Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:19   Mesaj No:3

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

3. HAFTA
DUA:
Allah ile insan arasındaki lisanî münasebet, tek taraflı değildir. Başka deyişle insan bu münasebette daima pasif kalmaz, bazen o da Allah ile sözlü bir ilişki başlatır ve onunla dilsel işaretler kullanmak suretiyle konuşmak ister. İşte bu isteğin neticesinde öyle bir olay doğar ki bu, yapı bakımından vahye benzer, ancak bunda konuşma doğrultusu yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğrudur.
Normal kelime alışverişi olabilmek için iki taraf arasında ontolojik eşitlik bulunmalıdır. Bu, dilin temel prensibidir. İşte bu prensibi bozacak bir hal vuku bulduğu zaman insan Allah'a hitab edebilir. İşte bu raddeye gelince insan, Tanrı' ya doğrudan doğruya söz söyleme noktasına varmış olur. İşte olağan üstü durum içinde geçen böyle bir konuşma olayına dua denir.
İnsanı bu duruma getiren sebepler değişik olabilir:
Allah'a karşı duyulan derin sevgi ve zühd olabilir, ölüm tehlikesi olabilir-ki çoğunlukla bu sebeptir.
Kur'an'da Allah'a inanmayan müşrik Arapların dahi bir tehlike anında halisane Allah'a yalvardıklarını görüyoruz:
İnsana bir zarar dokundu mu yanı üzerine yatarak yahut oturarak veyahut da ayakta durarak bize yalvarır, fakat biz onun zararını ortadan kaldırdığımız zaman sanki kendisine dokunan zarardan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder".
Duanın vuku bulması için existentialist'lerin dediği gibi insanın, kendisini bir "limit situation" (üstün bir durum) içinde bulması lazımdır. Zira insan kalbi, yalnız bu limit situation (üstün durum)da bayağı düşüncelerden, dünyevi gailelerden arınır ve dolayısıyla konuştuğu dil, ruhsal olarak yüksek bir nitelik kazanır. Aşağıdaki ayet, dua'nın "limit situation"le olan ilişkisini her şeyden daha iyi anlatır:
Eğer size Allah'ın azabı gelirse yahut size kıyamet gelirse Allah'tan başkasına mı yalvaracaksınız? Eğer doğru iseniz. Hayır, yalnız O'na yalvaracaksınız." Bu ruhsal gerginlik ne zaman biraz gevşer ve her şey sadece geçici bir olay alarak ortadan kaybolmaz da sabit, köklü bir zühde dönüşürse o zaman dua ibadet haline gelir.
Allah, ayetlerini indirdiği zaman insanın bunlara ya "tasdik" veya "tekzib" şeklinde cevap vermesini ister. Tıpkı bunun gibi insanın dua hareketi de Allah tarafından cevaplandırılmak ister. Allah'ın, insanın yaptığı duaya cevap verişine Kur'an'da isticabe denmiştir ki tam "cevap verme", "cevaba hazır olma" demektir.
Semantik olarak biz bunu şöyle tasvir edebiliriz:
Dua kavramı, isticabe ile correlatian (karşılıklı ilişki) halindedir. Yalnız dua, sözlüdür, isticabe ise sözlü değil, fiilidir. Kur'an'da bizzat, Allah, insan kendisine dua ettiği zaman onun duasına cevap vereceğini açıklamaktadır:
“Rabbiniz: Bana dua edin, size cevap vereyim dedi".
Kur'an, isticabe fikrine o kadar büyük önem verir ki duaya cevap vermemeyi, sahte tanrılığın en belirgin işareti sayar.
İnsan, sözünü yönelttiği kimsenin, bu sözü işitmesi ve sözün onda tesir yapabilmesi için gergin bir ruhsal durum içinde bazı sözler söyler. İşte bu gergin halde söylediği sözler, "büyüleyici" sözlerdir.
Dili böyle teknik anlamda "büyüsel" tarzda kullanmak, dua, yemin, beddua, iyi dilek vs. den oluşan büyük bir sanattır.
DİN DİLİ VE DUA:
Kavramsal Analiz: D. Z. Phillips, Din Felsefesi'nin konu ve amaçlarına ilişkin var olan tartışmalara dikkat çekmek için “Din Felsefesi alanında çalışmak Babil Kulesi üzerinde çalışmak gibidir” cümlesiyle başlar. Ona göre zorluğun en önemli boyutunu felsefenin din hakkında ne söyleyebildiği hususu oluşturur. Wittgenstein'ın “felsefe her şeyi olduğu gibi bırakır” cümlesiyle söylediği şey eğer felsefeci dinin tanımını yapmak istiyorsa, yapacağı şey inananların ne yaptığına ve ne söylediğine dikkat etmesi gerektiğidir der.
Burada altını çizmemiz gereken birkaç nokta daha var: Bunlardan ilki Çağdaş Din Felsefesi'ndeki kimi yaklaşımların dini ifadelerin geçerliliğini test edebilecek bir tür anlam normunu çıkarmayı hedefledikleri düşünülse bile felsefenin böylesi bir görevinin olamayacağıdır. İkincisi ise, dindar insanların söyledikleri her şey hemen kabul edilmelidir, gibi bir yargının kabulüdür. Böylesi bir kabul de felsefi bir tutum değildir. Dikkate alınması gereken asıl unsur dinde bulunan ölçütlerdir. Ölçütler derken kastedilen şey ise gramerdir.
Tanrı'ya seslenmek, davet etmek, yardıma çağırmak, talepte bulunmak, sormak, yalvarmak, dilekte bulunmak, yakarmak anlamlarına gelen dua küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, aciz olandan güçlü olana doğru meydana gelen bir istek ve niyazda bulunma; içtenlikle yardım talep etmedir. İnsanın tabiatüstü ile iletişime girdiği etkinlik olarak ise, sembolik bir nesne vasıtasıyla niyeti yansıtan anlamlı bir jest olarak kabul edilebilir: Andes yerlilerinin yaptıkları küçük çakıl yığını, Sioux yerlilerinin sessizce sundukları duman, Hıristiyanların yaktıkları mum veya Müslümanların ellerini açmaları gibi.
Arap dilinde "çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" manasındaki da'vet ve da'va gibi bir mastar olarak karşımıza çıkan kavram, aslında hemen bütün dillerde rica, istek anlamlarına gelen kelimelerle dile getirilir. Tanrı'ya hayranlık, itiraf ve şükran ile yalvarışı içerisinde barındırır.
Dua, insanın acziyetini, sıkıntılarını, arzu ve isteklerini Tanrı'ya arz edip her şeyi O'na havale etmesinden ibaret değildir. Dua; Tanrı'nın mutlak iradesi ve sınırsız kudreti karşısında insanın acziyetini ifade ve itiraf anlamına gelirken; O'nun kendisine verdiği yapıp-etme özgürlüğünü kullanmaya başlaması anlamına da gelir.
Duanın bir anlamı da İlahi Davet'e icabet etmektir. Böylece dua ilahi çağrıya evet anlamına gelmektedir.
Dua kelimesinin etimolojisi, insanın Tanrı ile konuşurken, kendi geçici durumunun şuuruna varmasını da ifade eder.
Duanın, insanın Tanrı'yla olan ilişkisinin insan tarafından farkındalığı anlamına gelmesi bir tecrübenin yaşanmışlığını ifade eder. Tillich'in ifadeleriyle; "Dini tecrübede Tanrı'nın gücü, herhangi biri tarafından üstesinden gelinemeyen, ontolojik terimlerle yokluğa sonsuz direniş ve onun üstünde ebedi zafer olan bir güç salahiyetinde varlık hissini harekete geçirir. Kadiri Mutlak'a her el açmada güç, ilahi güç ışığında tecrübe edilir ve nihai gerçeklik olarak yaşanır."
DUA VE TANRI:
İslam filozofları tarafından da sıkça başvurulan bir açıklama biçimi olan nedensellik olgusunun Aristoteles’e ulaşan bir süreci vardır. Batıda, Yeniçağ düşünce dünyasında etkili bir şekilde Hume tarafından sorgulanan nedensellik, rölativite ve kuantum kuramlarıyla ciddi bir şekilde değer kaybetti.


Kolakowski'nin ahlaki sorumluluk bilinci konusunda altını çizdiği şey bizim de sahip olduğumuz bir yargıyı dillendirir:
"Ahlaki sorumluluk bilincinin Tanrı'ya imanla anlam bulacağını söyleyebiliriz. Başka bir değişle böylesi bir imana sahip olmadığımızda ne yaparsak yapalım yaptığımız şeyi meşrulaştırarak onun iyi olduğunu her zaman kanıtlayabileceğizdir." Nedensellik ve duanın kabulünün nasıl bağdaştırılacağı sorununa ilişkin; "Duanın kabulü deneysel değil, dini bir olgudur. Bunun için nedensellik alanına girmez; hatta onun büyüyle de ilgisi yoktur. İyileşmek isteyen hasta iyileşip iyileşemeyeceğini bilmediği gibi, ölüp ölmeyeceğini de bilemez. Şifa ve hastalık, Tanrı için, inayette bulunma veya imtihan etme vasıtasıdır. O zaman Tanrı'dan bir şey isteme, gerçekte, onun iradesine boyun eğme anlamına gelir" değerlendirmesi önemlidir.
Hayatın akışı içerisinde öylesi haller söz konusudur ki sıradan sebep-sonuç anlayışı ve ilişkisini aşmaktadır. Hem insan hayatında ve hem de âlemin diğer unsurları içerisinde hep olagelmekte olan ve bilinen sebeplerin izah edemediği böylesi durumlar bize bilinenin ötesini “Tanrıyı” hatırlatır.
Sonuçta dua, Tanrı'dan bağımsız kendi kendine işleyen âlem tasavvurlarını yanlışlarken sihir ya da benzeri sapkınlıkları da reddetmek anlamına gelmektedir.
İnananlar dua ettiklerinde onların Tanrı'yla konuştuklarını düşünmelerine hiç kimse itiraz etmez. Çünkü insan her halükarda kendi kendine konuşup konuşmadığı hakkında yanılgıya düşmez. Duanın dili 'birine' hitap ediyor gibi görünse ve bu 'birisi' var mı sorusunun anlamlı olduğu düşünülebilir olsa bile, felsefenin görevi kişinin Tanrı'yla konuşup konuşmadığını araştırmak değil Tanrı'yla konuşmayı kabul veya inkâr etmenin ne anlama
geleceğini sorgulamaktır, yaklaşımı önemlidir.
Bu bağlamda bir başka tartışma konusu dua ve kader ilişkisi olmuştur. "Kader Allah'ın ezeli hüküm ve takdiri, kaza ise o takdir edilen şeylerin zamanı gelince vukubulması olduğuna göre dua bu takdir ve vukua gelmede ne derece etkili olabilir." Bunu şu önermelerle de ifade edebiliriz. İnsanın duada istediği şey, onun için ezelde takdir edilmişse, o dua etse de etmese de kesinlikle meydana gelecektir. Takdir edilmemişse; bu durumda, insan onu ister arzu etsin ister etmesin, onun gerçekleşme imkânı yoktur. Bu ve benzeri önermeler duanın gereksizliğine ilişkin sonuçlara kadar gidebilmiştir. Gerçek olan şudur; Bütün bu takdir edilenler, birtakım sebeplere bağlı olarak takdir edilmişlerdir. Bu sebeplerden biri de duadır. İnsan, bir şeyin varlık sebebini gerçekleştirdiğinde mukadder olan şey meydana gelir.
Gazali, İhyau Ulutmi'd-Din adlı kitabında, dua hakkında uzun bir bölüm olan Kitabu'l-ezkar ve Daavat'da duanın kaderle bağdaşmazlığı itirazına şöyle bir cevapla açıklık getirmiştir: "Kader duayla kötülüğü engelleme imkânını içerir. Bütün mahlûkat, kaderi yine kaderle kendilerinden uzaklaştırmaya çalışır. Allah kimi buna muvaffak kılar ve ona aklıselim ile davranma yeteneği bahşederse o, ahiret hayatında bekleyen azap kaderini tevbe, iman ve salih amel kaderi ile kendinden uzaklaştırır.
Diğer bir husus ise, duaya cevap verilmesi o duada dile getirilen istek ve arzuların yerine getirilmiş olması anlamına mı gelmektedir? Sorusudur.
Bu soru hemen bütün din bilginleri tarafından Kur'an'dan ve İslam Peygamberi’nin sözlerinden hareketle duaya cevap verilmesini, dua edenin isteklerinin aynıyla yerine getirilmesiyle sınırlamanın doğru olmadığını söyleyerek açıklamaya çalışmışlardır.
Konunun bir başka boyutunda ise duanın insanın birey olmasını engelleyeceği varsayımı yer alır. Yani dua ile bireysel kimliklerin yok olacağı sanısı kimi insanları dua etmekten alıkoyan nedenlerden biridir. Bu anlayış içerisinde olan kimseler kendilerince kendi kendileriyle yüzleşmeyi ve ayaklarının üstünde durmayı tercih etmiş olmaktadırlar. Bu hal onların duayı insanın birey olarak içinde itibarını kaybettiği bir kölelik şekli olarak görmelerinden kaynaklanır.
Her inanan inandığı aşkın varlığa yaklaşma ve onunla iletişim kurma isteği içerisindedir. Bu nedenle ibadet inanan için Tanrı'ya şükranın bir ifadesi olmasının yanında hakikate ulaşma imkânıdır da. Başka bir deyişle bireysel veya toplu olarak yerine getirilen dinsel pratikler aşkın olanla bir iletişim imkânı olarak okunduğunda bu, insanın yaşamında, yapıp etmelerinde Tanrı'nın müdahalesinin farkındalığı anlamına gelecektir. Ancak modern hayatın oluşturduğu algı dünyası içerisinde hem kendi yapıp etmelerimiz hem de çevremizde olup bitenler bizlerin olayların sadece insanın iradesiyle ve onun kontrolünde vuku bulduğunu sanmamızı sağlamaktadır.
DUA VE ZİYARET RİSALESİ / EBU ALİ İBN SİNA:
Ebu Said Fadl bin Ebi'l-Hayr, İbn Sina'ya yazdığı bir mektupla duanın kabul olmasının ve kabirleri ziyaretin keyfiyeti, hakikati, nefislere ve bedenlere etkisini sordu. İbn Sina bu sorunun cevabı olarak Risaletu Ziyare ve'd-Dua'yı kaleme aldı. Öncelikle öncülleri iyi bilmek gerekir. Bu öncüllerden biri elmebdeü'I-evvel'den olan varlıkların bilgisidir ki O (el-mebdeu'l-evvel) filozoflar tarafından vacibu'l-vücud olarak isimlendirilen İlk Sebep'tir.
Daha sonra ikinci olarak bilinmesi gereken ise filozofların faal akıllar olarak isimlendirdikleri mukarreb meleklerdir.
Daha sonra da maddelerle bitişik olan semavi nefslerin bilgisi gelir. Daha sonra dört unsur karışımları ve onlardan meydana gelen ulvi eserler; sonra madenler, bitkiler, sonra bu âlemdeki varlıkların en üstünü olan insanı bilmek gelir.
Şu an açıklamaya çalıştığımız konu şudur: Vacibu'l-vücud, akıllara etkide bulunur, akıllar -nefslere etkide bulunur, nefsler semavi cisimlere etkide bulunur ve onları ihtiyari olarak döngüsel ve sürekli olan bir hareketle hareket ettirir.
Semavi cisimler ay altı âleme etkide bulunurlar. Ay feleğine özgü olan akıl, makulleri elde etmede onlara yol göstermek için, insanı nefslere nuru akıtır. Şayet semavi nefslerle yer küreye ait nefisler arasında bir tenasüb olmasaydı ve yine makrokozmoz ile mikrokosmoz arasında bir benzeşme olmasaydı Yüce Allah ve Peygamberi bilinmezdi.
Ziyaret ve duadan kasıt şudur: Bedenle bitişik olan ve bedenden ayrılmayan ziyaret edici nefs (ennefsu'zaire) ziyaret edilen nefsden hayır ve mutluluk ya da kötülük ve ezanın defi için yardım diler. Ve büsbütün (bi kulliyetiha) talep edilen bu suret için yatkınlık kazanma (istidad) ve yardım isteme yoluna koyulur. Yardım isteyenin isteğine bağlı olarak yardımda bulunurlar. İstimdatda bulunmanın, durumların farklılığına bağlı olarak farklı boyutları vardır. Bu ya cismani veya nefsanîdir.
Alıntı ile Cevapla