Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Nisan 2018, 19:16   Mesaj No:6

nurşen35

Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4415
Beğendi:3686
Takdirleri:14203
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 6:
Türk Dış Politikasında (1938-2002) Dönemi
İkinci Dünya Savaşı Arifesinde Türk Dış
Politikası
Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya siyasi ortamına varlığını
kabul ettiren Lozan Barış Antlaşması’ndan (24 Temmuz
1923) sonra Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın galipleri
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle sorun yaşamaya
başlamıştır. Bu sorunların temelinde, Lozan Barış
Antlaşması’nda çözümlenemeyen Musul, Osmanlı borçları
ve Türkiye’de yaşayan Etabliler (Azınlık) sorunları
gelmekteydi. Ayrıca, Türkiye’nin bir ulus – devlet olarak
inşası sürecinde devlet ileri gelenleri daha çok ülke içi
konularla meşgul olmuşlardı. Bunun yanında, Kurtuluş
Savaşı’nda ülkeyi işgal eden işgalci güçlerle yaşananlar
tazeliğini korumaktaydı.
Türkiye’nin dış politikası, 1929’da Amerika’da başlayıp
bütün dünyayı saran Büyük Buhranla birlikte değişmeye
başlamıştır. 1930’ların başında Almanya’da Nazi’lerin
(Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi) iktidara gelmesi
dünyadaki dengeleri değiştirdiği gibi yeni bir bloklaşma
sürecini başlatmış ve bu süreçte Türkiye, I. Dünya
Savaşı’nın galip devletleri İngiltere, Fransa’nın yanında
yer alarak var olan statükoyu korumaya yönelmiştir. Aynı
süreç içerisinde, revizyonist olarak adlandırılan Almanya,
İtalya ve Japonya gibi devletler de dengelerin kendi
lehlerini değiştirilmesi amacıyla diğer grupta yer
almışlardır.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Türk Dış Politikasının iki
temel ilke üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Bunlar: 1-
Statükoculuk, 2- Batılılaşma. Türkiye, 1930’lardaki dış
politikasını revizyonist gruba karşı birtakım bölgesel
oluşumlara öncülük ederek sürdürmüştür. Aynı dönemde
uluslararası örgütlere (Milletler Cemiyeti gibi) üye olarak
dış politikada statükocu yapıyı güçlendirici faaliyetler
içerisinde bulunmuştur.

II. Dünya Savaşı’nda Dış Politika
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Dış Politikasında ön
plana çıkan hususlar, savaş dışı kalmak ve ülke
topraklarının işgal edilmesini önlemek gibi konulardı.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, İtalya’nın
Arnavutluk’u işgal etmesi (Nisan 1939), Türkiye’yi savaş
öncesinde ittifaklar yapmaya yöneltmiştir. Buradan yola
çıkarak ülkeyi yönetenler, İngiltere, Fransa ve Sovyetler
Birliği ile ittifaklar kurma girişimlerinde bulunmuşlardır.
Türkiye’nin bu ittifaklar içerisinde yer almak istemesinin
temel nedeni Türkiye’nin kendisini Almanya ve İtalya’ya
karşı koruma ihtiyacı hissetmesidir. Ancak, Türkiye’nin
kurmayı hedeflediği ittifak, Sovyetler Birliği’nin Almanya
ile 23 Ağustos 1939 tarihinde imzaladığı saldırmazlık
paktı ile Türkiye için istenilmeyen bir biçimde sonuçlandı.
Dönemin Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler
Birliği ile temas halinde olmak ve son bir girişimde
bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştir. Ancak, Sovyetler
Birliği’nde Montrö Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi
talebiyle karşı karşıya kalmıştır. Yapılan bu politik
manevra başarısızlığa uğradığı gibi, bundan sonra Türk
hükümetlerinin Sovyetlerin Türkiye’nin egemenlik
haklarını ihlal eden taleplerinden dolayı bu ülkeye kuşku
ile bakılmıştır. Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde
Polonya’yı işgal etmesi İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasına neden olmuştur. Türkiye, savaşın başlaması
ile İngiltere ve Fransa ile 19 Eküm 1939 tarihinde “ Üçlü
İttifak” olarak bilinen karşılıklı yardım antlaşmasını
imzalamıştır. Karşılıklı yardım antlaşmasında Türkiye, bir
Avrupa devletinin Akdeniz’de savaş başlatması halinde
İngiltere ve Fransa’ya yardım edeceği taahhüdünde
bulunmuş buna karşın Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile
karşı karşıya getirecek herhangi bir eyleme
zorlanmayacağı Üçlü İttifak antlaşmasının 2 numaralı
protokolüne eklenmiş ve belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen,
Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirecek
herhangi bir eyleme zorlanmayacağı ifadesi, Türkiye
tarafından savaş boyunca savaş dışı kalmak için
kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren önemli bir
gelişme 22 Haziran 1941 tarihinde yaşandı. Bu tarihte
Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve iki ülke
arasındaki ittifak ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine
İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında Almanya’ya karşı
bir ittifak hâsıl olmuştur. Bu tarihten sonra İngiltere ve
Amerika Türkiye’yi savaşa dâhil etmek istemişler, bunun
içinde İngiltere Başbakanı Churchill Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü ile görüşmek üzere 30 – 31 Ocak 1943 tarihlerinde
Yenice / Adana’ya gelmiştir. Yapılan görüşmelerde,
Churchill’in ifade ettikleri şu şekilde açıklanabilir:
Rusya’nın savaştaki yükünü hafifletmek ve Alman
kuvvetlerinin farklı cephelerde savaşarak meşgul olması
şeklinde açıklanabilir. Adana görüşmeleri, Türkiye
tarafından en üst düzeyde temsil edilmiş ve görüşmelere
İsmet İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Fevzi Çakmak, Numan
Menemencioğlu katılmıştır. İsmet İnönü, İngiltere
Başbakanı Churchill tarafından dile getirilen Türkiye’nin
savaşa dâhil olma isteğini, Türk Ordusunun böyle bir
savaşı idame ettirecek silah ve teknolojiye sahip olmadığı
gibi gerekçelerle geçiştirmeye çalışmıştır. Ancak Türk
ordusuna gerekli teçhizat ve yardımın yapılacağı
belirtilmesi üzerine, kendisi de asker kökenli olan ve Türk
ordusunun içinde bulunduğu duruma vakıf olan İsmet
İnönü tarafından Türkiye’nin savaşa katılmama durumu
idare edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Üçlü
İttifak antlaşmasının hukuki ve siyasi hükümlerinden de
anlaşılacağı üzere tarafsız değil, savaş dışı bir müttefik
devlet olmuştur. Türkiye, bu savaş dışı kalma durumunu
daha fazla sürdürememiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın
sonlarına doğru, Yalta Konferansı’nda alınan kararlar
uyarınca Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya
savaş ilan etmiştir. Bu savaşa katılma durumu fiili askeri
bir operasyondan çok, yakın gelecekte oluşturulacak
Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olabilmek adına yapılmış
siyasi bir hamledir.

Türk Dış Politikası için Zor Yıllar (1945-1947)
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı bitmeden,
Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini tanıyan ve
uluslararası kamuoyuna kabul ettiren Montrö Boğazlar
Sözleşmesini değiştirmek istemiştir. Sovyetler Birliği,
Türkiye ile 1925 yılında imzalanan Türk – Sovyet Dostluk
ve Tarafsızlık antlaşmasını 1945 yılından sonra
uzatılmayacağını Türkiye’ye belirtmiştir. Sovyetlerin
böyle bir tutum sergilemesinde Montrö’nün değiştirilmesi
ile Boğazların Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere
kapatılması düşüncesi etkili olmuştur. Sovyetler Birliği,
aynı süreçte Müttefik Devletlere de bu konuyu Temmuz
ve Ağustos 1945 yılında yapılan Postdam Konferansı ile
gündeme getirdi. Montrö’nün değiştirilmesi hususu
Amerika tarafından kabul edildi ve İngiltere ile beraber,
Montrö antlaşmasının değişikliğini talep eden diplomatik
notalar Türkiye’ye iletildi. Türkiye ise bu dönemde zaman
kazanma yolunu tercih ederek, konunun gündemden
düşmesini bekledi. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki
egemenlik haklarının ihlali demek olan Montrö’nün
değişiklik talebi, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında
1945-1947 yılları arasında önemli bir soruna neden
olmuştur. Ancak dünya siyasi konjonktürünün değişmesi
ve Amerika ile Sovyetler Birliği’nin ideolojik anlamda
çekişmesi Türkiye’yi bu süreçten sonra Batı’ya çok daha
fazla yaklaştırmış ve Boğazlar sorunu uluslararası
gündemden düşmüştür.

Bloklaşma Ekseninde Dış Politika (1947-1964)
Türk Dış Politikası, 1945 – 47 yılları arasında Sovyetler
Birliği ile yukarıda ifade edilen ilişkiler çerçevesinde
farklı bir seyir izledi. Ancak 1946 yılından itibaren dünya
siyasi konjonktürünün değişmesine paralel olarak,
Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer almaya başladı.
Türkiye’nin bu dönemde Batı bloku içerisinde yer alması
sadece Sovyet tehdidiyle açıklanamaz, bunun yanında
batıcılık politikası, yeni ortaya çıkan burjuvazinin liberal
politikalar izlenmesi yönündeki tercihleri de Türkiye’nin
bu dönemde Batı Bloku arasında kendine yer edinmesine
sebep olmuştur.
Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde kendisine yer
edinmesine yol açan önemli adımlardan biri ABD Başkanı
Harry Truman tarafından 1947 yılında ilan edilen Truman
Doktri’nin kabulüdür. Truman Doktrini kapsamında,
Yunanistan ve Türkiye’ye uluslararası Komünizme karşı
(dolayısıyla SSCB’ye karşı) askeri yardım desteği
verilmesi öngörülmekteydi. Türkiye’nin Batı Blokuna
eklemlenmesinde önemli rol oynayan bir diğer gelişme ise
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından ilan
edilen Marshall Planı kapsamında ekonomik yardımın
alınmasıyla gerçekleştirilmiştir. Türkiye, bu tarihten
itibaren Amerika ve diğer Batılı ülkelerle sıkı ekonomik,
siyasi ve askeri ilişkiler geliştirmiş ve Amerika’ya
bağımlılık bu dönemde artmıştır. Türkiye, Batı Bloku
içerisinde yer almasına paralel olarak 1949 yılında Avrupa
Konseyi’ne üye olmuş, 1948’de kurulan İsrail Devleti’ni
ilk tanıyan Müslüman ülke olmuştur. Bu dönemdeki
Batıyla bütünleşme politikası, Türkiye’deki tüm siyasi
aktörler ve muhalefet partisi konumundaki Demokrat Parti
(DP) tarafından da benimsenmişti.
Bu dönem Türk Dış Politikasındaki Batı Blokuna ve
Amerika’ya mutlak uyum, Türkiye’nin Batı’dan daha
fazla askeri, ekonomik ve siyasi destek almasını
hedefliyordu, aynı süreçte Türkiye’nin dünyadaki
jeopolitik önemi artarken, Amerika’ya olan askeri,
ekonomik ve siyasi bağımlılık da aynı oranda artış
göstermişti.

Türkiye’nin NATO’ya Girişi
1949’da kurulan NATO’ya Türkiye’nin üye olması, Batı
Blokuna eklemlenmesinin en önemli adımı olmuştur.
Türkiye, NATO kurulduktan hemen sonra üye olmak
istemiş, bu yönde girişimlerde bulunmuştur. Batı Bloku
tarafından Türkiye’nin NATO’ya üye olması fikri ilk
zamanlarda olumsuz karşılanmış ancak daha sonra değişen
uluslararası siyasi konjonktürden dolayı Türkiye,
Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya
üye olmuştur. NATO üyeliği Türkiye’yi askeri anlamda da
Batı blokunun bir üyesi haline getirmiştir. NATO’ya üye
olunmakla beraber bu doğrultuda Türk Ordusu Amerikan
silahlarıyla donatılmış ve çok sayıda Amerikalı asker ve
sivil personel Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’nin 1950’li
yıllardaki Batı yanlısı tutumu ve Batılı bakış açısı,
Ortadoğu’da gelişen olayları tam olarak kavrayamamasına
ve bu doğrultuda politikalar üretilememesine neden
olmuştur. Batı blokunun içerisinde yer alması ve Batı ve
ABD yanlısı oluşumlara önderlik etmesi de Türkiye’nin
özellikle Arap ülkelerinde “ABD’nin Ortadoğu’daki
Temsilcisi” fikrini doğurmuştur. Stalin’in ölümüne ve
Sovyet yönetiminin daha ılıman tutumuna rağmen SSCB
ile olan ilişkiler de istenilen seviyeye ulaşamamıştır.

Türkiye-AB ve Kıbrıs
Türkiye-AB İlişkileri
Batı dünyası kurumlarına üyelik Türkiye için her zaman
öncelikli bir yer edinmiştir. Ancak, Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun oluşması sürecinde Türkiye, topluluğa
üyelik için adım atmamış ve bu oluşuma kayıtsız
kalmıştır. Ancak 1950’lerin sonuna doğru Amerika’dan
ekonomik yardım alınmasının zorlaşması ve
Yunanistan’ın AET’ye başvurması, Türk hükümetini karşı
atağa geçirerek Yunanistan’la birlikte 1959 yılında
AET’ye müracaat etmesine vesile olmuştur. 1960 yılında
AET Türkiye ile Yunanistan’ı görüşmelere davet etmiş
ancak Türkiye’de 1960 Askeri Darbesi bu girişimin
uygulanmasını geciktirmiştir. AET ile Türkiye arasında
1961 – 1963 yılları arasında görüşmeler devam etmiş ve
Eylül 1963 tarihinde Ankara’da ortaklık anlaşması
imzalanmıştır. 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara
Anlaşması, Türkiye ile AET/AB arasındaki temel belge
olma özelliği taşımaktadır. Türkiye’nin AET/ AB üyeliği
1970’li yıllarda yaşanan küresel krizler ve Türkiye’de
yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktan dolayı
tarafların karşılıklı olarak bazı yükümlülükleri yerine
getirmesine engel teşkil etmiştir. Ve Türkiye’nin AET
üyeliği Yunanistan’ın 1981’de AET’ye üye olmasıyla
birlikte daha sorunlu ve zor bir hale bürünmüştür.

Kıbrıs Sorunu
Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin gündemine 1950’li yıllardan
sonra girmeye başlamış bir olgudur. 1950’li yılların
başında Yunanistan’la iyi olan ilişkiler çerçevesinde Türk
hükümetinin Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir
sorunu” olmadığını ifade etmiştir. Ancak Kıbrıs’taki
Rumların Yunanistan’la birleşme (Enosis) hedefi
doğrultusunda hareket etmeleri ve örgütlenmeleri
Türkiye’yi Kıbrıs Sorununa dâhil etmiştir. Türkiye,
1954’ten itibaren Ada’nın İngiliz kontrolünde kalmasını
bu mümkün değilse Türkiye katılmasını öne süren bir
politika izlemiştir. Böylece Kıbrıs meselesi Türkiye ile
Yunanistan arasındaki ilişkilerin ana gündem maddesi
haline gelmiştir. 6- 7 Eylül 1955 tarihlerinde provoke
edilen halk kitlelerinin İstanbul’da bulunan
gayrimüslimlerin ev ve dükkânlarını yağmalamaları
sonucunda zarar görenlerin önemli bir bölümünün Rum
Ortodoks Türk vatandaşı olması ilişkileri daha da
gerginleştirmiştir.
1955’ten 1959’a kadar olan dönemde, Kıbrıs meselesi
hususunda taraflar arasında mutabakat sağlanamamış,
ancak Amerika’nın devreye girmesiyle 1959’da iki NATO
üyesi ülke bir araya gelerek mutabakat sağlanmıştır. Zürih
ve Londra Antlaşmaları sonucunda Bağımsız bir Kıbrıs
Cumhuriyeti kurulmuş ve kendine özgü bir yapısı olan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nde tüm siyasi ve yönetsel kurumlar
Türkler ile Rumların orantılı temsili çerçevesinde
paylaştırılmıştır. Londra Antlaşmasına bağlı olarak
Ada’nın anayasal düzeni Türkiye, İngiltere ve Yunanistan
arasında imzalanan garanti antlaşması ile garanti altına
alınmıştır. Türkiye, garantör devlet olarak, 1974 Kıbrıs
Barış Harekâtını gerçekleştirirken garanti antlaşması, bu
harekâtın temel hukuki kaynağını oluşturmuştur.

Dış Politikada Çok Yönlülüğe Geçiş Çabaları
(1964 – 1980)
1962’de ABD ile SSCB arasında yaşanan “Küba Füze
Krizi” hem uluslararası sistem hem de Türk Dış Politikası
üzerinde etkili olmuştur. SSCB’nin Küba’ya nükleer füze
yerleştirme girişimi ABD tarafından sert bir tepkiyle
karşılanmış ve iki ülke arasında yaşanan kriz gizli
pazarlıklarla sonuçlandırılmıştır. Bu tarihten sonra ABD
ile SSCB arasında “Yumuşama” adı verilen bir döneme
girilmiştir. Bu Yumuşama döneminden Türk Dış Politikası
da etkilenmiştir. Çünkü ABD ile SSCB arasında Küba
Krizinin çözümlenmesi için yürütülen pazarlığın en
önemli konularından biri de Türkiye idi. ABD tarafından
1950’lilerin sonunda Türkiye’ye yerleştirilen Jüpiter
Füzelerinin Küba Krizinin çözüme ulaştırılması için
sökülmesi kararı ABD tarafından kabul edilmiş ve bu
durum Türkiye’ye iletilmemiştir. ABD’nin bu şekilde
kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi devre dışı
bırakan bir tutum takınması Türk devlet adamlarında hayal
kırıklığı yaratmıştır.

Amerika ile İlişkilerin Gerilmesi
Türk hükümetinin ABD ve NATO’ya duyduğu mutlak
güvenin sorgulanmasına yol açan gelişme 1964’te Kıbrıs
sorunun yeniden alevlenmesinde ortaya çıktı. Rumlar,
daha önceden Türklerin kazanılmış haklarının
sınırlandırılması talebini dile getirmişler ve EOKA örgütü
vasıtasıyla da Ada’daki Türklere yönelik şiddet ve
katliamlara yönelmişlerdi. Türkiye, bu durumu kabul
etmeyip Ada’ya askeri müdahale edilmesi kararını aldı.
Ancak ABD Başkanı Lyndon Johnson, İsmet İnönü’ye
“Johnson Mektubu” olarak tarihe geçen bir mektubu
göndererek Türkiye’nin Ada’ya müdahalesi halinde bunun
kabul edilemeyeceğini sert bir dille ifade edilmiştir. ABD
Başkanının bu mektubu, Türk yöneticilerinde büyük bir
tepki yaratmış ve bundan sonra dış politikanın yeniden
kurgulanması gerekliliği ortaya çıkmış ve bu çerçevede
“Çok Yönlü Dış Politika” izlenmeye başlanmış ve daha
önceden uzak durulan ülkelerle yakınlaşma sürecine
girilmiştir.

Rusya ile Yakınlaşma
Çok Yönlü Dış Politika anlayışının etkisini en hızlı
gösterdiği alanlardan biri SSCB ile ilişkilerin seyrinde
yaşanmıştır. 1960’lı yıllarda başlayan iyi ilişkiler, 1970’li
yıllarda artarak devam etmiş ve 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtından sonra ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu
uygulaması nedeniyle SSCB ile ilişkiler önemli bir düzeye
gelmişti. Türkiye, bu politika doğrultusunda Doğu Bloku
ve Doğu Bloku ülkeleri dışındaki sosyalist ülkelerle de
ilişkilerini geliştirme yönünde hareket etmiştir. Bu Çok
Yönlü Politika, ABD ile olan ilişkilerde birtakım
gerilimlerin yaşanmasına sebep olmuş ve Türk –
Amerikan ilişkileri bu dönemde önemli sorunlarla karşı
karşıya kalmıştır. 1960’lı yılların sonundan itibaren
Haşhaş /Afyon sorunu ikili ilişkilere damgasını vurmuştur.
Amerika, ülkede artan uyuşturucu trafiğinden dolayı,
Türkiye’nin haşhaş üretimini durdurmasını talep etmiş ve
bu talep büyük bir tepki görmekle beraber, 12 Mart
1971’deki askeri müdahalenin ardından ara hükümetin
başbakanı Nihat Erim tarafından kabul edilmiş ve
Türkiye’de 1972 yılı itibariyle haşhaş üretimi
yasaklamıştır. Daha sonra kurulan CHP – MSP
Koalisyonu 1 Temmuz 1974’te Haşhaş üretimi yasağını
kaldırmış ve yasağın kaldırılması ABD’de tepkiyle
karşılanmıştı. Bu tepkinin bir sonucu olarak Ocak
1975’ten itibaren ABD tarafından Türkiye’ye ambargo
uygulanmıştır. 1975’ten kaldırıldığı 1978 yılına kadar
ambargonun kaldırılması, bütün Türk hükümetlerinin
temel hedefi olmuştur. Ambargonun 1978’de
kaldırılmasından sonra Türk – Amerikan ilişkilerinde eski
sıcaklık hemen oluşmadı. Ancak, 1979 yılında
gerçekleştirilen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın
SSCB tarafından işgali gibi gelişmeler, Türkiye’nin
ABD’nin bölgedeki faaliyetleri açısından sahip olduğu
stratejik önemi bir kez daha ortaya koymuştur.

Kıbrıs’a Barış Harekâtı
Kıbrıs meselesi 1950’li yıllardan itibaren Türk Dış
Politikasında önemli bir yer edinmeye başlamıştı.
Yukarıda ifade edildiği 1964 yılında yapılacak hareket
ABD tarafından engellenmiş, daha sonra 1967’deki
harekât planı da Rumların geri adım atması üzerine
gerçekleşmemişti. Yunanistan’da hükümetteki Albaylar
Cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson 15
Temmuz 1974’te askeri bir darbe gerçekleştirmişti Bunun
üzerine Başbakan Bülent Ecevit liderliğinde 20 Temmuz
1974 tarihinde Barış Harekâtının ilk safhası başlamış oldu.
Bu ilk safhada Türk Ordusu Girne’den Lefkoşa’ya kadar
uzanan bir alanı kontrol altına aldı. I. Harekâtın ardından
müzakereler sonuç vermeyince 14 Ağustos 1974’te ikinci
safhaya geçilmiştir. İkinci askeri harekâtta Ada’nın üçte
biri çok kısa sürede ele geçirilmişti. İkinci askeri harekât,
dünya kamuoyunda Türkiye’yi işgalci bir güç olarak
göstermiştir. 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin
kurulmasıyla Ada’da iki kesimlilik fiilen yaratılmış oldu.
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak
bağımsızlık ilan etti, ancak Türkiye dışında hiçbir ülke
tarafından tanınmadı. Kıbrıs meselesi, günümüze kadar
çözülemeyen bir sorun olarak Türkiye’nin dış politika
gündeminin en önemli maddelerinden biri olarak
kalmıştır. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin AB’ye
üye olmasıyla Türkiye – AB ilişkileri bu üyelikten derin
bir şekilde etkilenmiştir.

12 Eylül Darbesi’nden Sonra Dış Politika
Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısında girdiği büyük
siyasal ve ekonomik kriz ülkenin Batı bağlantısını
zayıflatmıştı. Ancak dünya siyasi konjonktüründe
meydana gelen gelişmeler, ABD’yi Türkiye’ye daha çok
yakınlaştırmıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen
sonrasında kurulan askeri yönetim, ABD tarafından
desteklenmiştir. ABD ile ilişkilerin düzelmesinde 1983’te
yapılan çok partili seçimlerle iktidara gelen Anavatan
Partisi’nin (ANAP) önemli etkisi olmuştur. Bu dönemde
her ne kadar Amerika’nın yakınlığı hissediliyorsa ve Batı
Bloku ön planda olsa da Türk Dış Politikasında “Çok
Yönlülük” önemli dış bir politika olarak benimsenmiş ve
dış politikanın merkezine oturtulmuştur. Çok Yönlülük
Politikası Turgut Özal döneminde de uygulanmış ve SSCB
başta olmak üzere birçok ülke ile önemli projeler hayata
geçirilmiştir. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, dış
politikanın oluşturulmasında ekonomik ve ticari konular
daha belirleyici bir hale gelmiştir. Türkiye’nin ikili
ilişkilerde ekonomik meselelere daha önem vermesi
“İhracata Dayalı Büyüme” ekonomik modelinde
karşılığını bulmuştur. Dış politikada ekonomik boyutun ön
plana çıkması ve yükselişi, kendisini Türkiye’nin Orta
Doğu ile ilişkilerinde de göstermiştir. Türkiye, petrol krizi
sonrası zenginleşen Arap sermayesini ülkeye çekebilmek
ve Arap pazarlarına daha fazla ihracat yapabilmek ve daha
avantajlı koşullarda petrol alabilmek gibi ekonomik
hedefler tatbik etmiş ve bu hedefler Türkiye’nin Ortadoğu
politikasını şekillendiren önemli etkenler olmuşlardı.
Türkiye’nin bu dönemde ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi
çerçevesinde muhafazakârlaştırılması da bu hedeflerin içe
dönük yansımalarını oluşturmuştur. Bu dönemdeki
AET/AB ilişkileri de istenilen seviyeye ulaşamamış,
AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “Aday
Ülke” statüsü vermesi 2000’li yıllarda devam edecek olan
“AB Gündemi” ni yeniden ortaya çıkarmıştır.

1991 – 2002 Tek Kutuplu Dünyada Dış Politika
Doğu Bloku ülkelerinin 1989’da “Berlin Duvarı”nın
yıkılmasıyla simgeleştirilen siyasi ve ekonomik çöküşü ve
1991’de SSCB’nin dağılması sonrasında yepyeni bir
uluslararası manzara ortaya çıkmıştır. Bu yeni manzarada,
iki kutuplu dünya sisteminin sağladığı denge düzeni yerini
karmaşa, belirsizliğe ve bölgesel sıcak çatışmalara
bırakmıştır. “ Yeni Dünya Düzeni” nin Türkiye’ye yeni
fırsat alanları sunmasına rağmen, uluslararası ortamın
getirdiği belirsizlikler ve alışılmadık tehditler yeni
sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı
yılların önemli konularından birisini, 1990’da Irak’ın
Kuveyt’i işgal etmesi ve bunun Türk –Amerikan
ilişkilerinde yeni bir bahar dönemine girilmesi teşkil
etmesidir. 1990’ların ikinci yarısında ise, Clinton
yönetiminin Türkiye’ye başta AB ile olan ilişkilerde ve
Bakü- Tiflis – Ceyhan petrol boru hattının inşası olmak
üzere çeşitli alanlarda verdiği destek, Türk – Amerikan
ilişkilerinde farklı bir seyrin izlenmesine vesile olmuştur.
Terör konusu özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’nin
hem iç siyasetinde hem de uluslararası siyasetinde önemli
bir rol oynamaya başlamıştır. ABD ile ilişkilerden AB ile
olan ilişkilere kadar her alanda bu sorunun yansımalarına
bulmak mümkündür. Terör konusu, Türkiye’nin komşuları
ile olan ilişkilerinde de önemli bir sorun teşkil etmiştir.
Önemli sorunların yaşandığı ülkelerin başında ise Suriye
gelmektedir. Suriye ile olan ilişkiler 1998’de Türkiye
tarafından uygulanan “Kontrollü Tırmandırma”
politikasının başarıya ulaşmasıyla, 2000’li yıllardan
itibaren hızla gelişmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya
açılımının önündeki önemli engellerinden biri ortadan
kalkmıştır. Türkiye, 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılması
üzerine kurulan Türki Devletlerle yakın temas halinde
olmuştur. Ancak Rusya’nın ilan ettiği “Yakın Çevre
Doktrini” sebebiyle Rusya’nın bölgede yeniden etkinlik
kurma girişimi Türkiye’nin Türk dünyasına planladığı
şekilde açılımını sekteye uğratmıştır. Türkiye’nin
1990’larda Yunanistan’la ilişkileri, kimi zaman ılıman bir
siyasi iklimde devam ederken kimi zamanda çeşitli
nedenlerden dolayı gerginleşmiştir. Yunanistan’ın
Türkiye’yi hedef alan terör olaylarına destek olması 1997
– 98 yıllarında ikili ilişkilerde derin çatlaklara yol
açmıştır. Yine de AB’nin Türkiye’yi aday ülke ilan
etmesine engel olmaması Yunanistan ile ilişkilerin 2000’li
yıllarda yeni bir döneme girdiği / girebileceği şeklinde
ifade edilebilir.
Genel olarak 1990’lar, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası
“Yeni Dünya Düzeni”ni algılamaya çalıştığı ve bu düzen
içinde kendini konumlandırma çabası içine girdiği bir
dönem olmuştur.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla