Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Nisan 2018, 20:19   Mesaj No:7

nurşen35

Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4414
Beğendi:3686
Takdirleri:14203
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart

Ünite 7:
Atatürk’ten Sonra Türkiye
II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Uygulamaları
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra
11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve
parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı
olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi
dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has
birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan
CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve
değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi
Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde
aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay
gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye
muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına
itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti – devlet
anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs
1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet
çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup”
kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak
yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde
Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde,
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü
baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar
başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni
kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak
için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş
ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve
Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş
Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco
Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır.
II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal
uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak
mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy
Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma
Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari,
siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları
olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından
ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre
aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramaları
hükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından
önemlidir.

Çok Partili Hayata Geçiş Süreci
Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i
milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet
idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm
noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II.
Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partili
hayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik
yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi
katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk
idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas
tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu
dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı
kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği
anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz
1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci
meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli
Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak
bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu
dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal
Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan,
7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine
işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye
uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir”
vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu
uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü
Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu
dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP)
kurmuşlardır.

Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası: 12
Temmuz Beyannamesi
Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti
yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin
önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme
hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen,
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947
Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet
meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin
kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu,
Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan
görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse
partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca
iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin
kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri,
bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine
giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne
kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş
tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte
yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye
uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü,
hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya
çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı
emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı
zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu.
İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu
kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de
muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış
böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili
olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti
yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin
hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine
rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması
açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel
başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti
kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi
siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın
Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler
gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti
döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla
süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık
konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı
döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din
eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak
adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs
1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde
iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el
değiştirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 1960 (Demokrat
Parti) Dönemi
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren
iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi
yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal
Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir
görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül
ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel
Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk
sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin
ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim
koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal
kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı
oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı
olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak
üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi
etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır.
Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle
karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II.
Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara
karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen
farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu.
1950 – 54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa
da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy
oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline
gelmiştir. Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde
basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini
getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda
kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu.
DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti
güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te
“Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti
döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise
“6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la
ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası
alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar
silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde
oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de
mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden
sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları
engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde
basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer
kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının
tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler
muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen
kabul edilmiştir. 1957 – 1960 yılları arası DP için, sonun
başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında
enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik
dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca
yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da
sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale
bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi
açısından “ Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır.
Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan
Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi
kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir.
DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat
Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve
basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur.
Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu
etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da
toplumsal bir refleksin gelişmesine neden olmuştur. Bütün
bu olaylar sonucunda “ 27 Mayıs 1960” tarihinde Askeri
İhtilal gerçekleşmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri
memleketin idaresini ele almışlardır.

1960 Darbesi’nden Sonra Türkiye
Demokrat Parti’nin, on yıl boyunca art arda yapılan üç
seçimde milletten hükümet kurma yetkisini alması ve
bunun sonucunda bu partinin yöneticilerinin sanık
sandalyesine oturtulması Türkiye’de demokratikleşmenin
içselleştirilmediğini göstermesi açısından kayda değerdir.
27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra, “Milli Birlik
Komitesi” kurulmuştur. Bu komite 38 kişilik bir kadrodan
oluşuyordu. MBK’nın başına da Kara Kuvvetleri
Komutanı “Cemal Gürsel” getirilmiş, Gürsel, askeri
müdahalenin amacının “Türkiye’de demokrasinin yeniden
ortaya çıkarılması” olarak açıklamıştır. MBK’nın başa
geçmesiyle birlikte, kapatılan üniversiteler açılmış, basın
yasağı kaldırılmış ve bir anayasa komisyonu
oluşturulmuştur. Demokrat Parti yöneticileri ise halkı iç
savaşa sürüklemek, anayasayı ihlal etmek gibi ağır
suçlamalarla “vatana ihanet” ithamıyla mahkemeye
verilmişlerdi. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden
oluşturulan “Kurucu Meclis” 12 Ocak 1961’de siyasi parti
faaliyetlerine izin vermiştir. Adalet Partisi, Yeni Türkiye
Partisi gibi Demokrat Parti mirasçısı olduğu iddia edilen
partilerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu süreçte
kurulmuştur. 9 Temmuz 1961’de yapılan anayasa
referandumuna seçmenler, %83 oranında katılmışlardır.
Anayasa, %60,4 evet oyu ile kabul edilirken %39,6’lık
hayır oyu ciddi bir hoşnutsuzluğa da işaret ediyordu. Yassı
Ada, yargılamaları sonucunda mahkeme, 15 ölüm, 32
müebbet hapis ve çok sayıda 4 -15 yıl arası hapis cezasına
hükmetmişti. Celal Bayar’ın ölüm cezası yaş durumundan
dolayı hapse çevrilmiştir. DP’nin başbakanı, maliye
bakanı ve dışişleri bakanı haklarında verilen idam kararları
16-17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir. DP’nin kurucu
kadrolarının demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bu
trajik ölümleri, bugüne kadar eleştiri konusu olmuştur.
Yapılan genel seçimlerin ardından, ilk koalisyon hükümeti
CHP – AP (Adalet Partisi) tarafından 20 Kasım 1961’de
kurulmuştur. Kasım 1964 itibariyle Adalet Partisi
başkanlığına seçilen Süleyman Demirel, bütçe
görüşmelerinde hükümetin istifasını sağlayarak hızlı
başladığı siyasi kariyerinde bundan sonra belirleyici
aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Eylül 1965
seçimlerinden sonraki dönemde parlamentoda çoğunluğu
sağlayan AP hükümeti de ülkedeki gidişi
değiştirememiştir. Bu dönemde özellikle Amerikan
karşıtlığı ve öğrenci hareketleri önem kazanmış ve
1968’de olaylar hız kazanarak rejime yönelmeye ve
güvenlik sorunu oluşturmaya kadar gitmiştir. Bu dönemde
gittikçe artan güvenlik sorunları ve yaşanan kaos
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri, “12 Mart 1971 tarihli
Askeri Muhtıra”yı vermişlerdir. Bunun sonucunda
başbakan Demirel, istifa etmiştir.

12 Mart’tan 12 Eylül’e Türk Siyasetinde
Gelişmeler
12 Mart Askeri Muhtırası’ndan sonra, AP, CHP, Güven
Partisi ve parlamento dışından alınan destekle 27 Mart’ta
Nihat Erim başkanlığında bir “Teknokratlar Hükümeti”
oluşturuldu. Bu Teknokratlar Hükümetinin, laik
cumhuriyeti tehdit edecek faaliyetleri kontrol altına almak,
bölücü terör faaliyetlerini engellemek ve Kıbrıs’a olası bir
müdahale için zemin hazırlamak gibi amaçları vardı.
Ancak Erim hükümetinin reform uygulamaları toplumda
kendine yer edinmediği için Nihat Erim, 3 Aralık 1971’de
istifa etti. Bu dönemin en önemli gelişmelerinde biri,
Bülent Ecevit’in 14 Mart 1972’de CHP genel başkanlığına
seçilmesi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıra ile
kapatılan Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet
Partisi (MSP) kurulmuş ve yeni parti de İslami söylemi ön
plana çıkarmıştır. Cumhurbaşkanlığına ise “Fahri
Korutürk” seçilmiştir. 1973 genel seçimlerinin sonucu
Türkiye’yi koalisyonlara mecbur etmiştir. Uzun
arayışların sonunda 25 Ocak 1974’te kurulabilen CHP –
MSP arasındaki ilk koalisyon Kıbrıs Barış Harekâtını
gerçekleştirmiştir. Türk dış politikasını bundan sonra
deyim yerindeyse ipotek altına alacak olan bu harekât iki
aşamadan oluşmuş ve adada yaşayan Türk toplumunun
güvenliğini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtının kazanımlarını
paylaşmada anlaşamayan hükümet ortağı iki parti (CHPMSP)
koalisyonu bozarak yeni bir hükümet krizi
yaratmışlardır. Hükümet krizi, Süleyman Demirel’in
başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi,
Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket
Partisinin işbirliğinde “Milliyetçi Cephe Hükümeti”
kurularak aşılmıştır. Bu dönemde toplumda hızla artan
siyasi ve toplumsal kamplaşma iktidarı sağ, muhalefeti de
bütün sol faaliyetlerin hamisi haline getirdi. Siyasetteki bu
bölünmüşlüğün devletin her kademesinde yansımaları
görülecektir. 12 Eylül müdahalesi öncesi öğretmen,
memur, polis gibi meslek grupları başta olmak üzere hem
toplum hem de işçi-memur kesimi tam bir bölünmüşlük
manzarası gösterecektir. Bu bölünmüşlüğün bir yansıması
da DİSK’in Taksim’deki 1 Mayıs 1977 mitinginde çıkan
olaylarda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ile su yüzüne
çıkmıştır. 5 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti
olarak çıkmasına rağmen CHP’nin, kurduğu azınlık
hükümeti güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel, MSP
ve MHP desteğiyle “2. Milliyetçi Cephe” yi kurmuştur.
Ancak bu hükümet de kısa süre içerisinde düşmüştür. Bu
karmaşa içinde uzun süreli sayılabilecek hükümeti,
AP’den istifa eden bağımsız milletvekilleriyle CHP kurdu.
Ancak bu dönemdeki toplumsal şiddet öyle bir noktaya
vardı ki, normal insanlar bile günlük hayatlarını idame
ettirmekte sorun yaşamaya başlamışlar ve bu kaos ortamı
belirsizlikte birlikte toplumda güvensizlik ve karamsarlık
yaratmıştır. Bu süreç içerisinde, tarihe “Maraş Olayları”
olarak geçen ve çok sayıda yurttaşın ölümüne sebep olan
mezhepsel çatışmalar da çıkmıştır. Ancak zırhlı birliklerin
müdahalesi ile durdurulabilen bu çatışmalardan sonra
hükümet 25 Aralık 1978 günü 13 ilde sıkıyönetim ilan
etmiştir.
Bülent Ecevit, daha sonra IMF’den kredi başvurunda
bulunmakla birlikte yeterli siyasi desteği de bu şekilde
tüketmiştir. Bunun sonucunda istifa eden Ecevit’in yerine
bütün sağ partilerin desteği ile “Demirel Azınlık”
hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde günde ortalama 20
vatandaşımızın hayatını kaybettiği göz önüne alınırsa
olayın vahameti daha iyi anlaşılabilir. Yine bu dönemde
eski başbakanlardan Nihat Erim ile DİSK Başkanı Kemal
Türkler’in öldürülmeleri anarşi ve terörün ulaştığı boyutu
gösteren uç olaylardır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra
maruz kalınan Amerikan ambargosu, dış ilişkilerin
kötüleşmesinden etkilenen kredi musluklarının kapanması,
radikal kararlar almayı zaruret haline getirdi. “24 Ocak
Kararları” ile iki aşamada yapılan %73’lük değer düşürme
ile uluslararası mali piyasaların beklentisi karşılanarak
dışarıdan kredi alınmaya çalışıldı. Ancak, anarşi
olaylarının engellenemediği sıkıyönetim ortamında, lider
seviyesindekilerin hiçbir şartta bir araya gelmeme inadının
siyaset kanalını tıkaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri,
İç Hizmet Kanunu’na dayanarak “12 Eylül 1980’de”
yönetime el koymuşlardır.

12 Eylül 1980 Darbesi ve Sonrasında Türkiye
Kuvvet komutanları ile Genelkurmay başkanından oluşan
Milli Güvenlik Konseyi (MGK), ülkede Atatürkçülük
yerine irticai ve sapkın ideolojilerin hâkim olduğu
suçlamalarını dile getirmiş, meclis ve hükümeti feshetmiş
ve milletvekillerinin dokunulmazlık haklarını da
kaldırmıştır. Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilerek,
yurtdışına çıkışlar da yasaklanmıştır. MGK, iktidar ve
muhalefetin aktif yöneticilerinin hepsini gözaltına alarak
çok sayıda dava açmıştır. Ayrıca seçimlerde ülke
genelinde oy barajı sistemi getirilerek küçük partilerin
meclise girmelerinin önlenmeye çalışılması demokratik
açıdan eleştirilen bir tavır olmakla birlikte bugüne kadar
devam eden bir yöntem olarak demokrasi tarihimize
geçmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni
anayasa ve MGK’nın başkanı Kenan Evren’in
cumhurbaşkanlığı %92 gibi yüksek bir oyla kabul
edilmiştir. Bu nispette yüksek bir oranın olması darbe
öncesi halkın durumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu
gösteren önemli kanıtlardan biridir.
12 Eylül Askeri Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk yıl sonra
-3 Mart 1983’te- kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile
siyasi faaliyetler serbest bırakılmakla birlikte önceki
dönemde genel başkan, yönetim kurulu üyesi veya
milletvekili olanlara siyasi yasak getirilmiştir. Bu süreçte
geçmişe oranla toplumu apolitize (politikaya ilgisiz)
etmek önemli bir görev olarak kabul edilmiştir. 1983’ten
1991’e kadar ANAP (Anavatan Partisi) ülkeyi yönetme
yetkisini milletten almıştır. ANAP’ın hükümetleri
döneminde, serbest ekonomik anlayışın ve ihracata
yönelik bir ekonomi politikasının izlendiği söylenebilir.
ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı sırasında ve sonrasındaki
uygulamalarından etkilenen Türkiye’de enflasyon artmış,
grevler başlamış, orta direk olarak ifade edilen orta sınıf
çökmüş ve tüm bunların neticesi olarak da halk bu ümitsiz
durum karşısında dine daha çok sığınmaya başlamıştır.
1987 yılında siyasi yasaklıların referandumla siyasete
dönmeleri takiben yapılan seçimler yeniden koalisyonlar
devrini başlatmıştır. Eski liderlerin siyasi tabanlarını
temsil eden yeni partilerde devam etmesinin istisnası
1985’te eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik
Sol Parti’nin (DSP) başına geçerek CHP’ye rakip olan
Bülent Ecevit olmuştur. Ecevit, klasik Cumhuriyet Halk
Partisi söylemlerinden farklı yaklaşımlarıyla 90’lı yılların
siyasi hayatında etkin rol oynamaya devam etmiştir. 1991
seçiminde sonra Türkiye’nin iki önemli siyasi gücü,
Doğru Yol Partisi ile (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı
Parti’nin (SHP) bir araya gelmesi ile başlayan süre, İki
binli yılların başına kadar devam etmiştir. Türkiye’yi
1990’ların başında etkileyen bir diğer önemli faktör ise
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Türkiye bu dönemde
yaşanan olumsuz koşullardan dolayı bölgesel bir güç
olamamıştır. Özal döneminde Türkiye her ne kadar
gelişme kaydettiyse de bu topyekûn bir kalkınmayı
kendisiyle getirememiştir. Özal döneminde, Türkiye hem
Türki Orta Asya devletleriyle hem de Balkanlar
devletleriyle işbirliğine girişmiştir. Ancak, Turgut Özal’ın
17 Nisan 1993’te ansızın ölümü bu tür girişimleri de doğal
olarak yarıda bırakmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte
yerine Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olmuştur. “ 4
Nisan (1994) Kararları” olarak tarihe geçen ekonomik
önlemler, toplumun daha da fakirleşmesine neden
olmuştur. 1995 seçimlerinde hiçbir partinin hükümet
kuracak milletvekili sayısına ulaşamamasından dolayı
Ecevit’in dışarıdan desteklediği DYP / ANAP koalisyon
hükümeti kurulmuş, daha sonrada 28 Haziran 1996’da
Refah Partisi (RP) ile DYP koalisyon hükümeti
kurulmuştur. RP ile DYP koalisyonunun başbakanı olan
Necmettin Erbakan döneminde aşırı uç dini söylemlerin
basına yansıması üzerine,” 28 Şubat 1997’de” Milli
Güvenlik Kurulu hükümeti uyarmıştır. Yakın tarihimize
“post modern” darbe olarak geçen bu uyarı sonucunda
laiklik karşıtı eylemlerin engellenmesi ve eğitimde sekiz
yıllık kesintisiz sisteme geçilmesi kabul edilmiştir. Siyasi
ortamın gerginliği dolayısıyla farklı kombinezonlarla
kurulan ANAP/DSP/DTP koalisyonu sırasında terör
örgütüne yardım eden Suriye ile savaşın eşiğine
gelinmiştir. Bu koalisyon, politik hesaplaşmalar
dolayısıyla bozulunca bu defa DYP ve ANAP desteğiyle
DSP azınlık hükümeti kurulmuştur. İki sağ partinin
desteğiyle sol bir partinin azınlık hükümeti kurması Türk
Demokrasi hayatında önemli bir gelişme olarak
nitelendirilebilir. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP birinci
parti olarak çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk partisi
olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk defa meclis dışında
kaldığı bu dönemde Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve
MHP koalisyonu kuruldu. 2000 yılındaki ekonomik kriz,
bu koalisyon hükümetini zor durumda bırakmış ve Dünya
Bankası’nda üst düzey görevde bulunan Kemal Derviş
ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilerek onun
hazırladığı ekonomik program hayata geçirilmiştir. Ancak
koalisyon üyeleri arasında politik çıkarların öne
çıkarılmasından kaynaklanan sorunlar ve başbakan ile
cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmalar vesilesiyle
sonlanan DSP, ANAP, MHP koalisyonunda sonra “ 3
Kasım 2002” de yapılan seçimlerden sonra Adalet ve
Kalkınma Partisi (AKP) dönemi başlamıştır. 14 Ağustos
2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde en
yüksek oyu alarak Abdullah Gül başkanlığında 58.
Hükümeti kurmuştur. Okuduğu bir şiir dolayısıyla siyasi
yasaklı olan partinin kurucu başkanı Recep Tayyip
Erdoğan, siyasi yasağının kalkmasından sonra 15 Mart
2003’te 59. Hükümetin başbakanı olmuştur. AKP
hükümetleri döneminde Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve
sosyal alanlarda yeniden gelişme gösterdiği bir süreç
başlamıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında yapılan üç genel
seçimde de gittikçe artan bir oy oranı ile işbaşına gelen
hükümetlerin uygulamaları demokratikleşme, sivilleşme
ve çağdaşlaşma yolunda istikrarla ilerleyen bir Türkiye
manzarası göstermeye başlamıştır.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla