Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:34   Mesaj No:12

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

12. HAFTA
DiN VE BİLİM:
1. BİLİMİN BAZI ÖZELLİKLERİ:

Bilim, esas itibariyle, olgu ve olaylarla uğraşır ve değer dünyasını dışarıda tutmaya çalışır. Bu ikinci çabasında ne ölçüde başarılı yahut başarısız olduğu, bugün hala tartışma konusudur. Özellikle sosyal bilimlerde "değerden bağımsız" bir faaliyetin imkânsız olmasa da çok güç olduğu bilinen bir husustur, Bilimsel hükümlerimizde, şahsi fakirler, hisler v.s. nin rol oynamaması gerekir, bilimsel faaliyet, gayri şahsidir. Burada bilimsel sonuçlarla bu sonuçların hayata intikali durumunda ortaya çıkan başka sonuçları ve bu sonuçlarla ilgili kavramlarımızı, hükümlerimizi birbirine karıştırmamak gerekir. Sözgelişi, bilimsel sonuçların bugün hayatımızı geniş ölçüde etkilediğini kimse inkâr edemez.Buna rağmen, hiç bir hayat tarzı veya dünya görüşü için kelimenin hakiki manasıyla "bilimsel sıfatını kullanamayız. "Bilimsel dünya görüşü" sözündeki "bilimsel" terimi, ait olduğu sınırların ötesine götürülmüş bir terimdir. Dünya görüşleri her çeşit beşeri faaliyete göre oluşur ve onların hepsini içine alır.
Bir dünya görüşünde din, sanat, ahlak v.s. de vardır.
Bu durumda, bilimsel dünya görüsü sözü, yanlış olmasına rağmen, sadece şu açıdan bir anlam ifade eder ki, o da "oluşmasında bilimin birinci derecede önemli rol oynadığı dünya görüşü” anlamına gelir. Dünya görüşlerinde değerlerin önemi son derece büyüktür. Bilim için hem “tarafsız”, “objektif”, "değerden bağımsız” v.s. diyeceğiz; hem de onu bütün değerleri içine alan "dünya görüşüne sıfat yapacağız. Bu, "bilim" terimini ait olmadığı yerde kullanmak demektir.
İkinci olarak, bilim geçerli genellemelere gitmeye çalışır. Gerçi bilim adamı, sürekli olarak gözlem ve deneylerle uğraşır, veriler toplar, tek tek olayları gözden kaçırmamaya gayret eder. Fakat bütün bunları "genelde olanın tek tek tezahürleri" olarak görür. Bir tek defa olan bir şey, bu anlamda, bilimin konusuna girmez. Bazı ilahiyatçıların; mucizelerin bilimin konusu gibi ele alınmasına itirazının sebebi -veya sebeplerinden biri- bilimin böyle bir özelliğe sahip olmasıdır. Din-bilim ilişkisi konusunu incelerken ilişkinin genel çerçevesini gözden kaçırmamak şartıyla her bilim dalının durumuna ayrı ayrı bakmakta yarar vardır.
Öyle bilim dalları vardır ki dinle ilgisi olsa olsa çok uzaktan bir ilgi olmaktadır. Ama öyle bilim dalları da vardır ki, dinin doğuş ve gelişmesini, bizzat dini tecrübenin kendisini yahut din-toplum münasebetini ele almaktadır.
2. DİN İLE BİLİM ARASINDA DOĞAN VE
GİDERİLMEYE ÇALIŞILAN GERGİNLİK:

Din ve bilim münasebeti, bilim çabalarının en yoğun ve verimli bir şekilde yer aldığı Hıristiyan Batı dünyasında son üç asır boyunca özellikle ele alınmış, asıl konu, bilim ve Hıristiyanlık münasebeti çevresinde dönüp durmuştur.
Bu alanda gösterilen çabaların her dini ilgilendiren ve ilgilendirmeyen tarafları vardır. Söz konusu gelişmelere
her dini kültürün tepkisi farklı olabilmektedir.
Özellikle son yıllarda birçok Batılı ilim ve fikir adamı, bu konuda hassasiyet göstermekte ve çok kere "burada din derken 'Hıristiyanlığı' kastediyorum" şeklindeki ifadelerle
meseleye açıklık getirmektedirler.
Oysa daha önceleri durum farklıydı. Belli bir incelemede genellikle dinin adı konmazdı. Eğer sonunda müspet bir çizgiye ulaşılırsa Hıristiyanlık kazançlı çıkardı; öte yandan, sonuç menfi olursa, bütün dinler itham edilirdi. Sözgelişi, E.Renan'in, Fransız Ansiklopedistlerinin, XIX. yüzyıl pozitivistlerinin genel tutumları bu merkezdeydi.
Denebilir ki, bu inançların bilim ile münasebeti nedir?
İlk bakışta doğrudan bir ilişki görülmeyebilir. Fakat konuya biraz geniş bir açıdan baktığımız zaman Hıristiyanlığın ana kelami inançlarıyla bilim arasındaki ilişkilerin temelinde sözünü ettiğimiz ulûhiyet anlayışının yattığı görülür; Öyle bir anlayış ki o, C.D.Broad'ın deyimiyle, bugüne kadar anlaşılabilir bir ifade tarzına sokulamamıştır. Bu yüzden de onun “esrarengiz”, dolayısıyla "öylece inanılması gereken bir dini akide" olduğu söylenmiş ve bu yolla o, bilimin ve felsefenin tenkid ve tahlilinden uzak tutulmak istenmiştir.
Bu durum, din cenahında dar “imancı” (fideist) anlayışa kapı açmış, bilim cephesinde ise katı pozitivist görüşlerin güç kazanmasına sebep olmuştur. Yani daha işin başında iken sağlam bir din-ilim münasebetinin kurulması için şart olan zemin hazırlanamamıştır.
İkinci olarak, Hıristiyanlık, büyük ölçüde bir “mucizeler” dinidir. Kurucusunun dünyaya gelişi, çarmıh olayı, tekrar dirilmesi, sonunda "Semadaki Babasına Yukseliş"i ve daha yüzlerce olay, hep "mucize" hadiseler olarak görülmüştür. Bundan dolayıdır ki, Hıristiyanlıkta bilim-din çatışması mucizeler konusunu daima ön planda tutmuş ve kavgaların önemli bir kısmı hep bu alanda olmuştur.
Üçüncü olarak, Hıristiyanlık, Yahudiliğin kutsal metinlerinin ve orada yer alan eski kozmolojik doktrinlerin tamamını bünyesine dahil etmiştir. Bu da Hıristiyan bilim
ve fikir adamları için ilave bir takım güçlüklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şöyle ki, "jeoloji, biyoloji, arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarının topladıkları veriler, bunları değerlendirebilecek olanların gözünde, Tevrat metinlerinin öne sürdüğü kozmolojik, biyolojik
ve antropolojik görüşlerin tamamını reddetmektedir:
Bu durum, Hıristiyanlığı da etkilemiştir; çünkü temel Hıristiyanlık akideleri, geniş ölçüde reddedilen bu doktrinlere dayanmaktadır.
Din-bilim ilişkisi bugün çok daha rahat bir çerçeve içinde yer almaktadır.Her şeyden önce 19.yüzyılın "burnu havada" bilimciliği ve pozitivizmi tarihe karışmıştır. Artık Batı dünyasında da o yüzyıla has bir din-bilim gerginliği bugün yoktur. Batı bu gerginliği, ilmi ve dini anlayışta ortaya koyduğu köklü değişiklikler sayesinde, kısmen de olsa giderebilmiştir. Şöyle ki günümüzün bilim adamlarının çoğu, geçen yüzyılın bilim adamlarına nazaran daha az iddialı daha alçak gönüllüdür. Bu arada Kilise'nin gücünün zayıflaması ve Kilise mensuplarının fikir dünyasında ortaya çıkan yeni değişiklikler, kilisenin bir baskı unsuru olma durumuna son vermiş; bu da kendi sırasında, bilim adamlarının gereksiz bir polemiğe girmelerine ihtiyaç bırakmamıştır. Özellikle astronomi ve fizik alanında üne kavuşmuş bilim adamlarının genel tutumları olumlu bir havanın doğmasına sebep olmuştur.
Gerginliğin giderilmesinde din adamlarının ortaya koydukları tutum değişikliklerinin çok önemli olanlarını
şu şekilde sıralayabiliriz: İlk olarak, din adamları, hücum edilmeye müsait konuları ciddi olarak gözden geçirdiler.
Kutsal metinleri ilmi ve tarihi açıdan derin tahlillere
tabi tutarak onları yeniden yorumlamaya çalıştılar.
Bu çalışmalar, bazen ılımlı, bazen da oldukça aşırı
olan birçok görüşlerin ortaya atılmasına sebep oldu.
Çarpıcı sonuçlardan biri de şuydu: Hıristiyanlığın kutsal metinlerine insan eli karışmış olup onların tamamının vahiy eseri olduğu söylenemez. Dolayısıyla, o metinlerde yer alan ve bilimin hücumuna hedef olan görüşlerin çoğu, İncillerin kaleme alındığı dönemdeki ilmi olmayan düşünceleri yansıtmaktadır. Mesela, İngiliz Kilisesine mensup bir bilim ve din adamı, F.W. Barnes şu sözleri söyleyebilmekteydi: Markos İncil’ini kaleme alan Markos (Mark) çok safdil bir insandı Onu'n İncilinde anlatılan şeyleri modern bilgilerimiz ışığında değerlendirirsek onları tarihi hakikatler olarak görmemize imkan yoktur. Böyle bir çıkış noktasından hareket edilince, kutsal metinlerde yer alan fikirler, "o, döneme aittir" denilerek reddedilebilirdi. Mesela, eğer Kutsal Metinlerde alemin Hz. İsa’nın doğumundan 4004 sene önce yaratıldığı yazılıysa, bu bilgiyi "vahiy ürünü" gibi telakki edip bir din-bilim çatışmasına dönüştürmeye gerek yoktur; çünkü söz konusu bilgi, o dönemin tahminlerinin neticesinde oluşmuştur.
Burada bir parantez açarak şunu söylemek isteriz:
Bir Müslüman alimin Kur'an’a böyle bir gözle bakması mümkün değildir. Gerçi Kur’an’da yukarıda zikrettiğimiz manada kozmolojik iddialar yoktur. Fakat farz edelim ki, bilimin vardığı bir sonuçla Kur'an'da yer alan bir fikir uyuşur görünmüyor. Müslüman bilginin söz konusu fikir hakkında "o dönemin tahminidir" demesi hiç de kolay olmaz.
Onun başka çözüm şekillerine başvurması gerekir.
Ünlü İngiliz bilgini A.S. Eddington ilmi bilginin gösterdiğinin dışında hakikat kabul etmeyen safdil bilim adamını, gözleri iki inç-kare olan bir ağla denize açılan balıkçıya benzetir. Balıkçı, ağının yakalayamadığı kadar küçük olan balıkların var olduğuna inanmaz.
Kendi metotlarıyla yakalayamadığı hakikatleri yok farz eden bilim adamının durumu balıkçınınkinden pek farklı değildir.
3. BAZI BİLİM ADAMLARI VE DİN:
Bilim ve din münasebeti hakkındaki görüşler değerlendirilirken ilgili her bilim dalını ayrı düşünmek mümkün olduğu gibi değerlendirmeyi bilimde ulaşılan genel sonuçlara dayandırmak da mümkündür.
Bir sıra düzeni içinde ele aldığımız zaman bilimleri üç grupta toplayabiliriz: Genellikle "cansız" diye adlandırılan madde dünyasıyla ilgili bilimler; biyolojik bilimler ve beşeri bilimler. Üçüncü grubun oluşturduğu alanda yol alabilmek için ikinci grup hakkında. onu tam olarak bilmek için birinci grup hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.
Bilim ve din münasebeti deyince akla hemen gelen
iki önemli bilim dalı vardır: Astronomi ve fizik. İslam dünyasında bu iki bilim dalının, özellikle astronominin
çok erken bir tarihte ve hızla güç kazanması tesadüf eseri değildir. Gerek Kur'an'ın bu konudaki teşvikleri, gerek elde edilen bilgilerin, özellikle ibadetlerin ifasında işe yaraması tarihimizde büyük astronomi bilginlerinin yetişmesine zemin hazırlamıştır. "Yıldızlarla donatılmış sema", daima inanca giden yolun ilham kaynağı olmuştur.
Ünlü psikolog James H. Leuba'nın 1914 ve 1933'de yaptığı iki ayrı araştırmaya göre, bilim adamları arasında fizikçiler inanmada ilk sırayı işgal etmekteydiler.
Biyologlar ikinci, sosyologlar üçüncü ve nihayet psikologlar da dördüncü sırada yer almaktaydılar. Sıralamanın niçin böyle bir çizgiyi takip ettiğine daha sonra gelmek istiyoruz.
Şimdi fizikçilerin bilimde farklı teoriler öne sürmelerine rağmen, Allah'a inanma hususunda nasıl benzer tavırlar takınabildikleri konusuna gelelim:
Bilim adamı, evrene baktığı zaman orada bir düzen, bir tertip görüyor. Alemin bu yapısı ve anlaşılırlığı (makuliyeti) bilim için esastır. Ancak düzenli olan tekrar eden ve anlaşılabilen şeylerin bilgisine (ilmi bilgisine) sahip olabiliriz.
İşte bilim adamı, üzerinde ayrıntılı olarak durduğu "parça"dan gözlerini ayırıp kainatın "bütünlüğü" üzerinde düşünmeğe başlayınca, yani bir çeşit "metafizik" yapmaya koyulunca, iman konusu da fikri bir problem olarak karşısına çıkar. Mesela Newton fiziği temelde mekanik bir fizikti ve orada "mekanik açıklama" ön planda yer alıyordu. Buna rağmen, Newton dindar bir insandı. Newton’cular genellikle alemi düzenli çalışan bir makineye benzetirler.
Bu görüş, hem "deist", hem de "teist" ulûhiyet anlayışlarının savunulmasında kullanılmıştır. Bir kısmına göre Allah daha işin başında iken bu büyük makineye bir düzen vermiş ve onu kendi haline terk etmiştir. Newton'
un bizzat kendisinin böyle bir görüşü benimsemediği bilinmektedir. Ona göre Allah, aleme daima müdahale ederek oradaki nizamı temin etmektedir.
Newton, belki de genel ilmi görüşlerinin bir neticesi olarak, teslisi reddetti; çünkü bütün görülen nizamın nihayette tek bir kudret'e bağlanması gerekiyordu.
Yine o, mekanı Allah'ın bir sıfatı gibi görüyor ve alemi Allah'ın "davranışı" şeklinde mütalaa ediyordu. Bu alanda Newton'dan sonra akla gelen en büyük isim şüphe yok ki Einstein'dır. Bu ünlü bilim adamı önce David Hume'cu bir çıkış noktasını yani çıkarımların ancak gözlemlenebilir sonuçlar için geçerli olduğu fikrini benimsemiş, daha sonra Spinoza'cı bir uluhiyet anlayışına meyletmiş ve ömrünün son yıllarında "Yaratıcı Uluhiyet" fikrine yaklaşmıştır.
Newton ve Einstein'e göre alemin bizatihi anlaşılırlığı "mucizevi" bir karakterdedir. En büyük mucize alemde bu derecede yüksek bir nizamın görülmesidir. Einstein, 1952 yılında eski arkadaşı Maurice Solovin'e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: Dünyanın anlaşılırlığını "mucize" veya "ezeli sır" olarak vasıflandırmamı acaip buluyorsun. Öyle ya, aleme bizim düzen koyucu aklımızın müdahalesi nispetinde makuliyet atfetmeliyiz. Fakat aklımızın ortaya koyacağı düzen bir dilin alfabesi gibi bir düzen olurdu; Newton'un yerçekimi yasasıyla gösterdiği gibi bir düzen değil.
Eğer objektif dünyada apriori bir düzen olmasaydı, insan hangi teoriyi kurabilirdi? İşte bilgimizin gelişmesine paralel olarak şahit olduğumuz "mucize" budur. Pozitivistler ve ateistler alemi her türlü Tanrı anlayışından ve mucizeden kurtardıklarını sanıyorlar. Onların en zayıf yanları da budur.
Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Einstein'in "mucize" kelimesini bu anlamda kullanması Kur'an'ın “espirisine” son derece uygundur. Bilindiği gibi, hem Kur'an'ın müstakil cümlelerine, hem de insanı inanca götüren "işaretler"e Kur'an'da "ayet" adı yerilir.
Ünlü Alman fizikçisi Max Planck "kuantum teorisi"nin pozitivist açıdan yorumlanmasına karşı çıktı ve tıpkı Einstein gibi o da alemdeki objektif kanunların varlığı fikrinden dini inanca giden yolu izledi.

Temel fikir şudur: İlahi kanunlar, alemde tecelli etmektedir. Bu kanunları biz zihnimizde icad etmiyoruz; şartlar bizi onları keşfetmeye mecbur ediyor. Alemde akli bir düzen vardır ve bu, kadir bir Aklın işidir. Planck'a göre, din ile bilim arasında hiçbir zıtlık ve çatışma yoktur.
“İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Kurulması” adlı tanınmış eserin yazarı M. İkbal'e göre, Allah, Kur'an'ın deyimiyle, "her gün yeni bir işdedir", yani her an sürekli
bir yaratma faaliyeti içindedir ve her yaratma yepyeni bir şeydir; dolayısıyla, hilkat fiili serapa orijinalliktir. Allah "yaratmada dilediğini artırır." O, önceden kurulmuş bir planın takipçisi değildir. Kur'an'ın kainatı, Newton'un
kapalı kâinatına benzemez. Her şey. içindeki imkan ve kabiliyetiyle geleceğe açıktır; ve bunu en iyi canlılar dünyasında görmekteyiz. İkbal'in dikkat çekici bir tespitine göre: İslam tefekkürü, Darwinci manada olmamakla birlikte, "tekâmül" fikrine yabancı değildir. İbn Miskeveyh ve Mevlana gibi düşünürler tekâmül fikrine yer vermiş ve tekâmül olayına Darwin'den farklı olarak, kötümser bir gözle bakmamıştır. Yukarıdaki paragraflardan çıkarılacak genel sonuç şudur: Darwincilik Tanrı'nın varlığına inanma yolunu tıkayamamıştır. Bugün bu konuda Batı aleminde Kilisenin baskısı diye bir şey olmadığı için de "militan Darwincilik" tarihe karışmıştır.
4. İSLAM VE BİLİM:
İslam düşünce tarihinde önemli denebilecek bir
din-bilim çatışmasının olduğu söylenemez. Her şeyden önce İslam inancının temel kaynağı olan Kur'an'ın "ilim" karşısındaki tutumu, son derece müspet olmuştur. Bu yönüyle onun öteki din kitaplarının çoğundan farklı olduğu rahatça söylenebilir. Sözgelişi, Luka. Matta ve Markos İncillerini dikkatle tetkik eden çağdaş bir düşünür, Richard Robinson, şöyle der: "İsa, ilmi tavsiye etmediği gibi ilmi araştırmayı sağlayan ve bizi ilme götüren fazileti, yani aklın kullanılmasını da asla tavsiye etmemiştir… İsa tekrar tekrar inanmayı talep eder. İman ile de hiçbir delile başvurmadan, ihtimalleri nazar-ı dikkate almadan imkânsız şeylere inanmayı anlatmak ister." Robinson'un bu iddiasının doğru olup olmadığı bizi burada ilgilendiren bir konu değildir. Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus, Robinson'un verdiği hükme benzer bir hükmün Kur'an için geçerli olmayacağı ve bugüne kadar Doğuda ve Batıda kimsenin böyle bir iddiada bulunmadığıdır.
İslam dünyasında felsefenin ve bilimin erken denilebilecek bir tarihte baş döndürücü bir hızla, ilerlemesinde Kur'ani tutumun tesiri herhangi bir ispat ameliyesini gereksiz kılacak şekilde gözler önündedir. Bir Batılı yazar, şu tespitinde haklıdır: "Batıda fikir alanında yer alan her değişmede İslam tarihinin derin tesirlerini görmek mümkündür; fakat bu tesir, modern dünyanın bariz vasfını, gücünü ve kesin zaferinin kaynağını meydana getiren tabiat ilimlerinde ve bizzat ilmi zihniyette görüldüğü kadar başka hiçbir yerde görülmedi." Kur'an'ın ilim zihniyeti ile ilgili bu açık tutumuna rağmen, acaba İslam dünyasında ilmin başı hiçbir zaman hiçbir yerde sıkıntıya girmedi mi?
Bu soruya cevap vermeden önce bir hususun açıklanmasında yarar vardır. İslam dünyasında din-bilim ilişkisi ile din adamı-bilim adamı ilişkisi arasında bir ayırım yapmak gerekir.

Kur'ani tevhid anlayışının bir gereği olarak din
adamları, İslami gelenekte ruhani otoriteye sahip bir sınıf oluşturmamışlardır. Buna göre, bir din aliminin, yahut dini teşkilatın başındaki kişi veya kişilerin bir konuya itiraz etmeleri, o itirazın hakikaten ve kesinlikle dini bir karakter taşıdığı anlamına gelmeyebilir. Oysa Hıristiyan dünyada durum farklı olmuştur. Orada bir insan, "acaba Kilise bu işe ne der?" diye sorduğu zaman Kiliseyi -pratik açıdan- din ile özdeş kabul ediyor; çünkü Kilise'nin itirazı, dinin itirazıdır.
İslam tarihinde ciddi bir din-bilim kavgasının olduğu söylenemez. Ama bu bazı bilim adamlarının bir takım güçlüklerle karşı karşıya gelmedikleri anlamına gelmez.
Bunun kaynağını dinde değil dinin anlaşılması ve yorumlanmasında aramak gerekir. Birçok din âlimimiz eserlerinde bu konu üzerinde durmuş ve dinin temel kaynaklarının yanlış anlaşılması ve yorumlanmasının nelere yol açtığını açıklamışlardır. Bununla ilgili olarak burada bir örnek vermekle yetinelim. Asrımızın ilk yarısında eserler vermiş Harput'lu bilgin Abdullatif Efendi şöyle diyor: İlk Müslümanlar, Kur'an'da yer alan bazı ayetleri o gün sahip oldukları ilmin ışığında anlayıp yorumladılar. Onların bazıları bu konuda her türlü bilgiye açık idiler. Nitekim yeni Müslüman olmuş Yahudi ve Hıristiyan kökenli kişilerin getirdikleri bilgiler de zamanla dini eserlerde yer almaya başladı ve onlar, dini eserlerin -bu arada bazı tefsir kitaplarının- ayrılmaz bir parçası oldu. İşte din ve bilim ilişkisi konusunda yanlış anlamaların ana sebeplerinden biri budur.
İkinci olarak, bazı Müslüman bilginler "dini açıkama"
ile “ilmi açıklama”yı birbirine karıştırdılar. Mesela Kur'an yeryüzünden bahs ederken onun bir "döşek" gibi "uzatıldığı”ndan bahseder. Gökyüzünü "sütunsuz bir tavana" benzetir. Şimdi bu ayetlerin asıl gayesi, Allah'ın yaratıcı kudretine işaret etmek ve insanları tefekküre sevk ederek imana götürmektir. Bu asli manayı (dini açıklamayı) unutur da "döşek" , "uzatma", "yayma", "tavan" v.s. gibi kelimelerden dünyanın "gök tavanlı düz bir satıh olduğu" sonucunu çıkarırsak (yani onları 'bilimsel açıklamalar' şeklinde ele alırsak) ayetleri yanlış anlamış oluruz.
Harputi ve onun gibi düşünenler bazı çağdaş filozofların söyledikleri gibi din dilinin neredeyse bütünüyle "sembolik" olduğunu iddia etmek istemiyorlar. Onların söylediklerini felsefi bir ifade ile dile getirecek olursak meselenin şu olduğu görülecektir: Kur'an ayetlerini bilimin hatta akli kelamın ifadeleri gibi ele almakla yetinip onların "imanı" yahut "egzistansiyel" karakterlerini görmezlikten gelemeyiz. Daha önce söylediğimiz gibi. Kur'an beşeri tecrübenin bütününü nazarı dikkate alır.
Dolayısıyla o "Allah her şeyin yaratıcısıdır" derken
hem tasviri bir ifade kullanmış oluyor hem de bizim tutumumuzun ona göre olmasını istiyor.
Harputi'nin işaret ettiği bu husus doğrudan doğruya ilmi faaliyet içinde olmayan kimselerin ortaya çıkardıkları bir problemdir. İslam dünyasının birinci sıradaki bilim ve fikir adamları Kur'an'ın ifadesiyle ilmi açıklamaları hiçbir zaman karşı karşıya getirmemişlerdir. Onlara göre Kur'an, bilim ve tefekkürü engellemek şöyle dursun bilim ve tefekkürle uğraşmayı "farz" kılmıştır.
Alıntı ile Cevapla