Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Nisan 2018, 19:12   Mesaj No:3

nurşen35

Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4415
Beğendi:3686
Takdirleri:14203
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 3:
Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 1
Atatürk İlkeleri

1931’de Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüne ve 1937’de
de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na giren Atatürk
ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik,
Devletçilik ve İnkılapçılıktır.

Cumhuriyetçilik
Batı dillerinde “kamuya ait olan”, Arapça “cumhur”
kelimesinden gelen Cumhuriyet, bir rejim biçimi olarak
halk iradesi demek olan “demokrasi” ile aynı anlama
gelmektedir. Ancak her Cumhuriyet demokratik değildir.
Cumhuriyet olgusu Milli Mücadele yıllarında ortaya
çıkmış ve 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile
Cumhuriyet yönünde en önemli adım atılmıştır.
Cumhuriyet, devlet şekli olarak egemenliğin millete ait
olmasını, hükûmet şekli olarak seçim ilkesini esas almıştır.
29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli
cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır. Böylece
Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
düşüncesinden hareketle saltanat yönetimi terk edilerek
milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu
özellik 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Türkiye
Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek
cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir.

Halkçılık
Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka
dayanmak anlamına gelen “halkçılık”, Millî Mücadele’yi
yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak
edilmesi ve birlikte kalkınma çabasıdır. 13 Eylül 1920’de
açıklanan halkçılık programında egemenliğin yalnızca
millet tarafından kullanılabileceği ilkesi ortaya konmuştur.
Bu ilkeye göre halk bir bütündür, halkın yönetimi eşitlik
ve hukuka dayanır.
Halkçılık anlayışı sadece sosyal düzenin korunması ve
halkın refahının arttırılmasına dayanmaz. Aynı zamanda,
sosyal gruplar arası işbölümü ve dayanışmayı da esas alır.
Halkçılıkta amaç özgürlükçü demokrasinin yanında sosyal
düzenin sağlanmasıdır.

Milliyetçilik
“Ulus” anlamına gelen “millet” kavramı, Avrupa’da dini
çekişmeler sonucu ortaya çıkmış ve beraberinde
“demokrasi” kavramını gündeme getirmiştir. Milliyet,
kısaca bir millete mensup olmak veya bir millete bağlı
olmak demektir. Milliyet kavramından doğan milliyetçilik
ise, bir sosyal politika prensibi veya fikir akımı olarak
millet gerçeğinden hareket eder ve millî bir amaç ile bir
ülkü etrafında toplanmayı ifade eder. Milliyetçilik
milletten millete değişiklik gösterir.
19. yüzyılda bünyesindeki gayrimüslimler arasında
yayılmaya başlayan milliyetçilik akımına, Osmanlı
Devleti “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” anlayışıyla
karşılık vermeye çalıştıysa da asıl başarı Ziya Gökalp’in
önerdiği “Türkçülük” anlayışıyla yakalanmıştır.
Atatürk’ünde önemli ölçüde etkilendiği “Türkçülük”
anlayışında; bir milletin oluşması için ırk, dil ve dinin
yeterli olmadığı, kültür, tarih ve kader birliğinin de önemli
olduğu vurgulanmıştır. Milliyetçilik, Türk İnkılabının
temel prensibi olduğu kadar, bireyleri Türk milletine
bağlayan manevî bir köprü, milleti huzur ve refaha
yönelten en güçlü bağ olmuştur. Nitekim 1924
Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve
ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla, Türk denir”
ifadesiyle yeni devletin milliyetçilik anlayışının kültür
temelli olduğu ve vatan toprağı içinde yaşayan bütün
bireyleri eşit kabul ettiği açıkça ifade edilmiştir.
Atatürk’ün benimsediği milliyetçilik ilkesinde ırkçılığa
yer yoktur; başka milletlerin hukukuna ve milliyetçiğine
saygı vardır.

Devletçilik

Bir milletin bağımsızlığının sadece askeri ve siyasi
olmadığı, ekonomik bağımsızlığın da mutlaka sağlanması
gerektiği görüşünden yola çıkan “Devletçilik” ilkesi;
ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda devletin üstlendiği
görevleri ifade etmektedir. Türkiye’de devletçilik bir
ekonomi politikası olarak benimsenmiş ve Türk
ekonomisini geliştirmek, sosyal ve kültürel kalkınmayı
sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştur. Devletçilik
ilkesinde devlet, gerekli olduğunda, özel sektörün yanında,
kamu yararına sorumluluk alır.

Laiklik
Terim anlamı “akli düşüncenin, dini düşünceden
ayrılması” olan laiklik; siyasi anlamda “din ve devlet
işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır. Vatandaş için din ve
vicdan hürriyetinin sağlanması anlamına gelen laik
anlayışta devlet; din ve mezhepleri farklı, hatta inanmayan
vatandaşlarına hukuken eşit mesafede durur ve kamu
düzeni
kaldırılmıştır. Şeyhülislamlık makamı kaldırılarak, yerine
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş; Tevhid-i Tedrisat
Kanunu ile de eğitim konusunda çeşitli sorunlara yol açan
ikilik kaldırılarak laik öğrenim sistemine geçilmiştir. 30
Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeleri kapatan kanun
ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu laiklik
alanında atılan önemli adımlardır.
10 Nisan 1928’de yapılan bir düzenleme ile 1924
Anayasası’nda yer alan “Türk Devletinin dini, İslam’dır”
cümlesi kaldırılarak; 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 1.
maddesine “Türk Devletinin laik oluğu” yolunda bir
cümle eklendi.

İnkılapçılık
Gelişmek, ilerlemek ve değişmek anlamına gelen inkılap;
Türk milleti için, milletçe yürütülen bağımsızlık savaşını
iç ve dış düşmanlara karşı kazandıktan sonra, milli
egemenliğin karşısına çıkan engelleri kaldırıp siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel alanları kapsayan bir
girişimdir. Atatürk, inkılabı; Türk milletini geri kalmaya
iten kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni
icaplara göre ilerlemesini sağlayacak kurumları kurmak
olarak açıklamıştır. Cumhuriyetin ilanı, saltanatın
kaldırılması, harf devrimi, soyadı kanunu gibi birçok
düzenleme Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir.
İnkılapçılık, sosyal ve ekonomik hayatta, bilim ve fen
alanında başarılı olmak için gelişmenin önemli bir
yoludur.

Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları
Atatürk ilkeleri incelendiğinde, takip edilen uygulama
esaslarının tam bağımsızlık, çağdaşlık, müspet ilme ve
akla tabi olmak olduğu görülmektedir.
Tam Bağımsızlık: Atatürk düşüncesinin temelinde yatan
ve bütün uygulamalarda belirleyici olan asıl amaç siyasî,
iktisadî, malî, adlî ve kültürel olarak her alanda tam
bağımsız olmaktır. Bunlardan herhangi birinde meydana
gelen eksiklik millet ve memleketin tam bağımsızlıktan
mahrum olması anlamına gelmektedir.
Çağdaşlık: Atatürk yeni sistemin temellerini
“medenileşme”ye dayandırmıştır. Ancak o dönemde tam
bağımsız bir İslam devletinin olmaması, yapılan
değişikliklerin batı medeniyeti yönünde olmasına neden
olmuştur. Ancak Atatürk’ün ifadeleri incelendiğinde, bu
tercihin, Batı medeniyeti kültür ürünlerinden ziyade ilim
ve fen gibi teknik konuları içerdiği görülmektedir.
Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak
Atatürk yeni Türk Devleti’nin temellerini atarken, prensip
edindiği unsurlardan biri de ilim ve aklı belirleyici öge
olarak kabul etmesidir. O’nun muasır medeniyet
seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir
ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır.
Ancak asıl önemli olan ilmin ve aklın gerektirdiği ve
getirdiği yenilik ve değişiklikleri kabul edip uygulamaktır.

Atatürk Döneminde Dil – Tarih ve Kültür
Alanındaki Çalışmalar
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile kurulan, 24
Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm
dünya devletleri tarafından tanınan yeni Türk Devleti’ne
milli bir kimlik kazandırılması gerekiyordu. Bunun için
çağdaşlaşma zorunluydu. Çağdaşlaşma ise ancak milli
devletin dayanaklarını oluşturan dil, tarih, kültür ve güzel
sanatlar alanında yapılacak değişikliklerle mümkün
olacaktı.

Dil Çalışmaları
İslamiyet’in kabulünden sonra kullanılmaya başlanan
Arap alfabesinin öğrenilmesi ve yazılması uzun vakit
almıştır. Bu da okur-yazar oranının düşük olmasına yol
açmıştır. 18. yüzyıl sonlarından başlanarak Türk
dünyasında okuryazarlık düzeyini yükseltebilmek için
tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar ışığında Atatürk
Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Bey’e
mücadelenin başarı ile sonuçlanmasından sonra Latin
alfabesinin kabul edileceğini söyleyerek bu konudaki
kararlılığını ortaya koymuştur.
1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde
Rusya Türkleri için Latin kökenli bir alfabenin kabul
edilmesi, alfabe değişikliği düşünenleri
cesaretlendirmiştir. Nitekim 1928 yılı başında Mahmut
Esat Bey’in Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansla bu
konuda ilk adım atılmıştır. 23 Mayıs 1928’de içinde
eğitimci, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin
bulunduğu alfabe komisyonu kurularak alfabe
değiştirme çalışmalarına başlanmıştır. Komisyon Latin
alfabesindeki kimi harfleri çıkarıp Türkçenin ses
uyumuna uygun olan yeni harfler ekleyerek 29 harften
oluşan yeni alfabeyi kabul etmiştir.
Atatürk, Latin kökenli yeni Türk alfabesini Türk
halkına öğretebilmek için kendisinin de içinde
bulunduğu büyük bir kampanya başlatmıştır.
Dolmabahçe Sarayı çalışmaların karargâhı olmuştur.
Ağustos ayından Kasım ayına kadar bir geçiş dönemi
yaşanmıştır. Yeni Türk alfabesi; 1 Ocak 1929’da devlet
işlerinde, 1 Haziran 1929’da ticaret defterleri, mahkeme
ilamları ve dilekçe veriminde, 1 Haziran 1930’dan
sonra ise basılı evrak ve tutanaklarda kullanılmaya
başlanmıştır.
Yeni harfleri halka öğretebilmek için 11 Kasım
1928’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanan “Millet
Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi”, 24 Kasım
1928’de Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 1 Ocak
1929’da açılmaya başlanan Millet Mektepleri, 1936
yılında kapanmıştır. Harf inkılabının ardından
Türkçenin sadeleştirilmesi ve geliştirilmesine çalışılmış
ve bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik
Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyetin çalışmaları

Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar
sonucu, Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenen
Türkçenin zenginliği ortaya çıkarılmış, Türkçenin bilim
ve sanat dili olması için çabalar yoğunlaştırılmıştır.
Türk dilinin diğer dillere kaynaklık ettiğini savunan
Güneş-Dil Teorisi ortaya atılmış ise de daha sonra
bundan vazgeçilmiştir. Bu cemiyet 1936’dan sonra
Türk Dili Kurumu adını almıştır.

Tarih Çalışmaları
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Tanzimat
dönemine kadar ülkede egemen olan tarih anlayışı ümmet
anlayışına dayandığı için İslam tarihi esas alınmıştır.
1908’de meşrutiyetin yeniden ilanından sonra Tarih-i
Osmani Encümeni adı altında oluşturulan kurum, Türk
tarihi bilincini ön plana çıkarmaya yönelik çalışmalarda
bulunmuştur. Böylece ilk çağdaş tarihçiliğe adım
atılmıştır. Ancak ülkenin sürüklendiği savaş ortamı bu
çalışmaların son bulmasına neden olmuştur. Atatürk’ün
kurduğu yeni devlet, milletin hakimiyetine dayandığı için
devletin şekillenmesinde milli unsurların başında gelen
“tarih” önemli yer tutmuştur. Atatürk milli mücadele
döneminde yaptığı tüm konuşmalarda sık sık tarihten
örnekler vererek, milletini tanımak ve tanıtmak için tarih
çalışmalarına büyük önem vermiştir. 1923’te İstanbul
Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nin Atatürk’e Fahri
Profesörlük unvanını tarih alanında vermiş olması bunun
bir göstergesidir.
Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken,
Fransızca yazılan bir ders kitabında Türklerin “sarı ırktan
ikinci sınıf bir millet” olarak adlandırılması tarih
çalışmalarının fitilini ateşlemiş, Türk Ocağı çatısı altında
çalışmalar sürdürülmüştür. 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı
kapatılınca, bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla
15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti
kurulmuştur. Bu cemiyet 1935’te Türk Tarih Kurumu
adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından
yapılan çalışmalar doğrultusunda hazırlanan “Türk Tarih
Tezi” 2-11 Temmuz 1932’de toplanan ilk tarih
kongresinde tartışılmış ve bu tartışmalar ülkedeki tarih
çalışmalarına bir ivme kazandırmıştır. Yapılan tüm tarih
çalışmaları, bağımsızlık savaşının kültürel alanda
sürdürülmesi olarak görülmüştür.

Kültür Çalışmaları
Türkler Orta Asya’dan çeşitli coğrafyalara dağılırken
kendi kültürlerini de birlikte taşımışlardır. Ancak zaman
zaman karşılaştıkları yeni kültürlere asimile olmuşlardır.
İslamiyet’i kabul edince İslam kültürüne bürünmüşler ve
bunu Selçuklu kültürü ve Osmanlı kültürü izlemiştir.
Cumhuriyet dönemimde ise büyük bir dönüşüm
yaşanmıştır. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
kültürdür” diyerek kültür öğesine büyük önem vermiştir.
Atatürk milli bağımsızlık ile milli kültürü eş olarak
görmüştür. Milli kültürü araştırmak, incelemek ve gelecek
nesillere aktarmak üzere Halkevleri açılmış, Dil Kurumu,
Tarih Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bilim
ve kültür kurumları oluşturulmuştur.

Güzel Sanatlardaki Gelişmeler
Resim
Laikliğin benimsenmesiyle sanatçıları sınırlayan bazı
algılar ortadan kaldırılmış, ilk ve ortaöğretim
programlarına resim dersi konmuş, resim öğretmeni
yetiştirmek üzere Gazi Eğitim Enstitüsü açılmış (1926),
1883’te açılan Sanayi Nefise Mektebi; Güzel Sanatlar
Akademisi’ne dönüştürülerek mimarlık ve heykelcilik
bölümleri eklenmiştir. Sanatçılar teşvik edilmiş, sergiler
açılmış, sergilerden eserler alınarak sanatçılara yardım
edilmiştir. Devletin çeşitli kurumları sanatçılara resim
ısmarlamış ancak içeriğine karışmamıştır. Sanatçılar Millî
Mücadele’yi, yapılan devrimleri konu alan çeşitli resimler
yapmışlar, 1933’te Ankara Halkevinde Onuncu Yıl İnkılap
Sergisi açmışlardır. Aynı yıl kurulan D grubu, resim
sanatına yenilik getirmek üzere sergiler yanında sanat
tartışmalarını da başlatmışlardır. Sanatla ilgili konferanslar
verilmiş gazetelerde dergilerde yazılar yazılmış, eleştiriler
yapılmıştır.

Heykel
1923’te Dünyada gelişmiş ve gelişmek isteyen milletlerin
heykel yapmalarını ve heykeltıraş yetiştirmelerini isteyen
Mustafa Kemal Atatürk; başta İstanbul ve Ankara olmak
üzere ülkenin dört bir yanının heykellerle süslenmesine
önem vermiştir.

Müzecilik
Kültür değişiminin başarıya ulaşması için kültürel
değerlerin bilinmesi, tanınması ve korunması
gerekmektedir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi açıldığında oluşan ilk hükûmet eski eserlerin
derlenmesi ve korunması için Eski Eserler Müdürlüğü’nün
kurulmasını programına almıştır. Millî Mücadele’nin
ardından Maarif Vekili İsmail Safa Bey 6 Kasım 1922’de
bir genelge yayınlayarak arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin
korunması için müzeler açılmasının gerekliliğini
bildirmiştir. Bu genelge üzerine çeşitli yerlerde müzeler
açılmaya başlanmıştır. 1924 yılında Topkapı Sarayının
bazı bölümleri müzeye dönüştürülmüş, 1925’te Millî
Saraylar İdaresi kurulmuştur. 1925’te Ankara’da
Etnografya Müzesi’nin temeli atılmıştır. 1927’de Konya
Mevlana Müzesi açılmıştır. 1934 yılında Bakanlar Kurulu
kararıyla Ayasofya müze haline getirilmiş ve 1937’de
Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi, Resim ve
Heykel Müzesi’ne dönüştürülmüştür.

Müzik
Cumhuriyet döneminde okullara müzik dersi konularak bu
dersi öğretecek öğretmenleri yetiştirmek üzere 1924’te
Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Darülelhan
konservatuara dönüştürülmüştür. 1926 ve 1929 yılları
arasında ülkenin çeşitli yerlerinden halk ezgileri
derlenmiştir. 1934’te Ankara’da bir müzik kongresi

Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar
toplanmış ve müzik eğitiminin daha verimli hâle nasıl
getirileceği tartışılmıştır. Ankara’da bir konservatuarın
açılması kararlaştırılmıştır. Musiki Muallim Mektebi,
Millî Musiki ve Temsil Akademisine dönüştürülmüş daha
sonra da bu ad Ankara Konservatuarı olarak
değiştirilmiştir. Çok sesli müzik konusunda Batılı müzik
adamlarının bilgi ve birikimlerinden istifade edilmiştir.
Mızıka-i Hümayun Ankara’ya getirilerek önce
Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti 1933’te ise
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası olarak
adlandırılmıştır.
Opera, Bale, Tiyatro ve Sinema
Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan konservatuarda
sadece müzik eğitimi verilmemiş; opera, bale ve tiyatro
eğitimi de verilmiştir. İlk millî opera denemesi İran Şahı
Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti üzerine, 1934’te
Librettosu (metni) Münir Hayri Egeli tarafından yazılan,
bestesi Adnan Saygun tarafından yapılan Özsoy Operası
olmuştur.1914’te kurulan ancak gösterilere 1916’da
başlayan Darülbedayi’nin başına 1927’de Muhsin
Ertuğrul’un getirilmesi Türk tiyatro tarihinde bir dönüm
noktası olmuştur. Darülbedayi 1934’te Şehir Tiyatrosu
adının alarak Türk kültürünün gelişmesine kaynaklık eden
bir kurum haline gelmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında sinema, eğlencenin yanında
bir eğitim aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle de
Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlı bir kurum olan
halkevlerinde çeşitli filmler gösterilmesi için makineler,
filmler alınmış, halk bir yandan eğlendirilirken diğer
yandan da bilinçlendirilmeye, güzel sanatlardan aldığı
zevk yükseltilmeye çalışılmıştır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla