Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 18:24   Mesaj No:10

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri

İbn-i Ebu Hatem, Muhammed b. Ammar, Abdurrahman b. Abdullah Deştukî, Ebu Cafer ve Ata b. Saib yolu ile Ebu Abdurrahman Es-Selemî'ye dayandırarak bildirdiğine göre Hz. Ali şöyle diyor; "Bir defasında Abdurrahman b. Avf yemek hazırladı ve bizi evine çağırdı. Bu arada bize içki de verdi. İçince sarhoş olduk. Namaz vakti gelince bir arkadaşımızı imamlığa geçirdiler. Arkadaşınız ne dediğini bilmediği için Kâfirûn suresini `Kul ya eyyuhel kâfirun maa'budu ma ta'budûn ve nahnu na'budu mata'budûn' (Manası şudur; De ki, Ey kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam. Biz ise sizin taptıklarınıza taparız.) biçiminde okudu. Bunun üzerine `Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız' ayeti indi.
Cahiliye toplumunda içki tutkunluğunun ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu kanıtlamak için daha çok rivayete, daha çok örneğe yer vermemize gerek yok. Sözün kısası içki ve kumar bu toplumun geleneklerinde bariz ve içiçe girmiş iki hastalık idi.
Peki, ilâhi sistem bu yaygın geleneğe karşı çıkmak için ne yaptı? Hiçbir ciddî, sağlıklı, bilinçli ve dengeli toplumun bünyesinde yer vermeyeceği bu hastalığa karşı İslâm ne yaptı? Bu sistem bir yandan birçok sosyal gelenekle içiçe girmiş, bir yandan da birçok ekonomik çıkara malzeme olmuş bu köklü alışkanlıkla nasıl mücadeleye girişmiştir?
İlahî sistem bütün bu problemleri aşama aşama inen birkaç ayet aracılığı ile ve yumuşak ve soğukkanlı bir yaklaşımla çözüme kavuşturdu. Bu mücadeleyi savaşsız, kurbansız olarak ve hiç bir kimsenin kamı akıtmaksızın kazandı. Akan sadece şarap fıçı ve tulumları ile sarhoşların ağızlarındaki son içki yudumları oldu. Çünkü az sonra anlatılacağı gibi adamlar içki yasağını ilân eden ayeti işitince ağızlarındaki içki yudumlarını yutmamışlar ve dışa tükürmüşlerdi.
İslâm'ın ne devlete ve ne de otoriteye sahip olmadığı sadece Kur'an'ın otoritesine sahip olduğu Mekke döneminde bu sistemin içki ile ilgili görüşünü çıtlatan bir ayet indi. İslâm'ın bu konuda ne düşündüğü bu ayetin kelimeleri arasında çıkan bir işaretle sezilebiliyordu.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden içki ve temiz besin elde edersiniz..." (Nahl Suresi, 67)
Bu ayette o zamanki Arapların hurma meyvalarından ve üzümden elde ettikleri sarhoşluk verici içki, temiz besinlerin karşısına konuyor, böylece içki ile temiz besinin ayrı nitelikte şeyler olduğu îma ediliyor. Bu ima körpe müslümanın vicdanına hafifçe dokunan bir fiskeden ibaretti.
Oysa içki alışkanlığı -daha doğrusu içki geleneği- kişisel alışkanlık boyutlarını aşan bir derinliğe sahipti. O ekonomik kökleri olan bir sosyal gelenekti. Bu yüzden böylesine okşayıcı ve dolaylı bir fiskeden etkilenmeyecek derecede köklü idi.
İslâm'ın devlete ve otoriteye sahip olduğu Medine'de de içkiyi devlet gücü ile, kılıç zoru ile yasaklama yoluna başvurulmadı. İlk önce Kur'an otoritesi ' devreye kondu.
Böylece ilâhi sistem. kollarını sıvayarak işe koyuldu. Çalışma yöntemi yumuşaklığa, zorlamasızlığa, insan psikolojisine ve toplumsal şartlara ilişkin engin bilgiye dayanıyordu.
İlk önce müslümanların sorduğu sorulara cevap niteliği taşıyan bir ayetle işe girişildi. Bu sorular içkiye ve kumara karşı müslümanların vicdanlarının uyanmak üzere olduğunu simgeleyen ilk şafak ışıklarının müjdecisi idi. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Bu ilk sesleniş idi. Bu ses müslümana akla yakın ve sıcak geldi, ayrıca İslâm hukukunun mantığı ile de bağdaşıyordu. çünkü her hangi bir şeyin helâl, haram ya da mekruh olmasının dayanağı ve gerekçesi o şeyde günahın mı, yoksa yararlılığın mı baskın olduğu sorusunun cevabı idi. Madem ki, içkinin ve kumarın günahı, faydasından daha büyüktü, mesele yok, burası yol ayrımı noktası oldu.
Fakat mesele bundan daha derindi. Nitekim bu yüzden Hz. Ömer -Evet, Hz. Ömer!- "Allah'ım, bize içki konusunda kesin, doyurucu bir açıklama yap" demişti. Sırf bu olay bile bu geleneğin Arap toplumu içinde ne kadar derin köklere sahip olduğunu göstermeye yeterli idi.
Arkasından da az önce anlattığımız,olaylar meydana geldi ve bu olaylar üzerine "Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayınız." ayeti indi.
Böylece ileri görüşlü ve yumuşak yüzlü metod fonksiyonunu yürütmeye başladı.
Bu ayetle atılan adım, günahı faydasından daha büyük olduğunu gerekçe göstererek insanları içkiden nefret ettirmek ile şeytan işi bir iğrençlik olduğu gerekçesine dayanarak onu kesinlikle yasaklamak arasında bir orta aşama oluşturuyordu. Bu orta aşamanın fonksiyonunu "içki alışkanlığını kırmak" ya da "alkolikliğin beline darbe vurmak" idi.
Sebebine gelince bu aşamada namaz vakitlerine yakın saatlerde içki içmek yasaklanıyordu. Öte yandan namaz vakitleri gündüzün değişik saatlerine dağılmıştı. Namaz vakitleri arasındaki zaman aralıkları içki tutkunlarını tahmin edecek derecede içki içip de sonra "ne dediklerini fark edecek" oranda ayılmalarına yetecek genişlikte değildi. Üstelik alkoliklerin gelenekleştirdikleri belirli vakitli içki seansları vardı. Meselâ "sebuh" sabahleyin içilen içki ve "gabûk" akşamleyin içilen içki demekti. Oysa şimdi bu seanslar ya bir namaz vakti ile çakışıyor, ya da biraz sonrasında namaz vakti giriyordu. Bu durumda müslümanın vicdanı namazı kılmak ile. içki içme hazzını yaşamak arasında kalıyordu. Üstelik bu vicdan, namazı hayatının temel direği olarak algılama bilincine ermişti.
Bununla birlikte Hz. Ömer -evet, Hz. Ömer gibi seçkin bir müslüman!"Allah'ım, bize içki konusunda kesin ve doyurucu bir açıklama yap" demişti.
Sonra zaman geçti, olaylar birbirini izledi ve kesin darbeyi indirmek için sistemin öngördüğü uygun zaman geldi. Bunun üzerine Maide suresinde yer alan yukarda okuduğumuz şu iki ayet indi. Bu ayetleri tekrar okuyalım:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan-işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Suresi, 90-91)
Müslümanlar bu emri işitir-işitmez gerçekten içkiyi bırakıverdiler; her tarafta şarap fıçıları ve şarap testileri kırılarak içlerindeki içkiler sokaklara döküldü. Hatta bu emri içki içerken işiten ve henüz ağzına aldığı içki yudumunu yutmamış olan müslümanlar da ağızlarında bulunan bu içki yudumlarını dışarıya tükürdüler. Kur'an-ı Kerim davayı kazanmıştı, ilâhi sistem başarıya ulaşmış ve güç kullanmak gereğini duymaksızın otoritesini kabul ettirmişti!
Fakat bu nasıl olmuştu? Tarihte başka hiç bir örneğine rastlanmayan, bütün zamanların ve bütün ülkelerin yasal düzenlemelerinde, hukukî deneyimlerinde ve devlet yönetimi uygulamalarında başka bir eşi bulunmayan bu mucize nasıl gerçekleşmişti?
Bu mucize gerçekleşti. Çünkü ilahi sistem, insan psikolojisine kendine özgü yöntemi ile yaklaştı. Bu psikolojiye Allah otoritesi, Allah korkusu ve Allah gözetimi, bir an bile Allah'ın denetimi dışında,kalamayacağı gerçeği ile karşı karşıya bıraktı. Onu birbirinden kopuk istek ve arzuları ile değil, bir bütün olarak ele aldı. Kısacası insan fıtratını, bu fıtratın yaratıcısı olan yüce Allah'ın reçetesi uyarınca tedavi etmeye koyuldu.
İnsan ruhunu öyle büyük idealler ile doldurdu ki, orada içki neşesi ile sarhoşluk hayalleri ve sarhoşluğun beraberinde getirdiği kof övünme ve böbürlenmeler ile doldurulacak bir boşluk bırakmadı.
Bu din, insan ruhunun boşluklarını büyük idealler ile doldurdu. Bu ideallerden biri tümü ile insanlığı, şu şaşkın insanlığı cahiliyenin kupkuru çölünden, bu çölün kavurucu sıcaklığından, çarpıcı karanlığından, onur kırıcı tutsaklığından ve boğucu dar görüşlülüğünden çıkarıp İslâm'ın büyüleyici bahçesine, bu bahçenin ılık meltemine, parlak aydınlığına, onurlu özgürlüğüne ve dünya ile Ahireti kapsayan ufuk genişliğine kavuşturmaktır.
Yine bu sistem, insan ruhunun boşluğunu -en önemli ideali olan- iman ideali ile; o ılık meltemli, gönül okşayıcı, iç doyurucu ve çekici duygunun coşkusu ile doyurdu. Böylece insan ruhunun; içkinin yalancı neşesine, bu neşenin asılsız, hayalleri içinde yüzmeye, kandırıcı rüyaları içinde sayıklamaya artık ihtiyacı kalmadı. Çünkü o, imanın parlak kanatları ile yüce ruhlar aleminin aydınlığına doğru uçuyordu artık. Yüce Allah'ın yakınında, nûrunun ve yüceliğinin gölgesi altında yaşıyordu. Bu eşsiz yakınlığın tadına vardığı için içkinin tadından ve neşesinden iğreniyor, onun sarhoşluğunu ve coşturuculuğunu reddediyor, pisliğinden ve işin sonundaki burukluğundan tiksiniyordu.
Bu ilâhi sistem, fıtratı cahiliye hayatının tortularından arındırdı, onun kapısını başka bir anahtar ile açılamayacak olan kapısını -kendi şifreli anahtarı ile açıp içine girdi; köşe-bucaklarında, giriş yollarında, dehlizlerinde ve kuytuluklarında gezindi. Buralara aydınlık, canlılık, arınmışlık, temizlik, uyanıklık, idealizm, iyiliğe ve büyük işlere koşma gayreti ile yeryüzü halifeliği şevki aşıladı. Bu işi her şeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın fıtratın mayasına koyduğu kurallar uyarınca, bunun yanısıra yüce Allah'ın buyruğu, şartları, kılavuzluğu ve ışığı uyarınca yaptı.
Şimdi, içki tutkunluğu, kumar tutkunluğu, bunların yanısıra diğer birçok alışkanlıkların tutkunluğu, sözde sportif oyunlar tutkunluğu, bu oyunlara seyirci olma tutkunluğu, hız-yarış tutkunluğu, sinema tutkunluğu, "moda" ve "çıplaklık" çılgınlığı, boğa güreşleri tutkusu; günümüz cahiliye uygarlığının, endüstri çağı cahiliyesinin, bilinçsiz insan sürülerini kendinden geçiren bir sürü hobilerini ve gülünç ihtiraslarını düşününüz.
Bütün bunlar günümüz insanının pençesinde kıvrandığı ruh boşluğunun göstergeleridir. Bu ruhlar en başta imandan yana, ikinci derecede de insan enerjisini yararlı biçimde kanalize edecek büyük ideallerden ve yüce ülkülerden yana boşturlar. Bu durum, bu uygarlığın insan enerjilerini normal yollardan tatmin edemediğinin, bu konuda iflasa uğradığının somut ve açık ifadesinden başka bir anlama gelmez. İşte insanları içkiye ve kumara sürükleyen, onları az önce saydığımız deliliklerin ve çılgınlıkların pençesine düşüren temel faktör; bu ruh boşluğu ve bu fıtri enerjileri doyuma kavuşturma alanındaki uygarlık iflâsıdır. Ayrıca zamanımızın insanlarını bildiğimiz, somut "deliliğin" çeşitli psikolojik ve sinirsel hastalıkların ve anormalliklerin kucağına atan sebep de yine bu boşluk ve bu iflâstır.
İslâm sisteminde bu eşsiz içkiyi bıraktırma mucizesini gerçekleştiren faktör, ilgili ayetlerin kelimeleri değildir. Bu mucizeyi gerçekleştiren faktör; bu kelimelerin belirdiği, ilkeleştirdiği sistemdir. "İnsan işi" olan değil, "insanların Rabbinin işi" olan sistem. İşte, bu sistem ile insanların benimsedikleri ve fazla işe yaramadığı tecrübelerle kanıtlanmış olan bütün kul sistemleri arasındaki köklü fark bu noktada yatar.
Mesele sadece söz söylemek değildir. Sözler çoktur. Herhangi bir filozof, herhangi bir şair, herhangi bir düşünür, herhangi bir devlet adamı sistem, akım ve felsefe ekolü görünümü veren parlak ve tutarlı bir takım yazılar yazabilir veya sözler söyleyebilir. Fakat insanların vicdanları bu sözleri veya yazıları otoriteden yoksun sesler ya da yazılar olarak algılayacaklardır. Çünkü bu yazılar ve sözlere ilişkin olarak "yüce Allah hiçbir güç, hiçbir destek indirmiş değildir." (Yusuf Suresi, 40) Çünkü kelimelere güç veren, ve otorite kazandıran faktör bunların kaynağıdır. Üstelik insan kaynaklı sistemler, bu niteliklerinin kaçınılmaz gereği olarak yapılarında birçok yetersizlikler, şahsî ihtiraslar, bilgi eksiklikleri ve noksanlıklar taşırlar.
Acaba herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemini bir yana bırakarak insanlar için hayat düzeni ortaya koymaya kalkışanlar, hikmetli ve geniş görüşlü yaratıcının koyduğu kanunları bir yana bırakarak insanlar için başka yasalar koymaya yeltenenler, toplumlara yaratıcı ve tasarlayıcı Rabbimizin ilkelerinden başka ilkeler empoze etmeye kalkışanlar acaba bu yalın, bu çıplak gerçeği ne zaman kavrayacaklar?
Evet, acaba bu adamlar bu kendini beğenmişlik kompleksinden ne zaman kurtulacaklar ve bu saçma ukalâlığa ne zaman son verecekler?
Bu ara açıklamayı burada noktalayarak yeniden ayetin incelemesine dönelim:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız."
Bu 'ayet, müslümanlara sarhoşken -ne dediklerinin farkında oluncaya kadar- namaza durmayı yasakladığı gibi cünüpken de -yolculuk durumu dışında- yıkanmadıkça namaz kılmayı yasaklıyor.
Yalnız bu ayette yer alan "Yolculuk" ve "Namaza yaklaşma" deyimlerinin ne anlama geldikleri tartışmalıdır.
Bir görüşe göre ayetin anlatmak istediği şudur: Cünüp olan kimse yıkanmadıkça camiye ne yaklaşabilir ve ne de içine girip .durabilir. Yalnız eğer yolu caminin, mescidin ïçinden geçiyorsa bu durumda camiye, mescide girip çıkmasının sakıncası yoktur. Sebebine gelince Peygamberimizin zamanında bazı sahabilerin oturdukları odaların kapıları mescide açılıyor ve evlerine gidiş-dönüş yolları mescidden geçiyordu. İşte bu ayette bu kimselere cünüpken mescidden geçiş izni verilmiş oluyordu. Yalnız yıkanmadıkça mescidde kalamayacaklar ve tabiî olarak namaz kılamayacaklardı.
Başka bir görüşe göre ise buradaki "Namaza yaklaşmak" deyimi namaza durmak, namaz kılmak anlamındadır. Böyle olunca bu ayet, yolcu olmayan bir cünübün namaz kılmasını yasaklıyor. Cünüp kimsenin yıkanmadıkça camiye ya da mescide girip namaz kılabilmesi için teyemmüm etmesi gerekir. Bu durumda teyemmüm, yıkanmanın, boy abdesti almanın yerine geçmiş olur. Tıpkı abdest almanın yerine geçtiği gibi.
Birinci görüş daha haklı ve daha mantıklı gibi görünüyor. Çünkü ikinci varsayım, yani yolculuk durumu aynı ayetin daha sonraki cümlelerinde anlatılıyor. Bu yüzden eğer ayetin başlangıcındaki bu "Yolculuğu" normal yolculuk anlamına alırsak o zaman aynı ayette bir hüküm iki defa tekrarlanmış olur ki, bunun hiçbir zorunlu gerekçesi yoktur. Şimdi de ayetin devamını okuyoruz:
"Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu ayet hem cünüp olup yıkanması, boy abdesti alması gereken yolcunun durumunu ve hem de abdestini bozup abdest alma zorunluluğu ile karşı karşıya kalan yolcunun durumunu kapsamına alır.
Ayet bu yolcunun durumu ile cünüp olan ya da abdestsiz olan hastanın durumunu, yanısıra helâdan gelen (Ayet-i Kerimede hela Gait şeklinde ifade edilmektedir. Gaitten maksat o dönemde insanların tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için kazdıkları çukura denir. Ayette kazılan çukura def-i hacette bulunmanın zikredilmesi yerine "O çukurdan gelme" ifadesi kullanılmıştır. ilahi kelama layık bir üslubtur.) yani abdest bozup abdest alması gereken kimsenin durumunu ve bunlara ek olarak "kadınlara dokunanlar"ın durumunu aynı sayıyor, bir görüyor. Yalnız ayette önemli bir incelik var. "Helâ" insanların abdest bozdukları çukur yerler demektir. Buradan abdest bozma eylemi "helâ"dan gelme biçiminde son derece nazik ve dolaylı bir dille ifade ediliyor.
"Kadınlara dokunma" deyimi hakkında da değişik görüşler, farklı yorumlar vardır. Şöyle ki:
Bir görüşe göre bu deyim "Cinsel ilişki işi"ni anlatmak isteyen dolaylı bir ifadedir. O zaman bu eylem, tabii ki, yıkanmayı, boy abdesti almayı gerektirir.
Başka bir görüşe göre bu deyim gerçekten bildiğimiz dokunma, yani erkek vücudunun herhangi bir organının, kadın vücudunun herhangi bir yerine
değmesi anlamına gelir. Bu durum bazı fıkıh mezheplerine göre abdest almayı gerektirir, bazı mezheplere göre böyle bir gereklilik doğurmaz. Bu mesele ile ilgili ayrıntılı tartışmalar fıkıh kitaplarında bulunabilir. Biz bu tartışmaları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a- Erkek ile kadının birbirine dokunmaları kesinlikle abdest tazelemeyi gerektirir.
b- Eğer dokunan ve dokunulan taraflar bu dokunma eylemi yüzünden nefislerinde bir uyanma hissetmişler ise o zaman bu dokunma eylemi abdest yenilemeyi gerektirir.
c- Eğer dokunan taraf kendi iç algısı ile bu dokunuşun nefsini uyandırdığını hissederse bu dokunuşundan dolayı abdest yenilemesi gerekir.
d- Kadına dokunmak kesinlikle abdest yenilemeyi gerektirmez. Erkeğin karısına sarılması, öpmesi de böyledir, yani abdesti bozmaz.
Ayrıntılı meselelere ilişkin bütün benzeri fıkıh tartışmalarında görüldüğü gibi bu meselenin bütün farklı görüşleri de Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) tercihlerini destekleyen sözlerine ve davranışlarına dayandırmaktadırlar.
Bizim kişisel tercihimize göre ayetteki "Ya da kadınlara dokunmuşsanız" ifadesi kinaye yolu ile yıkanmayı gerektiren eylem (cinsel ilişki) anlamına gelir. Böyle olunca bu eylemden dolayı abdest alınması gerektiğini ya da gerekmediği ileri süren bütün tartışmalı görüşleri burada zikretmeyi bizim açımızdan gereksiz buluyoruz.
Bütün bu durumlarda ister yıkanmak ve ister abdest almak gerekmiş olsun, eğer su bulunmaz ise ya da su bulunur da kullanılması zararlı olursa yahut yıkanmayı ve abdest alması gereken kimsenin su kullanacak gücü yoksa teyemmüm etmek, yıkanmanın ve abdest almanın yerine geçer. Okuduğumuz ayette teyemmümden şöyle söz ediliyor:
"...Temiz bir toprakla teyemmüm ediniz."
Yani pak, temiz bir toprağa başvurunuz. Ayette kullanılan "saîd" kelimesi toprak, taş, duvar gibi yer cinsinden olan her şey anlamına gelir. Söz konusu toprak, havada uçuşup binek hayvanının sırtına ya da yatak döşeği üzerine konan tozlardan oluşmuş olabilir. Yeter ki, bu tozlar üzerlerine inecek el darbeleri arkasından havada uçuşabilsinler.
Teyemmüm almak için ya avuç içleri ile topraklı yüzeye bir kere vurulduktan sonra avuçlar silkelenerek önce yüz ve arkasından dirseklere kadar kollar ovulur, ya da avuç içleri ile toprağa iki kez vurulur ve birinci darbeden sonra yüz, ikinci darbeden sonra da dirsekler ovulur. Bu meseleye ilişkin ayrıntılı fıkıh tartışmalarının sebeplerini, dayanaklarını burada hatırlatmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu din, kolay uygulanabilir bir sistem getiriyor ve teyemmüm hükmünün ortaya konması, bu kolaylığı açıkça ortaya koyan kanıtlardan biridir. Ayetin sonuç cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu sonuç cümlesi bize söz konusu kolaylığın, yetersizlikleri anlayışla karşılamanın kusurları hoş görmenin ve hataları bağışlamanın sıcak mesajını vermektedir.
TEYEMMÜMÜN HİKMETİ
Bu ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan önce bu kısa ayetin içerdiği bir inceliğe değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde duralım, daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah'ın kavramamızı lütfettiği bazı hikmetlerini hatırlatmaya çalışalım.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm'ın yasal düzenlemelerinin ve ibadetlerinin hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle bir sakat yola başvururlar. İnceledikleri yasal düzenlemenin ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker teker arayıp buldukları ve ortada buldukları hikmetler dışında başka hikmet kalmadığı izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar. Eğer elimizde hikmetleri sınırlayan bizzat İslâm kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur'an'ın nasslarına ve yasal hükümlerine böyle bir metodla yaklaşmamız son derece sakat bir tutumdur. Bunun yerine her zaman şöyle dememiz doğru olur: "Bu nass ya da bu hüküm hakkında bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet ya da hikmetler bu kadardır. Bu nassın ya da bu hükmün söylediğimiz dışında tarafımızdan fark edilemeyen ve algılanamayan başka sırları, başka hikmetleri olabilir". Böyle demekle ilâhi hükümler karşısında insan aklını karşıt kutuplaşmaların aşırılıklarına düşmeden, layık olduğu gerçek yerine koymuş oluruz.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur: Aralarında iyi niyetlilerin de bulunduğu bazı kimseler İslâmiyet'in nasslarını ve hükümlerini insanlara aktarırken yanlarında pratik insan deneyimlerinden veya "Modern bilim"in buluşlarından derlenen belirli hikmetlerini sunmaya meraklıdırlar. Bu iyi bir tutumdur. Fakat bir yere kadar, aşılmaması gereken bir sınıra kadar. Bu sınır az önce değindiğimiz çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ çoğu yorumlarda namazdan önce alınan abdestin hikmetinin temizlik olduğu söylene gelmiştir.
Abdestin böyle bir amacı içerdiği söylenebilir. Fakat eğer onun tek amacının bu olduğunu, bundan başka hiçbir amaç taşımadığını söylersek işte bu son derece sakat, aynı zamanda güvenilmez bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine gelince gün olmuş, bazı sivri akıllı İslâm düşmanları şöyle demeye başlamışlardır; "Böyle ilkel bir yola başvurmaya artık ihtiyacımız kalmadı. Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz yok. İnsanlar temizliği zamanımızda gündelik hayatlarının proğramlı bir parçası haline getirmişlerdir. Madem ki, abdestin hikmeti temizlenmektir, buna göre artık namazdan önce abdest almanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık namaz kılmanın bile bir gereği kalmadı!"
"Namazın hikmeti" konusunda da çoğu kere değişik yorumlarla karşılaşırız. Kimi zaman, namazın gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran jimnastik hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür. Kimilerine göre ise namazın hikmeti müslümanı disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri gözetme disiplini, ikinci olarak belirli hareketleri yapma disiplini, üçüncü olarak da düzgün saflar oluşturma ve imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın hikmeti dua ve Kur'an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği söylenebilir. Fakat "Namazın amacı sadece bu ya da sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir" diye kestirip atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik çizgisini aşmak olur.
Nitekim öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların şöyle amaçlar ileri sürdüklerini gördük; "Artık namazın içerdiği jimnastik hareketlerini yapmamıza gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı haline gelen spor faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları ile bu organik ihtiyacı fazlası ile karşılamaktadırlar."
Başka baza sapıklar da şöyle diyor; "İnsanlarda disiplin alışkanlığı meydana getirmek için artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en büyük disiplin ocağı olan askerlik eğitimi, bu ihtiyacı yeterince karşılamaktadır."
Diğer bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar gevelemeye koyulmuşlardır "Namazın şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların çerçevesine oturtmaya gerek yoktur. Çünkü Allah ile ilişki kurmak herhangi bir tenha köşedeki fısıltılı yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir. Bunun için bedenin belirli hareketler yapması gereksiz ve hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi girişimleri ve psikolojik akrobasileri frenler."
İşte eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm'ın her ibadetinin, her yasal düzenlemesinin hikmetini "belirleme"ye kalkışırsak bu ibadetlere ve yasalara ya "insan akli" ya da "Modern bilim verileri" uyarınca birtakım gerçekler yakıştırıp da arkasından "Bu ibadetlerin, bu hükümlerin hikmetleri bunlardan ibarettir" diye kestirip atarsak yüce Allah'ın nassları ve hükümleri karşısında takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı ve tutarlı tutumun uzağına düşmüş oluruz. Bunun yanısıra bu alandaki "Güvenlik çizgisi"ni de aşmış, düşmanca yorumlara kapı açmış oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe yakıştırma metodu, özellikle modern bilimin verilerine bağlandığı takdirde her zaman köklü yanılgılara düşme ihtimali ile karşı karşıyadır. Çünkü modern bilimin verileri değişmez kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli düzeltmelere ve değiştirmelere açık bir nitelik taşırlar.
Nitekim incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan bakınca abdestin ve tüm vücudu yıkamanın hikmetinin "sadece" temizlik olmadığı açıkça görülür. Çünkü bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm ibadeti, söz konusu temizlenme hikmetini gerçekleştirmiyor. Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu ile de gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz düşerek kesin konuşacak veya sözü kestirip atacak değiliz. Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle diyoruz: Belki de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal gündelik meşguliyetler ile yüce Allah'ın huzuruna çıkma girişimi arasına herhangi bir uyarıcı eylem koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir hazırlık yapmaktır. Eğer bu düşüncemiz yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz açıdan, yıkanmanın ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun ötesi insan ruhunun giriş yollarını, girintili=çıkıntılı Lâbirentlerini herkesten iyi bilen yüce Allah'ın kapsamlı ve engel tanımaz bilgisine kalmıştır. Geride kalan bir başka mesele de şudur: Biz kullar ulu, yüce ve her türlü ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında takınmak zorunda olduğumuz edebin kurallarını iyi öğrenmeliyiz.
Bu ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: Bu ilâhi sistem, her türlü özür, her türlü engel karşısında direnilerek namazın mutlaka kılınmasını özendiriyor. Bu yoldaki engelleri etkisiz hale getiriyor. Bu amaçla getirdiği bariz kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da yıkanmanın veya her ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa su bulamadığı ya da su kullanmaktan zarar görebileceği veya varolan az miktardaki suyu hayatın zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmak zorunda olduğu durumlarda ve bunların yanısıra bazı görüşlere göre su bulunsa bile yolculuk sırasında başvurabilir.
Ayrıca tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında kılınacak namazlarda da birçok kolaylıklar tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça şunu gösterir: Bu ilâhi sistem namaz kılmaya olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa olsun namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir mazeret namazı bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik hastalık durumunda da açıkça görülür. Hastaların oturarak, yatarak, sayıklarken namaz kılmaları, vücudlarını ya da bazı organlarını kımıldatamayacak derecede ağır durumda iseler göz kapaklarının hareketleri aracılığı ile namaz kılabiliyorlar.
Çünkü namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir ilişkidir. Yüce Allah, kulun bu ilişkiyi kesmesine razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu bağın kul için ne oranda gerekli olduğunu biliyor. Yoksa yüce Allah'ın ne insanlara ve ne de diğer varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun namazı O'na hiçbir şey kazandırmaz. Namazın kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları kötülüklerden uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri bağlantı sayesinde ve yükümlülüklerini yerine getirmede Allah'tan yardım görme kolaylığı, kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında bir şevk tazeliği hissederler. Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce Allah'ın himayesi altında, yakınında ve gözetiminde oldukları bilincini kazanırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu fıtrata neyin yararlı olacağını ve onu neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü yarattıklarını herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan ve herşeyin içyüzünden haberdar olandır.
Son olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince ifadelere dikkatleri çekmek istiyoruz: Ayette helâda abdest bozma eyleminden söz edilirken "İçinizden biri helâdan gelmiş ise..." deniyor, bunun yerine "şöyle şöyle yapınca" denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin yapıldığı yerden dönme ifadesiyle dolaylı biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest bozma eylemi ikinci şahıslara (muhataplara) dayandırılarak "Eğer helâdan gelmişseniz..." de denmiyor, bunun yerine eylem üçüncü şahıslara (gaiplere) dayandırılarak "İçinizden biri helâdan gelmişse." buyuruluyor. Böylece son derece nazik bir seslenme üslubu son derece ince imalı ifade tarzı kullanıyor, bu incelikli ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki konuşmaları sırasında örnek olması isteniyor.
Tıpkı bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden sözedilirken "Ya da kadınlara dokunmuşsanız..." ifadesi kullanılıyor. Bu ifade son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir. "Dokunmak" deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini ve hem de eylemin kendisini anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi kasdedilmiş olursa olsun, bu anlatım tarzı yüce Allah'ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir. İnsanlar bu tür mahrem eylemleri açık açık anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda bu tür dolaylı anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade şekli de şudur: Teyemmümün nasıl alınacağı anlatılırken topraktan "Pâk toprak" diye sözediliyor. Böylece her temiz şeyin pak ve her pis şeyin iğrenç olduğu anlatılıyor ki, bu ifade tarzı gönülleri etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey ruhların yaratıcısı ve ey bu ruhların içyüzlerinin herkesten iyi bilicisi, sen ne kadar yücesin!
BİTMEYEN SAVAŞ
Bu sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler grubu, bir bütün olarak, müslümanları savaşa çağırıyor. Kur'an-ı Kerim'in başta yahudiler olmak üzere müslüman cemaatı kuşatmış olan cahiliye toplumunun bütününe karşı, müslümanlar eli ile girişmiş olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın çatışmalarını ve alanlarını daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de görmüştük. Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar aynı kamplardır. Bu düşman kamplardan da gerek Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve gerekse bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet, az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman cemaat eli ile müslümanları kuşatan düşman kamplara karşı bir dışa dönük savaş başlatıyorlar. Fakat aslında bu ayetler savaşın başlangıç çizgisini oluşturmaz. Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi bu sûrenin şimdiye kadar incelediğimiz ayetlerinde İslâm'ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî düzenlerine ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık. Bu ilâhi sistemin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren birçok cahiliye artığının silinmesi girişimlerine tanık olduk; İslâm'ın yeni ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına ilişkin yoğun çabaları izledik.
İşte bütün bu çabalar, İslâm toplumunun genel olarak Arap yarımadasındaki ve özellikle Medine'deki düşmanlarına karşı vereceği dışa dönük savaştan uzak ve kopuk faaliyetler değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler bu savaşı karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer ön eğitim niteliği taşır. Başka bir deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir yapılanma, bu genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden yapılandırma çalışmalarıdır. Ancak bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini saran düşmanlara karşı koyabilir, onlara üstün gelebilirdi.
Bu yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz gibi, öncelikle bu toplumun iç yapılanmasına önem veriliyor. Toplumun inanç sistemi, düşünceleri, ahlâkı, duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir yapılanmaya kavuşturuluyor. Bu yeniden yapılanma süreci ile içiçe olarak müslüman topluma düşmanlarının içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda gerekli bilgiler verilerek düşmanlarının oyunları ve tuzakları konusunda uyarılıyorlar. Böylece müslümanlar kalpleri güvenle dolu, gözleri açık, iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş, önlerindeki savaşın niteliği ve kärşılarındaki düşmanın mahiyeti hususunda bilgi edinmiş olarak dışa dönük savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu sûrede de tıpatıp aynı olduğunu görüyoruz.
Bütün bu örneklerde Kur'an-ı Kerim, her cephede müslüman cemaatin yanında savaşa girer. Meselâ müslümanların vicdanlarında ve duygularında savaşa girer. Bu savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını kurar, yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene ve varlık alemine ilişkin yeni bir bakış açısı geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer yargıları oluşturur. Vicdanın orijinal fıtratını cahiliye kültürünün yozlaştırmalarından, kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece vicdanlarda ve toplumlarda halâ etkili olan cahiliye değerlerini siler, bunların yerine İslâm'ın ışıklı ve alımlı değerlerini ve kurumlarını oluşturup yerleştirir. Bunun arkasından bu toplumu iç ve dış düşmanlarına karşı; yani münafıklara, yahudilere ve puta tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur'an'ın rehberliği altında savaşa giren bu toplum inanç sisteminin, ahlâkının, sosyal ve hukukî sisteminin, kısacası iç yapısının sağlamlığı yüzünden artık düşmanları ile karşılaşmaya ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile hazırlıklı durumdadır.
İslâm toplumunun çevresini kuşatan cahiliye toplumlarına -ki bunların arasında Medine'nin kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı karşı sağladığı üstünlük, Kur'an'ın biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde gerçekleşen ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden kaynaklanıyordu; yoksa askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden ileri gelmiyordu.
Hatta hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri, ekonomik ve maddi üstünlükleri söz konusu olmamıştı. Çünkü İslâm'ın düşmanları her zaman sayıca daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda maddi imkânlar bakımından daha avantajlı durumda olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki savaşlar sırasında ve gerekse daha sonra yarımada dışında gerçekleşen büyük fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun gerçek üstünlüğü öncelikle bu ruhi, ahlâkî, sosyal yapılanmasından ve bununla bağlantılı olarak eşsiz İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî yapılanmasının ve bununla bağlantılı siyasî ve idarî yapısının cahiliye toplumları karşısında sağladığı ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını dize getirebildi. Onları ilk aşamada Arap yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise çevresinde öteden beri egemen olan iki uygar imparatorluğun, yani eski Pers-İran İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu dize getirdi. Daha sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde egemen olan birçok cahiliye toplumu İslâm'ın bu ezici üstünlüğü önünde dize gelmek zorunda kaldı. Bu sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları ve' kılıçları ile olduğu gibi Mushaf'ı ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi başarıyordu!
Eğer bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık tarihinde başka bir benzeri görülmemiş olan o olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz harikalar meydana gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski dönemlerdeki Moğol istilaları ve yakın zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam salmış askeri harekatlarda bile görülmez. Çünkü İslâm'ın zaferleri sadece askeri zaferler değildi; aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi olmuşlardı. Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan halkların inançlarını, dillerini, adetlerini ve geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici bir üstünlük görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka askeri zaferde kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu üstünlük dört dörtlük bir "insanî" ilkelerde kendini gösteren tartışmasız bir üstünlük. Bu üstünlük insan için bir "Yeniden doğuş" göstergesi idi; yeryüzünün o güne kadar tanımış olduğu insan tipi dışında yepyeni bir insan tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu akıncı hareketi, ele geçirdiği ülkelere kendi rengini verdi, alınlarına kendine özgü damgasını vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket bazı yörelerdeki binlerce yıllık egemenlik geçmişi olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden silindir gibi geçti. Mısır'daki Firavunlar uygarlığı, Irak'taki Babil ve Asur uygarlıkları, Suriye'deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları gibi. Çünkü İslâm uygarlığının bu eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri daha derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı daha geniş, insanlığın hayatındaki dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin bakış açısı daha geniş kapsamlı idi.
Bu akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki "İslâm dili"nin yerleşmesi ve üstünlüğü, şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcı olgu, henüz gerektirdiği düzeyde incelenmemiş, araştırılmamış ve değerlendirilmemiştir. Bana göre bu üstünlük inanç üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha şaşırtıcı bir gelişmedir. Çünkü dil, insan yapısının o kadar köklü ve insan toplumunun o kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda meydana gelen bu sarsıcı değişmeyi tam anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz başarı "Arap dili"ne mal edilemez. Mesele "Arap dili" meselesi değildir. Çünkü Arap dili daha önce de vardı. Fakat İslâm'dan önceki dönemde dünyanın hiçbir yöresinde böylesine bir mucizevi yayılışı gösterememişti. Bundan dolayı bu dile "İslâm dili" adını verdim. Çünkü Arap dilinde birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin eli ile meydana gelen bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, "İslâm"dan kaynaklanıyordu.
Bu mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe, aydınlığa ve serbestliğe açılan fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış dehâları, kendilerini ana dilleri aracılığı ile değil bu dil aracılığı ile ifade etmeye yönelmişlerdir. Bu dinin dili ile, İslâm'ın dili ile yani. Söz konusu dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her dalında öyle parlak ve orijinal eserler ürettiler ki, bunların hiç birinde yabancı dilde yazı yazmanın, anadil dışındaki bir dili kullanmanın kaçınılmaz kıldığı kopyacılığa ve zorlamalı ifadelere rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle "İslâm dili" pratikte bu dehaların anadili haline gelmiştir. Çünkü bu dilin taşıdığı kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün düzeyli ve o kadar insan fıtratı ile bütünleşmiş idi ki, insan vicdanları tarafından eski kültürlerinden, eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve daha köklü olarak algılanıyordu.
Bu birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının birikimi idi. Bu birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği ruhî, , aklî, ahlâkî ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu. Bu birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve fıtratla bütünleşmişliği o kadar üst düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı durulmaz bir otorite ve önüne geçilmez bir güç sağlamıştı. Tıpkı aynı kültür birikiminin ordulara, İslâm ordularına sağladığı karşı durulmaz güç gibi!
Bu eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı yayılma ve hızlı benimsenme olgusunu başka türlü açıklamamız zor olur.
Her neyse, bu uzun boylu bir meseledir. Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar. Bu tefsir kitabının akışını durdurarak yaptığımız bu kısa açıklama ile yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ İSLÂM DÜŞMANLARI
Az sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu ile Medine'de doğan İslâm cemaati ile onun karşısında pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız bir savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni dine ve gerekse bu dini kişiliğinde temsil eden müslüman cemaate yönelik tutum ve davranışları şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu izleyen ayetler gurubunda müslüman toplumun görevi, bağlı olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini, hayat tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm'ın ve müminliğin şartı açıklanıyor.
Bunu izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini, varlığını ve kurumsal yapısını savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı sinsice entrikalar çeviren münafıkların yüzündeki perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki olguya ilişkin ilâhi takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders müslüman cemaate yönelik eğitimin, bu cemaati dış düşmanları ile savaşma görevine hazırlamanın bir aşamasını oluşturur.
Onu izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında verilecek bilgilerin devamı açıklanmakta, müslümanlar yahudilere karşı takınılacak tutum konusunda anlaşmazlığa düşmekten ya da yahudilerin davranışlarını savunmaktan sakındırılmakta; arkasından müslüman toplumun çevresindeki farklı düşmanlar karşısında nasıl bir tutum takınacağı, yani uygulayacağı devletlerarası hukukun ne gibi kurallara dayandığı anlatılmaktadır.
Onun arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm toplumunda yaşayan bir yahudiye yönelik örnek ve adil davranış tarzı somut biçimde gözler önüne, serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta tapanlar ile girişilen bir hesaplaşmaya tanık oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında yaşayan putperestlerin dayandıkları temellerin çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa dönük savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme bölümü girer; aile hukuku konusunu işleyen bu ara bölüm ile bu sûrenin başlangıç bölümü arasında bağ vardır.
Arkasından sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı ve münafıkları konu edinen bu ders bu iki yüzlüleri cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin bu son derece kısa açıklamalar bize ilk İslâm toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve gerekse dışa dönük savaşların alanlarını ve değişik yönlerini, bunun yanısıra içe dönük ve dışa dönük savaşın bu toplumun hayatında nasıl bir uyum ve bütünlük gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı hep aynı savaştır; bugün de yarın da özü ve temel karakteristikleri hiç değişmeyecektir!

44- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45- Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter.
46- Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat'taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak "işittik ve karşı geldik ", "Dinle sözü dinlenmez olasıca!" ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eş sesli bir hakaret deyimi)" ilerler. Oysa eğer (böyle diyecekleri yerde) "Duyduk ve uyduk ", "İşit " ve "Bize bak " deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler.
Alıntı ile Cevapla