Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:27   Mesaj No:7

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

7. HAFTA
1. ÖLÜM VE SONRASI:
Felsefe ve Ölüm: Ölüm, felsefede özellikle hayatın
anlamı ve öneminin dile getirilmek istendiği yerlerde söz konusu edilmiştir. İyimser ve kötümser dünya görüşlerinin oluşmasında Ölümle ilgili düşünce ve inanışların payı büyük olmuştur. Bazıları ölümü hayatta kazanılan her türlü başarıya son noktayı koyan bir felaket olarak görmüşlerdir: "Mademki ölüm vardır, o halde hiçbir şeyin nihai noktada bir anlam ve değeri yoktur"' diyenlerin sayısı tarih boyunca az olmamıştır. Öte yandan, bazılarına göre ise, hayat, gerçek anlam ve değerini ancak ölümle kazanmaktadır.
Ölüm ve Din: Ölüm konusunda dinlerin takındıkları tavırlar da farklı olmuştur. Bazı dinler, mesela İslamiyet, Allah'dan gelen bir varlığın yine O ’na dönmesi olarak kabul etmektedir ölümü,Bazı Hıristiyan düşünürler-Aziz Agustine bunların başında yer alır-ölümü insana verilmiş bir "ceza" olarak görürler. Onlara göre Hz, Âdem’in işlediği günah,
insanoğluna ölümü getirmiştir.
Ölüm Korkusunun Nedenleri: Her şeyden önce ölüm korkusu, ölümün acı veren bir hadise olduğu düşünce ve inancından kaynaklanabilir. Bazı dini literatürde, özellikle günahkâr insanların çok zor şartlar altında “ruhlarını teslim ettikleri” ve bu teslim sırasında çok sıkıntılı anlar yaşadıkları uzun uzun anlatılır. İkinci olarak, ölüm korkusu, insanın sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin yitirilmesinden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle endişe, hayatın topyekûn dokusunda vardır zaten.
Ölüm Korkusu ve Çareleri: Acaba bu korku ve endişeleri yenmemiz mümkün müdür? İşte ölüm sonrası, daha çok bu soruya cevap ararken karşımıza çıkan bir konu olmaktadır.
Birçok kültür çevrelerinde en yaygın olan inanç şudur:
Ölümsüzlük, yani ahiret hayatı inancı, ölüm karşısında duyulan korku ve endişenin en etkili ilacıdır. Gerçi bazı filozoflar, bu konuda daha farklı reçeteler sunmaktadırlar. Mesela, Stoa felsefesinde yaygın olan kanaate göre, korku ve endişeyi yenmenin en kolay yolu, ölüm düşüncesinden kaçmakla değil ölümü sürekli olarak düşünmekle olur.
Spinoza, ise bunun tam tersini söylüyor:
“Ölümü düşüncenden sil ve gözlerini hayata çevir.”
Dini ve mistik bir atmosfer içerisinde düşünenlere göre ise, ölüm korkusu, daha çok cahiller ve fasıklar için (Farabi’nin deyimiyle) söz konusudur: "Doğru düşün ve doğru hareket et ki faziletli olasın ve ölüm korkusunu yenesin". Farabi’ye göre, cahiller ölümden korkarlar, çünkü onların değerli buldukları yegâne şey dünya hazlarıdır. Onlar, bu hazlara son verdiği için ölümden nefret ederler. Fasıkların korkusu ise, iki sebebe dayanır: Bu dünya hazlarını yitirmek ve öteki dünyada mutlu olma imanını yitirdiğine inanmak. Faziletli insanın ölümden korkması için hiçbir sebep yoktur.
2. ÖLÜMSÜZLÜK PROBLEMİNİN MAHİYETİ:
Platon ve Ölümsüzlük: Platon, çeşitli diyaloglarında bir takım felsefi deliller öne sürerek ruhun ölümsüzlüğünü ispat etmeye çalışır. Ve Platon’dan itibaren bu konu, felsefenin süreklilik arz eden konuları arasında yer almıştır. Acaba bu, ne ölçüde isabetli olmuştur? Ruhun ölümsüzlüğü felsefenin üzerinde duracağı bir konu mudur? Bu soru İslam filozofları arasında da geniş bir şekilde tartışma konusu edilmiştir.
Farabi; maddeden ayrılmış ve Faal Akıl ile birleşmiş olan "nefs"in ölümden sonraki hayatından ayrıntılı bir şekilde bahseder; Fakat nefsin ölümsüzlüğünü ispat etmek için bir takım deliller serdetmeyi gerekli görmez.
İbn Sina; ölümsüzlük konusuna iki açıdan bakar:
"nefs'in ölümsüzlüğü” ve “cesetlerin haşri”.
İbn Sina, nefsin mahiyeti ve ölümden sonraki durumunu açıklamak için bir değil bir kaç eser kaleme almıştır. İbn Sina’ya göre, ruhun ölümsüzlüğünü ispat edebilecek ciddi felsefi delillerimiz vardır.
Gazali’ye sorarsak; durum hiç de bu merkezde değildir. Felsefenin sadece bedenlerin haşri konusunda değil, ruhun ölümsüzlüğü konusunda da söyleyebileceği bir şey yoktur.
Gazali, "Biz bu konulara dinin ma'ad ile ilgili ifadeleri sayesinde vakıf oluruz" diyor.
David Hume'a göre, sadece aklın ışığında hareket etmek suretiyle ruhun ölümsüzlüğünü ispat etmek çok güçtür.
Çağdaş düşünürlerden Jack Maritain de aynı görüştedir.
O da ruhun ölümsüzlüğü konusunda felsefenin söyleyeceği pek fazla bir şey olduğuna inanmaz. Maritain'a göre, Ortaçağ’ın ünlü filozofları ölümsüzlük konusunda konuşurlarken vahyin otoritesine dayanan ilahiyatçılar olarak konuşmaktaydı. Eğer filozoflar konuyu tartışacaksa, dinin getirdiği kavramları ve fikirleri dikkate almalıdırlar.
Ma’ad: Felsefe ve kelam literatürümüzde en yaygın şekilde kullanılan terim ma'ad terimidir ki, lafız olarak, dönülen yer anlamına gelir. Başka bir deyişle, ma'ad, insanın dönüp karar kılacağı "Ahiret yurdu" demektir. Ma'ad'ın İslam Amentüsü’ndeki adı, "ba'su ba'de'l‐mevt", yani ölümden sonra dirilmedir.
Haşr: Kelam kitaplarında ve diğer dini yazılarda en sık kullanılan bir kelime de “toplanmak” anlamına gelen haşr kelimesidir. Dilimizde kullanılan mahşer sözü, ruhların bedenlere avdetinden sonra ahirette insanların toplanacağı yer anlamına gelir.
3. ÖLÜMSÜZLÜK İNANCININ TEMELLERİ:
İnsan, neye dayanarak ölümünden sonra hayatını sürüp gideceğine inanmaktadır? Bir mü’min, "çünkü dinim öyle söylüyor" diyerek soruyu cevaplandırabilir. Fakat bu tutumu sonuna kadar götürmek, pek kolay olmayabilir.
Yukarıdaki soruya daha başka cevaplar da verilebilir. Mesela, denebilir ki, "bütün insan toplulukların tarih
boyunca şu veya bu manada bir ölümsüzlük fikri yahut inancı var olagelmiştir. Bu kadar insanın yanıldığını
düşünemeyeceğimize göre, söz konusu inanç, asılsız bir inanç olamaz." Bu, naiv bir cevaptır ve felsefi hiçbir kıymete de haiz değildir. Birçok kültürlerde tarih boyunca var olagelmiş bir yığın batıl inançlar da vardır.
Felsefe tarihinde öne sürülen bu gerekçeleri üç ayrı grupta toplamamız mümkündür: Ahlaki gerekçeler, metafizik gerekçeler ve ilmi gerekçeler.
Ölümsüzlük Arzusu: Şüphesiz, evrensel boyutta karşımıza çıkan ölümsüzlük arzusu, ölümsüzlük problemi çözümünde yeterli olmaz."Mademki ölümsüzlük evrensel olarak arzu edilmektedir, o halde insan ölümsüzdür" diyemeyiz.
D. Hume ve J.S. Mill gibi düşünürler, arzudan arzunun objesinin gerçekliğine gitmeye çalışmanın felsefi açıdan sağlam bir yol olmadığına önceden dikkatleri çekmişlerdir. Mill ’ e göre, "evrenin düzeni içinde her arzu edilen şeyin gerçek olduğunu düşünmek asla doğru değildir.”

A- AHLAKİ AÇIDAN ÖLÜMSÜZLÜK:
Dostoyevski Karamozov Kardeşler'de "eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır"der. Birçok insana göre aynı şey, ahiret hayati söz konusu olduğunda da geçerlidir: “ Eğer ölümden sonra hayat yoksa her şey mubahtır." Bu görüsü savunanların konuya daha çok ahlaki açıdan baktıkları malumdur.
1) Tanrının adaleti ve ölümsüzlük inancı:
Eğer ölümle her şey mutlak bir sona ulaşıyorsa, adaletli ile adaletsiz arasında nihai noktada ne fark kalacaktır? Mademki bu dünyada her şey, tam olarak karşılığını
bulamıyor, iyi insan sıkıntı içinde, kötü ise ferah içinde yasayabiliyor ve adaleti sağlamak için de töreler, kanunlar v.s. kâfi gelmiyor; adaletin tam olarak tecelli edeceği bir dünyanın var olması gerekmez mi? Mademki adil bir Tanrı vardır, o halde adaletin tam olarak tecelli edeceği bir dünyanın da olması gerekir. İşte ilk konu budur.
2) Tanrının değerleri koruması:
Bütün teist sistemlerde Tanrı, aynı zamanda, ahlaki bir varlık olarak kabul edilir. O değerleri yaratan ve koruyandır. Ahlaki değerin taşıyıcısı ise insandır. Değerlerin pek çoğu onun varlığında gerçeklik kazanmaktadır. Tanrının böyle bir varlığı yok etmesi dini şuura son derece ters görülür. CD. Broad ve G. Galloway gibi birçok düşünüre göre, hiç değilse yüksek ahlaki değerleri kişiliklerinde gerçekleştirmiş olan insanların ölümden sonra da yaşamaya devam edecekleri inancı, dini şuur için büyük önem taşır.
3) En yüksek iyi ve ölümsüzlük Postulatı:
Kant'a göre, ahlak kanunu ideale doğru kesintisiz bir çaba göstermemizi ister. Bu da rasyonel bir varlık olan insanın kişiliğinin baki olduğunu düşünmemizi gerekli kılar. Tam ahlaki uyum için ruhun olumsuzluğu postulatına ihtiyacımız vardır. Ona göre, ruhun ölümsüzlüğü problemine ancak ahlaki açıdan bir çözüm getirilebilir.
B- BİLİMSEL AÇIDAN ÖLÜMSÜZLÜK:
Ruhun ölümsüzlüğü konusu, felsefenin klasik zihin-beden ilişkisi problemini bilimsel verilerin ışığında yeniden ele alan Zihin Felsefesi ve Psikoloji Felsefesinde de önemini korumaktadır. Bilindiği üzere, felsefe tarihinde ruh-beden
ilişkisi çeşitli teorilerin öne sürülmesine yol açmıştır.
Bazı düşünürler ahiret hayatını bir çeşit zihni imajlar dünyası gibi anlamak istemektedirler.
B. Russell’in Yaklaşımı: Başta B. Russell olmak üzere bazı düşünürler ise,zihin-beden ilişkisi hakkında elde edilen yeni bilgilerin ölümsüzlüğü teyit ettiğine inanmamaktadırlar.
Russell'a göre, zihni hayat beynin yapısına ve organize bir tarzda fonksiyon icra eden bedeni enerjiye bağlı ve onlarla sınırlıdır. Dolayısıyla, ölümün akli hayata da tam anlamıyla son vereceğine inanmak daha makul görünmektedir. Böyle bir inanca sahip olduğu içindir,Russell Neye inanmaktayım adlı ünlü yazısında şöyle der: “Öleceğim ve bedenim çürüyecektir. Kişiliğimden hiçbir şey geride kalmayacaktır.”
Elbette ki Russell'ın vardığı bu sonucu, bilimin getirdiği bir sonuç olarak göremeyiz. Yukarıda da işaret edildiği gibi, şuurun tamamen beyin tarafından üretilen fonksiyondan ibaret olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. Beynin şuuru ürettiğini değil de aktardığın söyleyenler vardır. Psikolog Mc. Dougal, şuurda ve kişilikteki birliğin sınır sistemindeki
korrelatının ne olduğunu sorduktan sonra şöyle devam ediyor:
Bu birliğin sebebi, bedenle münasebet kurmak suretiyle duyumları, duyguları, anlam vermeleri, hatırlamaları sağlayan ruh olabilir. Bu ruh, Descartes'in anladığı anlamda bir cevher olmak zorunda da değildir.
C- METAFİZİK AÇISINDAN ÖLÜMSÜZLÜK
(RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ):

Platon: Ruhun ölümsüzlüğüne dair öne sürülen
metafizik deliller, oldukça çok ve çeşitlidir. Bu delillerin hemen hemen hepsi belli bir ölümsüzlük doktrini, yani ruhun ölümsüzlüğünü ispat etmek için başvurulmuş delillerdir. Bunlardan bir kısmı Platon'a kadar geri gitmektedir. Platon, ruhun özünün hayat olduğuna inanıyordu. Ruh, kendi kendine hareket verme, kendi hareketinin kaynağı olma imkânına sahiptir.
O, bedenden önce de vardı, sonra da var olacaktır.
Beden dünyasında var olan iyi ve kötü her şeyin yeterli sebebi ruhtur. Platon, gerek Phaedrus'ta gerekse Phaedo’ da ruhun beden içinde nasıl mahkûm olduğunu ve bu durumdan kurtulmak için nasıl bir çaba gösterdiğini anlatır.
Platon felsefesinde insan, esas itibariyle ve son tahlilde, ruhtur. Beden ise sadece bir vasıtadır. İşte Descartes’te sistemli bir bicimde ortaya çıkan düalist insan anlayışının
ilk önemli kaynağı Platon felsefesi olmaktadır. Öyle bir kaynak ki, daha sonraki dönemlerde ondan etkilenmemiş olan çok az felsefe hareketi vardır. Ölümsüzlük, Platon'a göre, bizzat ruhun kendi öz yapısından, yani onun basitliğinden, çözülüp dağılmazlığından gelmektedir.
Aristoteles: Aristoteles'in ölümsüzlük hakkındaki görüşlerini tam olarak anlayabilmek oldukça zordur. Öyle görünüyor ki, o, ruhu bedenin bir formu olarak görmekte ve aklın ölümsüzlüğünden söz etmektedir. Akıl ise, son tahlilde bir kapasitedir. İmdi, bir kapasitenin nasıl ölümsüz olacağı, Aristoteles âlimleri arasında çok uzun tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalara rağmen, Aristoteles'in de ölümsüzlüğe inandığı görüşü oldukça yaygındır.
İslam Filozofları: Şüphe yok ki ruhun ölümsüzlüğü konusu üzerinde en ciddi şekilde duran filozofların başında Farabi, özellikle de İbn Sina gelir. İslam filozoflarının büyük bir kısmı, kelamcıların pek çoğundan farklı olarak, ruhun bedenden bağımsız, kendi başına "kaim" bir cevher olduğuna inanmışlardır. Mesela Kindi’ye göre; özünü Yaratıcıdan alan ruh, basit, mükemmel ve yücedir. Ruh ölümsüzdür. Onun bu dünyadaki varlığı gelip geçicidir.
Farabi’ye göre; çeşitli güçlere (kuvve) sahip olan "nefs" in en yüce gücü bilici olan kuvvesidir ki, bu da nazari ve ameli olmak üzere ikiye ayrılır. Bütün insanların paylaştıkları ilk
ve temel beşeri özellik, potansiyel akıldır. Farabi, bu aklı genellikle bir ''yetkinlik" olarak görür. Artık bu duruma gelen akıl, ,kendi kendini de bilen bir varlık olur ve farklı bir ontolojik statü kazanır. Mukteseb akıl seviyesine yükselen insanın bilme gücü, faal akıl ile birleşir ve böylece mutluluğun en yüce derecesine ulaşır. İşte ölümsüz olan, bu akıldır. Farabi’ye göre, ölümsüzlük, verilen bir şey değil, nazari ve ameli uzun çabalarla kazanılan bir şeydir.
Ölümsüzlük açısından bakıldığında Farabi nefisleri üç gruba ayırmaktadır: Akılları potansiyel seviyede kalan cahiller; akılları bil-fiil hale gelmekle birlikte ameli kemale sahip olmayanlar; müstefad akıl seviyesine erişen ve ameli kemale sahip olanlar. Ancak bu son iki gruba giren nefisler; ölümsüz olma hakkını elde ederler.

Bunlardan sadece nazari kemale sahip olanlar, yani, Farabi’nin deyimiyle, fasıklar, şekavet içinde; hem nazari hem de ameli kemale sahip olanlar ise, saadet içinde olurlar.İspanyalı Müslüman filozof İbn Tufeyl bir yana bırakılırsa, Farabi'nin bu genel İslami anlayışa pek uymayan ölümsüzlük fikri, nedense pek fazla dikkat çekmemiştir.
İbn Tufeyl ’ e göre; Farabi “el-milletu'l fadıla” adlı eserinde fasıkların nefislerini sonsuzca bir azap içinde
olacaklarını söylemektedir. “Es-Siyasetu'l Medeniyye” de ise, sadece erdemli nefislerin ölümsüz olduğunu söyler.
Farabi'nin ölümsüzlük doktrinine, yani ölümsüzlüğün kazanılan bir şey olduğu anlayışına yakın bir görüşü
Muhammed İkbal de savunuyor görünmektedir. İkbal, “İslam'da Dini Tefekkürün Yeniden Kuruluşu” adlı eserinde ölümsüzlük problemine dört açıdan baktığını ifade eder. İnsan, diyor İkbal, hayatının hiçbir safhasında ferdiyetini yitirmez. Ahlaki yaklaşıma en iyi örnek de İkbal’e göre; Kant’ın yaklaşımıdır. İkbal, Kant felsefesinde şu sorunun cevabini bulamadığını söylüyor: Mademki fazilet ile saadetin birleşmesi ölümden sonra bir zaman diliminde
ve bir yerde mümkün olacaktır; sonsuzca devam eden bir hayati istemenin gereği nedir?
Maddeci yaklaşım, bütün ruh hayatını maddeye bağımlı saydığı için ölümsüzlüğü inkâr eder.
Farabi ile ilgili önemli araştırmalar yapmış batılı birçok ilim adamı, filozofumuzun ferdi ruhun ölümsüzlüğünü inkâr ettiği konusunda adeta görüş birliğine varmışlardır.
Farabi’ye göre nefs yahut mukteseb akıl, ölümden sonra ferdiyetini yitirmemektedir. O şöyle der: Ölümden sonra nefislerden her biri hem kendi özünü, hem de kendi özüne benzeyen öteki birçok nefisleri ta'akkul eder.
Nefis ve nefsin halleri konusunda en çok kafa yoran İslam filozofu, şüphe yok ki İbn Sina’dır.O; bu konu hakkında hem “Şifa” ve “Necat” gibi meşhur eserlerinde bilgi vermiş; hem de müstakil risaleler kaleme almıştır. İbn Sina düşünen nefsin kendi başına kaim bir cevher olduğunu, dolayısıyla ölümsüz olduğunu ispatlamak için çeşitli deliller öne sürer. Düşünen nefs, İbn Sina’ya göre, bedene bağımlı olmadan da akledilirleri düşünebilecek hale gelebilir. Normal algı dünyamızda tekrarlar veya algılanamayacak ölçüde dozu fazla olan duyu verileri bizi yorar, idrakimizi zayıflatır.
İbn Sina’ya göre düşünen nefis, bedenin ölümünden sonra sonsuzca yasamaya devam eder, Acaba bedenin durumu ne olacaktır? Görebildiğimiz kadarıyla Farabi, bu konu hakkında hiçbir şey söylememektedir, Fakat açıkça görülmektedir ki, onun ölümsüzlük teorisinde bedene
yer yoktur. İbn Sina"nın durumu ise daha farklıdır.
Bu durumda şu sonuca ulaşmamız hatalı olmayacaktır: Gerek Farabi, gerek İbn Sina, ölümsüzlüğü düşünen nefse hasretmektedir. Her ikisi de ahiretteki azabı ve mükâfatı ruhani nitelikte görür ve Kur'an’ın cennet ve cehennemle ilgili tasvirlerini sembolik manada anlamaktadır. İşte Gazali’yi en çok kızdıran da onların bu tutumudur.
4. BEDEN VE ÖLÜMSÜZLÜK:
Diyelim ki ruhun ölümsüzlüğünü bir takim delillere başvurmak suretiyle ispat ettik; bu, kişinin ölümsüzlüğü anlamına gelir mi? Platon, Farabi, İbn Sina ve daha birçok filozof bu soruya tereddüt etmeden "evet" derler; çünkü onlara göre insan, esas itibariyle ruhtur.
Kur'an’ı aşırı yorumlara başvurmadan anlamaya çalışırsak, orada söz konusu olan ölümsüzlüğün sadece ruhun ölümsüzlüğünden ibaret olmadığını anlarız. Kur'an’a göre insanlar, öteki dünyada birbirlerini tanıyacak, birbirleri
hakkında konuşacak, hatta insanın kendi elleri ve ayakları kendisi hakkında şahitlik edecektir. Beden olmadan bütün
bunlar nasıl mümkün olacaktır.
Gazali: Gazali de insani ihsan kılan şeyin ruh olduğuna inanmaktadır. Buna rağmen, ona göre mademki Allah her şeye kadirdir, ruhların bedenlere iadesine kadir demektir.
Bunun imkânsız olduğunu söylememiz için hiçbir sebep yoktur. Hangi bedene? Bu soru tali derecede önemlidir. Allah kemikleri, tozları bir araya getirip bu bedeni de yaratmaya kadirdir, başka bedenleri de latif bir bedene de, el-İktisâd fl'l-İtikad'in diliyle söyleyecek olursak "her şey
mümkündür".
İbn Rüşd; Kur'an’ın monist anlayışına sadık kalmakta ve Aristoteles'in görüşlerinide o istikamette yorumlamaktadır.
"Ölüm", İbn Rüşd'e göre, "nefsin faaliyetine son verir, varlığına değil. Gazali'nin filozoflarla ilgili tenkidini hatırlatan İbn Rüşd, konuyu şöyle bağlar: Ahiret hayatını inkâr etmek kişiyi küfre götürür. Fakat inkâra gidilmediği surece bu konuda farklı yorumlara, dolayısıyla farklı inançlara müsaade vardır.
5. GENEL ELEŞTİRİLER VE “YENİ” BİR
ÖLÜMSÜZLÜK ANLAYIŞI:

Günümüzde süreç felsefesi akımına mensup düşünürlerin, özellikle Charles Hartshorne’un ferdi ölümsüzlük fikrine şimdiye kadar sözünü etmediğimiz daha başka itirazları vardır. Bu itirazları şu noktalarda toplamamız mümkündür:
(1) Ölümsüzlük sadece Tanrıya mahsustur. Hartshorne şöyle der: "Birçok dinlere göre, insanlar da ölümsüzdür. Fakat ilk Yahudiler ve bu arada kadim Yunan düşünürleri, kendi varlıklarını gerçek anlamda ölümlü görmekte, ölümsüzlüğü ise Tanrıya ait bir imtiyaz olarak kabul etmekteydiler.
(2) İnsan imkân ve kabiliyetleri sınırlı olan bir varlıktır; Oysa insana ebedi olma hakkı tanımak, sonluluk ve sınırlılığı ortadan kaldırmaktadır. Ruhani ölümsüzlük, kişilik problemini karşımıza çıkarıyor.
Hartshorne'a göre ölümsüzlük:
İlahi hayatta objektifleşmek demektir. Bu anlamda, sadece insanlar değil, var olan her şey, bir bakıma ölümsüzdür. Aslında, Harsthorne'un söylediklerinin pek çoğuna itiraz etmek için bir sebep yoktur. Teizmi temel alan dinlere, mesela İslam dinine göre, Allah her şeyi bilir. O'nun bilgisinde hiç bir şey yok olmaz, unutulmaz. Allah, biz yaşarken de, öldükten sonra da bizimle ilgili her şeyi ilminde muhafaza eder. Eğer bunun adı ölümsüz olma ise, İslam dininin buna bir itirazı olmaz. Fakat ölümsüzlük, bundan ibaret değildir. İslam dini, taşın, toprağın ağacın ölümsüz olduğunu değil, insanın ölümsüz olduğunu- daha doğrusu ölümden sonra başka bir âlemde yaşayacağını- söylüyor. Hartshorne'un görüşüne göre ise; ölümsüzlük açısından insanla herhangi bir varlık arasında fark yoktur.
Fark "ilahi hayat"ta objektifleşen ve muhafaza edilen varlıkların, ilahi faaliyet kanalıyla dolaylı olarak âlemin devam etmekte olan hayatına yaptıkları “katkının” derecesindedir.
Alıntı ile Cevapla