları infilâk etti, büyük bir yangın çıktı ve altı bin insanın yanarak ölmesi engellenemedi.

Hâsılı Kobe'deki yirmi saniye, insanların yıllardır biriktirdikleri her şeyi yok etmeye kâfî geldi.
Demek ki biz kuluz. Tedbirle mükellefiz. Fakat bilmelidir ki tedbir, takdire rağmen bir netice veremez. Takdirin paralelinde bulunduğu müddetçe ondan bir netice hasıl olur. Bu hakîkatin tersine hareket, Semud kavminin düştüğü helâk çukuruna yuvarlanmak demektir.


Semûdlular, kendilerinden önce isyanları ve azgınlıkları sebebiyle gazaba dûçâr olan Âd kavminin helâkini, azâb-ı ilâhîden başka bir sebebe bağlayarak gaflet mahmurluğu içinde:


"Âd kavmi, sağlam binâlar yapmadığı için helâk oldular. Zîrâ onlar, evleri kumlar üzerine yapmışlardı. Biz ise sağlam kayalar üzerine yaptık. Gelen fırtınalardan herhangi bir zarar görmeyiz.." demişler ve yüksek yerlere kayaları oymak suretiyle kendilerine ustaca evler yapmışlardı.


Ancak onlar da, Âd kavmi gibi Rabblerine âsî olarak sapıklığa düştüklerinden azâba uğratıldılar. Altlarından gelen şiddetli bir sayha, onları helâk eyledi. Allâh Teâlâ buyurur:

"Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar."

"Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz ki Semûd kavmi gerçekten Rabblerini inkâr ettiler. Yine bilesiniz ki, Semûd kavmi (Allâh'ın rahmetinden) uzak kılındı." (Hûd, 67-68)
Alıntı ile Cevapla