Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:18   Mesaj No:2

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

2. HAFTA
MUCİZE

1- MUCİZELERİN TANIMLANMASI:
"Mucize" çoğunlukla hususi bir şekilde, dini bir anlamda kullanılır. Yani, çoğu insan için, mucize, sadece olağan dışı bir olay değil aynı zamanda ilahi etkinliğin bir sonucudur.
Tanrı’nın belli bir olaya sebep olduğunu söylemek tam olarak ne anlama gelmektedir? Birçok teist, pek çok olayın, geniş ve esas anlamı itibariyle Tanrı’nın fiili olduğunu kabul eder. Ancak, Tanrı’nın hangi tip doğrudan fiillerinin mucizevî olarak isimlendirileceği noktasında görüşler farklılaşmaktadır. David Hume'dan bu yana, Tanrı’nın tabiat kanunlarını "ihlal eden" doğrudan fiillerini mucize olarak tanımlamak,felsefe çevrelerinde oldukça popüler olmuştur.
Fakat bir tabiat kanununun ihlal edilmesi tam olarak ne anlama gelmektedir? Bu soru oldukça karmaşık ve tartışmaya açık bir meselenin eşiğinde durmaktadır.
Tabiat kanunları, açıklanması mümkün olan şartlar altında neyin meydana gelebileceğini veya gelmeyebileceğini tasvir eden ifadelerdir. Onlar, dünyadaki şeylerin belli şekillerde etkide ve tepkide bulunma noktasında sahip oldukları tabii eğilimleri veya temayülleri bizi tasvir ederler. Kabul edilmiş bilimsel kanunlar, bu tabiat kanunlarının bir kısmının tespit edilmesi olarak görülebilir.
Birçok teist, "mucize" terimini, hakkında makul hiçbir tabii açıklamanın olmadığı (veya olamayacağı) olaylar için kullanmayla sınırlandırmamız gerektiğine inanmazlar.
Kısaca bir genelleme yapmak gerekirse, birçok teist "mucize" teriminin kapsamını, hâlihazırda tabii bir açıklama getirilemeyen, Tanrı’nın doğrudan fiilleriyle sınırlandırmayı istemezler. Mucizenin tanımını, herhangi birinin mümkün alternatif nedensel senaryolar yazıp yazamayacağına bakmaksızın, Tanrı’nın tabii düzene doğrudan müdahale edici olarak göründüğü herhangi bir olayı içine alacak şekilde genişletmek isterler.
Mucizeyi bu anlamlarda ele alırsak çeşitli felsefi sorular ortaya çıkar. Sorulardan biri;
—Tabiat kanunlarını ihlal eden mucizelerle ilgili olarak) tabiat kanunlarının ihlal edilip edilemeyeceğidir.
Alistair Mc Kinnon bize popüler bir olumsuz cevap vermektedir. Tabiat kanunlarının sadece "olayların nasıl meydana geldiğinin kestirme tasvirleri", yani "olayların fiili seyrinin" kestirme tasvirleri olduğunu söylemektedir.
Günümüzde, birçok filozof mucizelerle ilgili, yukarıdakinin yerine, başka bir tür soruyla alakadar olmaktadırlar:
—Ne bilinebilir veya makul olarak neye inanılabilir?
Özellikle, birbiriyle ilişkili ancak farklı üç soru ile ilgilenmektedirler:
—Hangi şartlar altında, bir insan, belli sıra dışı olayların,
anlatıldığı gibi gerçekleştiğini rasyonel olarak ileri sürebilir?
—Hangi şartlar altında, bir insan, bir olayın herhangi bir tabii açıklamasının bulunmadığını makul olarak ileri sürebilir?
—Hangi şartlar altında, bir insan, Tanrı’nın belli bir hadiseye doğrudan sebep olduğunu makul olarak ileri sürebilir?


2- TANRI'NIN FİİLLERİ OLARAK MUCİZELER:
Geldiğimiz nokta, bizi Tanrı'nın yeryüzündeki işlere müdahale ettiğini ispat etme kudretimize ilişkin son bir dizi soruya götürüyor. Bazı filozoflar için bu sorular içinden en önemlisi hala şudur: Bütün rasyonel bireyleri Tanrı'nın doğrudan müdahale ettiğini kabul etmeye zorlayacak mümkün şartlar var mıdır? Diğer bir deyişle, hiçbir rasyonel bireyin katı bir natüralist olarak kalamayacağı mümkün şartlar var mıdır?
Bazıları olumlu bir cevabın zorunlu olduğuna inanırlar.
Grace Jantzen İsa'nın öldükten sonra dirildiğine bizi inanmak zorunda bırakacak bir delilimizin olduğunu varsaymamızı ister. Bu durumda, ilgili tabiat kanununu tashih etmeye teşebbüs etmenin uygunsuz bir tepki olacağını söylemektedir. Çünkü kanunu yorumlamakla şöyle bir sonuç elde edilebilir: "Bütün insanlar ölümlüdür, ancak şimdiye dek sadece bir olayda gözlemlenmiş ve yalnızca ilahi müdahaleyle açıklanabilen bilinmeyen bir niteliğe sahip olanlar hariç."
"Mükemmelen ispatlanmış ve üzerinde ittifak edilmiş
bir kanunun sadece ilahi müdahaleye başvurularak açıklanabilen bir istisnası varsa (...) bu durumu şüpheyle karşılamak yetersiz kalacaktır."
Robert Larmer benzer bir sonuca varmaktadır. Larmer, böyle bir durumda, Tanrı'nın müdahil fiilini kabul etmenin, açıkça en rasyonel cevap olacağını ileri sürmektedir. Israrla tam bir tabii açıklama istemek peşin kabulcü, dogmatik ve mesnetsiz olacaktır.
Jantzen'in de Larmer'in de, basitçe, doğanın kendi araçlarıyla olayı gerçekleştirdiğini göstermek mümkün
olmadığı zaman, doğaüstü fiilin meşru şekilde makul bir nedensel açıklama olarak düşünülebileceğini iddia
etmediklerini vurgulamak gerekir.
İddiaları daha güçlüdür: Tasavvur edilebilen bazı olaylar olmuş olsaydı, Tanrı'nın doğrudan müdahale ettiğini varsaymak her akıl sahibi birey için en makul yol olurdu.
Bununla beraber bazıları da, bu iddiayı ileri sürenlerin önemli bir etkeni gözden kaçırdıklarına inanırlar. Mücerret olarak ele alındığında, ilahi müdahaleyi makul bir nedensel varsayım kılacak tasavvur edilebilir durumların olduğu kabul edilir. Ancak bilfiil hiçbir olay ve nedensel hipotez, ilgili delilin geride kalan kısmından mücerret olarak ele alınamaz. Gözle görülür bir iyileşmenin doğrudan ilahi müdahalenin bir sonucu olduğunu varsaymak, sadece Tanrı'nın olduğunu varsaymak anlamına gelmez aynı zamanda da Tanrı'nın varlığının diğer ilgili tecrübî verilerle çelişmediğini varsaymak anlamına gelir.
Önemli soru, bütün tazammunlarıyla beraber ilahi nedenselliğin en makul açıklama olup olmadığı olacaktır.
Larmer, Tanrı'nın varlığının lehine olan delilin, Tanrı'nın varlığının aleyhine olan herhangi bir delile açıkça ağır basacak kadar sağlam olduğunu her rasyonel bireyin kabul edeceği akla uygun bağlamların olduğuna inanmaktadır.
Ancak Larmer’in iddiası, Tanrı'nın varlığının lehine ve aleyhine olan delillerden her birinin diğerine kıyasla
sağlamlığını nesnel bir şekilde belirlememizin mümkün olduğundan hareketle, inancın değerini takdir etmek için
tarafsız ve soru götürmez bir dizi ölçüte sahip olduğumuz varsayımına dayanır.
Fakat Hume ve Kierkegaard gibi farklı şahsiyetlerle aynı fikir de olan birçok filozof, böyle bir ölçütün olmadığına,
Tanrı'n varlığının lehine ve aleyhine olan delillerden her birinin diğerine kıyasla değerini takdir etme işinin, doğası
gereği, sonuçta her zaman öncelikle bir öznel ve izafi durum olacağına inanmaya devam etmektedir.
Buna rağmen birçok teist için önemli olan soru, her rasyonel bireyin ilahi müdahaleyi kabul etmek zorunda kalacağı mümkün şartların olup olmadığı değildir. Onlara göre asıl önemli konu, Tanrı'nın belli vakıalarda doğrudan sorumlu olduğunun teistlerce meşru şekilde iddia edilmesinin mümkün olup olmadığıdır. Diğer bir deyişle, önemli soru, teistlerin, belli olayların Tanrı'nın doğrudan fiili olduğunu makul şekilde iddia edecekleri şartların olup olmadığıdır. Teistler, cevaben, tam bir savunmacı tavır takınabilirler. Bir vakıanın Tanrı'nın doğrudan fiili olmadığı gösterilemezse, onun Tanrı'nın fiili olduğunu iddia etmede haklı görülebileceklerini ileri sürebilirler.
Birçok teist, hususen, Tanrı'nın dünyamız üzerindeki genel "fiil kalıpları" hakkında -kaynağı yazılı vahiy, sözlü gelenek veya şahsi tecrübe olan- doğru bilgi edindiklerini iddia ederler. Böyle bir kalıba oturan belirli bir hadise gözlemlediklerinde onu meşru şekilde Tanrı'nın doğrudan fiili olarak adlandırabileceklerine inanırlar.

3- MUCİZENİN ÖZELLİKLERİ:
1. İlahi bir fiil olması.
2. Harikulade bir olay olması.
3. Peygamberlik iddiası ve tehaddi ile birlikte gerçekleşmesi.
4. İddiaya uygun olarak meydana gelmesi.
5. Peygamberden zuhur etmesi.
6. Peygamberlik iddiasından sonra gerçekleşmesi.
7. Peygamberi yalanlamaması.

4- MUCİZENİN GEREKLİLİĞİ:
I. Kur’an’a Göre
Kur'an-ı Kerim, ilahı hikmetin bir gereği olarak bütün milletlere kendi içlerinden uyarıcı peygamberler gönderildiğini belirtir. Doğrulukları bilinip sözleri tasdik edilsin diye bir takım delil ve alametlerle desteklendiklerini haber verir.
II. Ehl-i Sünnet Bilginlerine Göre
Ehl-i sünnet kelamcıları, mucizenin aklen mümkün, fiilen vaki olduğunu kabul ederler. Onlar, mucize göstermeyi Allah'a vacip kılmamakla birlikte nebinin tanınmasında bunun asıl olduğu, diğer vasıf, alamet ve delillerin bu asıl üzerine bina edilmesi gerektiği kanaatindedir.
1. Mucizeyi Zorunlu Görenler
İslam âlimlerinin büyük bir kısmı; peygamberin Allah elçisi olduğunu kanıtlayacak harikulade özelliği taşıyan bir delil getirmesi gerektiği kanaatindedir.
2. Mucizeyi Mutlaka Gerekli Görmeyenler
Bazı kelamcılar, peygamberliğin ispat edilmesinde mucizeyi alternatifi olmayan yegâne delil olarak görmez ve harikulade olaylar olmaksızın da nübüvvetin ispat edilebileceği görüşünü benimserler.
Tahavi, bu konuda mucizeyi tek yol olarak görmez.
Matüridi peygamberliğin ispatında mucizeyi mutlaka bulunması gerekli bir şart olarak değerlendirmez.
Gazzali de bu görüşe meylederek, insanları ikna edebilecek birçok yöntemin olduğunu söyler.
Şehristani de yukarıdaki açıklamalara katılır.
III. Mutezile Bilginleri
Mu'tezileye göre peygamberin tanınmasında ve nübüvvetin ispatında mucize mutlak anlamda gereklidir. Peygamber göndermek "aslah" prensibi gereğince Allah'a nasıl vacip ise,aynı şekilde gönderdiği elçileri mucizelerle desteklemesi de gereklidir. Onlar, harikulade olaylar göstermek, tabiat kanunlarını ihlal etmek ve madde üzerinde tasarrufta bulunmak gibi davranışları sadece peygamberlere hasrederler. Onlara göre başkalarından değil de sadece peygamberlerden –nübüvvet iddiasıyla birlikte- zuhur eden bu tür harikulade olaylar, nebinin tanınıp bilinmesinde kesin delil teşkil eder. Mu'tezile ekolü mucizenin gerekliliği konusunda hemfikirdir.
IV. İslam Filozofları
İslam felsefe tarihinde nübüvvetle aklı uzlaştırmaya çalışan ilk temsilci olarak kabul edilen Kindi'ye göre; Peygamberler, insan gücünü aşan ilahi konumdaki bilgilerin taşıyıcılarıdır.Allah, onların kalplerini temizleyip aydınlatmış ve beşeri çabayla elde edilen bilgiden çok üstün olan vahiy bilgisi için hazırlamıştır. Farabi ise, erdemli toplumun nübüvvet özelliğine sahip olan reisinin faal akılla bağlantı kurduğunu, bu surette gaybi bilgiler aldığını ve diğer cisimlere de tesir edip mucize gösterebileceğini söyler.
İbn Sına, genel çizgileri itibarıyla Farabi'yi takip etmiş, nübüvvet meselelerinde ise daha ziyade naslara bağlı kalmaya itina göstermiştir. O, nübüvveti psikolojik ve sosyolojik açılardan ispat etmeye çalışmış ve böylece peygamberlere olan ihtiyacı dile getirmiştir.
İslam düşüncesi tarihinde hissi mucizelerin delaleti hususunda en önemli tenkit İbn Rüşd' den gelmiştir. O, peygamberliğin ispatı konusunda mucizenin peygamberlik lehinde bir delil olarak kabul edilemeyeceğini söyleyerek kelamcıların mucizeye gereğinden fazla önem vermelerini tenkit eder.Böylece İbn Rüşd, peygamberliğin ispatı konusunda asıl önemli olanın manevi mucize olduğuna dikkat çeker.
Diğer taraftan İbn Haldun, nübüvvet meselesiyle yakından ilgilenmiş, "fıtratlarında doğuştan gelen kabiliyetler' dolayısıyla gaybın perdesini aralayan" kimseler olarak peygamberler zümresine işaret etmiştir.O, peygamberlerde bulunması gereken temel özellikleri sayarken, diğer vasıflara ek olarak davalarının doğruluğunu ortaya koyacak mucizeler göstermelerini bir zorunluluk olarak kabul etmiştir.

5- MUCİZELERE İHTİYAÇ OLMADIĞINI SAVUNANLAR:
İbadiyye ve Kerramiyye fırkaları peygamberliğin ispatı konusunda mucizeye ihtiyaç olmadığı görüşündedir.
Bunlar, mucize gibi deliller bulunmaksızın Allah'ın peygamber gönderebileceğini kabul ederler. Ehl-i sünnet
kelamcıları, İbadiyye fırkasını tenkit etmiş ve mucizenin gerekli bir unsur olduğunu belirterek onların görüşlerinin
batıl olduğuna dikkat çekmiştir.
Alıntı ile Cevapla