Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 15:35   Mesaj No:13

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

13. HAFTA
1. DİN VE AHLAK:
Din ile ahlak arasındaki ilişki, din-sanat ilişkisine
nispeten çok daha açık olarak görünen ve hayatımızı çok daha yakından ilgilendiren bir münasebettir. Bilindiği gibi vahye dayalı dinlerin ana gayesi, ahlaki bir toplum vücuda getirmektir. Hz. Muhammed’in "ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” sözü, bu gayeyi gayet
açık bir şekilde dile getirmektedir.
Din ile ahlak arasındaki münasebet de düşünce tarihinde genellikle iki şekilde ele alınmıştır. Dinden ahlaka doğru giden bir yol takip edilerek; ahlaktan dine doğru giden bir yol takip edilerek. Birinci yol ahlaki dine bağlamakta ve böylece dini vasfı ağır basan bir ahlak anlayışına -bir teolojik ahlaka- kapı açmaktadır. İkinci yol ise; insanın ahlaki tecrübesinden hareket ederek ilahiyatı temellendirmeye ve bu şekilde ahlaki yanı ağır basan bir ilahiyata -bir ahlak teolojisine- kapı açmaktadır. İkinci yol, Kant'ın meşhur "ahlak delili ile felsefe tarihinde ön plana çıkmıştır. Acaba ihsanın ahlaki bir varlık olmasını dine mi borçluyuz? Çeşitli şekillerde sorulan bu sorurunun tarihi, felsefenin ilk dönemlerine kadar geri gitmektedir.
“Dindarlık”, diyordu Platon'un Euthypro’su "tanrıların gözünde değerli olan şeydir; dinsizlik ise değersizdir" Buna bağlı olarak şöyle bir soru ortaya çıkmaktaydı: Acaba bir şey, Tanrı istediği için mi iyidir, yoksa o, iyi olduğu için mi Tanrı tarafından buyrulmuştur? Bu sorunun cevabi ile ilgili tartışmaya genellikle "Euthyphro tartışması", yahut "Euthyphro dilemi adı verilmektedir. Bu soru, birçok filozofa göre din ve ahlak felsefesinin bas problemidir.
Soruya verilen cevapları üç ana grupta toplanır:
1. Ahlakı dine dayandıran görüşler. 2. Ahlak ile dini
iki ayrı (otonom) alan olarak gören görüşler.
3. Ahlak ile din arasında bir sebep-sonuç bağlantısı (kozal ilişki) görmemekle beraber başka türden ilişkilerin
bulunduğunu kabul eden görüşler.
1. AHLAKIN DİNE DAYANMASI:
Özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın hakim olduğu kültür ortamlarında yetişmiş birçok dindar düşünür, ahlaki iyiyi Tanrının iradesine bağlamaktadır. Fakat burada şu ayırımın yapılmasında yarar vardır: “Bir şey sırf Tanrı emrettiği için iyidir” demekle, “Tanrı iyiyi emreder” demek farklı şeylerdir. İkinci ifadenin ahlaki otonomluğa zarar getirdiği söylenemez. Oysa birinci ifade, bazılarının "teistik sübjektivizm" dedikleri bir anlayışı dile getiriyor. Yani, aslında ahlakta objektiflik yoktu, birisi bir şeye iyi derse o şey iyi olur; kötü derse kötü. Eğer bu varlık insan ise, teori, sübjektivizm; Tanrı ise,'"teistik sübjektivizm" adını alır. Başka bir ayırımın daha yapılmasında yarar vardır. Tanrı
ile ahlak arasında doğrudan bir bağ kurmak, iki şekilde anlaşılabilir: Tanrı’nın iradesi, ahlaki değerin veya ahlak kanununun sebebidir; ikinci olarak, söz konusu irade, ahlak alanına tamamlayıcı ve teşvik edici olarak dahil olan bir unsurdur. Birinci anlayışa itiraz eden birçok teist düşünür, ikinci anlayışı benimsemekte ve savunmaktadır.
Eğer bir insan, her şeyi yaratan bir Tanrının var olduğuna inanıyorsa, varlık düzeyinde hiçbir şeyin tam otonomluğa sahip olduğunu söyleyemez.


Tanrının emrettiğinin iyi olduğu, inanan insanlar tarafından tartışılacak bir konu değildir. Bir insan, hem Tanrının her şeyi bildiğine, her şeye gücü yettiğine ve mutlak anlamda iyi olduğuna inanacak, hem de O'nun iradesini sorguya çekecek; bu olmaz. Tanrının emri
sıradan bir emir değildir, ilahi buyruklarda bir keyfiliğin olabileceğini düşünemeyiz. Bir insan, hiçbir zaman Tanrı yalanı emreder" veya "zinayı teşvik edebilir" seklinde düşünemez. Böyle düşünmek, ilahi Zatin ahlaki vasiini anlamamak manasına gelir.
Tanrıyı adeta insanmış gibi düşünen ve O'nun iradesini kendine özgü statüsü içinde göremeyen birçok düşünür, dini ahlakı yanlış anlamıştır. Basta çağdaş İngiliz filozofu G.E. Moore olmak üzere, birçok düşünüre göre, teolojik ahlak ciddi bir yanılgıya düşmektedir ki, bu, "tabiatçının yanılgısı", olarak adlandırılır. Moore'a göre, ahlaki iyiyi, ''haz veren" veya "toplum hayatına katkıda bulunan" v.s. gibi ahlaki-olmayan bir kavramla tanımlamak, bir yanılgıya" düşmektir. Ahlaki bir terimi tabii (şu veya bu anlamda tabii
hayatımızla ilgili olan) bir terimle tarif" etmemeliyiz.
Bu, aslında, ahlaki psikoloji, sosyoloji yahut biyolojiye indirgemek, dolayısıyla onun otonomluğunu tanımamak demek olur. İşte Moore'un bu görüşünü hareket noktası olarak benimseyen düşünürler, dini ahlakin da, bir başka açıdan, aynı hata içinde olduğunu söylemekte ve buna "teolojik yanılgı" adını vermektedirler.
Bütün bunların dinin ahlak anlayışı ile ilgisi nedir? İlgi ortadadır. Bu anlayışa göre, Tanrı F'yi buyuruyor" (F, belli bir fiili göstersin) bir olgu cümlesidir; bir varlığın F’yi istediği haber veriliyor. Fakat bundan çıkarılan sonuç, “O halde F yapılmalıdır” hükmüdür. Bu ise bir ahlaki yükümlülük cümlesidir. Başka bir deyişle iyilik, adalet, rahmet, bağışlama v.s. Tanrının ayrılmaz özellikleridir. Bu durumda “Tanrı” kelimesi, zaten kısmen deiptif, kısmen de değer biçici -veya değer koyucu- bir terimdir. Buna göre, söz konusu terimin özne olarak yer aldığı bir önermenin de kısmen değer ifade eden bir hüküm olması kaçınılmaz olur.
Deiptif terimlerin yanı sıra değer terimleriyle de tasvir edilen bir Tanrıya inanan mu'min,
-Tanrı F’yi buyurur; -Tanrının buyurduğu her şey iyidir;
-O halde, F, iyidir (F'yi yapmam gerekir).
Şeklinde bir akıl yürütmede ikinci öncülü hiç de gerekli görmeyebilir. Çünkü birinci öncül zaten değer ifade eden bir hükümdür. Hatta o, üçüncü önermeyi, yani sonucu dahi gerekli görmeyebilir, çünkü Tanrının bir şeyi buyurması, mü’minin gözünde, o şeyin yapılması için yeterlidir.
Aksi takdirde şöyle bir durum doğar: "Her şeyi en mükemmel şekilde bilen ve mutlak anlamda iyi olan
bir varlık. F'yi yapmamı istiyor. Ama ben yine de F’yi yapmayabilirim, çünkü onun iyi olup olmadığından
emin değilim" Din dilinin mantığı, bu şekilde düşünmeye
ve konuşmaya müsaade etmez.
2. DİN-AHLAK İLİŞKİSİNİN REDDİ:
Bazı ateistler, dinin ahlak için yararlı olması şöyle dursun, son derece zararlı olduğunu söyleyecek kadar
ileri gitmişler ve görüşlerini desteklemek için çeşitli fikirler öne sürmüşlerdir, Onlara göre, dini ahlaka temel yapmak, empirik karakterde olan ve daima değişen bir alanı, değişmezliğine inanılan bir otoriteye bağlamak demektir.

Teizmi savunanlar, bütün çabalarına rağmen Tanrının varlığını ispat edememişlerdir. O halde ahlak gibi şurada yaşayan şu insanın inişli-yokuşlu beşeri tecrübesini böyle sallantılı bir temele nasıl oturturuz?
Bu tutumun arka planında birçok batılı düşünürün iman anlayışının bulunduğunu hatırda tutmamız gerekir. İslami geleneğe göre, dini anlamda iman, hiçbir ve şüpheye yer tanımayan bir tasdiktir ve bu tasdik, daha önce bir kaç defa işaret edildiği gibi, kognitif bir mahiyet arz etmektedir. Oysa birçok batılı düşünüre göre, "inanma hakkında yeterli ölçüde kanıt bulunmayan bir şeye bağlanmadır... Biz (diyor B.Russell) iki kere ikinin dört ettiği veya dünyanın yuvarlak olduğu gibi konularda “inanma”dan söz etmeyiz.
Ancak, duyguyu delilini yerine koyduğumuz zaman inanmadan söz edebiliriz". Russell’ın bu görüşünü bir başka düşünür mantıki sonucuna götürüyor: R Robinson'a göre, dini inanç, insanı dar görüşlü yapar. İnanmış hiçbir kimse, diyor Robinson, "inancıma ters düşen fikirleri dinlemeye hazırım; eğer ikna olursam inancımdan hemen vazgeçerim" diyemez. Robinson, bu tutumu bir çeşit kronik düşünce hastalığı şeklinde görür. Russell ve Robinson gibi düşünürler, özellikle kilise-bilim ilişkisi tarihinden birçok örnekler getirmek suretiyle görüşlerini desteklemeye çalışmaktadırlar.
Sıkı bir din ahlak ilişkisini savunanlar, genellikle, salt ahlakın bencilliğe, hatta nihilizme sebep olduğunu söylemektedirler. "Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır" sözü, bu tutumun klasikleşmiş ifadesidir. İşte ateistler bu tutuma da itiraz etmektedirler: Onlara göre, teist önce ahlak kavramında bir boşluk yaratmakta, sonra da onu doldurmaya çalışmaktadır. İnsan sosyal bir varlık olarak bencilliğin kötü, sevginin iyi olduğunu kendi tecrübesinin sonucu olarak öğrenir. Buna rağmen onun bencil olması ayrı bir konu. Dine inanıp da bencil olan insanlar yok mu? Bencil olmamak da bencil olmak kadar insanın tabiatından kaynaklanır. Hiç kimse bencil olmanın tabii, bencil olmamanın ise gayr-i tabii olduğunu söyleyemez.
Salt ahlakı savunanlara bakılırsa, bencillik, asıl dini ahlakta ön plana çıkmaktadır. Din, ceza korkusu ve
mükâfat ümidini işlemekle insanları kendilerini düşünmeye ve tedbirli olmaya sevk etmektedir. Kendini düşünmenin ve tedbirli olmanın bu dünyaya değil de öteki dünyaya yönelmiş olması durumu değiştirmez. Russell’a göre, tedbirli görüşün yahut ihtiyat ahlakının, davranışlarımıza temel olması, hedonizmi teşvik eden Hıristiyanlık ise daima bir tedbir ahlakı olagelmiştir.
3. İNANCIN TEŞVİK EDİCİ ROLÜ:
Bugün dini olduğu gibi ahlakı olduğu gibi kabul ederek her iki alan arasında bir diyalogun bulunduğunu kabul etmek, denebilir ki, en yaygın görüştür. Burada artık din, ahlaki kavramların belirlenmesinde yahut tanımlanmasında iş gören bir unsur olarak değil, teşvik ve terkip edici bir unsur olarak gücünü göstermektedir. Çağdaş bir romancı-felsefeci yazarın dediği gibi, "inanç sayesinde dikkati bir şey üzerinde toplamak ve yeni bir güç kaynağı elde etmek, psikolojik, dolayısıyla ahlaki açıdan büyük önem taşır."
Tanrıya inanmak, ahlaki ödevlerin yerine getirilmesini kolaylaştırmak bakımından yeni bir "çevre" oluşturur.


Yine, tanınmış bir çağdaş filozof S. Toulmin'e göre, ahlak ilkeleri doğruyu nasıl seçeceğimizi gösteren dini inanç da bu doğruya bütün kalbimizle sarılmamız için yardımcı olur.
Herhangi bir dine inanmadığı halde ahlak ilkelerine uyan
bir insanin, dinin ahlak için geçersiz olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Belki öyle kişiler vardır ki, diyor Toulmin, hiçbir yardıma ihtiyaç göstermeksizin kendi ahlak problemlerini büyük bir kolaylıkla çözebilirler; ama böylelerinin varlığı, ahlak hayatımızda bizim bir takım yardım ve teşviklere, mesela dine, ihtiyaç duymamızı gereksiz kılmaz.
Ateistin bu inanç boyutunu ahlak için görmesini anlamak doğrusu hiç de kolay değildir. Russell ve onun gibi düşünen birçok ateist inancın her çeşidinin tehlikeli olduğunu söylemektedirler. Bu düşünürler, Kant'ın deyimiyle “dogmatik bir inançsızlık” içindedirler. Ateistlerin, Tanrı adına birçok kötülüğün işlendiğini söylemeleri doğrudur. Fakat unutmamak gerekir ki insan Tanrısızlık veya başka türden bir ideoloji adına da birçok kötülükler işlemektedir. Din kadar bilim ve sanat da kötüye kullanılabilir.
Russell, "inancın her çeşidi tehlikelidir" derken haksız
ve geçersiz bir genelleme yapıyor. Her şeyden önce bugün mevcut olan dinlere mensup kişilerin Tanrı ve insan tasavvurları bir ve aynı değildir. Bu ayrılıklar çok kere ahlak alanına yansımakta ve çeşitli ahlak uygulamalarının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Yine bazı dinlerde görülen inanç ve bilim çatışmasına başka dinlerde tanık olmayabiliriz.
Ahlak, her şeyden önce günlük hayatımızda bir takım tercihlerin dile getirildiği, öne sürüldüğü ve tartışma konusu edildiği bir alandır. Dini inançta ise saygıyla ve isteyerek bağlanılan bir otoritenin varlığı ve kutsallığı ön planda yer alır. Bu ikisi arasında bir ilişki kurulunca ne gibi sonuçların ortaya çıkacağını görmek zor olmaz.
Ahlak değerleri, mutlak ve kutsal bir otoritenin desteğini kazanınca yeni bir boyut kazanacak, buna paralel olarak dünyadaki varlıkların Mutlak iyi tarafından yönetildiği inancı; her şeyin yolunda olacağı kötünün muzaffer olamayacağı inancını iyice güçlendirecektir. Böylece, Findley'in de dediği gibi, dini ve ahlaki duygu ayrı ayrı
değil, el ele vererek gelişecektir. İkisinin bir arada bulunması ve yaşanması gayet tabii ve mantıkidir.
Geach'e göre; Tanrıya inanmayan bir insan, tıpkı
inanan bir insan gibi, zinanın, yalan söylemenin vb.nin kötü olduğuna inanabilir, çünkü iyi ve kötü hakkındaki bütün bilgimizin Tanrının varlığına inanmaya dayandığını söylemek yanlış olur. Fakat Tanrıya inanmanın ahlakla hiçbir ilgisi olmadığını söylemek daha büyük bir yanlıştır. Geach, bu yanlışı şöyle bir örnekle açıklamaya çalışıyor:
“İyi bir sonuç elde etmek için kötü bir davranışta bulunmamalıyız.” Eğer Tanrı, yalan ve zina gibi kötü fiiller hakkında hiçbir şey söylememiş olsaydı, doğrusu, Geach'e göre insanları yalnız bırakmış olurdu ki, teolojik bakımdan böyle bir şey mümkün değildir. "Bazı fiillerin mutlak manada kötü olduklarına inanarak hayatlarını sürdürenler" diyor Geach, "günlerini ya Tanrıya itaat etmekle, ya isyanla ya da bir umursamazlık içinde geçirirler. Bu itibarla onlar, tabii ve mantıki olarak inanmayanlardan farklı standartlara sahip olurlar".

Özetle diyebiliriz ki, ilahi buyrukların yer aldığı ahlak anlayışında bir takım kesin ve mutlak ilkeler bulunmaktadır. Tanrı tarafından belirlenmiş fiiller hakkında bir "görecelik" (relativism) ve "sonuca göre değerlendirme" den söz edilemez. Geach'ın görüşleri özellikle bu noktayı vurgulamaktadır. Hemen işaret edelim ki, Geach'ın ve onun gibi düşünenlerin teistik ahlakı bu şekilde yorumlamaları bir takım yanlış anlamalara sebep olmuş ve daha önce işaret ettiğimiz gibi bir çok ateist, ahlaka otorite kavramını getirdiğinden dolayı teizmi şiddetle eleştirmiştir.
Ahlak ilkelerine sahip olmak ayrı şey bu ilkelerle somut olaylar arasındaki ilişkiyi görmek ise daha ayrı bir şeydir.
İlahi buyrukların somut olaylara uygulanması çeşitli yorumların ve çeşitli düşünce akımlarının dini literatürdeki adıyla "mezhepler"in ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Russell ve onun gibi düşünen birçok ateist" dini ahlakın bir tedbir ahlakı olduğunu öne sürmekte ve teizmin sadece "işe yaradığı için" benimsendiğini söylemektedirler.
Tedbir veya ihtiyat ahlakının başka bir açıdan da
yararlı olabileceği öne sürülebilir. Cezalandırılma
korkusu veya ödüllendirilme ümidi ile bir takım fiilleri yapmak, zamanla, yerini bu duyguları bir yana iten
ahlaki davranışları yapabilme yatkınlığına bırakabilir.
Tedbirli bir teistle tedbirli bir ateist arasında fark
vardır. Tedbirli ateist, eğer saf kanundan veya toplumun kınamasından korktuğu için kötülük yapmaktan kaçınıyorsa, kanun ve toplumun elinin yetişemediği
yerde istediğini yapmakta bir sakınca görmeyecektir.
Oysa teist, içinden geçirdiği en gizli niyetleri bile bilen bir Tanrının varlığına inanmaktadır. Eğer o, inancıyla tutarlı olan bir hayat sürdürecekse, hiçbir zaman "şimdi istediğimi yapabilirim" diyemeyecektir.
Korku ve umut düzeyinde kalan davranışların ahlaki olmadıkları Platon ve Aristoteles'ten günümüze kadar söylenegelmiştir. Mesela Aristoteles arzularını dizginleyen insanla erdemli insan arasında bir ayırım yapmıştır. Bunların her ikisi de davranış düzeyinde birbirine benzerler.
Her ikisi de arzularına uyarak kötü fiil ve davranışlarda bulunmazlar. Fakat arzularını dizginleyen insan, yaptığı
iyi fiillerden pek zevk alamaz. Çünkü onun arzularıyla yaptıkları arasında bir çatışma vardır. Öte yandan
erdemli insanın arzularıyla fiilleri arasında tam bir uyum olduğundan, yaptığı iyi fiillerden zevk duyar ve bu konuda kendisini zorlamaz. Aristoteles'in bu ayırımı ahlak tarihinde son derece etkili olmuştur.
Büyük Türk filozofu Farabi Aristoteles'ten aldığı bu ayrımı zabit (arzularını dizginleyen) ve fadıl (erdemli) terimleriyle dile getirir. Birincinin ahlakında korku ve ümit hakim olduğu halde ikincininkinde iyiye, sırf iyi olduğu için bağlanma olabilir. Fakat arzuların dizginlenmesi erdemli bir hayatın başlangıcı olabilir. Gerçekçi bir açıdan bakılacak, olursa her insanın hayatında ahlaki düzeye ulaşılmadan önce yaşanan bir korku ve ümit devresinin olduğu görülür.
Dini inancın "işe yarama" açısından savunulduğu görüşüne gelince, burada bir ayırım yapmak gerekli olmaktadır. Dinin işe yaradığını her dindar doğal olarak kabul eder. Ancak o, dinin hem doğru hem de yararlı olduğuna inanır. Teistik dinlerin muhatabı insandır;
onların amaçları insanlara doğru yolu göstermek fert
ve toplumların ahlak düzeyini yükseltmektir.
Peygamberler çevresindeki insanları inandırmaya çalışırlarken dinin onların hayatlarında ne büyük bir önem taşıdığı ve yarar sağladığını uzun uzun anlatmışlardır.
Birçok din bilgini, Rusell'ın da işaret ettiği gibi, dilli ahlakı faydacı bir açıdan savunmakta bir sakınca görmemiştir.
Dindar dini salt pragmatik açıdan savunmaz. Nitekim Russell, bir ateist olm asına rağmen, dini sadece pragmatik açıdan savunanları şiddetle eleştirir ve şöyle der: "ben, dinin doğru olduğunu ve dolayısıyla ona inanmanın gerekli olduğunu öne süren bir insana saygı duyarım. Fakat sırf, işe yaradığı için dine inanılması gerektiğini söyleyen ve onun doğru olup olup olmadığını sormanın bir zaman kaybı olduğunu iddia edenlerin tutumunu, ahlak açısından son derece çirkin bulurum". Din, ya doğrudur, bu durumda onun öğretilmesi ve yaşanması gerekir: ya da doğru değildir, bu taktirde ondan vazgeçmek fikri ve ahlaki bir dürüstlük olur. O halde "ben aslında dinin doğruluğuna inanmam, fakat o, bazı insanların ahlaklı olmalarında yararlı olmaktadır; ve bundan dolayı da onun devam' etmesini istemekteyim" şeklinde özetlenen tutum, R.Robinson'un deyimiyle, en azından "yüz karası" dır.
Faydacılık, genellikle bize "bütün sonuçları dikkate almamızı" söyler. Eğer bu sonuçlar, Tanrının varlığına inanmayı da içine alıyorsa, onun da dikkate alınması gerekir: Faydacılıkla teizmin uzlaşabileceğini kabul eden görüşe "teolojik faydacılık" adı verilmiştir. Faydacı ahlak teorisinin öncülerinden Mill, bu konuda şöyle der: "İsa'nın ifrat ve tefritten uzak olan yolunda, faydacı ahlakın özünü eksiksiz olarak görmekteyiz. İnsanın, kendisine nasıl muamele edilmesini istiyorsa başkalarına da aynı şekilde muamele etmesi, kendisini ne kadar seviyorsa komşusunu da o kadar sevmesi faydacı ahlakın ideal bir ilkesini oluşturmaktadır." Mill, faydacılığın tanrısız bir ahlak
öğretisi olduğu görüşüne karşı çıkmakta ve böyle bir görüşün geçersiz olduğunu öne sürmektedir.
Buna rağmen o, dinin ahlak için vazgeçilmez olduğu görüşünü de kabul etmemektedir. Ona göre, eski "Yunan düşünürleri, bizce kabul edilen anlamda dini bir inanca sahip olmadıkları halde birçok erdemlerin yerleşmesine
ve gelişmesine yardımcı olmuşlardır. Eğer bazı kişiler din olmadan ahlakın olamayacağına inanıyorlarsa bu, onların aldıkları eğitim ve öğretimin bir sonucudur. Mill, ahlakı dine dayandırmanın tehlikeli olduğunu söyler. Çünkü ona göre böyle yapınca ahlak konularını bir tartışma ve eleştirme konusu olmaktan çıkarmış oluruz.
Bradley'in dediği gibi "dindar olan bir kimse eğer davranışlarında ahlaklı değilse ya sahtekârdır, ya da batıl
bir dine inanmaktadır." Bir insan, iyi bir filozof olduğu
halde ahlaklı bir kişi olmayabilir. Ahlaksız filozof olur,
fakat ahlaksız "dindar" olamaz. Dindarlık, Bradley'e göre, mahiyeti itibariyle dindarca, yani ahlaklı olarak yaşamayı gerektirir.
Kısacası, gerçek dindar, hayatın olgu, ahlak ve inanç boyutlarını birlikte gören ve yaşayan insandır. İnanç boyutu; onun kişiliğinin en küçük ayrıntısına kadar sinmiş durumda olup bu boyut onun gözünde, en az diğer boyutlar kadar gerçektir. Söz konusu boyut, onu öyle bir noktaya götürür ki, orada o, başkalarının belki sadece "ahlaki" dedikleri şeyi, iman hayatının ayrılmaz bir parçası olarak görür, takdir eder ve yaşar.
Alıntı ile Cevapla