Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 17:18   Mesaj No:3

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri

Anne-babanın mirasta değişik durumları vardır:
Birinci durum: Çocuklarla birleşmeleri ve her birine altıda bir payın verilmesi. Geriye kalanın erkek çocuğuna veya bir ya da daha fazla kız kardeşle birlikte erkek kardeşe verilmesi. Tabii ki erkeğe iki dişinin payı verilir. Ölünün bir kızdan başka çocuğu yoksa kız çocuğuna mirasın yarısı verilir. Anne-babanın her birine de altıda bir pay verilir. Baba bunu dışında (asabiyet) yakınlık itibarıyla altıda birlik bir pay daha alır. Bu şekilde farz ve (asabiyet) yakınlık birleştirilmiş olur. Ancak ölünün iki veya daha fazla kızı bulunursa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Anne-babanın herbiri de altıda bir pay alır.
İkinci durum: Ölünün ne çocuğu, ne kardeşi, ne kocası ya da karısı bulunmazsa anne-baba tek başlarına mirası alırlar. Anneye üçte bir verilir. Baba ise (asabiyet) yakınlık hasebiyle geri kalanını alır. Bu şekilde annenin payına düşenin iki katını almış olur. Şayet anne-babayla beraber ölünün kocası veya karısı da bulunursa, koca mirasın yarısını alır, karısı ise dörtte birini alır. Anne de üçte birlik payını alır. (Bütün mirasın üçte birini mi yoksa koca veya karısının payını almasından sonraki kısmın üçte birini mi alır? Bu konuda fakihlerin görüşleri farklıdır? Geri kalan kısmının da payı anneninkinden az olmaması için asabiyet nedeniyle baba alır.
Üçüncü durum: Anne-babanın kardeşlerle beraber olmasıdır. Anne-babadan olmaları ya da bir babadan veya bir anneden olmaları fark etmez- Ancak bu kardeşler baba ile beraber bir şeye varis olamazlar. Çünkü baba onlardan önce gelir ve asabiyet bakımından erkek çocuktan sonra o gelir. Bununla beraber kardeşler, annenin üçte birlik payına engel olup bunu altıda bire çıkarırlar. Kardeşlerle beraber anneye sadece altıda bir pay verilir. Ölünün kocası ya da karısı yoksa geri kalan terekeyi baba alır. Ancak bir tek kardeş annenin üçte birlik pay almasına engel olmaz. Aynı şekilde ölünün çocuğu veya kardeşi yoksa birlikte üçte bir pay alırlar.
Ancak bütün bu paylaşmalar, ölünün vasiyeti yerine getirilip borcu ödendikten sonra söz konusu olabilir.
"Ana-babanız mı,yoksa evlatlarınız mı size daha yararlı olacaklarını bilemezsiniz.."
İbn-i Kesir tefsirinde "Selef ve Halef uleması borcun vasiyetten önce geldiğinde birleşmişlerdir" der. Borcun öncelikli olması anlaşılır bir meseledir. Çünkü bu,başkalarının hakkıyla ilgilidir. Bu yüzden borç verenin hakkını ödemek ve borçlunun zimmetini kaldırmak için mal bırakmışsa borçlunun malından borcunu ödemek zorundadır. İslâm, hayatı vicdan titizliği, uygulamalarda güvenirlilik ve toplumun atmosferinde huzur gibi temellere dayanması için borç zimmetinin kaldırılmasına büyük özen gösterir. Bu yüzden borcu borçlunun ölümünden sonra bile zimmetinden kurtulamadığı bir hak olarak boynunda bırakıyor.
Ebu Katade (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dedi; Adamın biri "Ya Resulullah, şayet Allah yolunda öldürülürsem hatalarım affolunur mu?" dedi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Evet, şayet sen sabreder, sevabı Allah'tan bekler, ilerler ve kaçmayıp öldürülürsen affolunursun" buyurdu. Sonra adam "Nasıl dedin?" dedi. Resulullah da tekrar edip şöyle dedi "Evet ama borç hariç. Çünkü Cebrail bunu bana haber verdi " (Müslim, Malik, Tirmizi, Nesai)
Yine Ebu Katade'den şöyle rivayet edilir: "Nebi'ye (selâm üzerine olsun) namazını kılması için bir cenaze getirdiler. Resulullah "Arkadaşınızın namazını siz kılın. Çünkü borçludur" dedi. Dedim ki "Ya Resulullah, borcunu ben üzerime alıyorum", "Ödeyecek misin?" dedi. "Evet ödeyeceğim" dedim. Bunun üzerine namazını kıldı."
Vasiyyet ise ölünün isteğine bağlıdır. Bazı varislerin bazısına engel olduğu bazı durumları telafi etmek için vasiyet etmiş olabilirler. Ya da onlarla varisler arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve daha gelişme göstermeden kıskançlık, kin ve çekişme nedenlerini ortadan kaldırmak gibi aile için yararlı şeyler de düşünülmüş olabilir. Varis olan için vasiyet edilmez. Bu da, miras bırakanın varisleri bu haktan yoksun bırakmaması için bir güvencedir.
"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Birinci dokunuş, bu farizalar karşısında ruhları temizlemek amacına yönelik Kur'anî bir ayırmadır. Kimi insanların babalık şefkatleri oğullarını babalarına tercih etmeye yöneltebilir. Çünkü oğullar karşısındaki fıtri zaaf daha büyüktür. Bazılarında bu zaaf, terbiye ve ahlâk duygularına yenilir ve babalarını tercih etmeye yönelirler. Kimisi de fıtri zaaf ve terbiye duygusu arasında kararsız ve şaşkın bir durumda kalır. Nitekim, daha önce, veraset hükmünün nazil olduğunda bazılarının durumuna işaret ettiğimiz gibi çevrede geleneksel mantığıyla belli yönlere sevk edebilir. Bu yüzden yüce Allah, bütün gönüllere huzur, hoşnutluk, emrine ve farz kıldıklarına teslimiyet duygularını yerleştirmek istemiştir. Bunu da, herşeyi yüce Allah'ın bildiğini ve kendilerininse hangi akrabanın yarar bakımından daha yakın olduğunu ve iyilik bakımından hangi bölüşmenin iyi olduğunu bilmediklerini belirtmekle sağlıyor.
"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha yararlı olacaklarını bilemezsiniz."
İkinci dokunuş, sorunun temelini belirlemek içindir. Buna göre sorun, heva ve yakın menfaat sorunu değildir. Din ve şeriat sorunudur.
"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır."
Babaları ve oğulları yaratan Allah'tır. Malları ve rızıkları veren O'dur. Farz kılan ve bölüştüren O'dur. Kanunları da O koyar. İnsanlar kendi kendilerine kanun koyamazlar. Hevalarına göre hükmedemezler. Üstelik onlar yararlarının nerede olduğunu da bilemezler.
"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Akıştaki üçüncü dokunuş, kalplere yüce Allah'ın insanlar için hükmettiğinin -nitekim bu esastan başkasına başvurmaları söz konusu olamaz- Bir ilim ve hikmete dayandığına, bu yüzden kendileri için daha yararlı olduğunu hissettirmektedir. Allah hükmeder, çünkü O bilir -onlarsa bilmezler- Allah farz kılar çünkü 0 hikmet sahibidir. Onlarsa hevalarına tabi olurlar.
Bu değerlendirmeler, işi temel eksenine döndürmek için daha miras hükümleri bitmeden bu şekilde aralarda yer almaktadır. Bu, sorunun itikadi eksenidir. Ve bu, Allah'ın hükmüyle hükmolunmak, farzları O'ndan almak ve O'nun hükmünden hoşnut olmak anlamına gelen "Din"i açıklayıcı bir eksendir.
"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Ardından bu farzlardan geri kalanların açıklanmasına geçiliyor.

12- Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetleri yerine getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı size düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte biri sizin olur.
Eğer siz, geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz, vasiyetiniz yerine getirildikten ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın dörtte biri eşinize düşer. Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki payı sekizde birdir.
Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiç birine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür.
Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına karşı yumuşaktır.
Hükümler son derece açık ve incedir. Karısı öldüğünde -erkek ya da kız çocuğu da yoksa, mirasın yarısını alır. Ancak -erkek veya kız, bir veya daha fazla çocuğu varsa koca mirasın dörtte birini alır. Karım oğullarının çocukların kendi çocukları gibi kocanın payını yarıdan dörtte bire düşürürler. Başka kocadan olan çocukları da kocanın mirasından yarısını almasına engel teşkil ederler böylece payını dörtte bire düşürürler. Daha önce değişildiği gibi mirasın bölüşümü borcun, sonra da vasiyyetin yerine getirilmesinden sonradır.
Koca ölürse -ondan çocukları da yoksa- karısı mirasın dörtte birini alır. Şayet -erkek veya kız, bir veya daha fazla, ondan veya başkasından aynı şekilde aynı sulpten gelen- çocukları varsa bunlar karının dörtte birlik payını sekizden bire düşürürler. Borcu ödemek sonra da vasiyyeti yerine getirmek mirasta her zaman varislerden önce gelir.
İki, üç ve dört karı bir karı gibidirler. Dörtte bir veya sekizde birlik payda ortaktırlar.
İkinci ayette yer alan son hüküm Kelale (baba ve çocuğu bulunmayan)'nin mirasıyla ilgilidir.
"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyyeti altıda bir bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte biri..."
"Kelale"den kastedilen, ölüye -usul veya furu olmayıp- bunlar gibi bir bağı olmayan ve zayıf bir bağla akraba olan varislerdir. Hz. Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) "kelale"den sorulmuş o da şöyle cevap vermişti: "Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan uzaktırlar.`Kelale' çocuğu ve babası bulunmayan kişidir." Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) idarede bulunduğu zaman "Ben Ebu Bekir'in görüşüne muhalefet etmekten haya ederim" demişti. (İbn-i Cerir ve diğerleri Şa'bi'den rivayet ederler)
İbn-i Kesir tefsirinde "İbn-i Mes'ud ve Ali böyle dedi. İbn-i Abbas ve Zeyd b. Sabit'den birden fazla kişi tarafından doğrulanmıştır. Şa'bi, Nehai, Hasan, Katade, Cabir b. Zeyd ve (el-Hakem) bu görüştedirler. Medineliler Kufe ve Basralılar bu görüşü kabul ediyorlar. Yedi Fakih, dört imam, Selef ve Halefin çoğu hatta tümü bu görüştedir. Bu görüş üzerinde birden fazla icma nakledilir" der.
"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeş bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasın altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte biri..."
Ölünün -aynı anneden- bir erkek bir de kız kardeşi olursa, bunlar da ayrı babalardan veya bir babadan olurlarsa, surenin son ayetinde belirtilen "Erkeğe İki dişinin payı kadar" kuralı uyarınca mirası alırlar. İster erkek, İster kız olsunlar altıda birlik payları yoktur. Bu hüküm anneleri bir kardeşleri içindir. Çünkü onlar erkek ya da kız altıda bir payı farz olarak alıyorlar, asabiyet yoluyla değil. Asabiyet, farz kılınanlardan sonra mirasın tümünü veya artan kısmını almaktır.
Sayıları ve cinsleri ne olursa olsun. Benimsenen görüşe göre hepsi de eşit olarak mirastan üçte bir pay alırlar. Ancak bu üçte birlik paydan "erkeğe iki dişinin payı kadar" kuralınca yararlanırlar görüşü de mevcuttur. Ancak birincisi daha açıktır. Çünkü bu bizzat ayetin erkek ve dişiyi eşitlediği ilkeye daha uygundur. "Onlardan her birisi için altıda bir pay vardır."
Anneleri bir olan kardeşlerin durumu -bu yüzden- geri kalan varislere karşı değişiklik arz eder.
Birincisi, erkekleri ve dişileri mirasta eşittirler.
İkincisi, ölü ve kelâle (çocuğu ve babası bulunmayan) almadığı sürece, onlar varis olamazlar. Baba, dede, çocuk ve çocuğun çocuğu ile beraber varis olamazlar.
Üçüncüsü, erkek ve dişileri ne kadar çok olsa bile bunların mirastaki payı üçte birin üzerine çıkmaz.
"Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri hiçbirine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür."
Burada adalet ve iyiliğe dayanması için vasiyyetin varislere zarar vermesinden sakındırma yer almaktadır. Bununla beraber borç vasiyyetten önceliklidir. Her ikisi de daha önce dediğimiz gibi varislerden önce gelir.
Sonra -birinci ayette olduğu gibi- ikinci ayette de bir sonuca bağlama yer almaktadır
"Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına karşı yumuşaktır."
Bu sonucun tekrarlanması güçlendirmek ve iyice yerleştirmek amacına yöneliktir. Bu farizalar, "Allah'tan birer vasiyyettir". Ondan kaynaklanmaktadırlar. Ve sonuçta ona döneceklerdir. Hevadan kaynaklanmadıkları gibi hevaya da uymazlar. Bir bilgiden kaynaklanmışlardır. Bunlara uymak zorunludur. Çünkü, kanun koyma ve rızıkları dağıtma hakkına tek başına sahip bir kaynaktan gelmişlerdir. Bunları kabul etmek gerekir, çünkü gerçek ve doğru bilgiye tek başına sahip bir kaynaktan doğmaktadırlar.
ALLAH'IN HUDUDU
İslâm inancının temel ilkenin üst üste pekiştirildiğini, ısrarla vurgulandığını görüyoruz. Emirleri ve yasaları sırf yüce Allah'tan alma ilkesinin yani. Bunun tersi küfürdür, yüce Allah'a baş kaldırmaktır, bu dinin çerçevesi dışına çıkmaktır.
İşte miras paylarına, miras buyruklarına ilişkin bir uyarı niteliğini taşıyan ve bu payları, bu buyrukları "Allah'ın sınırları" diye tanımlayan şu iki ayet, bu temel ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor. Okuyalım:

13- Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse Allah onları içinde ebedi olarak kalacakları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
14- Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamber'e karşı gelir, O'nun çizdiği sınırları aşarsa Allah onu, içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennem'e atar. Onun için onur kırıcı bir azap vardır.
Yüce Allah'ın bilgisi ve hikmeti uyarınca ortaya koyduğu gerek ailenin iç ilişkilerini ve gerekse toplumun ekonomik ve sosyal ilişkilerini düzenlemek için önerdiği bu yasalar, bu hükümler "Allah'ın sınırları"dırlar. Bu ilişkilerde son çözüm yolu olsunlar, miras bölüşümünün bağlayıcı kararlarını oluştursunlar diye yüce Allah tarafından belirlenmiş sınırlardır.
Bu konuda yüce Allah'a ve Peygamberimize uymanın zorunlu sonucu "İçinde sürekli kalınacak olan Cennet" ile "Büyük kurtuluş, büyük başarı"dır. Buna karşılık bu sınırları çiğneyerek yüce Allah'a karşı gelmenin zorunlu sonucu da "İçinde sürekli kalınacak Cehennem" ile "Onur kırıcı, utandırıcı azap"tır.
Niçin? Evet, niçin miras hukuku gibi alanı sınırlı bir yasal düzenlemede, hatta bu hukukun ayrıntılı bir hükmünde, ayetin deyimi ile "Allah'ın sınırlarının" belirli bir çizgisindeki itaatin ya da karşı gelmenin zorunlu sonuçları bu kadar ağır, bu kadar dramatik oluyor?
Meselenin içyüzünü, derine inen kökünü bilmeyenlere bu zorunlu sonuçlar, karşılıkları olan eylemlerden ve davranışlardan daha ağır gelebilir.
Bu meseleyi bu surenin ileride okuyacağımız birçok ayeti açıklıyor. Surenin ana hatlarını tanıtan giriş bölümünde bu ayetlere değinmiştik. Bu ayetler dinin anlamını, imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklayan ayetlerdir. Fakat miras ayetlerinin arkasından gelen, uyarı amaçlı bu iki önemli ayetten söz etmişken bu meseleye şimdiden kısaca değinebiliriz. Şöyle ki:
Gerek bu dinin -yani İslâm dininin- ve gerekse tarihin şafağından itibaren insanlığa gelmeye başlayan bütün peygamberlerin getirdikleri ilahi dinlerin açısından temel şudur: İlahlık yetkisi kimindir? Şu insanların Rabbi olma yetkisi kime aittir?
Bu sorunun iki zıt, iki alternatif cevabı vardır. Bu dinle ilgili herşey, tüm insanlar ile ilgili herşey bu iki cevaba dayanır, bu iki cevabın bağlayıcı sonucu olarak ortaya çıkar.
Evet, ilahlık yetkisi kimindir, Rabb olma yetkisi kime aittir?
Cevaplardan birincisine göre bu yetki sırf yüce Allah'a aittir, yaratıklardan hiçbirinin bu yetkide zerre kadar payı yoktur. İşte bu İslâm'dır, işte bu imandır, işte bu dindir.
İkinci cevaba göre bu yetki yüce Allah ile bazı yaratıkları arasında ortaktır, ya da bütünüyle bazı yaratıkların tekelindedir. Bu ise ya şirktir, Allah'a ortak koşmaktır, ya da açık küfürdür.
Ya ilahlığın ve Rabblığın sırf yüce Allah'ın tekelinde olduğuna inanılır. Bu inanç kulların sırf Allah'a bağlanmaları, tek olarak Allah'a kul olmaları, tek Allah'a itaat etmeleri, ortağı olmayan tek Allah'ın hayat sistemine uymaları anlamına gelir. Bu durumda İnsanların hayat sistemini tek başına yüce Allah belirleyecek, insanların uygulayacakları temel yasaları tek başına yüce Allah koyacak; insanların değer yargılarını, hayat pratiklerini ve sosyal kurumlarını yine tek başına yüce Allah dikta edecektir. Yüce Allah'ın dışında hiçbir kişinin ya da hiçbir grubun bu yetkide payı yoktur. İnsanların bu alanda getirecekleri yasal düzenlemeler, mutlaka yüce Allah'ın temel yasalarına dayalı olmak zorundadır. Çünkü bu yetki ilahlığın, Rabblığın gereğidir; onun kendine has niteliklerinin bariz ve dolaysız göstergesidir.
Ya da bu yetki yüce Allah'ın yarattıklarından birine yakıştırılacak, söz konusu yetkinin bu yaratık tarafından ya yüce Allah ile ortak biçimde ya da tek başına kullanıldığına inanılacaktır. Bu ise insanların yüce Allah'tan başkasına bağlanmaları, yüce Allah'tan başkasına kul olmaları ve yüce Allah'tan başkasına itaat etmeleri demektir. Bu da yüce Allah'ın kitabına, yüce Allah'ın otoritesine dayanmayan, başka ilham kaynaklarına dayanan ve yetkilerini bu "başka" ilham kaynaklarından alan birtakım insanlar tarafından ortaya konmuş sistemlere, düzenlere, hukuki düzenlemelere ve değer yargılarına uyma biçiminde ortaya çıkar. Bundan dolayı bu durumda ortada ne din, ne iman ve ne de İslâm vardır. Ortada olan şey kâfirliktir, fasıklıktır, müşrikliktir, yüce Allah'a baş kaldırmadır.
İşte "mesele" bütün gerçekliği ve yalınlığı ile budur. Bundan dolayı yüce Allah'ın sınırlarını birtek meselede çiğnemek ile O'nun şeriatına karşı baş kaldırmak arasında fark gözetilmemektedir. Çünkü bu açıdan bakınca o bir tek mesele de dindir, şeriatın tümü de dindir. Önemli olan insanların yaşama tarzları konusunda hangi ilkeye dayandıklarıdır. Acaba bu temel ilke ilahlık ve Rabblık yetkisine -bütün karakteristik nitelikleri ile- sırf yüce Allah'ın tekeline mi dayandırmaktadır. Yoksa ya bu yetki yüce Allah ile bazı kulları arasında bölüştürülmekte ya da sırf o kullara tanınarak kulun kula kulluğuna mı inanılmaktadır. Önemli olan bu ilkelerden hangisinin benimsendiğidir. Yoksa insanların bu dinden olduklarını iddia etmeleri, hayatlarının pratik uygulamaları ile değil de sırf dilleri ile müslüman olduklarını ileri sürmeleri değildir!
Miras paylarının yasal mirasçılara bölüştürülmesi konusunda bir yandan Allah'a ve Peygamberimize itaat etmekle altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalınacak Cennetler arasında ve bir yandan da Allah'a ve Peygamberimize karşı gelmekle süresiz ve onur kırıcı Cehennem azabı arasında ilişki kuran yukardaki iki uyarı amaçlı ayet, işte bu büyük gerçeğe işaret ediyor.
Yine bu büyük gerçek bu suredeki diğer birçok ayetin ana fikrini oluşturmakta, bu ayetlerde tartışmaya, zorlamalı yorumlara açık kapı bırakmadan, açık ve kesin bir ifade ile dile getirilmektedir.
Ayrıca bu gerçeği yeryüzünde kendini müslüman sayan herkesin son derece belirgin bir şekilde kavraması gerekir. Böylece herkes müslümanlık nerede kendisi nerede; bu din nerede, yaşama tarzı nerededir bunu açıkca görmelidir.
Şimdi burada İslâm'ın mïras sistemi konusunda birkaç kısa söz söylememiz gerekir. Bu söyleyeceklerimizi "Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar" ilkesi ile "Allah size erkeklere, kadınlarınkinin iki katı kadar pay vermenizi emreder" ilkesini ortaya koyarken söylediklerïmize eklemek gerekir.
Bu miras sistemi hem insan fıtratının ve hem de bütün yönleri ile aile düzeninin ve insanlık hayatının gerçekleri ile uyumlu bir sistemdir. Eğer biz bu sistemi, gerek eski ve gerekse modern cahiliye dönemlerinde ve dünyanın herhangi bir yerinde uygulanan miras sistemi ile karşılaştırırsak bu gerçeği açıkça görürüz.
Bu sistem aile-içi sosyal dayanışmayı tam anlamı ile göz önüne alır. Bunun sonucu olarak miras paylarını, ailedeki herkesin bu sosyal dayanışmadaki sorumluluk payına göre dağıtır. Meselâ ölenin ana-babası gibi miras payları belli yakınlardan sonra yakın akrabalara (asabe) öncelik tanınıyor. Çünkü bu yakın akrabalar, adamın geçim yükünü üstlenme konusunda da öncelikle sorumlu oldukları gibi eğer bir adam öldürme olayı meydana gelirse onun adına Diyeti ve diğer para cezalarını ödeyecek olanlar da onlardır. Demek oluyor ki, bu sistem kendi içinde bütünlük yansıtan, uyumlu bir sistemdir
Bu sistem insanlık ailesinin bir tek kişiden türeyip oluştuğu ilkesini de göz önünde tutar. Bunun sonucu olarak kadını ve çocuğu, sırf kadın ve çocuk oldukları için mirastan mahrum etmez. Çünkü bu sistem -biraz önce değindiğimiz gibi- pratik yararları göz önünde tuttuğu gibi insanlığın bir kişide birleştiği ilkesini de göz önünde bulundurur. Bu ilkeye bağlı olarak insanlar arasında cinsiyet farkı gözetmez, yalnız aile-içi ve sosyal dayanışmadaki yükümlülük paylarının gerektirdiği farklılıkları hesaba katar.
Bu sistem genel anlamda hayat olgusunun karakterini ve özel anlamda insan fıtratının yapısını göz önüne alarak miras bölüşümünde genç kuşağa öncelik tanır, onu yaşlı kuşağın ve diğer akrabaların önüne çıkarır. Çünkü genç kuşak, devamlılığın ve türü korumanın canlı aracıdır. Bundan dolayı canlılık ve hayat olgusunun bakış açısı ile önem önceliği hakkına sahiptir. Bununla birlikte bu sistem, ne yaşlı kuşağı ve ne de diğer yakın akrabaları mirastan mahrum tutmuş değildir. Tersine fıtratın köklü mantığı uyarınca bunların her birine pay ayırmıştır.
Genel olarak bütün canlılar, özellikle insanlar soyları ile ilişkilerinin kopmamasını, yeni kuşakların varlığında, devamlılık kazanmayı arzu ederler. Bu sistem, bu içgüdünün istekleri ile atbaşı yürür. Bir ömür boyu elemeğinden arttırabildiklerini biriktiren insanoğlunu, soyunun bir birikimden yoksun kalmayacağı, öldüğünde bu mal birikiminin ailesine miras olarak kalacağı güvencesi ile tatmin eder. Bu güvence insanoğlunu daha çok çalışmaya sevk eder. Bu şevkle birkaç katına çıkabilecek olan alın teri ürünlerinden aslında bütün toplum yararlanmış olur. Üstelik bu sistemin önerdiği yaygın, sağlıklı ve somut sosyal dayanışma ilkesi zedelenmez.
Son olarak bu miras sistemi servetin her genç kuşakla yeniden bölüşülmesini, kuşaktan kuşağa dağıtıma uğramasını sağlar. Böylece servetlerin sürekli çoğalarak belirli ellerin tekeline girmesi önlenmiş olur. Oysa mirasın sadece erkek çocuğa ya da çok sınırlı aile fertlerine geçmesini öngören sistemler, sözünü ettiğimiz servet tekelciliğini hızlandırmış olurlar. Bu açıdan bakınca İslâm'ın miras sistemi, ekonomik düzenin yeniden yapılanmasında, zorlamacı devlet müdahalesine gerek kalmadan bu düzenin dengeye kavuşturulması hususunda etkin ve sürekli bir araç rolü oynar. Oysa özü bakımından cimri ve mal tutkunu olan insan tabiatı, sözünü ettiğimiz zorlamacı devlet müdahalesinden hoşlanmaz. Oysa bu sürekli servet bölüşümü, sık sık yenilenen bu mal dağılımı insan nefsini rahatsız etmeden, onun direnci ile karşılaşmadan gerçekleşir. Çünkü bu operasyon onun fıtratı ile, onun cimriliği ile, onun mal tutkunluğu ile uyumlu bir nitelik taşır. İşte insan nefsine ilişkin yüce Allah'ın şeriatı ile insan yapısı yasal düzenlemeler arasındaki temel fark budur!
Surenin birinci bölümünün eksenini şu konular oluşturuyordu: Yetimlerin mallarını ve kişiliklerini, gerek aile içinde ve gerekse toplum düzeyinde güçlü güvencelere bağlayarak müslüman toplumun hayatını düzenlemek, bu toplumu cahiliye döneminin tortularından arındırmak; aile çerçevesinde miras sistemini belirlemek; gerek yetimler ile ilgili güvenceleri ve gerekse miras sistemini temel kaynağı olan yüce Allah'ın ilahlığı, O'nun tüm insanların Rabbi olduğu ve tüm insanları birtek kişiden türetmiş olmasında somutlaşan iradesi ilkesine dayandırmak; tüm insan toplumunu aile birimine oturtmak ve sosyal dayanışma ilkesine bağlamak; insanları hayatlarının bütün gelişmelerinde yüce Allah'ın sınırlarına bilgisine ve hikmetine havale etmek; insanların bütün davranışlarına, itaat ya da baş kaldırma anlamına gelen niteliklerine göre karşılık biçmek.
Surenin ikinci bölümünde de ağırlıklı olarak yine müslüman toplumun hayatını düzenleme, bu toplumu cahiliye dönemi tortularından arındırma çabası sürdürülüyor. Bu amacı gerçekleştirmek üzere şu konuların işlendiğini görüyoruz: Toplumu fuhuştan arındırmak, içine sızan kirli unsurları, yani vücudlarına fuhuş mikrobu bulaşmış erkek ve kadınları ayıklamak; bu arada bu mikroplu unsurlar içinde tevbe edip uslanarak temiz ve namuslu insanlar sıfatı ile topluma dönmek isteyenlere tevbe kapısını açık tutmak; cahiliye döneminde pençesi altında kıvrandığı aşağılamadan, horlanmışlıktan, baskıdan ve zulümden kurtararak aileyi sağlıklı ve sarsılmaz bir temele oturtmak, böylece aile esasına dayanan topluma sağlam, temiz ve iffetli bir altyapı sağlamak; son olarak da şeriat açısında yasak olan evlilikleri belirleyerek ve bu sınırlı yasaklar dışında kalan evliliklerin serbest olduğunu ilan ederek aile hayatının son derece önemli bir yönünü düzene bağlamak.
Bu açıklama ile hem surenin bu ikinci bölümü, hem de bu cüz sona eriyor.
Şimdi bu bölümün ilk iki ayetini okuyalım:


15- Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları, ölünceye kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız.
16- Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.
ZİNA
İslâm burada toplumu arındırıp pis unsurlardan temizleme amacı güden yoluna devam ediyor. Bunun için ilk önce zina suçu işledikleri kesinlikle ispatlanan fahişe kadınları izole edip toplumdan uzaklaştırıyor. İkinci adım olarak da aralarında Hz. Lût kavminin yaptığı türden sapık cinsel ilişkiye girişen homoseksüel erkeklerin eziyetli bir cezaya çarptırılmalarını karara bağlıyor. Yalnız bu eziyetli cezanın türü ve sınırı belirlenmiyor. Daha sonra zina suçu işleyen erkek ve kadınları aynı cezada birleştiriyor. "Zina haddi" diye bilinen bu ceza, Nur suresinde belirlenen biçimi ile sopalama ve Peygamberimizin hadisinde son şekline kavuşan niteliği ile taşa tutarak öldürme (recm) cezasıdır. Bu cezaların her ikisinde de güdülen amaç toplumu pislenmekten, mikrop kapmaktan korumak; onun temiz, iffetli ve şerefli niteliğini güvenceye bağlamaktır.
İslâm şeriatı her durumda ve bütün cezalarda gerekli güvenceleri sağlıyor. Öyle ki, söz konusu güvenceler sayesinde insanların hayatını son derece ciddi bir şekilde etkileyen önemli cezalarda haksızlık yapılması, hataya düşülmesi, zayıf ve şüpheli kanıtlara dayanılarak karar verilmesi ihtimali kesinlikle ortadan kaldırılmış oluyor.
Şimdi ilk ayeti ele alalım:
"Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde içinizden dört erkeğin şahitliğine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhde şahitlik ederse o kadınları ölünceye kadar Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız."
Bu ayet, son derece büyük bir özen ve ihtiyat içeriyor. Sebebine gelince burada kendilerine zina cezası uygulanacak olan kadınlar `kadınlarınızın' ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani bu kadınların "müslüman" olmaları gerekir. Bunun yanısıra zina suçunun işlendiğini kanıtlamak üzere şahitliklerine başvurulacak olan erkekler de "içinizden olan dört erkek" ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani şahitlerin de "müslüman" olmaları gerekir. Bu ayete göre zina suçu kanıtlandığı takdirde kimlerin zina cezasına çarptırılabilecekleri ve bu suçun işlendiğini kanıtlamak üzere kimlerin şahitliğine başvurulabileceği kesinlikle belirlenmiş oluyor.
İslâm, zina işleyen müslüman kadınların bu suçunu kanıtlamak üzere müslüman olmayan erkeklerin şahitliğine başvurmaz. Bunun yerine dört müslüman erkeğin şahitlik etmesini şart koşar. Bu dört şahidin "sizden" olmaları gerekir. Yani bu müslüman toplumun öz üyeleri olacaklardır. Bu toplumda yaşayacaklar, İslâm şeriatına boyun eğmiş olacaklar, İslâm'ın yönetim mekanizmasına itaat edecekler, İslâm toplumunun meseleleri ile yakından ilgili olacaklar, bu şeriatte nelerin ve kimlerin yeri olduğunu yakından bilecekler.
Bu konuda müslüman olmayanların şahitlikleri geçerli değildir. Çünkü müslümanların ırzı, İslam'ın güvenlik ve takva titizliği konularında onlara güvenilemez. Üstelik bu toplumun temiz ve iffetli olması, orada adaletin geçerli olması hususunda onların ne yararları ve ne de gayretleri söz konusudur. Şahitlikle ilgili güvenceler, zina hükmü değiştikten ve bu konuda sopalama ile taşa tutarak öldürme cezaları yürürlüğe girdikten sonra da hiçbir değişikliğe uğramaksızın geçerliliklerini korumuşlardır. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları evlerinden dışarı salmayız."
Yani bu kadınlar toplumun içine girmesinler, onu kirletmesinler, evlilik yapmasınlar, diğer toplumsal faaliyetlere katılmasınlar.
"Ölünceye kadar..."
Hayatlarının sonuna kadar evlerindeki tutukluluk halleri devam etsin.
"Ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar..." Yani ya Allah onların durumlarını, konumlarını değiştirinceye, ya suçlarına başka bir ceza biçinceye ya da haklarında dileyeceği herhangi bir başka uygulama buyuruncaya kadar. Bu ifade zina suçu ile ilgili bu hükmün nihaî ve sürekli olmadığını, belirli bir döneme ve toplumun belirli şartlarına ilişkin, geçici bir hüküm olduğunu, ilerde kesin ve kalıcı bir hükümle yer değiştireceğini ima eder niteliktedir. Nitekim daha sonra bu ihtimal gerçekleşti ve Nur suresindeki bir ayet ile Peygamberimizin bir hadisine bağlı olarak bu hüküm değişti. Fakat -az önce belirttiğimiz gibi- tahkikat aşamasına ilişkin güçlü güvenceler aynen geçerli kaldı.
İmam .Ahmed b. Hanbelî'nin Muhammed b. Cafer, Said, Katade, Hasan ve Hıtan b. Abdullah Rakkaşı yolu ile bildirdiğine göre bu konu ile ilgili olarak sahabilerden Ubade b. Samit şöyle diyor; Peygamberimize vahiy geldiğinde O, bu olaydan etkilenir, tedirgin olur ve çehresinin rengi değişirdi. Birgün yüce Allah tarafından 'kendisine yeni bir vahiy gelmişti. Cebrail yanından ayrılarak göğe uçtuktan sonra Resulullah bize dönerek şöyle buyurdu:
"Dinleyin beni. Allah zina işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi. Evli erkeğin evli kadın ile ve bekar erkeğin bekar kadınla işleyeceği zinalar hakkında. Evlilerin cezası yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek; bekarların cezası ise yüz değneklik dayak ile bir yıllık sürgündür."
Aynı hadisin Müslim ve Eshabussunen tarafından kaydedilen ve Katade, Hasan, Hıtan ve Ubade b. Samit yolu ile Peygamberimize dayandırılan rivayetinde hadisin sözleri şöyledir:
"Dinleyin beni. Allah zina suçu işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi. Bekâr erkek ile bekâr kadın arasında işlenen zina suçunun cezası yüz değneklik dayak ile bir yıl sürgündür. Evli erkek ile evli kadın arasında işlenen zinanın cezası ise yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek(recm)dir."
Öte yandan bu konuda elimize Peygamberimizin fiili uygulamasını gösteren belge de vardır. Müslim'in kaydettiğine göre Peygamberimiz, Maiz ve Gamidiye kabilelerine mensup iki zina suçlusu kadını "taşa tutarak öldürme cezasına çarptırmış, ayrıca onlara yüz sopa vurdurmuştur". Ayrıca zina suçlusu bir yahudi çift hakkında verdiği hükümde de bu çiftin taşa tutularak öldürülmelerini kararlaştırmış, bunun dışında kendilerine yüz sopalık dayak cezası vermemiştir.
Peygamberimizin bu fiili uygulamaları, bu cezaların bu konudaki en son hüküm olduğunu gösterir.
Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
"Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Tefsir bilginleri arasında en çok taraftar bulan yoruma göre bu ayetteki "zina suçu işleyen çift" deyiminden maksat birbirleri ile sapık cinsel ilişki kuran iki eşcinsel (homoseksüel) erkektir. Bu, sahabilerden Mücahid'in görüşüdür. Öte yandan İbn-i Abbas Said b. Cubeyr ve daha bazı tefsir bilginleri ayetin "Onlara eziyetli ceza veriniz" cümlesini "Onlara hakaret ediniz, onları kınayınız ve kendilerini nalınlarınız (takunyalarınız) ile dövünüz" şeklinde açıklamışlardır. Devam ediyoruz:
"Eğer tevbe eder uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız."
İlerde anlatacağımız üzere tevbe; kişilik, yapı, istikamet, izlenen yol, tutum ve davranış alanlarında köklü bir değişimin göstergesidir. Bundan dolayı ceza uygulamasını durduruyor. Bu anormal sapıklar tevbe edip iğrenç suçlarından vazgeçtiklerini belirtince müslüman toplumun eli de yakalarını bırakıveriyor. Tabii ki, bu "yaka bırakma" emri sadece bu konu ile sınırlıdır, yani bu sapıklara uygulanan eziyet verici cezaya son verilecektir.
Şimdi de şu tatlı esprili ve derin anlamlı sonuç cümlesini okuyalım:
"Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Söz konusu cezayı koyan O olduğu gibi tevbe ve uslanma durumunda bu ceza uygulamasını durdurmayı emreden de O'dur. İşlemin ne ilk aşamasında ve ne de son aşamasında insanların hiçbir inisiyatifi yoktur. İnsanlar sadece yüce Allah'ın yasasını, direktifini uyguluyorlar, o kadar. O "Tevvab" ve "Rahim"dir. Yani tevbeleri kabul eder ve tevbe edenlere karşı merhametli davranır.
Bu imalı (dolaylı anlatımlı) cümlenin bir başka nazik mesajı da kalpleri yüce Allah'ın ahlâkın gereklerine göre düzenlemeye özendirmektir. Madem ki "yüce Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir" buna göre O'nun kulları vaktiyle işlenmiş, fakat sonradan tevbeye ve uslanmaya bağlanmış suçlar, günahlar karşısında birbirlerine karşı hoşgörülü ve merhametli olmalıdır. Bu tutum suçu hoş görme ve fuhuş günahı işleyenlere acıma anlamına gelmez. Böyle bir durumda hoşgörü ve merhamet söz konusu değildir. Hoşgörü ve merhamet tevbe eden, uslanan, suçundan arınan mahkûmlara karşı gösterilecektir. Bunlar yeniden topluma kabul edilecek, kendilerine geçmişleri hatırlatılmayacak; tevbe ederek bir yana bıraktıkları, arındıkları ve arkasından iyi hal gösterdikleri eski günahları yüzünden kınanmayacaklardır. Tersine bu durumda eski suçlarını unutarak yeniden temiz, pak ve onurlu bir hayata girme hususunda yardımcı olmak gerekir. Bunun tersine eğer toplum bu adamların suçunu ikide bir yüzlerine vuracak olursa bundan dolayı içlerinde eziklik duygusu, suçluluk kompleksi oluşur. Bu da onların tevbelerini bozarak tekrar ve inatla eski suçlarını işlemeye yönelmelerine, böylece hem dünyalarını hem de ahiretlerini mahvetmelerine, aynı zamanda yeryüzünde fesad çıkarmalarına, çevrelerini kirletmelerine ve toplumdan öç almaya kalkışmalarına yol açabilir.
Eşcinsellere ilişkin bu hüküm de sonradan değişikliğe uğramıştır. Nitekim Eshabussunen adlı hadis kâynağının Abdullah b. Abbas'a dayandırarak kaydettiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Lût kavminin pis işini yapanları görürseniz düzeni de düzdüreni de öldürünüz."
Bu hükümler İslâm sisteminin müslüman toplumu fuhuştan ve sapık cinsel ilişkiden arındırma konusuna ne kadar büyük bir önem verdiğini açıkça kanıtlar. Bu yoğun ilgi, oldukça erken bir tarihten itibaren kendini gösterir. İslâmiyet bu alandaki duyarlılığını göstermek için Medine'de devlet kuracağı, yüce Allah'ın şeriatına dayalı bir otoriteye sahip olacağı ve bu şeriatı yürürlüğe koyacağı günü beklememiştir. Çünkü zina yasağı her ikisi de Mekke döneminde inen "İsa" ve "Müminun" surelerinin aşağıdaki ayetlerinde gündeme gelmiş ve daha sonra aynı yasak "Mearic" suresinde tekrar vurgulanmıştır:
"Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü iğrenç bir suç ve son derece kötü bir yoldur. (İsra suresi; 32)
"Müminler kesinlikle kurtuluşa ermişlerdir.. Onlar eşleri ve cariyeleri dışında kalan herkese karşı mahrem yerlerini korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları söz konusu değildir." (Müminun suresi; 6)'
Fakat İslâm'ın Mekke'de devleti yoktu, yürütme gücü yoktu. Bundan dolayı daha ilk günlerinde yasakladığı bu suça herhangi bir ceza biçmemişti. Ama Medine'de devletini kurup yürütme gücüne sahip olunca iş değişti. Artık bu suça, bu suçùn toplumu kirletmesine karşı vermiş olduğu mücadelede sadece yasaklamaları ve direktifleri yeterli görmedi. Sebebine gelince İslâm gerçekçi bir dindir. Sadece yasaklamaların ve direktiflerin yeterli olmayacağını da iyi bilir. Ayrıca dinin, insanların pratik hayatlarının dayandığı bir sistem, bir pratik düzen olduğu; sadece vicdanlarda yaşayan gizli duygulardan ibaret, otoritesiz, yasasız, yordamsız ve anayasasız bir kurum olmadığı gerçeğinin de farkında ve bilincindedir.
Mekke'de İslâm inancı bazı kalplere yerleşir-yerleşmez hemen bu kalplere egemen olan cahiliye kültürü ile mücadeleye girişerek onları temizleyip arındırma faaliyetine koyuldu. Fakat aynı İslâm Medine'de devletine kavuşarak şeriata dayalı bir otoriteye sahip olunca, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde belirli şekilde gerçekleştirme fırsatını elde edince toplumu fuhuştan koruma amacını gerçekleştirme hususunda -direktif ve öğüt vermenin yanısıra- yürütme otoritesini, caydırma ve cezalandırma biçiminde kullanmaya başladı. Çünkü, az önce söylediğimiz gibi, İslâm sadece vicdanlarda barındırılan saklı inançlardan ibaret değildir, bu inanç sisteminin yanısıra aynı zamanda inançlarını pratik hayatta yürürlüğe koyan bir devlet otoritesidir. Başka bir deyimle O, tek ayak üzerinde duran topal bir sistem değildir.
Aslında bazı zihinlerde kökleşen saplantılı yanılgının tersine, yüce Allah katından gelen bütün dinler böyledir. Sözünü ettiğimiz saplantılı zihinlerin, bazı semavi dinlerin şeriatsız, sosyal düzensiz ve otoritesiz olarak geldikleri yolundaki iddiaları asılsızdır. Asla böyle birşey yoktur. Din, hayat sistemidir, uygulamaya dönük bir pratik düzendir. Dinde insanlar sadece yüce Allah'a inanıp bağlanırlar, yönlendirici ilkelerini sırf yüce Allah'tan alırlar. İnançla ilgili düşüncelerini yüce Allah'tan aldıkları gibi gündelik hayatlarını düzenleyen yasal hükümlerini de yine O'ndan alırlar. Bu yasal ilkelere dayanan devlet otoritesi yürütme gücünü kullanarak bu yasal hükümleri insanların hayatında yürürlüğe koyar, bu hükümleri çiğneyenleri koğuşturarak cezaya çarptırır, toplumu cahiliye kültürünün pisliklerinden korur. Böylece insanların sırf yüce Allah'a inanıp bağlanmalarını, yüce Allah'ın dininin bütünüyle egemen olmasını sağlar. Yani dinin egemen olduğu ortamda şu ya da bu görüntü altında Allah'ın dışında başka ilahlar bulunmaz. Bu sistemde insanlar için kanun koyan, insanlar için değer yargıları ve kriterler üreten, hukuk sistemleri ve kurumlar ortaya süren başka ilahlara yer yoktur. Bütün bu fonksiyonları yerine getiren merci tek başına yüce Allah'tır. Buna göre eğer herhangi bir kul bu alanlarda herhangi bir yetkinin sahibi olduğunu iddia ederse aslında insanların önünde ilahlık iddiasında bulunmuş olur. Oysa yüce Allah'tan gelen hiçbir dinin herhangi bir insanın ilah olmasına, bu yolda bir iddia ile ortaya çıkmasına ve bu anlama gelecek bir girişimde bulunmasına hoşgörü ile bakması beklenemez. Bundan dolayı yüce Allah katından gelen hiçbir dinin sırf vicdani inançlar getirmesi, pratik şeriattan ve bu şeriatı yürürlüğe koyacak devlet otoritesinden gönüllü olarak uzak kalmayı kabul etmesi söz konusu değildir.
İşte İslâm bu ilke uyarınca Medine'de gerçek varlığını ortaya koymaya koyuldu; yasama, yürütme, kavuşturma ve cezalandırma yolu ile toplumu pisliklerden arındırmaya girişti. Bu girişimini bu surenin bazı seçilmiş ayetlerinde örneklerini gördüğümüz hükümleri yolu ile pratiğe yansıttı. Gerçi bu hükümlerin bir bölümü daha sonra değişikliğe uğradı ve yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu değişiklikler süreklilik kazandı.
İslâm'ın, toplumu fuhuştan arındırmak ve her yolu kullanarak ona karşı ısrarlı bir mücadele yürütmek hususundaki elle tutulur gayreti süpriz olarak karşılanacak, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü dünyanın her tarafını etkisi altına alan günümüz cahiliye uygarlığında da açıkça gördüğümüz gibi, her dönemdeki cahiliye uygarlıklarının en başta gelen özelliği hiçbir ahlakî ve kanuni sınır tanımayan bir cinsel anarşi, bir hayvanî başıboşluktur. Cahiliye toplumları bu kural tanımaz, anarşik cinsel ilişkileri "kişisel özgürlüğün" vazgeçilmez göstergelerinden biri olarak kabul ederler ve bu sapık ilişkilere karşı çıkanları hemen onları önlemeye gayret edenleri bağnazlık ve dar kafalılık damgası ile damgalarlar.
Cahiliye toplumlarının mensupları bütün "insani" özgürlükleri konusunda hoşgörü gösterirler, fakat bu "hayvani" özgürlükleri konusunda hiçbir musamahaya, hiçbir uzlaşmaya yanaşmazlar. Bütün insani özgürlüklerinden vazgeçebilirler, onların tümünü gözden çıkarabilirler, fakat bu hayvani özgürlüklerini düzene bağlamak, iğrençliklerden arındırmak isteyenlere karşı birer yırtıcı kaplan kesilirler.
Cahiliye toplumların bütün kurumlarını elbirliği ile ahlaki engelleri yıkmaya uğraşırlar, insan vicdanındaki fıtrî kuralları yozlaştırmaya çalışırlar, hayvanî ihtirasları şirin gösterme ve bu ihtiraslara masum yaftalar yakıştırma yarışındadırlar, değişik yollardan cinsiyet içgüdüsünün ateşini patlatmaya ve bu içgüdüyü kuralsız pratik boşalmaya itmeye uğraşırlar, aile ve toplum denetimini zayıflatmak için ellerinden ne gelirse yaparlar, çıplak ihtiraslar karşısında tiksinti duyan sağlıklı fıtrî duyguları her fırsatta aşağılarlar, buna karşılık bu iğrenç ihtirasları; içgüdüsel, bedenî ve doyumsal çıplaklığı yüceltme, alkışlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar.
Bütün bunlar İslâm'ın gerek insanların duygularını ve gerekse toplumları pençesinden kurtarmak üzere geldiği gerici cahiliye zihniyetinin başta gelen karakteristik özellikleridir. Bunlar tıpatıp her cahiliye uygarlığının, her cahiliye toplumunun ortak özellikleridir Arap cahiliye toplumunda yetişen ünlü İmrulkays'ın şiirlerini inceleyenler bu şiirlerin benzerlerini eski Yunan'ın ve eski Roma'nın cahiliye şiirlerinde de bulabilirler. Bunun yanısıra bu cahiliye şiirlerinin içerdiği motiflerin benzerlerini çağdaş Arap cahiliye edebiyat sanatında, aynı zamanda bütün çağdaş cahiliye sanat ve edebiyatlarında da görebilirsiniz. Tıpkı bunun gibi eski ve yeni bütün cahiliye toplumlarındaki gelenekleri, kadının muptezelleşmesini, şehvet çılgınlığını ve başıboş kadın-erkek karmalığını gözden geçirirseniz, bu toplumlar arasında şaşırtıcı bir benzerlik, sıkı bir ilişki olduğunu, bütün bu hayasızlıkların ortak bir zihniyetten kaynaklandığını ve birbirlerine yakın sloganlar kullandıklarını görürsünüz.
Oysa bu tür bir hayvani başıboşluk tarihin her döneminde egemenliği altına aldığı uygarlığı ve milleti yıkıma sürüklemiştir. Eski Yunan uygarlığının, eski Roma uygarlığının ve eski İran-Fars uygarlığının başına gelen akıbet budur. Günümüzün Avrupa ve Amerika uygarlığı da böyle bir çöküşün eşiğindedir. Bu uygarlıklar endüstri ve teknoloji alanlarındaki bütün baş döndürücü gelişmişliklerine rağmen hızlı bir gerileme yolundadırlar. Bu durum o toplumların aklı başında insanlarını paniğe kaptırmıştır. Fakat kendi sözlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu kimselerde bu yıkıma sürükleyici akıntının önünde duracak güç yoktur.
Bu hayvanî başıboşluğun evrensel akıbeti bu olduğu halde her dönemin ve her yörenin cahiliye tutkunları bu uçuruma doğru doludizgin koşarlar. Kimi zaman bütün "insanî" özgürlüklerini kaybetmeye göz yumdukları halde bu "hayvani" özgürlüklerinin yolu üzerinde herhangi bir engelin dikilmesini kesinlikle kabul etmezler. Başka bir deyimle köleler misali kula kul olmaya razıdırlar, tek bu "hayvanî" başıboşluk hakkı ellerinden alınmasın!
Alıntı ile Cevapla