Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Nisan 2014, 20:39   Mesaj No:1

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Gülen İle Erdoğan Arasında Sıkışmak!

Gülen İle Erdoğan Arasında Sıkışmak!

Gülen İle Erdoğan Arasında Sıkışmak!

Ali Kaçar - 07 Nisan 2014




Türkiye, 17 Aralık 2013 tarihindeki operasyonla yeni bir darbe sürecine girmiştir. Bu darbenin aktörleri, 17 Aralık öncesine kadar Ergenekon, Balyoz ve daha birçok konuda iktidarla ortak hareket eden, Erdoğan’ın ‘ne istedilerse verdim’ dediği Fethullah Gülen ekibidir. Bu, Gülen ekibi tarafından başlangıçta inkâr edilse de, ancak, iktidar aleyhine ve darbe sürecini destekleyici yönden, yazılı ve görsel medyalarında yapılan yayınlar ve açıklamalar bu darbe girişiminin aktörü olduklarını açıkça göstermiştir. Artık bugün, dağdaki çoban bile bunun bir darbe girişimi olduğunu ve Gülen ekibi tarafından organize edildiğini biliyor. Üstelik emniyet ve adalet mekanizması başta olmak üzere bürokrasinin kilit noktalarına kendi adamlarını yerleştirerek hazırlık yaptıkları, 17 Aralık’tan sonra net olarak görülmüştür. Kitlelerin çoğu nezdinde bu darbe girişiminin Gülen ekibi tarafından organize edildiğine dair herhangi bir soru işareti ya da kafa karışıklığı yoktur. Asıl soru işareti, bu darbe girişiminin yalnızca Gülen ekibi tarafından organize edilip edilmediğine dair bulunmaktadır. Aslında devam eden süreç, bu konuda kafalarda oluşan soru işaretlerini de gidermiştir. Belki bu konuda sorulması gereken bir başka soru, Gülen ekibini kim desteklemiştir; ABD mi, İsrail mi, yoksa ikisi birden mi veyahut başka güçler mi? Aslında Gülen grubunun, muamma, ne olduğu belli olmayan, masonik örgütlerdeki yapılar gibi illegal ve girift bir örgütlenme olduğu yapılan yayınlardan ve devletin en hassas birimlerine sızmış olmalarından anlaşılmaktadır. Bu tarz örgütlemede yabancı istihbarat örgütlerinin katkısının olması kuvvetle muhtemeldir. Kanaatimize göre, sadece bir ülkenin ya da bir istihbarat örgütünün desteğinden ziyade, komplike bir destek söz konusudur. Ancak bize göre, komplike destek verenlerin başında ABD’deki Siyonist lobilerle neo-con’lar ve Siyonist İsrail gelmektedir. Bu aşamada Obama hükümetinin desteklemesi ise söz konusu değildir. Zaten Obama hükümeti de desteklemiş olsaydı muhtemelen bu darbe amacına ulaşmış olurdu. Obama hükümetinin bu darbe sürecini desteklememesinin nedeni Ortadoğu’da Erdoğan hükümetine duyduğu ihtiyaçtır. Ayrıca Erdoğan Hükümeti’nin, kırmızıçizgileri zorlasa da (örneğin Füze alımında Çin’e daha çok şans tanıması gibi), ABD menfaatleri ile taban tabana zıt bir politikası yoktur. Hatta AKP iktidarı, bölgede ABD politikalarıyla uyuşan, uyumlu bir politika izlemektedir. İki ülkenin politikalarının çatışması esnasında ise ABD’nin politikaları geçerli olmaktadır. (Rasmussen’in Nato Genel Sekreteri olmasında ve Füze Kalkanı’nın Malatya’ya yerleştirmesinde olduğu gibi)

Fethullah Gülen ve ekibinin uluslararası güçlerle ilişki kurma ya da kurmama gibi hiçbir endişesi olmamıştır. Zaten yıllar önce ve özellikle de okullarının sınır ötesi ülkelerde açılmaya başlanması ile birlikte küresel güçlerle ilişki kurulma başlanmıştır. Bu ilişki, kısa bir süre içerisinde küresel emperyal güçler lehine ittifaka dönüşmüştür. Çünkü kendi deyimleriyle uluslararası bir iş yapılacaksa bu, ancak ABD’nin onayı ile mümkün olabilirdi. Nitekim Fethullah Gülen (FG) “Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı”[1] demekteydi. Yine kendi ifadeleriyle bu küresel güçlerin başında da ABD ve İsrail gelmekteydi.



AKP-GÜLEN İTTİFAKI NE ZAMAN BAŞLADI



FG’in, ta başından beri (Milli Selamet Partisi -MSP- döneminden) Milli Görüş hareketi ile ve dolayısıyla Necmeddin Erbakan ile ilişkileri iyi değildi. FG, Milli Görüşe olan bu mesafesinin derinliğini ve diğer partilere olan yakınlığını hiçbir zaman da gizlememiştir. İlerleyen süreç içerisinde FG, Milli Görüş hareketi ile adeta bir yarış/rekabet içerisine girmiştir. Nitekim bu rekabet, 1994 seçimlerinde Refah Partisi’nin İstanbul başta olmak üzere bazı büyük şehir belediyelerini kazanmış olması ile daha da artmıştır. Aslında RP’nin bu şekilde yükselişe geçmiş olması sadece FG’yi değil aynı zamanda küresel emperyal güçleri de endişelendirmekte idi. Bu nedenle de, ne pahasına olursa olsun RP’nin bu yükselişi durdurulmalı idi. Bu konuda, FG ile küresel emperyal güçler hemfikirdi.

FG’in, Milli Görüşe karşı olumsuz olan bu tavrı, 28 Şubat sürecinde daha da belirgin hale gelmiştir. 28 Şubat sürecinde Müslümanlara karşı bir sürek avı başlatıldığı dönemde FG, darbecilere hoş görünme adına destek verici açıklamalar yapmakta idi. Nitekim 28 Şubatı yönetenler için yaptığı açıklamada; “Gücü ellerinde bulundurmalarına rağmen çok zeki ve muhakemeli davranıyorlar, demokrasi de daha dengeli oluyor” şeklinde açıklamalarda bulunarak hem sürecin gerekliliğini ima etmiş, hem de askerlerden övgü ile bahsetmiştir.

Yine Kanal D televizyonunda bir programa katılan Fethullah Gülen, ‘Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim’in İmam Hatiplere zarar vermeyeceğini, Refah Yol hükümetinin yönetimi beceremediği” şeklindeki açıklaması bir hayli tepki toplamıştı. Nitekim o dönem Refah Partisi İstanbul Milletvekili Mehmet Ali Şahin, Fethullah Gülen’i bu konuşması sebebi ile sert bir dille eleştirerek “konuşması talihsizliktir, bazı yerlere (askerlere) mesaj gönderiyor. Benden zarar gelmez, ben sistemle uyum içindeyim, diyor. Siyasetle ilgilenmediğini söylüyor ama siyasetin içinde yer alıyor. Onun imam hatip liselerine rakip bir kolejler zinciri var. Onlara (askerler tarafından) dokunulmaması için çaba harcıyor. Fethullah hoca bu sözleriyle, Müslümanlık deyince tüyleri diken diken olanları son derece sevindirmiştir” şeklinde cevaplamıştır.

FG’nin, 28 Şubat postmodern darbesinin önde gelen aktörlerinden Org. Çevik Bir’e gönderdiği mektubu darbecilere verdiği desteği açıkça göstermektedir:

Mektup, “Genel Kurmayımız’ın çok değerli İkinci Başkanı; Sayın Komutanım” diye başlıyor ve methiyeler düzdüğü Atatürk karşısında bir hiç olduğunu söyleyerek, kendisinin, Kars, Erzurum, Ardahan gibi serhat şehirleri sık sık düşman işgaline uğrayan ve çocukluğu buralarda geçmiş biri olarak hem halkta hem de kendisinde milliyetçilik duyguları çok ileri olduğunu, içinde uyanan milliyetçilik ve ülkesine hizmet duygularını, resmî bir Diyanet görevlisi olarak görev yaptığı hemen her yerde ve cami kürsülerinde dile getirmeğe çalıştığını, fırsat bulduğu her defasında, insanımızın ruhunda taşıdığı kabiliyetleri, vatan ve millet sevgisini ateşlemeğe ve onları, dünyada, hatta Ahiret’te bile hiçbir karşılık beklemeden devletine ve milletine hizmete davet ettiğini, belirtiyordu.

Uzun olan mektubunun bir yerinde, “Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız’ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz.Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür dilerim” şeklinde bitiriyordu.



FG’nin, milliyetçiliği, yaptıklarının karşılığını ne dünyada ne de ahirette[2] beklediğini söylemesi, Çevik Bir’e yaptığı methiyeler, ilkeli ve net bir İslami duruşunun olmadığını zaten göstermektedir.

Milli Görüşle hiç iyi geçinememesine rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile ilişkiye geçmesi, ittifak kurması üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Herhalde her iki kesimin de ABD tarafından destekleniyor oluşu, bu ittifakta etkili olmuştur. Çünkü hepimiz biliriz ki Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını oluşturan kadroların geldiği siyasal gelenek, ideolojik referans Milli Görüş kültürü ve kimliğidir. Her ne kadar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarının ilk dönemlerinde toplumu kucaklamak, merkez sağı toparlamak ve muhafazakâr demokrat kimliği üstlenmek adına, Milli Görüş kimliğini ön plana çıkarmamaya çalışmış olsa da, bu böyledir. Gerçi Erdoğan’daki, Milli Görüş gömleğini çıkartma, laikliği ve demokrasiyi kabul etmesi ve muhafazakâr demokratlığı benimsemesi şeklindeki değişim, 2002 seçimlerinden çok önceleri başlamıştı. Özellikle ABD ziyaretleri ve bu ziyaretlerde Siyonist lobilerin önde gelen isimleriyle görüşmesi kafaları karıştırmış ve birçok soru işaretinin meydana gelmesine neden olmuştur. Halen de bu soru işaretleri giderilmiş değildir. Erdoğan’daki bu değişim nedeniyle ABD tarafından kabul görmüş ve belki de bu nedenle -siyasette- önü açılmıştır. Erdoğan gerçekten değişti mi şeklinde batıda oluşan endişeler ise, iktidara geldikten sonra ortaya koyduğu icraatlarla giderilmiştir. Zaten Siyonist İsrail ile ABD ile ve AB ile geçmiş düşüncelerinin aksine ilişki kurması, bu yeni değişimin açık göstergesidir. Özellikle Irak işgali esnasında ABD’ye ülkenin en stratejik yerlerini açması, 1 Mart tezkeresi için can hıraş bir çalışma içine girmesi, bu yeni tavrında emperyal veya Siyonist güçlere daha da güven vermiştir. Bu nedenledir ki 2004’deki ‘Yakamoz, Eldiven, Ayışığı vb’ darbe girişimleri, bu güçlerin desteğini alamadığı için hedefine ulaşmamıştır.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın yalnız ben hazırladım dediği 27 Nisan e-muhtırası, aslında bir darbe girişimiydi. Ancak, 2004’deki darbe girişimleri ve daha sonraki illegal oluşumlardan dolayı yoğun tutuklamalar olmasına rağmen 27 Nisan e-muhtırası dolayısıyla Org. Yaşar Büyükanıt ile ilgili hiçbir soruşturmanın açılmaması, hatta emekliliğinden sonra devlet şeref madalyası ile taltif edilmesi ve altına 1 trilyonluk zırhlı Mercedes bir araba verilmesi düşündürücüdür. Ancak olumsuz gibi görünen 27 Nisan e-muhtırası, Gülen ekibi ile Erdoğan’ı birbirine daha da yaklaştırmış ve ittifak kurmalarına neden olmuştur.

Gülen ekibi ile Erdoğan arasındaki bu işbirliği ilk meyvesini 2007 genel seçimlerinde vermiştir. AKP’nin yüzde 47 (2002 seçimlerinde %34.28) gibi yüksek bir oy oranına ulaşmasında, yıllarca üstelik çokça işlerine yaramış olan “partiler üstü” imajlarını açıkça riske atan Gülen ekibinin de katkısıyla olmuştur. Ama Gülen ekibinin siyasi tarafını en bariz biçimde belli etmesi 12 Eylül referandumunda gerçekleşmiştir. Ne var ki bu büyük seçim zaferinden kısa bir süre sonra yeni iktidar bloğunun iki ana bileşeni, AKP ile Gülen hareketi arasında problemler çıkmıştır. Taraflar daha bunları yalanlamaya fırsat bulamadan 7 Şubat 2012’de MİT krizinin patlak vermesiyle iddialar yepyeni boyutlar kazanmıştır.





AKP İLE GÜLEN EKİBİNİN İLİŞKİLERİNİN BOZULMASI



Gülen ekibi, AKP ile devam ettirdiği bu ittifak sürecinde adeta bütünüyle bürokrasiyi devralmıştır. Erdoğan hükümeti ise, Gülen ekibinin önünü açmış, her türlü kolaylığı sağlamıştır. Bu kolaylık, sadece devlet kadrolarına eleman alımında değil, ekonomik alanda da olmuştur. Ancak Gülen ekibi, verilenlerle yetinmemiş, her defasında daha fazla istemeye başlamıştır. Nitekim yurt içi ve yurt dışı ihaleler, kritik görevlere alınacak elamanlar, bürokrasiye talimatlar bile Pensilvanya’da kararlaştırılır hale gelmiştir. Gülen ekibi zamanla koalisyon ortağı hatta paralel devlet gibi (aslında gibisi de fazla) davranmaya başlamıştır. Ancak Erdoğan hükümetinin diğer bütün cemaat ve gruplardan esirgediği devletin geniş imkânlarını Gülen ekibine cömertçe sunmasına rağmen yaranamamıştır. Neden? Çünkü Gülen ekibi, iç ve dış politikayı belirlemeyi, kısacası iktidarı hatta devleti bütünüyle ister hale gelmiştir. Dolayısıyla verilenlerle yetinmemeye başlamıştır. AKP hükümeti, 17 Aralık’a kadar bunun farkına bile varmamıştır. Peki, bütün bunlara rağmen Gülen ekibi, kendisini ele verecek böylesine bir operasyonu neden düzenlemiştir? Aslında Gülen ekibi, bu operasyonla her dediğini iktidara yaptıracak ya da iktidarı devirerek kendi güdümünde bir iktidar oluşturmayı hedeflemişti. Bu, başta İsrail olmak üzere diğer bir kısım küresel güçlerin de arzusuydu. Zaten Gülen ekibi, AKP hükümeti ile ilişkilerini bu küresel güçlere yaranma adına bozmuştu. Kamuoyu, Gülen ekibinin AKP’ye karşı bu olumsuz tavrının nedenlerini Today’s Zaman’dan öğrenmiştir. Today’s Zaman’da, Gülen Ekibi’nin iktidarla arasının bozulma sebepleri şu şekilde açıklanmıştır.

1. Hükümet’in İsrail’le ilişkileri bozması,

2. Hükümet’in Ortadoğu’yla yakınlaşması,

3. Çözüm sürecinde Hükümet’in PKK’yı muhatap alması,

Bu nedenlerin dışında başka nedenler de sayılmaktadır. Bunlardan bazılarını da şöyle sıralamak mümkündür:

1- AKP Hükümetinin, üniversite öğrencilerine ev ve yurt çalışmalarını hızlandırması, TÜRGEV (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) kanalıyla da öğrencilere alternatif barınacak yer temini konusunda çalışmalar yürütmesi, Gülen ekibinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü Gülen Ekibi, Işık Evleri gibi gençler için yürürlükte tuttuğu ev ve yurtlardaki tekelini korumak istemekteydi.

2- Gülen Ekibi’nin hem hızla artan İmam Hatip Liselerinden, hem de tüm okullara giren seçmeli Kur’an ve Siyer derslerine dair ciddi endişeleri bulunmaktaydı.

3- İdris Bal ve İdris Naim Şahin’in istifa gerekçelerindeki en önemli vurgu Kürt Açılımı’na duyulan tepkiydi. Bu tepki Gülen ekibi doğrultusunda hareket eden yargı mensuplarında da mevcuttu. Nitekim Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay, hemen tahliye edilirken, BDP’li beş milletvekilinin bırakılmaması, çözüm sürecine duyulan tepkiydi.

Peki, bütün bunlar olup biterken Erdoğan ve hükümeti ne yapmakta idi. Erdoğan, ‘ne istedilerse verdim’ sözünden iktidar olmayı devam ettirme adına ülkenin bütün imkânlarını Gülen ekibine adeta altın tepsi içinde sunmanın dışında bir şey yapmamıştır. Erdoğan, Gülen ilişkilerinin başlangıcını 2007 olarak alırsak, o yıldan 17 Aralık 2013’e kadar, birbirlerini idare etmiş gözüküyorlar. Ancak Erdoğan, 17 Aralık operasyonu ile birlikte olayın vahametini, Gülen ekibinin ve arkasındaki illegal güçlerin ne yapabileceklerini görünce kıyameti koparmaya başlamıştır. Bu nedenle de, 17 Aralık’tan sonra Erdoğan’ın üslubu gittikçe sertleşmiş ve farklı bir dil kullanmaya başlamıştır: ‘Çete, illegal örgüt, paralel yapı, bunların inlerine gireceğiz, kâinat imamı, bunlar dini bir cemaat değil’ türü ve sayılmayacak kadar daha çok itham! Gülen ekibi, belki daha fazlasını hak ediyor, biz bilmeyiz, ama Erdoğan çok iyi bilir. Çünkü bilme mevkiinde olan Erdoğan’ın kendisidir.

Peki, Erdoğan’a sormazlar mı, 17 Aralık’a kadar ‘Hoca efendi’ olan bu zatla niçin bu kadar ‘ne istedilerse verdim’ sözünü söyletecek kadar işbirliği yaptınız? Bu kadar haince davranmışsa, daha önce neden bunu ortaya çıkarmadınız?

Erdoğan’ın, ‘Biz aldatıldık, biz safmışız’ gibi bir başbakana asla yakışmayacak türden laflar etmeye hakkı var mıdır? Geçmişte Süleyman Demirel’in, Kenan Evren’e ülkede kan dökülürken sen Antalya’da tapu memuru mu idin’ diye sert çıkışına benzer bir çıkışı Erdoğan da hak etmiyor mu? Çünkü MİT, Emniyet ve diğer bütün kurumlar Erdoğan’a bağlı iken, Gülen ekibinin adeta ülkeyi ele geçirme, işgal etme planlarını nasıl fark etmemiştir? Bu, bir ülke idare eden bir Başbakana yakışır mı?

17 Aralık’a kadar el bebek gül bebek iktidarı paylaşmış olmaktan hiç rahatsız olmayan Erdoğan acaba 17 Aralık ile birlikte neden bu kadar rahatsız olmuştur?

Erdoğan seçim meydanlarında, kurban derisi ile ilgili yaptıkları yolsuzlukları, makbuzsuz topladıkları paraları burunlarından fitil fitil çıkaracağız diyor. Erdoğan bunları yeni mi öğrenmiş. Eğer yeni öğrenmiş ise, bir Başbakan olarak ülkeyi nasıl idare ettiği sorulmalı değil mi? Eğer geçmişte bu yapılan yolsuzlukları biliyorsa, neden o zaman müdahale etmemiştir? Bu sorulmalı değil mi?

17 Aralık operasyonu olmasaydı, acaba Gülen ekibine yöneltilen bu ithamlar; yolsuzluklar, çete, örgüt ve benzeri suçlamalar yine de gündeme gelecek mi idi?

Rusya’da, Kırgızistan’da ve daha başka yerlerde Gülen ekibine ait okullarda ABD’den giden ve diplomatik pasaportlu CIA ajanları olduğu tesbit edilen öğretmenler sınır dışı edilirken Erdoğan hükümeti Gülen ekibinin MOSSAD ve CIA ile içli dışlı oluşundan hiç mi rahatsız olmamıştır?

Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Ama hiç kimse, 17 Aralık’a kadar olup bitenlerden dolayı sadece Gülen ekibi suçludur diyemez. Çünkü en az Gülen ekibi kadar iktidar da suçludur. Çünkü iktidar mevkiinde olanlar problem üretmezler, çözüm üretirler. Dolayısıyla ‘biz aldatıldık’ diyerek de işin içinden sıyrılıp çıkamazlar.

Aslında AKP de, Gülen ekibi de ılımlı İslam politikasının bölgede taban bulması için aynı küresel güçler tarafından desteklenmektedir. Şöyle bir soru akla gelebilir, peki neden birbirlerini kıyasıya yok etmek için uğraşıyorlar ve dışarıdan da destekleniyorlar?

Bize göre, Gülen ekibi bu kavgada, ABD’deki neo-con’lar ve Siyonist lobilerle İsrail tarafından desteklenmektedir. Bu güçler, Erdoğan hükümetinin –Today’s Zaman’da da belirtildiği gibi- İsrail ile ilişkilerinin eskisi gibi olmamasından ve bölgedeki diğer ilişkilerinden rahatsızdırlar. Hele Çin’in Füze alımı konusunda öne geçmiş olması dolayısıyla, Erdoğan hükümetinin kırmızıçizgileri aştığını düşünmektedirler. Buna ise, bu güçlerin hiç tahammülü yoktur. Ancak Obama hükümeti hala Erdoğan hükümetini gözden çıkarmış değildir. Çünkü ABD, Ortadoğu’da –ve İslam coğrafyasında- gelişmekte olan ‘radikal’ İslam’ı ancak ılımlı İslam politikası ile durdurabileceğine inanmaktadır. Bunu da ancak -en azından şimdilik- AKP iktidarı ile yapabileceğine inanıyor.

Kamuoyunun en azından bir kısmı, Gülen ile Erdoğan arasında sıkışmış vaziyettedir. Her iki taraf da kendisinin haklı olduğunu ve dolayısıyla diğer tarafa cephe alınması gerektiğini yoğun propaganda ile kamuoyunu yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu iki kesim de iç ve dış kamuoyu nezdinde düne kadar İslami –ne kadar İslami oldukları ayrı- yönleriyle bilinmekte idi. Özellikle de laikler, cuntacılar ve bilumum İslam düşmanları, her iki kesimin de İslami yanlarından dolayı bunları yok edilmesi gereken öncelikli tehdit olarak görmekteydi. Kendilerinin yapamadığını, şimdilerde Erdoğan ve Gülen ekibinin birbirlerine karşı yaptıklarını ellerini ovuşturarak seyretmektedirler. Görünürde bu iki kesim birbirlerine zarar veriyor görünseler de, aslında bunun zararı gelecekte –bu iki kesimle de ilgilisi olmayan- bütün Müslümanlara olacaktır.

Gülen Ekibinin, kendi deyimleriyle 1990’lı yıllardan itibaren küresel güçlerle –ABD ve İsrail ile- ilişkiye geçtikleri, ittifak kurdukları bilinmektedir. Kimi Müslümanlar, bu ve benzeri başka nedenlerden dolayı Gülen’e ve ekibine karşı daima mesafeli hatta uzak durmuşlardır. 17 Aralık’tan sonra, Gülen ekibinin Siyonist İsrail ile ve neo-con’larla içli dışlı olduğunun ortaya çıkmasıyla bu duruşun ne kadar haklı ve yerinde olduğu daha iyi görülmüştür.

Ancak AKP de süttün çıkmış ak kaşık değildir. Erdoğan’ın 17 Aralık itibariyle can hıraş bir çığlıkla Gülen ekibine karşı halkı yönlendirmeye çalışması kendisinin çok da masum olduğunu göstermez. Dolayısıyla bu çatışmada, takım tutar gibi bir tarafı tutmak, bir taraftan yana olmak elbette ki doğru olmaz. Çünkü adil ve doğru olmak Müslümanların şiarıdır. ‘Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın’ (Maide, 5/8) ayeti de bizlere adil olmayı emretmektedir. Rum Suresinde olduğu gibi ehl-i kitab olan Rumların yenmesini isteriz, ama bu, Rum ordusuna gidip asker olmamızı gerektirmez. Dolayısıyla birilerinin AKP’nin yeniden iktidara gelmesini istemesi, onun ille de gidip AKP’yi desteklemesi anlamına gelmez. Çünkü mesele AKP meselesi değil, sistem meselesidir. Bir Müslüman hiçbir zaman İslam’ı esas almayan, İslam’a göre idare edilmeyen bir sistemden yana olamaz. İktidarda Erdoğan değil, en yakınımız bile olsa, takınılması gereken tavır aynı olmalıdır.



[1] Nevval Sevindi, Fethullah Gülen ile Global Hoşgörü ve New York Sohbeti, Timaş Yayınları, İstanbul 2002 4.bsk s.100

[2] Fethullah Gülen, mektubunda “Fırsat bulduğum her defasında, insanımızın ruhunda taşıdığı kabiliyetleri, vatan ve millet sevgisini ateşlemeğe ve onları, dünyada, hatta Ahiret’te bile hiçbir karşılık beklemeden devletimize ve milletimize hizmete davet ettim” diyor. Ben Müslüman’ım diyen herkes, bu dünyada, ahret için hazırlık yapar. Yani Müslüman’ın asıl yurdu ahirettir ve dolayısıyla yaptığı hizmetin, devletini, milletini sevmesinin ya da sevmemesinin bir tek amacı vardır, o da ahirette ecir kazanmaktır. Nitekim Allah’u Teala, bir ayetinde “Rabbinizden bir mağfirete ve eni gökler ve yeryüzü genişliğinde olan cennete koşuşun. O cennet muttakiler için hazırlanmıştır” (Al-i İmran, 3/133) buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz (as) da, “Allah’ım senden cenneti istiyorum ve beni cennete yaklaştıracak ameller yapmayı bana nasip etmeni istiyorum. Cehennem ateşinden ve ona yaklaştıracak söz ve amellerden de sana sığınırım” buyurmaktadır. Bu ayet ve hadis, Müslüman’ın çalışmasının, gayretinin amacının Ahiret olduğunu göstermektedir. Ahireti istememek ya da Ahirette ecir istememek ben Müslüman’ım diyen bir kimseye asla yakışmaz. Bu, ecre, salih amele ve dolayısıyla cennete ihtiyaç duymamak anlamına gelir ki, o zaman da Müslüman olmak ya da olmamak çok da anlamlı olmaz. “




NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin mart-2014 sayısında yayımlanmıştır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
En Pratik Sağlık Bilgileri Pratik / Faydalı Bilgiler enderhafızım 0 67 14 Ekim 2023 13:10
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... Serbest Kürsü su damlası 3 2308 24 Kasım 2016 14:16
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 1909 23 Kasım 2016 12:06
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... İlahiler/Ezgiler Esma_Nur 1 2661 23 Kasım 2016 11:44
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2207 23 Kasım 2016 11:10