Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 14:36   Mesaj No:14

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta)

14. HAFTA
DİN ve SANAT
1. DİNİ HAYATIN ESTETİK BOYUTU:

Din ile sanat arasındaki ilişki, din ile bilim veya din ile ahlak arasındaki ilişkilere nazaran tahlil edilmesi çok daha zor olan bir konu gibi görünmektedir. Bilim, temelde, deiptiftir; ahlak ise normatif. Biri kognitif yanımızla, öteki ameli (konatif) yanımızla ilgilidir. Sanı at ise, daha
çok duygu ve hayal dünyamızı alakadar etmektedir. Buna rağmen her üçünün de kökleri insanın teemmül ve tefekkür dünyasındadır. Akıl; din, bilim ve sanat alanlarında, farklı derecelerde de olsa, faaliyet göstermektedir.
Felsefesinin en önemli görevi "dinin top yekûn beşeri tecrübe içindeki anlam ve önemini açıklamak"dır. Estetik tecrübenin de bu topyekûn tecrübe içinde yer aldığı düşünülürse, onun da din felsefesi açısından ele alınması kaçınılmaz olur. Estetik tecrübe, hiçbir zaman tam olarak tespit edilmiş kategorilerin altına yerleştiremediğimiz
genel "anlama"nın derunundaki tecrübelerden biridir.
Bu bakımdan, "her beşeri tecrübenin bir estetik boyutu vardır" demek yanlış olmaz. Daha önce kozmolojik delilden söz ederken Hz. İbrahim'in Kur'an da tasvir edilen dini tecrübesine temas etmiştik. Hz. İbrahim. "üful etmeyen" bir varlığı aramaktadır. Eğer aklımızın nazari fonksiyonu açısından bakarsak, buna bir çeşit kozmolojik arayış diyebiliriz. Ne var ki, Hz. İbrahim bu arayışa estetik bir boyut ilave ediyor ve "sevilmeye layık" bir varlığın arayışı içinde olduğunu ifade ediyor. Yani dini tecrübe burada, "sonsuz", "baki" ve "sınırsız" gibi terimlerle ifade olunan bir varlığa yönelmiş olmakla yetinmiyor; estetik bir maceraya giriyor. Tabir yerinde ise, tabii teoloji bir çeşit estetik teolojiyle son buluyor.
Tıpkı öteki bakış tarzlarında olduğu gibi, estetik bakış tarzında da bir süje-obje ilişkisi vardır. Başka bir deyişle,
bir takım estetik objeler vardır; bir de bunları gören duyan tahayyül ve tasavvur eden insan. Estetik obje karşısındaki insanın duygusu, estetik tecrübeyi, tecrübenin çeşitli vasıtalarla dile getirilmesi ise sanat eserini meydana getirir. Estetik objeler çok çeşitli olabilir: Tabii ve beşeri güzellikler, sanat eseri v.s. Tarih boyunca "verilmiş" olan estetik objeler, çok kere "yapılmış" olanlara kaynak olmuştur.
Her zaman kolay olmamakla birlikte, estetik açıyı ilmi pragmatik v.s. açılardan ayırmak mümkündür. Bu ayırım, özellikle sanat "sezgisi" güçlü olan kişiler için çok daha kolay olur. Sanatkârane alaka, öteki bütün alakalardan farklıdır. Sözgelişi, Topkapı Sarayı, işe yaramak üzere yapılmış yüzlerce sanat eseriyle doludur. Oradaki bir madalyonun uzunluğu genişliği, ağırlığı, türü v.s. ile ilgilenen bir kimse, objenin estetik özelliğini görmeyebilir.
Onun ilgisi, daha ziyade pratik pragmatik bir ilgidir.
Yine dini tecrübe ile estetik tecrübe arasında da bir ayırım yapılabilir. Sözgelişi, bir ateistin de Süleymaniye Camiinin ihtişamı karşısında hayret ve taaccub duygusuna kapılması pekâlâ mümkündür. Onun tecrübesinde inanç boyutu yoktur. Fakat aynı sanat eserini seyre dalan bir Müslüman’ da estetik tecrübe ile dini duygular kaynaşmış durumda olur. Tıpkı ahlakta olduğu gibi sanatta da objektif teorilerle sübjektif teoriler arasında daimi bir kavga vardır. Bu bizi burada doğrudan doğruya ilgilendiren bir konu değildir.

Bizi asıl ilgilendiren konu, dini tecrübe ile estetik
tecrübe arasındaki münasebettir.
Sanat, insanın deruni âlemini görülebilir, duyulabilir şeylere yansıtan, böyle bir âlemi mümkün olduğu ölçüde objektifleştiren, mesajlar iletebilecek forma kavuşturan beşeri bir faaliyettir. Sanatın ilettiği mesajı başka hiç bir
şey iletemez. O, başka bir tecrübeye irca edilemez ve bu anlamda sanat otonomdur. Bir sanat eseri, taklit edilebilir; ama yeniden yapılamaz, tamamlanamaz. Bilimde durum öyle değildir. Bir bilim adamı seleflerinin omuzlarına basarak yükselir. Sanatta öğrenmeyi ve sanat alanındaki "ilerleme"yi başka türlü anlamak gerekir.
Michelangelo, aynı zamanda bir bilim adamıydı. Onun bilimi bugün çok gerilerde kaldı, fakat sanatı kıymetini artırarak günümüze ulaştı. Bilimde de, sanatta da arka plan önemlidir, ama bu planın her ikisinde oynadığı roller başka başkadır. Hemen hemen her sanat eserinin bir konusu olur. Ama bu konu "işte orada" olan, herkese açık bir konu değildir. Konu, sanatkârın yorumuyla, onun düşünce ve hayal dünyasından aldığı zevk ve şekille bize ulaşır.
Gurub hadisesi, bilim adamları açısından bir değişiklik arz etmez; ama her sanatkârın gurubu temsili başka başka olur. Din ile sanat arasındaki ilişki iki şekilde ele alınabilir: Dinden sanata doğru; sanattan dine doğru.
Güzellik konusunun ilahiyat açısından değerlendirilmesi her dini kültürde farklılık arz ede gelmiştir. Bu farklılık bazen dinlerin sahip olduğu kutsal metinlerde yer alan ifadelerde dahi görülmektedir. Öyle görünüyor ki
mevcut İncillerin yazarları güzellik konusu üzerinde pek durmamışlardır. Belki de bundan dolayıdır ki ilk dönem Hıristiyanlarının bir kısmı güzellik konusunun işlenmesini bazı bakımlardan sakıncalı görmüşlerdir.
Hatta Aziz Augustine'e göre, Yuhanna İncili kainatın sevilmesine izin vermez. Augustine'in bizzat kendisi güzellikle insanın şehevi gücü arasında daima bir münasebet görmüştür. Bu düşüncenin temelinde Âdemin dünyaya "atılmışlığı", asli günah v.s. gibi inançlar yatmaktadır. Eski Ahid’in "Tekvin" (Yaratılış) bölümü "alemin güzel yaratıldığından" bahseder. Dünya karşısında takınılan bir tutum Kur’anda çok daha açık bir ifadeye kavuşmuştur. Kur’anda geçen "cemal", "zinet", "husn" "tayyib" v.s. gibi birçok kelime fiziki ve ahlaki güzellikleri anlatmak için kullanılmıştır. "Ferah" "surur" ve benzeri kelimeler ise estetik duyguyu dile getirmektedir.
Gazali şöyle der: Güzel olan her şey sevilir. Güzelliğin idraki, bizatihi haz verir. Yani güzellik kendi başına bir değerdir. Güzelliğin idraki ayrı şey, kaza-i şehvetin verdiği haz ise daha ayrı bir şeydir. Bir başka yerde ise Gazali, "iyi"yi üç kısma ayırır: Yararlı, leziz ve cemil (güzel). Meşhur eseri "İhya"nın "Tefekkür Kitabı"nda insanın yaratılışındaki mevcut güzellikleri tasvir ederken küçük bir paragrafta on defa "ahsene", "zeyyene" gibi "güzel kıldı" anlamına gelen fiilleri kullanır.
Gazali'nin eserlerinde yer alan nizam ve gaye delili
bir çeşit estetik delil görünümündedir. İnsanı hayvandan ayıran en belirgin özellik, diyor Gazali, yerin ve göklerin melekûtuna, insanın kendi öz varlığına ve dış dünyada görülen hayret uyandırıcı şeylere nazar etmek ve Allah'ı bilmektir.

Acaba Gazali'nin estetik delil üzerinde ısrar etmesinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabı, başka bir açıdan da olsa, daha önce nizam ve gaye delili açıklanırken verilmişti.
Bu delil -ki estetik delil onun bir parçası durumundadır- ötekilere nazaran daha kolay anlaşılır. Gazali, aynı şeyin estetik delil için de geçerli olduğunu söyler.
Gazali'nin estetik delili, sevilmeye layık güzel (Cemil)
bir yaratıcı fikrine ulaştırmaya çalışıyor. "Allah Cemil'dir", çünkü böyle olmasaydı, kemal sahibi bir varlıkta eksiklik olmuş olurdu. Onun içindir ki o, "güzel isimler" (esmau'l-husna) ile isimlendirilir. İşte iman ile sevgi arasındaki ilişki de kaynağını böyle bir ulûhiyet anlayışında bulmaktadır.
Güzellikten Allah'ın güzelliği düşüncesine gitmek felsefeci ve kelamcılardan çok mutasavvıfların üzerinde durdukları bir konu olmuştur. Gerçi filozoflar da Allah'ın "cemal", "zinet" ve "baha"sından, yani güzelliğinden bahsederler. Fakat onların bu ifadeleri "kemal" yahut "ekmelu'l-vucud" (en yetkin varlık) fikriyle ilgilidir. Gerek filozofların, gerekse kelamcıların "ilahi güzellik" konusunun işlenmesinde antrapomorfizme düşme tehlikesin hissetmiş olmaları ihtimal dâhilinde görünmektedir. Bazı sufilerin güzellik konusunu mübalağalı bir şekilde ele almaları ve ifadelerini titizlikle seçmemeleri de yanlış anlamalara sebep olmuş ve bu yüzden kelamcıların itirazına yol açmış olabilir.
Özellikle İbnu'l-Arabi'nin meşhur “Tercumanu'l-eşvak”
adlı eseri bu itirazlara zemin hazırlamaktadır.
2. DİNİN SANATA ETKİSİ:
Her dinin, büyük çapta kendi tesiriyle oluşmuş bir kültür çevresinde doğup büyüyen sanatkar üzerinde etkili olması kadar tabii bir şey olamaz. Din, sanatın hem formuna, hem muhtevasına, hem de sanat türlerinden bir kısmının ön planda, diğer bir kısmının ise arka planda tutulmasına tesir eder. Bu hükmü te'yid etmek için her dini kültürden birçok örnekler gösterilebilir. Mesela Yahudilik ve İslam, eski Yunan antropomorfizmini temsil eden sanat eserlerine iltifat etmemiştir. Hıristiyanlık da önceleri aynı tavrı takınmış ama ortaya "helenleşmiş" bir din anlayışı
çıkınca mücadeleyi kaybetmiştir.
Çok dikkat çekicidir: Felsefeyi Yunandan alarak ona, kendi tabiriyle, "yeni bir yurt bulan" ve bizzat kendisi de
bir sanat nazariyatçısı olan Farabi'nin eski Grek, sanatıyla ilgili fikirler arasından seçtiği bir kaç şeyden biri, Platon'un şiir tenkidiyle ilgili görüşüdür. Farabi, ne insanda ne de tabiattaki herhangi bir varlıkta ulûhiyet gören hiçbir
sanat türüne iltifat etmemiştir.
İslam ilahiyatı tercihini tenzih inancından yana koymuştur. Teşbih inancı, çok dar bir alana inhisar etmiş, felsefe ve ilahiyat literatürüne çok kere bir tenkid konusu olarak girmiştir. Hatta İslami şuur, kendi Peygamberine edebi eserlerinde en yüce mevkii vermiş fakat O'nu minyatür, resim v.s. ye konu edinmekte son derece titiz davranmış, O'nun temsiline, tasvirine asla izin vermemiştir.
İslami estetiğin temelinde iki dini prensip vardır: Tevhid ve Tenzih. İslam’da sanat faaliyetlerinin tam olarak anlaşılması ve takdir edilmesi için bu iki ilkeyi gözönünde bulundurmak lazım. Bu ilkelere bağlı olarak çalışan Müslüman sanatkarın psikolojisi de başka kültürlere mensup sanatkarlardan şu veya bu bakımdan farklı olmak durumundadır.


İslam sanatının sergilediği bir kaç özelliğe bakmak,
bu söylediğimizi te'yid etmek için yeterlidir. Müslüman sanatkâr, güzelliği yarattığına değil, keşfettiğine inanır.
Allah'ın cemal sıfatının eseri olarak var olan her türlü güzellik, sanatkârın faaliyeti sayesinde dokunulabilir, görülebilir ve duyulabilir hale gelmektedir.
İslam sanatında "istikrar içinde değişme" anlayışı ön planda tutulmuştur. Bunu en iyi "hüsn-ü hat" sanatında görmekteyiz. Bu sanatta "dökülme", "dağılma", "kendi başına buyruk olma" intibaını verecek hiçbir unsura yer verilmez. Orada bağımlılık ile bağımsızlık arasındaki gerilim yok edilmiştir. Her harf hem müstakildir, hem de birliğe, bütünlüğe bağlıdır. Yazı, hem harflerin şeklini -her türlü değişmeye rağmen- korumak, hem onlar arasındaki birleşme imkânlarının sonsuzluğunu göstermek zorundadır.
Benzer özellikler arabeskte de vardır. Çağdaş bir düşünürün haklı olarak işaret ettiği gibi, birlikte çokluğu, çoklukta birliği (vahdet'te kesreti. kesret'te vahdeti) ortaya koymada en başarılı olan sanat, arabesktir. Bu sanatta mantığı, ritmi, matematik nisbeti, melodiyi hep bir arada bulmaktayız. Arabesk. Müslüman sanatkârı nisbet ve muvazene sevgisini gösterdiği kadar fikri uyanıklığını da gösterir. Arabesk ihtirasın değil, teemmülün eseridir. Sanatkârın bütün mahareti ortadadır; ama ferdiyeti bütün alçak gönüllülüğü ile geri plandadır. Sanatkâr, kendi şahsi sıkıntılarını, günlük problemlerini sanatına yansıtmamıştır.
Ne kaligrafi ne de arabesk merkez fikrine önem verir; çünkü Müslüman sanatkara ruh•kazandıran inanca göre, Allah her yerdedir. İslam sanatı daima soyuta yönelmiştir.
Bu yüzden geometrik unsurları tercih etmiş, tabiattan aldıklarını adeta "tabiatsızlaştırarak" almıştır. Kaligrafi, arabesk ve minyatür sanat kollarının gelişmesini sadece "tasvir yasağı" gibi puta tapmayı önleme gayesini güden bir tedbire bağlamak doğru değildir. Aslında İslam dünyasında tasvir, çok yaygın olmamasına rağmen, daima varoluştur.
İslam’da bir "dini sanat"ın olup olmadığı hala tartışma konusudur. Hatta sanatın "dini olan" ve "dini-olmayan" şeklindeki ayırımının genel geçerliliği üzerinde bile görüş birliği yoktur. Bununla beraber, ayırımın pratik yararlar sağladığı da ortadadır. İnancın gereğini yerine getirme açısından bakıldığında, bir hamam ile bir cami aynı değildir:
Buna rağmen, bir hamamın mimari yapısı, tezyinatı v.s. sinde sanatkârın (bir mü'min olarak) psikolojisi birinci derecede rol oynamış olabilir. Bir eserin "dini" veya "sivil" olması, sanatkârın psikolojisi açısından değil, eserin fonksiyonu açısından bir anlam ifade eder. Biz, "İslam sanatı" derken genellikle şunu anlıyoruz: a) Dini bir görevin yerine getirilmesi gayesiyle ortaya konan eserler,
b) Dini düşünce, inanış ve duyguları anlatan söz, yazı, sembol, hareket, yapı v.s.
Her ikisi arasındaki ilişki, elbette zorunluluk ifade
eden bir ilişki değildir. Sanat İslam’dan önce de vardı.
Yine, kaligrafi, hüsn-ü hat v.s. olmadan da İslam’ın
inanç sistemi eksiksiz olarak mevcuttu. Ama bu durum,
ne estetik hayatın inanç hayatı istikametinde ilerleyebildiği veya insanın iman tecrübesini takviye ettiği gerçeğini, ne
de bazen sanatın inanca göre şekil ve muhteva kazandığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirir.
Alıntı ile Cevapla