Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.KUR'ÂN-I KERİM.::. > Kurân-ı Kerîm > Fizilalil Kur'ân

Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi:  21 Eylül 2008 (20:43), Konuya Son Cevap : 18 Ekim 2009 (22:07). Konuya 23 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 21 Eylül 2008, 20:51   Mesaj No:11
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Gönüllerde ve bedenin diğer organlarında titremeye neden olur, aynı zamanda şirk inancının tutarsızlığını ve Allah'dan başka dostlar edinmenin sapıklığını ortaya koyan bu sahnenin gölgesinde... Evet bu sahnenin ışığında, kendilerine ayetler, çeşitli yollarla açıklanmasına rağmen tıpkı kendisine isabet eden bir hastalıktan ötürü yabancı yönlere, dışarıya eğilim gösteren deve gibi yan çizmeleri şaşkınlık yaratıyor.
"Nasıl ayetlerimizi çeşitli açılardan açıkladığımız ve sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerini görüyor musun?"
Bir tarafa eğilimli olarak yürüme, yan çizme sahnesiyle birlikte dile getirilen hayret ifadesidir bu. Bu sahne Araplarca bilinmektedir. Tıpkı hep bir tarafa eğilimli olarak yürüyen devenin sahnesini hatırlatmaktadır. Ayrıca insanın gönlünce horlama, küçümseme ve alaya alma duygularını uyandırmaktadır.
ANSIZIN VE AÇIK AZAB

Beklenen bu sahnenin etkisinden kurtulmadan önce onları ilerde olacak yeni bir olguyla karşılamaktadır. Bu da Allah için uzak değildir. Burada zalim oldukları -yani müşrik oldukları- halde yok olacakları ortam gösterilmektedir. Ansızın gelip çattığı ya da karşı karşıya kaldıkları, habersizken ya da uyanıkken meydana geldiği zamanki zalimlerin yerle bir edilişleri çizilmektedir.


47- "De ki, "Ne sanıyorsunuz, eğer ansızın ya da açık bir şekilde size Allah'ın azabı gelse, zalimler güruhundan başkası mı helâk olur?"

Allah'ın azabı ne şekilde ve ne durumda gelirse gelsin, azap, ister onlar gafilken ve beklemedikleri bir sırada ansızın gelsin, ister feryad ettikleri ve hazırlıklı oldukları bir sırada açıktan açığa gelsin zalimler güruhu -yani Kur'an'ın genel ifadesiyle müşrikler- yok olacaklardır. Azap başkasına değil, sadece onlara ulaşacaktır. İster ansızın gelsin, ister açıktan açığa gelsin bu azabı kendilerinden uzaklaştıramazlar. Çünkü onlar karşı koysalar bile azabı uzaklaştıracak güce sahip değildirler. Allah'a ortak koşup yöneldikleri hiç kimse de bu azabı savacak durumda değildir. Hepsi de Allah'ın zayıf kullarıdır.

İMAN EDENLER VE YALANLAYANLAR

Ayetlerin akışı olması beklenen bu olguyu sakınmalarına meydana gelmeden önce sebeplerinden korunmaları için sunmaktadır. Yüce Allah'ın beklenen bu olguyu insan bünyesine hitap eden bu sahnede sunması, insana sorunu olduğu gibi öğretmekte, bunun da ötesinde kalpleri titreten gerçeği göstermektedir.
Ayet dalgaları şu peş peşe gelen sahneleri, çeşitli ilhamları bahşeden değerlendirmeleri ve ruhların derinliklerini uyarıp taşıyan melodiyi sunmakla ulaşabilecekleri en son noktaya ulaşınca, kan soydaşlarının kendilerinden olağan-üstü şeyler istedikleri peygamberlerin görevlerini açıklamakla son buluyor. Peygamberler sadece tebliğ ederler, müjdeler ve korkuturlar. Bundan sonra insanların konumları, peygamberlere karşı takındıkları ve ahirette karşılığını görecekleri tavır uyarınca belirlenecektir.


48- "Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini İslah ederse onlar için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmezler de. "


49- "Ayetlerimizi yalanlayanlar ise fasıklıklarından, yoldan çıkmalarından ötürü azaba çarpılırlar. "

Kuşkusuz bu din insanlığı akli olgunluğa hazırlıyordu. Yüce Allah'ın insana bağışladığı bu büyük cihazı, işaretleri varlık bütününün aşamalarından, hayatın değişik alanlarından ve yaratılışın sırlarından fışkıran gerçeğin kavranmasında eksiksiz bir şekilde kullanmaya alıştırıyordu. Nitekim Kur'an bu gerçeği ortaya çıkarmak, iyice belirginleştirmek ve insanın kavrayışını ona yöneltmek için gelmiştir.
Bütün bunlar, insanlığı gözle görülen maddi harikaların zorlaması karşısında boyunları büken, karşı çıkanları kabullenmeye zorlayan somut mucizeler evresinden insan anlayışını varlık bütünündeki ilahı sanatın güzelliklerini düşünmeye yöneltme aşamasına getirmeyi gerektiriyordu. Bu da bizzat bir harika, bir mucizedir. Ancak varlığın dayandığı ve temellerini yükselttiği sürekli bir mucize... Aynı zamanda insanın kavrayışına Allah katından gelen erişilmez kitapla hitap etmeyi gerektiriyordu. Bu kitap, ifade bakımından, metot açısından bir mucizedir. Eşsiz bir şekilde oluşturmaya çalıştığı hareket halindeki, organik toplumsal yapısında bir olağan-üstülük vardır. Bundan sonra hiçbir örnek onun düzeyine ulaşamaz.
İnsanın kavrama yeteneği bu tür bir değişime, bu boyutta bir ilerleme alışına ve insanlar ilahı direktiflerin, Kur'an'ı kontrolün ve peygamberi eğitimin ışığında beşeri kavrayışlarıyla varlık bütününün sayfalarını okumaya yönelene kadar bu iş uzun bir eğitim ve sürekli bir yönlendirmeyi gerektirmişti. Bu sayfaları okuma tarzı, bir anda gerçekleşen gaybi, realist ve yapıcı bir okuma tarzıdır. Bu tarz, bir kısım Yunan felsefesine ve hristiyan teolojisine egemen soyut zihinsel düşüncelerin yöntemlerinden farklı, bir de hem bu felsefelerin bir kısmında, hem de bazı Hind, Mısır, Budist ve Mecusi felsefelerinde yaygın somut ve maddi yöntemlerinden uzak, aynı zamanda cahiliye döneminin Arap inançlarına egemen basit ve somut metodun dışında bir tarzdır.
Bu eğitimin ve bu yönlendirmenin bir yönü peygamberin görevinin ve şu iki ayetin belirttiği şekliyle -nitekim surenin akışı içinde yeralan aşağıdaki bölümde de belirtilecektir- peygamberlikteki rolünün gerçek mahiyetinin açıklanmasında somutlaşmaktadır. Peygamber bir insandır. Allah onu müjdelemesi ve uyarıda bulunması için gönderir. O'nun görevi burada biter. Bundan sonra insanların karşılık vermesi gelir. Bu karşılık vermeyle birlikte yüce Allah takdir ve irade fonksiyonunu yerine getirir. İş insanların tavrına uygun verilen ilahi cezayla sonuçlânır. Kim inanır ve imanı somutlaştıran iyi davranışlarda bulunursa, gelecek için bir endişesi, geçmiş için de bir üzüntüsü söz konusu değildir. Çünkü geçmişi için bağışlanma ve işlediği iyilikler için sevap vardır. Aynı şekilde kim peygamberlerin getirdiği ve varlık safhalarında dikkat çektiği Allah'ın ayetlerini yalanlarsa, burada "fasıklıklarından ötürü" şeklinde ifade edilen kâfirliklerinden dolayı azaba çarpılırlar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde şirk ve küfür genellikle zulüm ve fısk (yoldan çıkma) olarak ifade edilir.
Bir karmaşıklık, bir kapalılık söz konusu olmayan açık ve sade bir düşünce... Peygambere, görevine ve dindeki fonksiyonunun sınırına ilişkin sağlam bir açıklama... Yüce Allah'ı ilahlıkta ve ilahlığın özelliklerinden birleyen, her şeyi Allah'ın iradesine ve kaderine bağlayan, bundan sonra insana yöneliş ve yönelişin sorumluluğunu yüklenme özgürlüğü tanıyan, gayet net bir şekilde Allah'ın emirlerine itaat edenlerle isyan edenlerin sonlarını açıklayan ve cahiliye toplumlarında yaygın olduğu şekliyle peygamberin tabiatına ve işlevine ilişkin efsaneleri ve kapalı düşünceleri bertaraf eden bir düşünce... Böylece insanlık zihinsel felsefelerin ve nesiller boyu insanın kavrama yeteneğini boşu boşuna tüketen teolojik tartışmaların şaşkınlığına dalmaksızın akli olgunluk aşamasına geliyor.

PEYGAMBERİN MAHİYETİ

Okuyacağımız bölüm -surenin akışı içinde yeralan geçen bölümde kimi örneklerini sunduğumuz- mucize istemeleri münasebetiyle müşrikleri peygamberliğin gerçek mahiyeti ve peygamberin tabiatıyla karşı karşıya getirmenin devamı niteliğindedir. Hem Arap cahiliyesi hem de çevrelerindeki toplumlar bu düşüncelerle boşu boşuna oyalanıyorlardı. Bunların yüzünden risalet ve nübüvvetin vahiy ve peygamberin gerçek mahiyetini unutup, peygamberlik sihir ve kahinlikle, vahiy de cin ve cinnetle karıştırılmıştı. Böylece bu toplumlar efsane, kuruntu ve sapıklıkların girdabına dalmışlardı. İşte bu ders peygamberlikler ve peygamberler konusunda -tüm insanlık bazında- cahiliye düşüncelerinin düzeltilmesini ele alan geçen konunun devamı mahiyetindedir. Nitekim bu tür cahili düşüncelerin etkisiyle gaibten haber vermesi, olağan-üstü şeyler meydana getirmesi ve cinlerle ilişkisi bulunan kimselerin ve sihirbazların alışılagelen numaraları yapması istenirdi peygamberden. Sonra gerçeği batılın üzerine vurmak, batılı paramparça edip yok etmek, insanları imanî düşünceye, onun açıklığına, sadeliğine, doğruluğuna, realistliğine döndürmek, peygamberlik ve peygamberin görüntüsünü tüm cahiliye toplumlarında yaygınlık kazanan hurafelerden, efsanelerden, kuruntu ve saplantılardan kurtarmak için İslâm inancı gelmiştir. Aralarındaki inanç ve doktrin farklılığına rağmen Arap müşriklerine en yakın cahiliye toplumları yahudi ve hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap idi. Bunlar peygamberlik ve peygamberin görünümünü en kötü bir şekilde çirkinleştirmede ortak tavır içindeydiler.
Peygamberlik ve peygamberin gerçek durumu açıklandıktan, bunlar nübüvvet ve nebi olgularının görünümünü bulandıran, asılsız kuruntu ve saplantılardan arındırılmış bir şekilde insanların dikkatlerine sunulduktan sonra Kur'an-ı Kerim kendi tabiatının dışında kalan tüm aldatmacalardan ve kendi gerçeğine sonradan iliştirilmiş her türlü süsten soyutlanmış inanç sistemini sunmaktadır. Buna göre Kur'an'ı insanların ilgisine sunan peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insandır. Allah'ın hazinelerine sahip değildir. Gaybi bilemediği gibi "Ben bir meleğim" de demez. O söylediklerini ve hareket tarzını Rabbinden edinir. Rabbinin kendisine vahyettiğinin dışında herhangi bir şeye uyamaz. O'nun çağrısını benimsemezler, Allah katında insanların en üstünüdürler. Peygamber de onların hak yolunda kalıcı olmalarını sağlamak, onları yönlendirmek ve yüce Allah'ın onlara yönelik olarak üzerine aldığı rahmet ve bağışlamayı duyurmak zorundadır. Aynı şekilde ahiret korkusuyla gönülleri titreyenleri takva derecesine ulaştırmak için gerekli uyarıyı yapmak da peygamberin görevidir. Görevi bu iki hususta sınırlıdır. Nitekim gerçek konumu da "insan olma" ve "vahiy" olmakla sınırlıdır. Bu şekilde peygamberin düşüncelerde yer eden görevi ve gerçek konumu bütünüyle düzeltilmiş oluyor. Sonra, bu düzeltme ve uyarı sayesinde, yol ayırımında suçluların yolu iyice belli olmuş, hak ve batıl açığa kavuşmuş, peygamberin tabiatı ve peygamberliğin gerçek mahiyeti etrafındaki kapalılık ve vehim giderilmiş oluyor. Hidayet ve sapıklığın çevresindeki kapalılık giderildiği, mü'minlerle mü'min olmayanlar arasındaki ayrılık son derece aydınlık bir ortamda ve katışıksız bir inançla tamamlandığı gibi.
Bu gerçeklere ilişkin olarak yapılan açıklama sırasında ayetlerin akışı ilahlık gerçeğinin bir yönünü, gerek peygamberin, gerekse -itaat edeni ve isyan edeniyle- tüm insanların bu gerçekle ilgisini gözler önüne sermekte, hem hidayet hem de bu gerçekten sapmanın tabiatından söz etmektedir. Buna göre bu gerçeğe ilişkin olarak doğru yolda olmak basirettir. Ondan sapmak ise körlüktür. Yüce Allah, tevbe ettikleri, bundan sonra da doğru yolda hareket ettikleri zaman kullarına yönelik olarak tevbede somutlaşan rahmeti ve bilmeden işledikleri günahları bağışlamayı üzerine almıştır. Yüce Allah suçluların yolunun belli olmasını dilemektedir. Bundan sonra inanan bir kanıta dayanarak inansın, sapıtan da bir kanıta dayanarak sapıtsın. İnsanlar asılsız hurafelerin ve sanıların baskısından uzak bir açıklıkla konumlarını belirlesinler...


50- "De ki; "Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır" demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"

Kureyş'ten iman etmemekte inat edenler, peygamberi doğrulamak için bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa daha önce de söylediğimiz gibi onun doğru olduğunu biliyor ve O'nun hakkında kuşku duymuyorlardı. Bazen bu mucizenin Safa ve Merve tepelerinin altına dönüşmesi şeklinde gerçekleşmesini, bazen de her iki tepenin Mekke'den uzaklaşmasını, yerlerinin ekin ve meyvelerle yeşillenmiş verimli bir alan olmasını istiyorlardı. Bu istek, kimi zaman başlarına gelerek gaybin kapsamındaki olayların önceden haber verilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Kimi zaman kendisine bir meleğin indirilmesini, gökten sayfalara yazılı olarak indiğini gördükleri bir kitabın gelmesini taleb ediyorlardı. Karşı çıkışlarına ve inatlarına perde yaptıkları daha nice istek...
Ancak bütün bu istekler, çevrelerindeki cahiliye toplumlarında peygamberlik ve peygamber gerçeğinin görünümünü kuşatan asılsız hurafe ve efsanelerden besleniyordu. En yakınları da, peygamberleri bu konulara ilişkin gerçeği açık bir şekilde kendilerine getirdikten sonra yoldan çıkan ehl-i kitabın peygamberlik gerçeği etrafında uydurduğu vehim ve efsaneler oluşturuyordu.
Değişik cahiliye toplumlarında çeşitli şekillerde "gaibten haber verme" iddiaları yaygınlaşır. Bu iddiada bulunan yalancı kahinleri birtakım aldanmışlar da doğrular. Bunlar arasında sihir, kehanet, müneccimlik ve delilik yer alıyordu. Bu yalancı haberciler efsun ve muskalarla ya da dua ve niyazlarla veya bunların dışında yöntem ve araçlarla gaybı bilmek gücüne sahip olduklarını, cinler ve ruhlarla ilişki kurduklarını, tabiat kanunlarını kontrolleri altına aldıklarını iddia ediyorlardı.
"Sihir aracılığıyla gaibten haber verme, genel kanıya göre, bilinmeyenden haberdar olmak ya da olaylara ve eşyaya egemen olmak için emrine aldığı kötü ruhlara dayanıyordu. Kehanet yoluyla gaibten haber verme olayı ise, "tanrılar"la ilişkili olduğu düşünülüyordu. Tanrılar kahinin emrine girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına cevap verir, gerek uyanıkken, gerekse uyurken onun için bilinmezliğin kapılarını açarlardı, çeşitli işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında diğer çağrı ve yakarışlara cevap vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet aracılığıyla gaibten haber verme, cezbe ve kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz hem de kahine istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri şeyle amaçlarının ne olduğunu biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen bir konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve belki de hiç anlamadığı halde dilinden birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. Cezbe halinde gaibden haber verme olaylarının yaygınlaştığı toplumlarda meczupla birlikte çoğu zaman onun sözlerinin amacını, sembol ve işaretlerinin anlamını bildiğini ileri süren bir yorumu da bulunurdu. Nitekim Yunan'da Meczub'a "mantı", yorumcuya da "porphet" (yani başkasının adına konuşan) derlerdi. Avrupalılar tüm anlamlarıyla nübüvvet kelimesini, bu kelimeyle karşılamışlar. Meczubun kastettiklerini, sembol ve işaretlerinin içeriklerini, yorumlamak ve ifade etmekle görevlendirilmiş olması dışında, kahin ve meczupların birleştikleri pek görülmezdi. Çoğu zaman ihtilafa düşer, çekişirlerdi. Çünkü toplumsal işlevleri, yaratılışlarının ve konumlarının tabiatı bakımından farklı özelliklere sahiptirler. Meczup isyancıdır. Herhangi bir törene, genel kabul görmüş bir kuruma bağlı değildir. Kahin ise tutucudur. Kendisine miras kalmış bilgiyi çoğu zaman babasından ve dedesinden edinir. Kehanet, içinde uzak-yakın köşelerden yönelinen puthane ve tapınakların bulunduğu çevreyle sınırlıdır. Cezbe ise, bu ortamda sınırlı değildir. Çünkü cezbe, çölde insanın başına gelebildiği gibi memleketin her tarafında, bilinen bir yerleşme biriminde de gelebilir."
Üstad Akkad'ın "İslâm'ın gerçekleri ve düşmanlarının saçmalıkları" kitabından... Bu konuda kanıt oluşturması için kitaptan alıntı yapmakla beraber -aralarında semavi dinler de olmak üzere- İslâm'la mükemmelliğe ulaşana kadar dinlerdeki ilahlık ve peygamberlik gerçeğinin görünümünün gelişim sürecine ilişkin, yazarın yöntemini benimsemiyoruz. Çünkü bu görünüm, gerçek semavi dinlerinin tümünde birdir. Mensuplarının cahiliyeye geri dönmelerinden, peygamberlerin kendilerine getirdiği gerçekleri tahrif etmelerinden ve kendi cahiliye düşüncelerine alet etmelerinden sonra baş gösteren sapmalar ölçü alınmamalıdır. En doğru kaynak olan Kur'an-ı Kerim bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Bu konuda Avrupalı dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri varsayım ve sanıların hiçbir değeri yoktur.
"Yahudi kabileleri arasında yalancı peygamberlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bundan anlaşılıyor ki, birbirini takip eden çağlar ile yeni çağların zikir ehli ve tarikat sofuları birbirine benziyorlardı. Çünkü bazı dönemlerde sayıları yüzü aşardı. Kimi zaman bedene eziyet etmek, kimi zaman da çalgı aletlerini dinlemek suretiyle cezbe haline kapılmak gibi dervişlerin başvurduğu egzersizlere, toplantılarında başvururlardı.
Birinci Samuel'in kitabında şöyle denir:
Şaul Davud'u yakalamak için elçiler gönderdi. "Yalancı peygamberler topluluğunun gaibden haber verdiklerini gördüler. Şaul da başkanları olarak aralarında bulunuyordu. Bu sırada Allah'ın ruhu Şaul'un elçilerini bürüdü, onlar da gaibden haber vermeye başladılar. Bunun üzerine Şaul başkalarını gönderdi. Onlar da öncekiler gibi gaibden haber vermeye başladılar. Sonunda o da elbiselerini çıkarıp, aynı şekilde Samuel'in önünde gaibden haber verdi. Bütün gün ve gece boyunca çıplak kaldı."
Yine Samuel'in kitabında şöyle denir:
"Bir tepe üzerinde oturmuş bir grup, peygambere rastlayacaksın. Önlerinde ruhab, davul, ney ve ud olduğu halde gaibden haber verirler. Rabbin ruhu onların içine girerek birlikte gaibden haber verir. Ardından diğer bir adamın bedenine girer."
"...Peygamberlik, ikinci bölümünde belirtildiği gibi veraset yoluyla babadan oğula geçen bir sanat olarak kabul ediliyordu. Peygamberlerin çocukları `Ya Yuşa'a' dedikleri zaman: İşte senin karşında durduğumuz yer burasıdır. Ve bize dar gelmektedir. Artık Ürdün'e gidelim."
"Kimi zaman orduya katılan birtakım hizmetkârları olurdu. Nitekim ilk günler bölümünde şöyle denmektedir. "Davud ve askeri erkan udlar, rubab ve zillerle gaibden, haberler veren Esaf oğullarını ve başkalarını hizmet için ayırmışlardı."
Aralarında semavi risaletlerin getirdiği doğru düşünceden sapma sonucu ortaya çıkan cahiliye düşüncelerini de olmak üzere cahiliye, peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişki bu tür batıl düşüncelerle bu şekilde dolup taşmıştı. Bu yüzden insanlar peygamberlik iddiasında bulunan birinde bu tür davranışlar beklerdi. Bazen gaibden haber vermesini, bazen de kehanet ya da sihir yoluyla evrensel tabiat kanunlarını etkilemesini isterlerdi. İşte müşriklerin Hz. Peygambere yaptıkları teklifler buradan kaynaklanıyordu. Asılsız hurafeleri bertaraf etmek için peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişkin olarak Kur'an-ı Kerim'de yinelenen bütün bu açıklamaların nedeni buydu. Aşağıdaki açıklama da bunlar arasında yer almaktadır.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır', ya da "gaybi bilirim" demiyorum. Size "Meleğim de" demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbi tarafından kendisi, peygamber ve peygamberliğin tabiatına ilişkin olarak cahiliye toplumlarını saran her türlü asılsız hurafeden soyutlanmış bir insan olarak sunmakla emr olunmaktadır. Aynı şekilde bu inanç sistemini her türlü aldatmacadan arındırılmış bir şekilde sunmakla emr olunmuştur. Ortada ne bir veraset ne de iddia söz konusudur. Bu peygamberin yüklendiği bir inanç sistemidir. Allah'ın yol göstericiliğinden başkası da yolunu aydınlatamaz.
Bilmediği şeyleri kendisine öğreten Allah'ın vahyinden başka bir şeye uyamaz peygamber... Kendisine uyanları bol bol rızıklandırmak üzere Allah'ın hazinelerinin üzerine oturmuş değildir. Takipçilerine olacak şeyleri göstermek için gaybın anahtarları da elinde değildir. Yüce Allah'dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O, yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık ve sade şekliyle inanç sistemi de bundan ibarettir.
Bu inanç şu fıtratın yansıması, şu hayatın dayanağı, ahirete ve Allah'a giden yolun kılavuzudur. Bu inanç sistemi, bizzat her türlü gösterişten uzaktır. Kim ona kendisi için layık olur ise bu inanç onun yanında her türlü değerin üstündedir. Kim de onu çıkar pazarında bir ticaret eşyası olarak isterse, tabiatını kavrayamaz, değerini bilemez. Bu sayede bir zenginlik elde edemez.
Bütün bunlardan dolayı peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç sistemini bu şekilde, her türlü gösterişten uzak olarak sunmakla emir olunmaktadır. Çünkü onun hiçbir süse, gösterişe ihtiyacı yoktur. Böylece onun gölgesine sığınanlar; mal hazinelerine, dünyevi makamlara ve takva dışında insanlar arasında herhangi bir ayrıcalığa kavuşamayacaklarını, aksine Allah'ın yol göstericiliğine yöneldiklerini bilmiş olurlar. Kuşkusuz bu çok daha üstün ve daha zengin bir duygu.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır' ya da "gaybı bilirim" demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum.
Bu arada karanlıktan ve körlükten kurtulup aydınlık ve basirete sığındıklarını bilmiş olurlar:
"De ki; Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Sonra... Yalnızca vahyin takipçisi olmak basirettir, görmektir. Bu yol göstericiden yoksun bırakılan körlüğe terk edilmiş demektir. Bu gerçeği şu ayeti kerime gayet net ve kesin bir şekilde dile getirmektedir. Şu halde bu alanda insan aklının fonksiyonu nedir?
Bu sorunun cevabı İslâm düşüncesinde oldukça açık ve basittir. Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği akıl, vahyi algılama ve anlamlarını kavrama gücüne sahiptir. Onun görevi budur... Sonra bu, ona aydınlık ve hidayet içinde, hiçbir yönden batılın etkileyemediği, koruyucunun kontrolünde tanınmış bir fırsattır.
Ancak, insan aklı vahiyden uzak bağımsız bir konuma gelirse, bu durumda sapıklığın, bozulmanın, kötü bir bakış açısının, eksik bir görüşün, yanlış değerlendirme ve planlamanın mahkûmu olur.
Bütün bunlarla, varlıklar alemini bir bütünden ziyade parça parça görme hususundaki oluşumunun tabiatından dolayı karşı karşıya kalır. İnsan aklı, üst üste deneyler, peş peşe olaylar, ardarda görüntülerle varlık bütününü algılamaya çalışır. Dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görmesi, bu eksiksiz görüşe dayanarak hükümler koyması, kapsayıcılık ve denge unsurları göz önünde bulundurulmuş şekilde bir sistem oluşturması onun için imkânsızdır. Bu nedenle -Allah'ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden kopuk olduğu zamanlarda sık sık deneylerde bulunur, hükümleri değiştirir, hayat düzenini yeni baştan şekillendirir, aksiyon ve reaksiyon arasında çalkalanıp durur. Sağ uçtan sol uca yuvarlanır gider. Bu şekilde de insanlığın tüm üstün taraflarını, yüce özelliklerini yok eder. Şayet insan aklı vahyin takipçisi olsaydı, insanlık bütün bu kötülüklerden korunmuş olurdu. Denemeler, değişiklikler `eşya', `madde', "araç' ve cihazlara özgü kılınırdı. İşte burası insan aklının bağımsız olabileceği doğal bir alandır. Bu alandaki zarar en sonunda madde ve eşyalarla ilgili olurdu, nefis ve ruhlarla değil.
Tüm bu durumlarla -yapısının tabiatından sonra- insanın yapısında yeralan ihtiraslar, arzu ve eğilimler nedeniyle karşı karşıya kalır. Kuşkusuz bu duyguların kontrol altına alınmaları zorunludur. Böylece insan hayatının sürüp gelişmesine ilişkin görevini yerine getirmesi garanti altına alınmış olur. Aynı şekilde hayatın yok olmasına ya da altüst olmasına neden olacak şekilde güvenlik sınırını aşmamalıdır. Bu kontrolü tek başına insan aklı alması mümkün değildir. Çeşitli arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısı altında bocalayan bizzat in-san aklı için başka bir kontrol gereklidir. Bu kontrol, insan aklını denetimi altına aldıktan sonra onu bozulmalardan da korur. Deneyim ve hükmünü onunla güçlendirmesi, yöneliş ve hareketini onunla kontrol altına alması için insan aklı insan hayatıyla ilgili- her deneyimde, verdiği her hükümde ona başvurur.
"Her ikisi -akıl ve vahiy- Allah yapısıdır, bu yüzden uyuşmaları gerekir", savından hareketle doğruyu bulma açısından vahiy kadar bir sağlamlık derece-sini insan aklı içinde öngörenler, insanoğlunun kimi filozoflarının insan aklının değerine ilişkin yaptıkları açıklamalara dayanmaktadırlar. Yüce Allah bu görüşü doğrulayacak hiçbir ayet indirmemiştir.
Aklı ne kadar büyük olursa olsun bir tek insan için bile, aklın vahye ihtiyacının olmadığı görüşünü benimseyenler, bu konuda yüce Allah'ın söylemediğini söylüyorlar. Çünkü yüce Allah, vahiy ve peygamberliği insanlar için bir delil kılınıştır. Bu delili insan aklı olarak belirlememiştir. Hatta insanları yarattığı ve biricik Rabbini bilme ve O'na inanma özelliğiyle donattığı fıtratı dahi insanlar için delil kılmamıştır. Çünkü yüce Allah, tek başına olan aklın, sapıtacağını, yalnız olan fıtratın bozulacağını biliyordu. Kılavuzu, yol göstericisi, aydınlık ve basireti vahiy olmadığı sürece aklın ve fıtratın korunmasının mümkün olmadığını biliyordu.)
Felsefenin aklı, dine muhtaç olmaktan kurtardığı ya da aklın ürünü bilimin, insanlık için Allah'ın yol göstericiliğine ihtiyaç bırakmadığını ileri sürenler, gerçeğe ve realiteye dayanmayan sözler söylemektedirler. Çünkü realite, hayat düzenlerini felsefi ekollere ya da bilime dayandıran insanlık hayatının üzerine, her şeyin kapılarının açılmış olmasına, üretim ve gelirin kat kat artmış olmasına, hayat koşullarının rahat olmasına ve en geniş çerçevede konfor imkânlarının artmış olmasına rağmen insanı mutsuz kılan bir hayat şekli olduğuna tanıklık etmektedir. Ancak bunun karşıtı olarak hayatın bilgisizliğe ve başıboşluğa dayanması mümkün değildir. Sorunu bu şekilde ortaya koyanlar art niyetlidirler. Çünkü İslâm, insan aklını bizzat kendi yapısından kaynaklanan ayıplardan, bu şekilde arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısıyla baş gösteren kusurlardan koruyacak güvenceleri içeren bir hayat sistemidir. Sonra insan aklı için, bilim, marifet ve deneyim alanındaki hareketinde doğru yolda olmasını sağlayan esasları belirler, gerekli kuralları koyar. Nitekim İslâm'ın belirlediği bu esaslar ve kurallar, insanın -Allah'ın şeriatı doğrultusunda- gölgesinde yaşadığı pratik hayatın dengeli bir şekilde sürmesini de garantilemektedir. Dolayısıyla realite düşünce ve hareket tarzını bozmasına neden olacak düzeyde baskı yapamaz olur.
Allah'ın vahyi ve yol göstericiliğinin eşliğinde insan aklı yolunu görür, basireti açık olur. Allah'ın vahyini ve yol göstericiliğini terk etmesi durumunda da kör olur. Peygamberin sırf vahye başvurmasına değinmek suretiyle düşündürmek için teşvik mahiyetindeki soru ile körlük ve basirete işaret etmeyi bir arada sunmanın, "Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
Evet işaretleri bu şekilde bir arada ve Kur'an'ın akışı içinde peş peşe sunmanın Kur'an'ın ifade tarzı içinde bir anlamı vardır. İstenen şey düşünmedir. Bunu teşvik etmek de Kur'an'ın başvurduğu yöntemdir. Ancak düşünme, vahyin denetimi altındadır. Çünkü ancak bu durumda doğruyu görüp aydınlık bir ortamda hareket edebilir. Yoksa bir kılavuz, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın, körlüğün karanlıklarında yuvarlanıp duran kayıtsız düşünme değildir istenen.
İnsan aklı vahyin çerçevesinde hareket ettiği zaman dar bir alana kıstırılmış olmaz, aksine gerçekten de son derece geniş bir ortamda hareket etme imkânı bulur. Şu varlık bütününden oluşan geniş bir alanda hareket eder. Nitekim varlık bütünü görülen ve görülmeyen alemleri içerdiği gibi nefislerin derinliklerini, olayların dünyasını ve tüm hayat alanını da içermektedir. Vahiy metodda sapmanın, kötü düşüncenin, arzu ve ihtirasların eğilimlerinin dışında insan aklını herhangi bir şeyden alıkoymaz. Bundan sonra onu, hareket etmek ve faaliyet göstermek üzere serbest bırakır. Yüce Allah insanoğluna bahşettiği bu büyük aracı... aklı... İlahi vahiy ve yol göstericiliğin kontrolünde çalışıp, hareket etmesi için bahşetmiştir. Ancak bu durumda sapıtıp azgınlaşmaz.


İSLÂM İNANCININ NETLİĞİ


51- Rabblerin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar.


52- Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın.


53- Kendini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna lâyık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?


54- Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki: ' `Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasında tevbe edip kendini ıslâh ederse, hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. "


55- Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle, ayrıntılı biçimde anlatıyoruz.

Bu, İslâm inancının izzetini, sahte yeryüzü değerlerine karşı üstünlüğünü, basit beşeri ilgilerden uzaklığını göstermektedir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu dini, süsten, yaldızdan, yeryüzü değerlerinin ihtiras ve aldatıcılığından uzak bir şekilde insanlara sunmakla emr olunmuştu. Aynı şekilde dikkatini onlar arasında, bu davetten yararlanmak isteyenlere, onlardan içtenlikle kabul edenlere yöneltmek. Allah'ın tarafını isteyerek, gönüllerini Allah'a yöneltenleri korumak, bundan sonra cahiliye toplumunun sahte değerlerinden ve basit beşeri ilgilerden herhangi bir şey ölçü edinmemekle emr olunmuştu.
Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
Bununla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları uyar. O sırada Allah'dan başka bir yardımcı ve onları kurtaracak bir aracı bulamazlar. Bunun nedeni, onun izni olmaksızın Allah katında hiçbir aracının aracılıkta bulunamayacağıdır. İzinden sonra da O, yüce Allah'ın haklarında aracılıkta bulunmasını istediğinden başkası için aracılıkta bulunamaz. Dolayısıyla Allah'ın dışında bir dost ve aracının söz konusu olmadığı böyle bir günün korkusuyla kalpleri ürperenleri uyarmayı, uyarıya kulak vermeyi ve ondan yararlanmayı daha çok hak etmişler. Belki dünya hayatındayken ahirette karşılaşacakları Allah'ın azabından korunabilirler. Çünkü uyarı, gerçekleri ortaya çıkaran bir açıklama olduğu gibi çeşitli ilhamlar uyandıran bir etkendir de. Korktukları ve sakındıkları şeyi ortaya koyan bir açıklama... Kalplerini sakınmaya ve korunmaya yönelten bir etken... Böylece kendileri için açıklama yapıldıktan sonra sakındırıldıkları şeyleri işlememiş olurlar.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvarırlar?"
Şu, canlarını Allah yoluna koyanları, sabalı akşam O'na kulluk etmeye, O'na dua etmeye yönelenleri, O'nun yüce zatını isteyenleri, O'nun zatından ve hoşnutluğundan başka bir şeye itibar etmeyenleri kovma... Bu kendini Allah'a adama, sevgi ve edep tavrıdır. Çünkü onlardan biri kulluk ve dua ile Allah'dan başkasına yönelmez. Tamamen her şeyden soyutlanmàdığı sürece Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Kalbi bütünüyle Allah sevgisiyle dopdolu olmadığı müddetçe, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Allah'a karşı takınması gereken edep tavrını öğrenmeden, Allah için ve Allah ile yaşayan bir kul olmadığı sürece, onun hoşnutluğunu isteyerek kulluk ve dua ile yüce Allah'ı birlememiş olur.
Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf" takımından bir grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı üst başları ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni Mesud gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm çağrısını kabul etmekten kaçınmışlardır. Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in efendileriyle aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden Kureyş'in eşraf takımı Hz. Peygamber'den, bunları yanından uzaklaştırmasını istediler. Fakat peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bunu kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler için ayrı bir toplantı, eşraf takımı için de aralarında şu kimsesiz fakirlerin yer almadığı ayrı bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece efendilerin cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri ve üstünlükleri sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de İslâm'a girmelerini sağlamak amacıyla bu isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı, ancak Rabbinin kesin emri gelmişti:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder, Sa'd diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında altı kişi bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunan şu adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr davranmasınlar" dediler. Peygamberin yanında bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut, biri de Hüzeyl kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberin gönlünde yüce Allah'ın geçmesini istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- meclisine ve himayesine aldığı şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım söylentiler çıkarıyor, onları kınıyor, içinde bulundukları fakirlikleri, zayıflıkları ve efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine eden olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi ve iddialarını reddederek temelden çürüttü.
"...Onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana. Onların fakir oluşları da rızık konusunda belirlenen takdir gereğidir. Bu, Allah katındaki hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur. Aynı şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin Allah katındaki hesabındır. Onları ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu değerlerin iman sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği olamaz. Şayet fakirlik ve zenginlikten dolayı onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu durumda Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun değerleriyle değerlendirmemiş olursun. Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa- zalimlerden biri olmaktan uzaktır.
Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar peygamberin meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük ama Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde ettikleri ve sırf O'nun zatını isteyerek Allah'a yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın ölçü ve değerleri yüce Allah'ın belirlediği metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.
Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle şöyle demeye başladılar: Nasıl olur da Allah aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için tercih edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu fakirlerin bizim önümüze geçmeleri mümkün olmazdı. Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi. Dolayısıyla Allah'ın bizim gibi mevki, makam sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.
Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen, bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği aydınlık ufuklu yeni dünyanın mahiyetini kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi. İnsanlık bu dünyada o gün için Arapların ve bütün dünyanın yabancısı olduğu erişilmez doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli isim ve görünümler altındaki demokratik düzenler de buna son derece yabancıdırlar.
"Kendilerini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfunu layık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böyle sınavdan geçirdik."
Kur'an'ın akışı, eşraf takımının kınama amacına yönelik olarak ifade ettiği soruya şu şekilde karşılık vermektedir:
"Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil miydi?"
Bu cevap, birçok işareti, birçok anlamlı imayı kapsamaktadır. Öncelikle hidayetin yüce Allah'ın doğru yola iletildikten sonra şükredeceklerini bildiği kimseler, mükâfat olarak verdiği bir nimet olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber kulların şükrü hiçbir zaman bu nimet için yeterli değildir. Ama yüce Allah kulun çabasını kabul ediyor ve karşılık olarak da eşi bulunmayan şu göz alıcı mükâfatı veriyor.
Bir de iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi biriyle ilgisinin söz konusu olmadığı aksine Allah'ın bu nimeti, karşılığında şükredeceklerini bildiği kimselere özgü kıldığı belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf ve fakir oluşu önemli değildir. Cahiliye toplumlarıda insanların büyüklenme gerekçesi yaptıkları basit yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri yoktur.
Bunun yanısıra, Allah'ın lütfuna itiraz edenleri, bu itirazlarının eşyanın hakikatine ilişkin bilgisizlikten kaynaklandığı, bu lütfun dağılışının kullardan hangisinin onu hak ettiğine ilişkin yüce Allah'ın eksiksiz bilgisine dayandığı, yoksa şu itirazlarının cehaletten ve Allah hakkında edepsizce davranmaktan başka bir şey olmadığı belirtilmektedir.
Ayetlerin akışı Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın peygamberi olarak İslâm'a öncelikle girmek suretiyle lütfedilenlere, şu müstekbir ve eşraf takımının alay ettiği kimselere ilk önce selâm vermesini, yüce Allah'ın kendilerinden bilmeden bir kötülük işleyen ardından tevbe edip iyi davranışlarda bulunanın bağışlanmasında somutlaşan rahmeti üzerine aldığını onlara müjdelemesini emrederek sürüyor:

ALLAH'IN MERHAMETİ GENİŞTİR

"Ayetlerimize inananlar sana gelince, onlara de ki; Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasından tevbe edip kendini İslah ederse; hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Bu iman nimetinden, hesapta kolaylıktan ve cezada rahmetten sonra yeralan bir lütuftur. Öyle ki, yüce Allah, ayetlerine inananlara merhamet etmeyi bir görev olarak üzerine yazdığı şeyi duyurmasını peygamberine emrediyor. Hattâ bu rahmet, tevbe edip ardından ıslah oldukları zaman tüm günahların bağışlanmasını kapsayacak düzeye ulaşıyor. Nitekim bazıları cehaleti, günah işlemenin nedeni olarak yorumlamışlar. Çünkü insan ancak cehaletten dolayı günah işler. Buna göre hüküm tevbe ettiği ve ardından kendini ıslah ettiği sürece kişinin işlediği her kötülüğü kapsamaktadır. Bu anlayışın hangisi olursa olsun günahdan tevbe etmesi, ardından ıslah olması, yüce Allah'ın bir görev olarak üzerine yazdığı merhamet sonucu, bağışlanmanın nedeni sayan başka hükümlerce de desteklenmektedir.
Surenin bu bölümünün sunulmasını tamamlamadan önce, bu ayetlerin hangi şartlar altında indiğine ilişkin olarak aktarılan bazı rivayetlere ve Kur'an ayetleriyle birlikte bu rivayetlerin işaret ettiği, bu dinin o gün için insanlığın hayatında gerçekleştirdiği olağan-üstü değişimin hakikatine dönelim. İnsanlık bugün dahi, önceleri ulaştığı, sonradan kesin bir şekilde geriye dönüş yaptığı bu erişilmez doruğun gerisinde bulunmaktadır.
Ebu Cafer et-Taberi şöyle diyor: Bize Henad b. Sırri, bize Ebu Zeyd, Esas'dan, Kardus es'Sa'lebi'den, o da İbn-i Mesud'dan nakletti. Yanında Süheyb, Ammar, Bilal ve Habbab gibi garip müslümanlar bulunduğu bir sırada Kureyş ileri gelenlerinden bir grup peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına uğrayıp şöyle dediler:
-Ya Muhammed, kavmin arasında bunlardan mı hoşnud oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lütufta bulunduğu kimseler?.. Bunları yanından kov. Şayet onları kovarsan sana uyabiliriz. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu:
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın.
Kendini beğenmiş `Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte böyle sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
Yine Taberi şöyle diyor: Bana, Hüseyin b. Amr, b. Muhammed el-Ankazî anlattı: Bize babam anlattı: Bize Esbat, Süddi'den anlattı, o da Ebu Said el Ezdi'den anlattı. -Bu adam Ezd kabilesinin okur-yazarıydı- O da Ebul Kunud'dan, Habbab'ın yüce Allah'ın şu sözü hakkında.
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerde olasın.
Şöyle dediğini anlattı. Akra b. Habis Et-Temimi ve Uyeyne b. Uyeyne b. Hısn el-Fizari gelip Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab'la birlikte bir grup garip mü'minlerin yanında otururken buldular. Garip mü'minleri gördüklerinde küçümsediler. Sonra Hz. Peygambere gelip şöyle dediler: Bizim için Arapların üstünlüğümüzü görecekleri bir meclis ayırmanı istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu kölelerle birlikte görmelerinden utanıyoruz. Bu yüzden yanına geldiğimiz zaman bunları yanımızdan kaldır. Biz ayrıldıktan sonra dilersen onlarla birlikte otur. Hz. Peygamber "tamam" dedi. Onlar "öyleyse bunu yazıp bize ver" dediler. Habbab diyor ki, Hz. Peygamber, bir kâğıt getirmelerini ve yazmak üzere Ali'yi çağırmalarını istedi. O esnada bir köşede oturuyorduk. O esnada Cebrail şu ayeti getirdi:
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 20:55   Mesaj No:12
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR

Yüce Allah'ın zalimleri bilmesi münasebetiyle ve "ilâhlık gerçeği"nin açıklamasına yeniden dönülmesi esnasında bu gerçek, derin ve önemli bir alanda belirginleşmektedir. Gizli, gayb alanında ve yüce Allah'ın bu gaybı bütünüyle kuşatmış bilgisinde ortaya çıkmaktadır bu gerçek. Bu bilginin eşsiz bir tablosu çizilmektedir. Uzaktan bu bilginin boyutlarına ve ufuklarına işaret eden uzun menzilli oklar gönderilmektedir:


59- Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.

Bu, yüce Allah'ın kapsamlı, her şeyi kuşatıcı ilminin bir tablosudur. Zaman ve mekanda, yerde ve gökte, karada ve denizde, yerin altında ve gök tabakalarında diri, ölü, kuru ve yaş hiçbir şey bu bilgiden kaçmaz.
Ancak bizim -insan olarak bilinen üslûbumuzla- söylediklerimiz nerede, Kur'an'ın bu olağanüstü ahengi nerede? Yalnızca ezbere söz söylemekten ibaret ifademiz nerede, şu derin olduğu kadar gönüllere ilham akıtan tasvir nerede?
İnsan hayalı, bu kısacık ayetin ötesine geçip bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen aleme kanatlanıyor. Uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde ve görünen evrenin sınırlarının ötesinde adım adım Allah'ın ilmini izliyor. Her vadide, her derede çeşitli tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmağa çalışıyor. Oysa bilinmezliklerin anahtarı yüce Allah'ın katındadır, O'ndan başkası bilemez.
Bütünüyle Allah'ın bilgisine açık karanın bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor insan hayalı. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Orada, burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir yüce Allah. Yerin derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah'ın gözünden kaçmaz. İçindeki hiçbir şeyin Allah'ın kuşatıcı bilgisinin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız evrende yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir.
Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir. Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir bu gezintinin. Hayal, bu gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten aciz kalıyor. İşte böyle birkaç kelimede bu derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı çizilmektedir bu tablo.
Dikkat edin, bu bir mucizedir!
Ne yönden bakarsak bakalım, şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.
Konusu açısından baktığımızda, bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını daha karşılaşır karşılaşmaz, duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesi böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu araştırdığı zaman, böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta; ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesine dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da. Kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş her tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği toprağın altına bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği, elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş, kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gizlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden, mülkün sahibidir. Mülkünden hiçbir şey bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de büyük gibidir ve basit önemli biridir. Örtülü olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş, kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit üstün, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
Kur'an'da yer alan bu ve benzeri ayetler bile bu yüce kitabın kaynağını bilmek için yeterlidir.
İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir."
Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmezlik"teki uzaklık ufuklar ve dipsizlik...
"Karada ve denizde olanı bilir."
Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri; aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.
"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi...
"Yerin karanlıklarında olan tane..."
Dipten yüzeye, gizlilikten ve sessizlikten, patlamaya ve serbestliğe doğuş ve gelişim hareketi...
"Yaş, kuru her şey apaçık kitaptadır."
Kapsamlı bir genelleme... genel anlamda her canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir?

GAYB NEDİR?

Şimdi de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım:
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. O'ndan başka kimse bilemez onu."
"Gayb", "anahtarları" ve bunlara ilişkin "bilgi"nin yüce Allah'a özgü oluşu konusu üzerinde birkaç söz söylemek için duruyoruz. Bunun nedeni "gayb" olgusunun, İslâm inancının temel bir ilkesi ve imanın başlıca kuralıdır. Bir de "gayb" (görünmez) ve gaybiyet (görünmezlik) kelimesinin, materyalizmin ortaya çıkışından sonra son günlerde çokca savsaklanması ve "Bilim" ve "Bilimsellik" kelimelerine karşıt gibi gösterilmesinden ötürü üzerinde durmamız gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim, anahtarlarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği, bir "gayb alemi"nin olduğunu bildirmektedir. Ayrıca insana bu konuda çok sınırlı bir bilginin verildiğini belirtmektedir. Bu az bilgi de insana, yüce Allah'ın bildiği insanın gücü ve ihtiyacı oranında verilmiştir. Buna göre insanlar yüce Allah'ın kendilerine verdiği bilginin ötesinde zandan başka hiçbir şey bilemezler. Zan ise, hakka göre hiçbir şey ifade etmemektedir. Ayrıca yüce Allah, bu evreni yarattığını, onu değişmez bir kanuna dayandırdığını, insan ilminin bu kanunların bir kısmını araştırıp kavrayabileceğini, gücü ve ihtiyacı oranında bu kanunlara göre hareket edebileceğini ve Rabbinin katından gelen şeyin gerçek olduğuna olan inancını arttıracak ve pekiştirecek şekilde iç ve dış dünyada bu kanunlardan bir kısmını ortaya çıkarabileceğini bildirmektedir. Ancak bu ortaya çıkarma olayı, insanın bilmediği "gayb" gerçeğine ilişkin yüce Allah'ın değişmez kanunlarının ihlâli anlamına gelmez. Çünkü bu hep "gayb" olarak kalacaktır. Ayrıca bu durum, yüce Allah'ın iradesinin serbestliğine ve her şeyin Allah'a özgü gaybi bir kader uyarınca meydana gelişi gerçeğine de ters düşmez. İslâm inancındaki ve bu inancın gerçeklerinden meydana gelen müslümanın düşüncesindeki uyuma denk bir şekilde yokdan var olup, varlıklar arasında görülür.
Çok yönlü birbirleriyle uyum içinde olan eksiksiz bu gerçeklerin tümü, -bu tefsire- elimizden geldiğince özet olarak bir açıklama yapmamızı gerektirmektedir. Ayrıca sözlerimiz bu tefsirde uyduğumuz metodun sınırlarının dışına çıkmamalıdır.
Yüce Allah, Kur'an'ın birçok yerinde müminleri "gayba" inanan kişiler olarak nitelendirmektedir. Böylece bu sıfatı imanın temellerinden biri saymaktadır:
"Elif-Lam-Mim. Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine (gayba) inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen bidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (Bakara Suresi: 1-5)
Allah'a inanmak da bizzat görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü insana göre, yüce Allah'ın zatı bir gaybtır. O'na inandıkları zaman görmeden inanıyorlar. Fiillerinin etkilerini görüyorlar sadece, yoksa ne zatını ne de yaptıklarının mahiyetini kavrıyorlar.
Ahiret gününe inanmak da aynı şekilde görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü kıyamet, insana göre bir gaybtır. Ondan sonra meydana gelecek yeniden dirilme, hesap, mükâfat ve ceza Allah'ın anlattıklarını doğrulamak için müminlerin inandıkları birer gaybtır.
Ancak onu doğrulamakla imanın gerçekleşebileceği gayb olayı, Kur'an-ı Kerim'in müminlerin pratik durumunu ve kapsamlı inançlarını söz konusu ederken, anlattığı başka gerçekleri de içermektedir!
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır" dediler." (Bakara Suresi: 285)
Bu ayette peygamberin (Allah'ın selâmı üzerine olsun), aynı şekilde müminlerin hep birlikte Allah'a inandıklarını -ki bu bir gaybdır- Allah'ın peygamberine indirdiklerine inandıklarını görüyoruz. Yüce Allah, peygamberini, kendisine indirdiği kitapta gaybın bir kısmından haberdar etmektedir. Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyeni kimseye göstermez. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır." (Cin Suresi: 26-27)
Peygamberin ve müminlerin meleklere inanmaları da bir gaybdır. Çünkü insan gücü ve ihtiyacı oranında, yüce Allah'ın melekler hakkında bildirdiklerinden başka bir şey bilmez. (Bu cüzde "Melekler" konusuna bkz.)
Doğrulamayınca imanın varlığından söz edilemeyecek olan bir gayb daha kalıyor. O da, Allah'ın kaderidir! İman hadisinde sözü edildiği gibi, meydana gelmediği sürece bu konuda insan hiçbir şey bilemez.
"Kadere, iyilik ve kötülüğün O'ndan olduğuna..." (Buhari, Müslim)
Bununla beraber varlıklar aleminde insanı her yönden bir görülmezlik, bir gayb kuşatmıştır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek bir gaybtır. İnsan için, insan bünyesi gaybtır. Çevresindeki tüm evren gaybtır. Evrenin oluşumu, hareket çizgisi, tabiat ve hareketleri gaybtır. Hayatın meydana gelişi, hareket çizgisi, tabiatı ve hareketleri gaybtır. İnsanın bilmediğinde, aynı şekilde bildiğinde de hep bir gayb mevcuttur.
İnsan bir bilinmezlik denizinde yüzmektedir. Değil çevresindeki ve tüm evrenin yapısında olup bitenleri bilmek, çevresindeki evrende, her atomda, atomdaki her elektronda, her hücrede ve hücrenin her dokusunda olacakları bilmek, bizzat içinde bulunduğu durumu ve kendi içinde olup bitenleri bile bilemez.
Büsbütün gayb! Her taraf bilinmezlikle dolu! Kısa görüşlü zavallı insanın aklı, bilinmezlik denizinde yüzmektedir. İnsan, şu koca denizde bir belirti olarak şurada, burada beliren buzul adacıklarına sığınmaktadır yalnızca. Allah'ın yardımı olmasaydı, tüm evreni emrine verip bazı kanunlarını öğretmemiş olsaydı, hiçbir şey yapamayacaktı. Buna rağmen şükretmiyor insan. "Kullarımdan şükredenler çok azdır." (Sebe Suresi: 13) Hatta son zamanlarda insan, yüce Allah'ın evrensel kanunlardan bir kısmını kendisine göstermesinden ve kendisine verdiği az bilgiden dolayı büyüklenmektedir. Büyüklenmekte ve kimi zaman "insan tek başına ayaktadır" iddiasını ileri sürebilmektedir. İnsanın kendisine yardım edecek bir tanrıya ihtiyaç duymadığını söylemektedir. Evet insan büyüklenmekte ve "Bilim"in "Gayb"a (görülmeze), düşüncedeki "Bilimselliğin" de "Gaybiyet"e (görülmezliğe) karşıt olduğunu sanmakta ve "Bilim"le "Gayb"ın uyuşamayacağını iddia etmektedir. Aynen bilimsel mantıkla gayb mantığının uyuşamayacağını iddia ettiği gibi.

GAYBA GÖRE BİLİMİN KONUMU

"Gayb"a göre "bilim"in konumu nedir, buna bir göz atalım. İnsanın sınırlı bilgisi hakkında kesin hükmü bildiren, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde düşündükten sonra, bizzat insanoğullarından kimi bilginlerin araştırmalarına ve söylediklerine bir bakalım:
"Size çok azı dışında bilgi verilmemiştir." (İsra Suresi: 85)
"Onlar zandan ve nefislerinin arzusundan başkasına uymazlar. Oysa Rabblerinden onlara hidayet gelmiştir." (Necm Suresi: 29)
Aşağıdaki ayet gaybın (görülmezliğin), bütünüyle Allah'ın bilgisince kuşatıldığını göstermektedir:
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bilemez." (En'am Suresi: 59)
Bu ayet de, gaybı bilenin aynı zamanda her şeyi de gördüğünü belirtmektedir.
"Yoksa gaybın bilgisi onun katında mı ki görüyor? (Necm Suresi: 35) Ne kastedildiği bizzat sorunun içindedir.
İnsanoğlunun bilginlerinin araştırma ve sözlerinden yola çıkarak `gayba" göre "bilim"in konumuna bir göz atalım. Ancak amacımız bu konuda yüce Allah'ın kesin sözünü, bunların dedikleriyle doğrulamak değildir. -Bir müminin yüce Allah'ın sözünü insanların sözleriyle tasdik etmeye kalkışması düşünülemez.- Fakat biz, bunlara "Bilim", "Gayb", "Bilimsellik", "Gaybilik" kavramlarını geveleyenleri doğruluğuna inandıkları insanların sözleriyle muhakeme etmek için göz atıyoruz. Böylece kendi çağlarında yaşayabilmek, çağın akılcılığından ve deneyimlerinin sonuçlarından geri kalmamak için, "kültür" ve "bilgi" edinmeleri gerektiğini öğrenmiş olurlar. Bizzat insanın araştırması, bilgi ve deneyimleri sonucu tek bilimsel gerçeğin "gayb" olduğunu anlarlar. Son deneyim ve sonuçlarının ışığında "Bilimselliğin" tamamıyla "Gaybilikle" eş anlamlı olduğunu görürler. "Gaybilik"in karşıtına gelince o da "bilgisizlik"tir. Onyedinci, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yaşanmış ve fakat yirminci yüzyılda yaşanmaması gereken bilgisizlik...
Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı "gerçek"lerden özetle şöyle söz etmektedir:
"Bilimler deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla beraber değerlendirmesinde, nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten uzak olduğu oranda insanın hayal ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel sonuçlar bu sınırlar içinde kabul görmektedir. Oysa bu haliyle nitelendirme ve bilgi açısından sayıların alanıyla sınırlanmış oluyor. İhtimallerle başlayıp, ihtimallerle sonuçlanıyor. Hiçbir zaman kesinlik ifade etmemiş oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık sonuçlardır. Her zaman için ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü, sonuçlarda olabilen muhtemel yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde değişime uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat kanunlarından birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin şöyle dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçlardır." Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık bırakıyor."
Bu sözler, bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm sonuçların gerçek mahiyetini özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri, hatta öncesizlik ve sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu sonuçlara ulaşmaya çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar, insanın mührünü taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak, yanlış ve doğruya ve iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine benzer özelliklere açık olacaktır.
Bununla beraber insanın herhangi bir sonuca varmak için başvurduğu yöntemler, deney ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu sonucu karşılaştırma yoluyla genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim adamlarının itiraflarıyla; karşılaştırma, tahmini sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir zaman kesin ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, -bu ise, deney ve üzerinde deney yapılan şeyden elde edilen sonucu her zaman ve koşuldaki benzerine uygulatma anlamında araştırmadır.- İnsan için o kadar kolay bir yöntem değildir. Sadece kesin sonuçlara ulaştıran yöntemlerden bir tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve açıklaması Olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir yel olma vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında insanın tüm bilgisi, hiçbir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi olarak kalacaktır.
Bununla beraber insan, ulaştığı bu zanna dayalı bilgilerinin ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır.
Çevresindeki bu evren... Evet insan halâ çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu, mahiyeti, hareketleri; "zaman" ve mahiyeti, "mekân" ve onun "zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her şeyin "zaman" ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar geliştirip durmaktadır.
Şayet evrende "fikir" ve genel anlamda "enerji"nin mahiyetinden farklı bir mahiyete sahipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl oluşmuştur? Ne tür bir mahiyete sahiptir? Hareket çizgisi nasıldır? Kendisini etkileyen unsurlar nelerdir? Şu `maddi' varlıkla ne tür bir ilişkisi vardır?
`İnsanın kendisi nedir? Onu `madde'den farklı kılan nedir? Geri kalan canlılardan ne gibi bir ayrıcalığa sahiptir? Şu yeryüzüne nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık kazandıran ve onun sayesinde başka şeyler üzerinde tasarruf yetkisine sahip olduğu `akıl' nedir? Öldükten ve yok olduktan sonra ne olacaktır?
Bizzat insanın bünyesinde her an olup biten analizler ve bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor?
Tüm bunlar `gayb'ın alanıdır. Bilim ise kenarında durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da olsa, kimi zaman içine dalacak gibi oluyor sadece. Her ne kadar ileri sürülen görüşler, varsayım ve ihtimallerden öteye geçmiyorsa...
Bu çağda çok azı dışında bilimin bizzat ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve Allah'dan başka kimsenin bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm, ahiret, hesap ve ceza konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir an için tüm bunları bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki `gayb' yeterlidir. Bu gayb karşısında bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demogojiyi bilgiye, büyüklenmeyi samimiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan kaçınmaz.
Bazı örnekler verelim:
1- Evrenin temel yapısı ve gidiş tarzı hakkında modern bilimin dediğine göre, evrenin yapısının temelini atom oluşturmaktadır. Ancak alemin yapısındaki en küçük birim atom değildir. O da protonlardan (pozitif elektriksel enerji), elektrondan (negatif elektriksel enerji) ve nötronlardan (yüksüz pozitif ve negatif elektriksel enerjiyi eşit miktarda içeren nötr tarafsız enerji) meydana gelmektedir. Atom parçalanınca elektrikler (elektronlar) dağılır. Ancak laboratuarda her zaman kesin ve uyumlu bir hareket sergilemezler. Kimi zaman ışık dalgaları kimi zaman da mermi gibi hareket ederler. Hareketleri önceden belirlenemez. Aksine hiçbir zaman kesin olmayan başka bir kanuna uyarlar. O da ihtimaller kanunudur. Atomun hareket tarzı budur. Parçalar şeklinde atomlardan meydana gelen gruplar da bu şekilde hareket ederler.
İngiliz doğa bilimci ve matematikçi Sir James Jains şöyle der:
"Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın başlangıcından sonuna kadar sebep ve sonuç arasındaki sürekli zincirleme doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A) durumundan sonra (B) durumunun gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise, şu ana kadar söyleyebildiği tek şey, (A) durumundan sonra (B) durumunun ya da (C) durumunun veya (D) durumunun veyahut bunlardan başka bir durumunun meydana gelebileceğidir. Evet şunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemel-dir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak, hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez. Çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların gerçek mahiyeti ne olursa olsun."
Şayet insan bilgisinin deneyimlerinin ulaştığı ve evren ve atomlarının içinde, eşiğinde durduğu nokta bu olmasaydı `gayb' ve insan bilgisine kapalı Allah'ın kaderi ne olacaktı?
Bu duruma radyum atomlarının ışınlanarak kurşun ve helyuma dönüşmesi örnek verilmektedir. Bu, tamamen bilinmez bir kadere, örtülü bir `gayb'a göre meydana gelmektedir. İnsan bilgisi bunun ötesine geçemiyor.
"Daha iyi açığa kavuşması için somut bir örnek verelim: Bilindiği gibi radyum atomları ve ondan başka ışınlama yeteneğine sahip elementler sırf zamanın geçmesiyle parçalanırlar. Geride kurşun ve helyum atomları kalır. Bu nedenle radyum kütlesi sürekli hacmini kaybeder ve zamanla yerini kurşun ve helyuma bırakır. Bu dengeli eksilmeye hükmeden genel kanunsa, son derece garip bir kanundur. Buna göre radyum atomları, sadece doğum olmadığı ve nüfusun tümü yaşlılıktan kaynaklanmayan tek bir ölümle yüzyüze kaldığı zaman insanların yok olması gibi eksilirler. Ya da aralarında hiç kimsenin kendi isteğiyle katılmadığı bir bölük askerin yok olacağı ateş hattına sürülmesi gibi yok olurlar. Kısacası bir radyum atomu üzerinde yaşlılığın hiçbir etkisi söz konusu değildir. Yani radyum atomu hayattan payını aldığı için ölmez. Aksine ölüm kendisine tesadüfen isabet ettiği için ölmüştür." (Sir James Jains böyle söylüyor. Deneyimlerin ve tabiatın açık vasfının doğurduğu bilimsel sonuçlar çıkarıyoruz sözlerinden. Ancak kullandığı "tesadüfen isabet etme" deyimi, bizi ilgilendirmez. Çünkü biz biliyoruz ki o, süresini doldurmuştur ve ölüm ona, Allah'ın takdiri ve hikmeti uyarınca gelmiştir. Ve yine biliyoruz ki; her ecel önceden tayin edilmiştir. Bu noktada bir radyum atomu ile herhangi bir canlı arasında hiçbir fark yoktur. İnsanlar da bu şekilde gözlere görünmeyen ecelin dolması sonucu ölürler.)
"Bu gerçeği açıklamak için somut bir örnek verecek olursak şöyle söyleriz: Diyelim ki odamızda 2000 tane radyum atomu vardır. Bilim bir sene sonra bunlardan kaç tanesinin aktif kalacağını söyleyemez. Olsa olsa geri kalanlara tercih edilebilecek ihtimalleri sıralayabilir, 2000 veya 1999 ya da 1998 gibi. Sayısının 1999 olması, olabilecek en yakın ihtimaldir. Yani en çok tercih edilen ihtimale göre, gelecek yıl içinde 2000 atomdan sadece bir tanesi yok olacaktır.
2000 atom içinde bu belli atomun hangi yöntemle seçildiğini kavrayamıyoruz. İşin başında bu atomun diğerlerinden daha çok bir çarpışmaya uğrayacağını ya da daha sıcak bir ortama girebileceğini yahut gelecek yıl içinde bu ikisinin dışında bir olayla karşılaşabileceğini varsayabiliriz. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman doğru olmayacaktır. Çünkü şayet bir tek atomun çarpışmaya uğraması ya da sıcak bir ortama girmesi sonucu yok olması mümkün oluyorsa, geri kalan 1999 atomun da parçalanması mümkündür. O halde basınç ya da ısı uygulama sonucu, radyum atomunu parçalamak konusunda acele edebiliriz. Ancak doğa bilimcilerden her biri bunun mümkün olmadığını bildirmektedir. Aksine her yıl 2000 tane radyum atomunun içinde sadece bir tane atoma ölümün isabet ettiğine ve onu parçalanmaya zorladığına inanmaktadır." İşte 1903 yılında "Ruderford" ve "Sdey"nın ortaya attıkları kendiliğinden parçalanma teorisi budur.
O halde kendisinin ve başkasının isteği dışında, kendisinden ve başkasından bir bilgi olmaksızın atomun radyasyon yaymasını sağlayan görünmez kader bu değilse nedir?
Kuşkusuz bunları söyleyen adam, insanların göremediği ilâhi kaderi ispat etmek isteğinde değildir. Aksine bizzat insan bilgisinin vardığı sonuçların baskısından kaçma çabasındadır. Ancak `gayb' gerçeği onu, gördüğümüz gibi konuşmak zorunda bırakmaktadır.
2- Nasıl ki `gayb' gerçeği evrenin yapısının, temelinin ve hareketlerinin açıklanması konusunda bir zorunluluksa, aynı şekilde insan bilgisinin ulaştığı aynı güçle hayatın ortaya çıkışı ve hareketleri konusunda da bir zorunluluktur.
Almanya Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden biyolog ve botanikçi Russel Charles Ernest şöyle der:
"Cansızlar aleminden hayatın nasıl meydana geldiğine ilişkin birçok teoriler geliştirilmiştir. Kimi araştırmacılar hayatın proteinden ya da virüsden yahut proteinin büyük parçalarının biraraya gelmesinden meydana geldiği sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemini bölen boşluğu kapattığını düşünebilir. Ancak kabul etmek zorunda olduğumuz realite gösteriyor ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için harcanan tüm çabalar, beklenmeyen bir başarısızlık ve bozgunla sonuçlanmıştır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sonradan meydana gelen alemin, atomların ya da parçaların rastlantı sonucu biraraya gelmesinden oluştuğuna ilişkin doğrudan bir kanıt ileri süremez. Canlı hücrede gördüğümüz şekilde hayatın ortaya çıkışını, korunmasını ve yönlendirilmesini bu şekilde izah edemez. Kişi hayatın ortaya çıkmasına ilişkin bu yorumu kabul etmekte serbesttir. Bu onu ilgilendiren bir şeydir. Ancak bunu kabul ettiği zaman, Allah'ın varlığına, her şeyi yaratıp yönlendirdiğine inanmanın akla getirdiği zorlukların ve çaresizliklerin çok daha şiddetlisini yaşayacaktır.
Canlı hücrelerden herbirinin son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğuna bu yüzden anlaşılmasının oldukça güç olduğuna inanıyorum. Yeryüzünde bulunan milyarlarca canlı hücre Allah'ın gücüne, düşünce ve mantığa dayalı bir şahitlik yapmaktadırlar. Bu yüzden ben Allah'ın varlığına bütün içtenliğimle inanıyorum."
Bu şahitlikten bizi ilgilendiren evrenin oluşumu ve hareketleri gibi hayat sırrının ve oluşumunun da Allah'ın bilgisince kuşatılmış gaybın kapsamına girdiği gerçeğidir. Bu konuda ihtimaller ileri sürmekten başka insanın elinden bir şey gelmez. Kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor. "Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasını onlara göstermedim." (Kehf Suresi: 51)
3- İnsana ulaşmak için daha geniş bir adım atıyoruz. Erkeğin bir atımlık menisinde yaklaşık olarak 60.000.000 (altmış milyon) sperm yer almaktadır. Hepsi de kadının rahmindeki yumurtalığa döllenmek için hızla atılırlar. Hangisinin ileriye geçip yumurtacıkta döllendiğini hiç kimse bilemez. İşte bu `gayb'dır. Ya da aralarında bu işte bir rol sahibi olan kadın ve erkekde olmak üzere hakkında insanların hiçbir şey bilmediği Allah'ın görünmez kaderidir. Sonra altmış milyon spermi geride bırakan tek sperm, birlikte döllenmiş hücreyi oluşturmak için yumurta ile birleşir. İşte cenin bundan meydana gelmektedir. Yumurtalıktaki kromozomların tümü, dişi olmakla beraber, sperm kromozomlarının bir kısmı erkek bir kısmı da dişidir. Yumurtalığa giren erkek ya da dişi kromozomların sayısı -erkek veya dişi olması bakımından- ceninin durumunu belirler. Bu da yüce Allah'ın görünmez kaderine göre meydana gelmektedir. Bu konuda insan herhangi bir bilgiye sahip olmadığı gibi hiçbir şekilde müdahalede bulunma gücüne de sahip değildir. Ceninin anne ve babası da farklı bir konuma sahip değildir.
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir, yücelerin yücesi büyük Allah." (Ra'd Suresi: 8-9)
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk verir. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir her şeye gücü yetendir." (Şura Suresi; 49-50)
"Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?" (Zümer Suresi: 6)
İşte bu, insan `bilgi'sinin kapısında durduğu ve yirminci yüzyılda karşı karşıya kaldığı `gayb' gerçeğidir. Oysa geçmiş asırlarda yaşayan bazı kimseler `gaybilik'in `bilimsellik'e aykırı olduğunu iddia ediyorlardı. Bilimsel mantıkla yaşamak isteyen toplumların, `gayb' mantığından kurtulmalarının gerektiğini söylüyorlardı. Ama işte bakınız bizzat insan bilgisi, yirminci yüzyıl bilim ne diyor: Ulaşılan tüm sonuçlar ihtimallerden ibarettir. Ortada kesin ve içinde kuşku bulunmayan tek gerçek "gayb"dır.
Gayb gerçeği hakkındaki bu kısa ve toplu değerlendirmemizi burada kesmeden önce İslâm inancında, İslâm düşüncesinde ve İslâm mantığında gayb gerçeğinin mahiyeti hakkında birkaç söz söylememiz yararlı olacaktır.
İslâm düşüncesini ve İslâm mantığını oluşturan İslâm inancının kaynağı olan Kur'an, ortada bir görülen bir de görülmeyen alemin varlığından söz etmektedir. O halde insanı kuşatan her şey, görülmezlikten ibaret değildir. Aynı şekilde insanın sürekli ilişki içinde olduğu evrensel kanunlar, büsbütün bilinmezlik değildir.
Kuşkusuz bu evrenin değişmez kanunları vardır. İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini yerine getirmek için, gücü ve ihtiyacı oranında kendisine gerekli olacak kadarını öğrenebilir bu kanunların. Kuşkusuz yüce Allah, insana evrensel kanunların bir kısmını öğrenmek ve halifelik görevini yerine getirmek, yeryüzünü imar etmek, hayatı ilerletmek, yeryüzünün zenginlik kaynaklarından, rızıklarından ve enerji kaynaklarından yararlanmak için bu kanunlar uyarınca, evrensel kanunları egemenliğine alma gücünü vermiştir.
Tüm genelliğiyle bu değişmez kanunların yanında, yüce Allah'ın serbest iradesi vardır. Her ne kadar bu kanunları kendisi koymuşsa da hiçbir zaman bu kanunlar O'nun dilemesini bağlayamaz. Uygulanan bu kanunların her defasında O'nun öngördüğü şekilde uygulandığı Allah'ın kaderi vardır. Dolayısıyla bu kanunlar, otomatik birer unsur değildirler. Allah'ın koyduğu kural uyarınca hareket etséler de, tüm hareketlerine Allah'ın kaderi egemendir. Her defasında bu kanunların kendisine uygun olarak hareket ettiği kaderde, hiç kimsenin hakkında kesin olarak bir şey bilemediği `gayb'ın kapsamındadır. Bu konuda insanların ileri sürdükleri tüm bilgiler, `zan' ve `ihtimaller'den ileri gidemez. Bu, aynı zamanda insan bilgisinin kabul ettiği bir husustur da.
Kuşkusuz, an gibi kısa bir zaman diliminde insan bünyesinde milyarlarca operasyon meydana gelmektedir. Kendi bünyesinde olup bitmesine rağmen tüm bunlar, insan için birer gaybdırlar. Aynı şekilde çevresindeki evrende de bunun gibi milyarlarca operasyon gerçekleşmektedir. Bunlar da tıpkı diğerleri gibi insanın, hakkında hiçbir şey bilmediği `gayb'ın kapsamına girmektedirler.
Bazısı insanlar tarafından bilinen ve yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek için düzenli ve bilimsel bir şekilde yararlandığı değişmez kanunların varlığına rağmen `gayb', insanın ve evrenin geçmişini, bugününü ve geleceğini kuşatmıştır.
Kuşkusuz insan, kendi isteğinin dışında ve ne zaman geleceğini bilmeden bu dünyaya. gelmektedir. Aynı şekilde kendi isteğinin dışında ve ne zaman gideceğini bilmeden gitmektedir. Bu durum her canlı için geçerlidir. Ne kadar bilirse bilsin, neler öğrenirse öğrensin, bu realiteden hiçbir şey değiştirmeyecektir.
"İslâm rasyonalizmi", `bilimsel gaybi' bir rasyonalizmdir. Çünkü `bilim' ve `realite'nin şahitliğiyle `gaybi'lik, `bilimsel'liğin ta kendisidir. Gayb gerçeğini inkâr etmeye gelince bu, bilgiçlik taslayanların içinde yüzdükleri bir bilgisizliktir.
Kuşkusuz "İslâm rasyonalizmi", anahtarlarını yüce Allah'dan başka kimsenin bilemediği gizli gayb'a inanmayı ve değişmez evrensel kanunların varlığını kabul etmeyi bünyesinde toplamıştır. İnsanın yeryüzündeki hayatı için lâzım olacak kadarını bilmek ve değişmez temelleri uyarınca ilişkide bulunmak mümkündür bu kanunlarla. Müslüman kendi sınırları içinde insan bilgisini görmezlikten gelmez. Aynı şekilde, ortada yüce Allah'ın dilediği kimseye dilediği kadarını öğretmesinin dışında hiç kimsenin bilemediği bir gayb aleminin olduğuna ilişkin realist gerçeği de kavramaktan geri durmaz.
Gayb'a iman, kişiyi, duyularının algıladığından başkasını algılayamayan hayvanlık derecesinden alıp, varlık aleminin, duyuların ya da duyu organlarının bir uzantısından başka bir şey olamayan teknolojik araçların algılayabildiği şu küçücük ve sınırlı mekandan çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu algılayan insanlık düzeyine çıkartan bir merdiven konumundadır. Kuşkusuz bu, insanın, varlığın tümüne, kendi varlığı, varlığın bünyesindeki sınırsız güç kaynaklarına, evrenin algılanmasına ve evrenin ötesindeki güç ve planı kavramasına ilişkin düşüncesinde derin etkileri bulunan bir değişimdir. Nitekim bu değişimin, insanın yeryüzündeki hayatında da derin etkileri söz konusudur. Kuşkusuz küçük bir ortamda yaşayıp duyu organlarıyla algılayan, kocaman evrende yaşayıp her şeyi ortada ve gözleriyle gören, evrenin katmanları arasından ve derinlilerinden gelen sesleri ve ilhamları algılayan, kısa ve sınırlı ömründe aklının aldıklarının zaman ve mekân içinde çok daha boyutlu olduğunun bilincinde olan, görüleni ve görülmeyeni ile birlikte evrenin ötesinde evrenden çok daha büyük bir gerçeğin varlığından haberdar olan, evrenin bu gerçekten kaynaklandığını, varlığını ondan aldığını ve bu gerçeğin, gözlerin göremediği, akılların kavrayamadığı yüce ilâhlık makamı olduğunu bilen birisi gibi olamaz.
..."Gayb'e (görünmeyene) inanmak, insanın, hayvanlar alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayırımı konumundadır. Fakat günümüzün materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı, duyu organlarının' algıladıkları dışında, hiçbir varlığın onaylanmadığı hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne `ilericilik' adını veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten koruyarak, `görünmeyene inanmak' sıfatın ı onların ayırıcı niteliklerinden biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamd olsun. Ve yine tersine gidenler ile baş aşağı dönenlere yazıklar olsun."
`Gaybilik' ve `Bilimsellik'ten söz edenler bir de `tarihsel determinizm'den söz etmektedirler. Sanki tüm gelecekten eminmişler gibi. Oysa çağdaş bilim, "ihtimaller"den söz etmektedir, `kesin sonuçlar'dan değil.
`Kesin zorunluluk'lardan söz edenlerden biri de Marx'tı. Peki günümüzde Marx'ın haber verdiği `determinizm' nerede?
Marx, sanayileşmenin zirvesine ulaşması ve dolayısıyla kapitalizmin zirveye yerleşmesi, öte taraftan işçilerin gittikçe yoksullaşmaları sonucu kaçınılmaz olarak komünizmin İngiltere'de gerçekleşeceğini haber vermişti. Ancak komünizm sanayi bakımından en çok, geri kalmış uluslarda; Rusya Çin ve benzeri yerlerde kurulabildi. Fakat sanayileşmiş ileri ülkelerde hiçbir zaman gerçekleşemedi.
Lenin ve Stalin, Kapitalist dünya ile Komünist dünya arasında zorunlu bir savaştan haber vermişlerdi. Oysa halefleri Kruşçef `barış içinde yaşam' bayrağını yükseltmektedir.
Biz zorunluluklardan söz eden bütün kehanetleri uzun uzadıya anlatacak değiliz. Çünkü üzerinde ciddi ciddi tartışmaya değmezler.
Kuşkusuz ortada tartışmasız tek gerçek vardır, o da gayb gerçeğidir. Bundan sonrası ihtimallerden ibarettir. Meydana gelmesi zorunlu olan bir tek şey vardır, o da yüce Allah'ın hükmünü takdir ettiği şeyin meydana gelmesidir. Allah'ın kaderi de görülmez gaybdır. Bunların yanında bir de evrenin değişmez bir yasası vardır. İnsanın bu yasayı öğrenmesi ve yeryüzündeki halifelik görevinde onlardan yararlanması her zaman mümkündür. Ancak Allah'ın yürürlükteki kaderine ve bilinmez gaybına kapıyı her zaman açık tutmak şartıyla. İşte her şeyin temeli budur.
"Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür." (İsra Suresi: 9)
Ayetlerin akışı, gaybın anahtarlarına ve evrenin her köşesinde olup bitenlere ilişkin yüce Allah'ın kapsamlı bilgisinden, insanların şahsında bu kapsamlı bilginin bir diğer alanına geçmektedir. Kuşatıcı bilgiden sonra ilâhi egemenliğin alanlarından birine geçmektedir.


60- Sizi geceleyin öldüren ve gündüzleyin neler yaptığını bilen O'dur. Sonra O sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O yapmış olduklarınızı size haber verecektir.

Geçen ayette `gayb'ın ufuklarını, boyutlarını ve derinliklerini çizen ve yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğuna ve kapsayıcılığına işaret eden kelimeler gibi birkaç kelime daha. Tüm insanlığın hayatını Allah'ın yetkisine, bilgisine, gücü ve idaresine bırakan birkaç kelime daha. Bu kelimeler, insanların uyanıklıklarını, uykularını, ölümlerini, dirilişlerini, toplanıp hesaba çekilmelerini Allah'ın yetkisine vermektedir. Ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının gözler önüne getirdiği her tabloda, her sahnede ve her harekette başvurduğu canlandırma, somutlaştırma, duyguları uyarıp harekete geçirmeye ilişkin olağanüstü yöntemine göre.
"Geceleyin sizi öldüren O'dur."...
O halde uyumaları bir tür ölümdür. Duyular hareketsiz hale geldiğinden, his dünyası tamamen durgunlaştığından, akıl sessizliğe büründüğünden ve uyanıklık durumu -kesilip- uykuya dönüştüğünden dolayı, uyku da bir çeşit ölümdür. Dış görünüşünü ve etkilerini görmelerine rağmen insanların hakkında ne söyleyeceklerini bilmedikleri bir sırdır. İnsanı çepeçevre kuşatan gayb şekillerinden biridir. işte insanlar, her türlü çabadan ve hareketten (hatta uyanıklıktan bile) soyutlanıyorlar. İşte onlar hayattan uzak, kopuk durumdadırlar. Her zaman oldukları gibi, şimdi de Allah'ın kontrolü altındadırlar. Onları yüce Allah'dan başka hiç kimse eksiksiz hayata ve uyanıklığa geri getiremez. Şu insan Allah'ın avucunda ne kadar da zayıftır.
"Gündüzleri ne yaptığınızı bilir"...
Tutmak ya da bırakmak üzere hareket eden tüm uzuvlarının kazandığı iyilik veya kötülük Allah katında bilinmektedir. Tüm insanlar, gerek hareket halinde gerekse hareketsizliklerinde hep gözetim altındadırlar. Sabahleyin uyandıktan sonra uzuvlarının kazandığı hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kaçmaz.
"Belirlenen süre dolsun diye gündüzleri sizi dirilten O'dur"...
Yani yüce Allah'ın belirlediği ecelinizin tamamlanması için düz vakti sizi uykunuzdan, hayattan kopukluğunuzdan uyandırır. İnsanlar, yüce Allah'ın takdir ettiği alan içerisinde hareket etmek zorundadır. Bunun dışında kaçabilecekleri bir yer, varabilecekleri bir son söz konusu değildir.
"...Sonra O'nun huzuruna döneceksiniz"...
İstirahatın bitiminden sonra yeniden gözetim altına girmektir bu.
"Sonra ne yaptığınızı bildirecektir"...
Bu, olup biten her şeyi kaydeden kütüğün gözler önüne serilmesidir. Ve bu, en ince noktasına kadar adaletin gerçekleşmesidir. Hiçbir şekilde verilen cezada zulüm söz konusu olmayacaktır.
Birkaç cümleden oluşan bir tek ayet, bunca tablo ve sahneyi, prensip ve gerçekleri, ilham ve gölgeleri içeren şeridi işte böyle kapsamaktadır. Peki kim yapabilir bunu? Şayet bu değilse, o halde nasıl olur olağanüstü mucizeler? Ancak, yalanlayanlar bundan habersizdirler. Peşinden korkunç bir azabın geldiği maddi mucizeler isteyip duruyorlar.

ECEL

Uluhiyet gerçeğine ilişkin diğer bir temas... Kulların üzerindeki kahredici güce, ihmal etmeyen sürekli gözetime, öne ya da geriye alınması mümkün olmayan yürürlükteki kadere, kaçıp kurtulma imkânı bulunmayan kaçınılmaz sona ve içinde gevşeklik ya da ihmale yer bulunmayan son hesaba ilişkin bir esinti yer almaktadır.


61- O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar.


62- Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur.

"O, kulları üzerinde kesin egemendir"...
O, üstün otorite sahibidir. Onlar da O'nun otoritesi ve hakimiyeti altındadırlar. Onlar, bu otoritenin kontrolünde yaşayan zayıf kimselerdir. Ne bir güçleri ne de yardımcıları söz konusudur. Kuldur onlar, üzerlerinde üstün bir otorite vardır. Bu üstün otoriteye boyun eğmek zorundadırlar.
İşte üstün ilâhlık makamına kulluk yapmak budur. Her ne kadar diledikleri gibi kullanmaları için kendilerine yeterince özgürlük, öğrenmeleri için bilme ve halifelik görevini yerine getirebilme yeteneği verilmişse de, insanların realiteleri bu gerçeği dile getirmektedir. İnsanın alıp verdiği her nefes bir kadere bağlıdır. Bünyelerinde meydana gelen her hareket, yüce Allah'ın içlerine yerleştirdiği kanun uyarınca meydana gelmesi bakımından Allah'ın otoritesine boyun eğmektedir. Bu otoriteye karşı çıkmaları mümkün değildir. Kuşkusuz bu kanun, her defasında, hatta bir nefes alış verişinde ve ufak bir harekette bile bir kader doğrultusunda hareket etmektedir.
"Size koruyucu melekler gönderir."
Ayet burada koruyucuların niteliğinden söz etmemektedir. Başka yerlerde bunların insanlardan kaynaklanan şeyleri kaydeden melekler oldukları belirtilmektedir. Ancak buradaki açık amaç, doğrudan gözetim gölgesini nefislerin üzerine düşürmektir. Nefislerde bir an bile kendi başlarına olmadıkları, başıboş olmadıkları duygusunu uyandırmaktır. Çünkü ortada her hareketi ve sesi kaydeden gözetici koruyucular vardır. İnsandan kaynaklanan her şeyi kaydederler, hiçbir şey gözlerinden kaçmaz bu koruyucuların. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesini, içindeki her kıvrımın her uzvun uyanmasını garantilemektedir.
"Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz, hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar."
Aynı gerçeğin gölgesi bir başka şekilde belirmektedir. Alıp vereceği nefesleri sayılı olan her nefis, ne zaman geleceğini bilemediği bir ecele bağlıdır. (Ecel insana göre bir gaybdır ve insanın onu ortaya çıkarması mümkün değildir.)
Ancak ecel, yüce Allah'ın bilgisi dahilinde bir plana göre belirlenmiştir. Geriye ya da ileriye alınması mümkün değildir. İnsanın alıp verdiği nefesleri kaydetmek ve eceli gelince de camı almakla görevli hazır ve doğrudan doğruya insanın yakınında bulunan koruyucu, hiçbir zaman uyuklamaz, unutup ihmal etmez. Çünkü koruyuculardan bir koruyucu, meleklerden bir elçidir. Önceden belirlenen, vadedilen an geldiğinde nefis, her şeyden habersiz oyalandığı bir sırada, koruyucu görevini yerine getirir, elçi elçiliğini yapar. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesine yeterli bir nedendir. Çünkü o, kendisini çepeçevre kuşatan görülmez kaderi algılamaktadır. Artık her an canının alınabileceğini ve her nefeste kaçınılmaz ecelin yaklaştığını bilmektedir. Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler.
Yakardıkları tanrıların dışında tek ve gerçek efendileri... Onları yoktan var eden ve yanılmaz, şaşmaz gözetimi altında dilediği kadar yaşamalarına izin veren gerçek efendileri O'dur. Hiç kimse tarafından hesaba çekilmeksizin haklarında hükmünü vermek için, dilediği zaman onları yanına döndürecektir. "İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur."
Hükmeden sadece O'dur. O'dur tek başına hesaba çeken. Hükmederken ağır davranmaz, cezayı da ihmal etmez. Ayette yer alan `çabukluk' ifadesinin insan kalbine dokunan bir yanı vardır. Buna göre insan, hesap anında söz konusu olacak bir ihmale bile terk edilmemiştir.
Müslümanın hayata, ölüme, ölümden sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye ilişkin inancından kaynaklanan bu düşünce, yeryüzünde kullara ait işlerde yüce Allah'ın tek başına hükümran oluşuna ilişkin tüm tereddütleri gidermeyi garantilemektedir.
Ahirette gerçekleşecek hesap, ceza ve hüküm, insanların dünyada yaptıklarına göre olacaktır. Ortada neyin helal, neyin haram olduğunu belirleyen Allah'dan gelmiş bir şeriat olmadığı sürece, insanların dünya hayatında kazandıklarından dolayı hesaba çekilmeleri söz konusu olmayacaktır. Çünkü ahirette bu şeriatın esaslarına göre hesaba çekileceklerdir. Dünyada ve ahirette hakimiyet bu temele dayanılarak birlenebilir.
İnsanlar yeryüzünde Allah'ın şeriatının dışında bir yasayla hükmederlerse, ahirette neye göre hesaba çekileceklerdir? Acaba yeryüzünde hükmettikleri ve hükmüne başvurdukları insanların yasalarına göre mi hesaba çekileceklerdir? Yoksa, onunla hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları Allah'ın semavi şeriatına göre mi hesaba çekileceklerdir?
İnsanlar şunu iyice bilmek zorundadırlar, yüce Allah onları kendi şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların yasasına göre değil. Şayet hayat düzenlerini, dinsel sembol ve kulluklarını olduğu kadar, toplumsal ilişkilerini Allah'ın şeriatına uygun bir şekilde düzenlemeyecek olurlarsa, Allah'ın huzurunda ilk bundan hesaba çekileceklerdir. O gün, yeryüzünde Allah'ı ilâh edinmeyip, O'nun dışında birçok rabbler edinmelerinden ötürü hesaba çekileceklerdir. O halde Allah'ın ilâhlığını inkâr etmekten -ya da ibadet ve sembolik kulluk davranışlarında O'nun şeriatına, sosyal, siyasî ve ekonomik düzen bakımından, uygulama ve ilişkilerinde O'ndan başkasının yasasına uymak suretiyle şirk koşmaktan- dolayı hesap vereceklerdir. Kuşkusuz yüce Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz bunun dışındaki günahları dilediğine bağışlar.
Sonra ilâhlık gerçeğini bilen ve zorluk anında gerçek ilâhına sığınan fıtratlarıyla, onları muhakeme etmektedir. Bu fıtratın korku ve sıkıntı anındaki durumu gözler önüne getirilmektedir. Kısa ve süratli, ancak net, kesin, duygulandırıcı ve etkin bir sahnede rahatlık ve güven ortamında, bu fıtrata karşı çıkışları da sergilenmektedir.
Kuşkusuz insanın ödünü koparacak korku ve sıkıntılı anlar her zaman toplanma ve hesaba çekilme gününe bırakılmış değildirler. Karanın ve denizin karanlıklarında aynı korkuyla karşılaşmaları her zaman mümkündür. Bu sıkıntılı anda Allah'dan başkasına yönelmezler. Zaten Allah'dan başkası da kurtaramaz onları bu sıkıntıdan. Ancak, kendilerini rahat ve güvencede hissettikleri an, tekrar içinde bulundukları şirke dönüyorlar.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 20:55   Mesaj No:13
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

63- De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız.


64- De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz!"

Kuşkusuz tehlikeyi düşünmek, korkuyu hatırlamak, isyancı nefisleri uysallaştırır, katı kalpleri yumuşatır. Kişiye zayıf ve çaresiz anını hatırlattığı gibi, genişlik rahmetini, kurtuluş nimetini de hatırlatır.
De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki, O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız."
Darlığa düşen ya da darlığa düşenlerin sıkıntılı halini bilen herkesin bildiği bir deneyimdir bu. Karanın ve denizin karanlıkları çoktur. Karanlığın olabilmesi için gece olması şart değildir. Yolu kaybetmek bir karanlıktır, tehlike de öyle. Karada ve denizlerde insanları bekleyen gayb bir perdedir. Ne zaman insanlar karanın veya denizin karanlıklarından biriyle karşılaşacak olurlarsa, içlerinde Allah'dan başka bir şey hissetmezler. Yakararak O'na dua ederler ya da sessizce yalvarırlar. Bu durumda fıtrat, üzerine bulaşmış tozlardan arınıp derinliklerinde gizli gerçekle, biricik ilâhlık gerçeğiyle yüzyüze gelir. Hak olan Allah'a, ortak koşmadan yönelir. Çünkü bu anda şirk düşüncesinin saçmalığını, ortak koştuklarının işe yaramadığını anlar. Bu nedenle sıkıntıya düşenler birtakım sözler vermeye başlarlar.
Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız.
Yüce Allah işin gerçeğini onlara anlatması için peygamberine şöyle buyurmaktadır:
De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır."
Onun dışında yakarışlara karşılık verecek, sıkıntıları giderebilecek birisi söz konusu değildir.
Ardından iğrenç ve şaşırtıcı davranışlarını da hatırlatmasını emretmektedir:
"Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz."
Burada ayet-i kerime onları, kurtulduktan sonra da başlarına gelebilecek Allah'ın azabıyla yüzyüze getirmektedir. Bu, bir defada olup biten bir şey değildir ki, düşündükleri gibi O'nun kontrolünden kurtulabilsinler.


65- De ki; "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünü, acısını tattırmaya kadirdir. Ola ki, anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musun?

Üstten gelip her tarafı kaplayan ya da dipten fışkıran azabı düşünmek, nefislere sağdan ya da soldan gelen azabı düşünmekten daha çok etki eder. Çünkü insan sağ taraftan ya da sol taraftan gelecek bir azabı savabileceği kuruntusuna kapılabilir, ancak tepesinde ya da ayaklarının dibinden gelecek bir azaba gelince, bu, her tarafı bürüyen kahredici ve sarsıcı bir azapdır. Karşı koymak, direnmek mümkün değildir. Bu duygulandırıcı ifade, insanın duygu ve düşüncesini sarsan böylesine güçlü etkenleri içermektedir. Bu ifade, aynı zamanda yüce Allah'ın dilediği zaman, dilediği gibi kullarına azap edebileceği gerçeğini de dile getirmektedir.
Yüce Allah'ın onunla dilediği zaman kullarını yakalayıp azaba uğratabildiği gücünün dahilindeki azap türlerine daha yavaş ve sürekli bir yenisi eklenmektedir. Bir anda işlerini bitirmiyor, tersine, gece-gündüz onlarla birliktedir bu azap. Onlarla oturuyor onlarla birlikte yaşıyor.
`Veya sizi birbirinize katıp, kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir.' Bu kalıcı, uzun ve sürekli bir azaptır. Onları gruplar ve topluluklar haline getirmekle, kendi elleriyle tattırmaktadır bunu; kendi kendileri yudumluyorlar azabı. Bu gruplar, kimisi kimisinden ayırd edilmeyecek, ayrılamayacak şekilde birbirlerine girmişlerdir. Sürekli bir çekişme ve didişme içindedirler. Bir düşmanlık ve çarpışmadır sürüp gidiyor. Şu grubun şunun başına getirdiği felâketler içinde yaşayıp gideceklerdir.
İnsanlık her ne zaman Allah'ın sisteminden sapmış, hayatın yönlendirilmesini insanların arzularına, çekişmelerine, ihtiras ve bilgisizliklerine, zaaf ve eksikliklerine bırakmışsa, uzun tarihinin birçok döneminde bu tür bir azapla hep karşı karşıya kalmıştır. Ne zaman ki insanlar, hayatları için düzen, sistem, şeriat ve kanun, değer ve ölçüleri kendi kendilerini belirleme alçaklığına düştülerse, o zaman bazısı bazısına kulluk yapmak zorunda kalmıştır. Kimisi koyduğu düzen, sistem, yasa ve kanunlara başkalarının boyun eğmesini istemiştir. Onlar da bundan kaçınıp, karşı çıkmışlar. Bu sefer de boyun eğmekten kaçınıp, karşı çıkanlara saldırmaya başlamışlar. Eğilimleri, arzuları, ihtirasları ve düşünceleri hep çatışır. Böylece kimisi diğerlerinin belâsını çeker. Bazısı geri kalanlara kin besler. Bazısı da başkalarını inkâr eder. Çünkü hep birlikte, tüm kulların emirlerine uyduğu yüce ma'budun koyduğu ölçüye başvurmuyorlar. O zaman hiç kimse boyun eğmekten kaçınıp büyüklenmeyecekti. Aynı şekilde boyun eğdiği zaman da içinde bir eziklik hissetmeyecekti.
Kuşkusuz yeryüzünde kopacak en büyük fitne, kullar arasında birilerinin çıkıp kullar üzerinde ilâhlık iddiasında bulunması, sonra da bu iddiayı pratiğe geçirmesidir. İşte bu, insanları birbirine girmiş gruplara dönüştüren fitnedir. Çünkü tek bir millet ya da birlik halinde bir toplum görüntüsünü verseler de gerçekte kimisi kimisine kulluk yapmaktadır. Allah'dan gelen bir şeriat'a bağlı olmadığından, kimisi diğerlerini ezmek üzere otoriteyi eline geçirmiştir. Geri kalanı da büyük bir kinle fırsatı kollamaktadır. Pusuda bekleyenlerle ellerindeki yetkiye dayanarak geri kalanları ezenler, her defasında birbirlerine birtakım acılar tattırmaktadırlar. Bunlar aslında çeşitli gruplara ayrılmışlardır ancak, bu ayrılıkları belirgin değildir. Birbirlerinden ayrılmamışlardır, kopmamışlardır.
Bütün yeryüzü bugün, ağır ancak sürekli bir azabın içinde yaşamaktadır. Bu durum bizi müslüman toplumun konumunu belirlemeye sevkediyor. En kısa zamanda etrafını saran cahiliyeden farklı bir konum edinmesi sonucuna götürüyor. Cahiliye, tek başına Allah'ın şeriatının hükmetmediği her kurum, her hüküm ve her toplumun ortak adıdır. Cahiliye toplumunda yüce Allah, ilâhlık ve egemenlikte birlenmez. Bu yüzden İslâm toplumunun çevresindeki cahiliye toplumundan ayrılması da bir zorunluluk haline gelmektedir. Çünkü İslâm topluluğu, cahiliye içinde kalmaya, onun sistemine, yasalarına, hükümlerine, ölçü ve değerlerine bağlanmayı tercih eden uluslardan farklı bir ümmeti oluşturmaktadır.
Aksi taktirde dünyanın her tarafındaki İslâm topluluğunun bu azaba uğramaktan kurtulması mümkün olmayacaktır.
Veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünün acısını tattırmaya kadirdir.
Yüce Allah'ın, onunla korundukları bir İslâm ülkesinin kurulmasına izin vereceği zamana kadar, hayat metodu bakımından cahiliyeden büsbütün ayrılmaları ve kendilerinin `İslâm ümmeti' olduklarını, çevrelerindeki herkesin ve her şeyin bağlısı bulundukları İslâm'a girmekten kaçınan cahiliyeden ve ona bağlı bulunanlardan ibaret olduğunu iyice bilmesi azaba uğramasını engeller. Ayrıca, inanç ve hayat metodu bakımından uluslarından tamamen ayrılmaları ardından, kendileriyle uluslarının arasını hak üzerine açmasını (kuşkusuz yüce Allah açanların en hayırlısıdır) yüce Allah'dan istemeleri zorunludur.
Bu ayrılığı gerçekleştirmediği zaman, bu denli net bir şekilde belirgin bir konum edinmediği sürece belirtilen azaba uğraması kaçınılmaz olacaktır. Onlar da toplum içindeki diğer gruplardan biri haline geleceklerdir. Diğer gruplara karışıp gideceklerdir. Bu durumda ne kendilerini açıklayabilirler, ne de çevrelerindeki diğer insanların onları anlama imkânları olabilir. O zaman da bu kalıcı ve sürekli azaba mahkûm olurlar. Allah'ın vaadettiği fethi görmeksizin.
Kuşkusuz müslüman topluluğun iyice belirginleşip farklı bir konum edinmesi, birtakım fedakârlıklar ve zorluklar çekmesine neden olacaktır. Ancak bu fedakârlıklar ve zorluklar diğer topluluklara karışması, iyice belirginleşmemesi, ulusuna ve çevresindeki cahiliye toplumuna karışıp erimesi sonucu uğrayacağı acılardan, korkunç azapdan daha şiddetli ve daha büyük olmayacaktır.
Allah'ın peygamberlerinin elleriyle gerçekleştirilen davet tarihine baktığımızda, Allah'ın fetih ve yardımının, peygamberlerinin ve beraberlerindeki müminlerin galip gelmesine ilişkin vaadinin, müslüman topluluk iyice belirginleşip inanç ve hayat metoduna -yani dine- dayanarak ulusundan ayrılmadan, inanç ve din bakımından cahiliyenin inanç ve dininden -yani hayat düzeninden- kopmadan önce, bir kerede gerçekleşemeyeceğini açık seçik göreceğiz. Burası bütün davet hareketlerinin ayrılış noktası ve yol ayrımıdır.
Bu davanın yolu birdir. Tüm peygamberlerin dönemlerinde yapılan neyse, yine o yapılacaktır. (Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.)
Ola ki anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musun?
Yüce Allah'dan dileğimiz, bizi iyice anlasınlar diye ayetleri açıkladığı kimselerden kılmasıdır.

YOLLARIN AYRILIŞI

Bu, geçen mesajın sonunda yeralan ayrılığın bildirilmesine ilişkin bir gezintidir. Peygamberimizin kavmi, -gerçek olduğu halde- kendilerine getirdiği mesajı yalanlamışlardı. Bu yüzden, kavmi ile arasını ayırmış, tüm ilişkileri koparmıştı. Onlardan ayrılması ve üzerlerine vekil olamayacağını bildirmesi emredilmişti. Başlarına gelmesi kaçınılmaz olan kötü sonuçtan dolayı kendilerini terk ettiğini bildirmesi söylenmişti. Dini dillerine doladıklarını, oyun ve eğlenceye aldıklarını, dine karşı takınılması zorunlu tavrı takınmadıklarını görünce, onlardan yüz çevirmesi, toplantılarına katılmaması emredilmişti. Bununla beraber, onlara anlatması, sakındırması, tebliğ edip korkutması emredilmişti, ancak kendisiyle onların -kendi kavmi oldukları halde- farklı iki grup, belirgin iki ümmet olduklarını unutmadan. İslâm'da kavmin, ırkın, aşiretin ve ailenin önemi yoktur. İnsanları birbirine bağlayan ya da birbirinden koparan unsur dindir. İnsanları birlik haline getiren ya da farklı kılan, sahip oldukları inançtır. Dinin esası bulununca diğer tüm ilişkiler mevcut demektir. Ancak bu kulp koptuğu zaman tüm ilişkiler ve bağlar da kopar.
İşte ayetlerin akışında yer alan bu dalganın toplu bir değerlendirmesi.


66- Kur'an gerçek olduğu halde, senin kavmin onu yalanladı. Onlara de ki; "Ben sizin (akıbetinizi yönlendirmekle yükümlü) vekiliniz değilim. "

Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yönelik bu hitap, hem ona hem de onun ötesinde müminlere, gönüllerini güven duygusuyla dolduran bir güvence vermektedir. Kavmi yalanlasa da yalanlamasa da, ısrar etse de, gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlamaktadır. Bu işte onların bir hükmü geçmez. Bu konuda gerçek sözü ancak yüce Allah söyleyebilir. Ve O, bunun gerçek olduğunu bildiriyor. O halde, kavmin yalanlamasının hiçbir değeri, hiçbir ölçüsü söz konusu değildir.
Ardından yüce Allah, peygamberine kavminden uzaklaşmasını, onlardan el çekmesini, bu ayrılığı onlara bildirmesini ve onlara hiçbir şey yapamayacağını bildirmesini emretmektedir. Onların üzerine bekçi olarak dikilmediğini, tebliğ ettikten sonra üzerlerine vekil olmadığını, ayrıca kalplerinin doğru yolu bulmasından sorumlu olmadığını belirtmesini emretmektedir. Kuşkusuz bunlar peygamberin yapabileceği şeyler değildir. Yanındaki gerçeği duyurduktan sonra aralarındaki sorun bitmiştir. Onlarla kaçınılmaz sonlarını baş başa bırakır. Çünkü her haberin gelip dayanacağı belli bir süresi vardır. O zaman gelince, ne olacağını anlarlar.


67- Her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. İlerde anlayacaksınız.

Bu kısa tehditte gönülleri titreten bir etki söz konusudur.
Bu, gerçeğe güvenmenin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, batılın sonunda emin olmanın, belirlenen sürede yüce Allah'ın yalanlayanları yakalayacağına inanmanın, her haberin gerçekleşeceği bir zamanının olduğuna ve her yolculuğun bir sonunun olduğuna güvenmenin verdiği iç huzurun ifadesidir.
Kavimlerinin yalanlaması, aşiretlerinin kabalığı, ailelerinde çektikleri gariplik, işkence, şiddet, sıkıntı ve yalnızlık karşısında dava adamları, yüce Allah'a ne kadar da muhtaçtırlar. Kur'an'ın gönüllere akıttığı bu huzur ve güven duygusuna ne kadar da ihtiyaçları var.
Onlara bu şekilde tebliğ yaptıktan ve bu derece kesin yalanlamalarıyla karşılaştıktan sonra peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun), -tebliğ ve hatırlatmak amacıyla da olsa- onlarla oturup kalkmamak zorundadır. Allah'ın ayetlerini ele alırken gereken saygıyı göstermediklerini, dinden söz ederken, ona yakışan ciddiyet ve edepden uzak olduklarını, sözleriyle ve davranışlarıyla dini oyun ve eğlence konusu yaptıklarını görünce, hemen oradan uzaklaşmalıdır. Ta ki -bu durumlarını sürdürdükleri halde- onlarla birlikte oturması, yaptıklarını onaylamak anlamına ya da dine karşı duyarlılığın azlığı anlamına gelmesin. Çünkü bu konuda olduğu kadar başka hiçbir yasağın çiğnenmesine karşı müslüman, bu denli hassas değildir. Şayet şeytan ona unutturur da toplantılarına katılacak olursa, hatırlar hatırlamaz hemen kalkıp toplantılarını terk etmelidir.


68- Ayetlerimiz hakkında asılsız lâf ebeliğine dalanları gördüğünde (bu adamlar) başka bir söze geçinceye kadar yanlarından uzaklaş. Eğer şeytan sana yanlarından kalkmayı unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimler ile birlikte oturma.

Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yönelik bu emrin, ayetin sınırları içinde, onun ötesinde müslümanlara da yönelik olabilir. Bu durum Mekke'de oluyordu. Resulullah'ın görevinin tebliğle sınırlı olduğu bir sırada, Allah'ın istediği bir hikmetten dolayı savaşmakla görevlendirilmediği bir dönemde oluyordu. O dönemde mümkün oldukça müşriklerle bir çarpışmaya girmeme konusunda açık direktifler verilmişti. Resulullah'a yönelik, Allah'ın dinini dillerine doladıklarını, ayetlerini saygısızca söz konusu ettiklerini gördüğünde, müşriklerin toplantılarına katılmama, şayet şeytan unutturur da onlarla birlikte oturursa, Allah'ın emir ve yasağını hatırlar hatırlamaz en kısa zamanda toplantılarını terk etme emri bazı rivayetlere göre müslümanların da uymak zorunda oldukları bir emirdi. Zalim kavimden kasıt, müşriklerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de genellikle bu şekilde ifade edilmektedirler.
Ancak Medine'de bir İslâm devleti kurulduktan sonra, Peygamberimizin müşriklere karşı tutumu değişmişti. Hiç kimsenin Allah'ın ayetlerini diline dolamaya cesaret edememesi için, fitne ortadan kalkıp hakimiyet tamamen Allah'ın dininin oluncaya kadar cihad ve savaş geçerliydi artık.
Daha önce Resulullah ile müşrikler arasındaki kesin ayrılığı belirtip, sorumluluk ve sonucun farklılığını bildirdiği gibi, şimdi de müslümanlarla müşrikler arasındaki kesin ayrılığı tekrarlamaktadır ayetin akışı.


69- Gerçi günahlardan .sakınanlara onların hesabından hiçbir sorumluluk düşmez. Fakat söz konusu olan hatırlatmadır... Ola ki, sakınırlar.

Allah'dan sakınanlar ile müşrikler arasında ortak bir sorumluluk söz konusu değildir. Irkları kavimleri bir olsa da bunlar birbirinden ayrı ümmetlerdir. Çünkü Allah'ın ölçüsünde ve İslâm değerlendirmesinde ırk ve kavmin hiçbir değeri yoktur. Müttakiler bir ümmet, zalimler (yani müşrikler) de bir ümmettir. O halde, zalimlerin sorumluluğundan ve hesabından müttakilerin herhangi bir şekilde etkilenmeleri söz konusu değildir. Sadece kendileri gibi Allah'dan korkan kişiler olup kendilerine katılabilirler diye hatırlatmada bulunurlar. Yoksa inançta beraberlik olmadıktan sonra hiçbir şeyde beraberlik olamaz.
İşte Allah'ın dini ve söyledikleri... Dileyen başka türlü söyleyebilir. Ancak, söyleyeceğini söyledikten sonra bütünüyle Allah'ın dininden çıktığını da bilmelidir.
Ayetlerin akışı bu ayrılığı iyice belirtmek ve işbirliğin sınırlarını açıklamakla devam ediyor.


70- Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan ve dünya hayatına aldanan kimseleri bırak da Kur'an aracılığı ile şunu hatırlat ki, eğri davranışlarının, günahlarının tutsağı olan kimse ne Allah dışında bir yardım edici ve ne de bir aracı bulabilir. Eğer o bütün varını fidye olarak ortaya koysa kabul edilmez.

İşte bunlar kötü davranışlarının, günahlarının tutsağı olmuş kimselerdir. Kâfirliklerinden dolayı onları içecek olarak kaynar su ve acıklı bir azap beklemektedir.
Bazı konulara değinmek üzere ayetin üzerinde biraz duruyoruz.
1- Peygamberimiz (Allah'ın selâmı üzerine olsun) -bu emir her müslümanı da kapsamaktadır- dinlerini oyun ve eğlence konusu yapanları bir kenara bırakmakla emr olunmuştu. Dini oyun ve eğlenceye almak sözle olabildiği gibi, davranışla da mümkündür Dini inanç ve ibadet, ahlâk ve davranış, şeriat ve kanun olarak hayatı için bir temel edinmek suretiyle gereken saygı ve özeni göstermeyen... Tıpkı, inancın temellerinden biri olan `gayb' gerçeğinden söz ederken onu alaya alanlar gibi, bu dinin ilkelerinden ve şeriatından söz ederken alaycı ve hafife alıcı bir üslûp kullananlar... Dinin temel kurallarından biri olan `zekât'ı küçümseyenler... Yine bu dinin ilkelerinden olan utanma duygusunu, ahlâk ve namus anlayışını, tarım toplumlarının ya da feodalizmin veyahut burjuvazinin kokuşmuş gelenekleri diye nitelendirenler... İslâm'ın belirlediği şekliyle evlilik hayatını inkâr edip kötüleyenler... Yüce Allah'ın kadınların iffetlerini korumaları için öngördüğü güvenceleri, `kölelik' olarak nitelendirenler... En başta ve sonda, insanların pratik hayatlarında, siyasal, sosyal, ekonomik ve yasal olarak Allah'ın mutlak hakimiyetini inkâr edenler ve Allah'ın şeriatına bağlanmaksızın insanların bu özellikleri kullanabileceklerinden söz edenler... Evet bütün bunlar, ayetin kastettiği dinlerini oyun ve eğlenceye alan ve hatırlatma dışında müslümanların kesinlikle ayrılmaları ve ilişkilerini koparmaları emredilen kişilerdir. Bunlar zalim (yani müşrik) kimselerdir. İşledikleri kötülüklerden dolayı kendilerini tehlikeye atan kafirlerdir. Kâfir olmalarından ötürü kaynar su ve acıklı bir azaptır cezaları...
2- Peygamberimiz, (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının aldattığı bu kişileri bir kenara bırakmakla emr olunduktan sonra, bu adamları, hak ettikleri bu sonuçtan kurtulmaları için hatırlatma ve uyarmakla emr olunmaktadır. -Bu emir tüm müslümanları kapsamaktadır. Allah'ın huzuruna vardıklarında O'ndan başka kendilerine yardım edecek birinin bulunamayacağını hiçbir şefaatçinin şefaatinin söz konusu olamayacağını, işlediklerinden ötürü yakalandıktan sonra kendilerini kurtarmak için fidye vermelerinin mümkün olamayacağını belirtmeleri de emredilmektedir.
"Allah'dan başka dost ve yardımcısı olmayan bir kimsenin kazandığından ötürü helâke sürüklenip atılmaması için Kur'an ile öğüt ver. O kimse bütün varını fidye olarak verse yine kabul olunmaz." Kur'an'ın bu ifadesinde, bir güzellik ve derinlik göze çarpmaktadır.
Herkes, işlediği kötülüklerden dolayı bir ceza olarak, sürüklenir. (Yani yakalanıp hesaba çekilir). Bu durumda Allah'dan başka bir dost ve şefaatçi söz konusu değildir. Kendisini kurtaracak, bağını çözecek bir fidye de kabul edilmeyecektir.
Dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının aldattığı kişilere gelince, onlar işlediklerinden dolayı rehin kalmışlardır ve ayette geçen cezayı hak etmişlerdir. Bu son onlar için belirlenmiştir:
"Kazandıkları günahlardan ötürü yok olanlar işte onlardır. Nankörlük ettiklerinden dolayı kaynar su ve acıklı azap onlar içindir."
Onlar işledikleri kötülüklerden dolayı hesaba çekilmişlerdir. İşte cezaları da budur: Boğazları ve karınları yakan kaynar su ve kâfirliklerinin sebep olduğu acıklı azap. Dinlerini alaya almaları kâfir oluşlarının kanıtıdır.
3- Yüce Allah'ın müşriklere ilişkin şu sözü: "Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan..."
Acaba dinleri bu mudur?
Bu hüküm, İslâm'a girdikten sonra dinlerini oyun ve eğlenceye alanlara uymaktadır. Böyleleri insanlar arasında görülmüş ve münafık olarak nitelendirilmişlerdi. Ancak bu durum Medine'de söz konusu olmuştu.
Acaba bu hüküm İslâm'a girmemiş müşriklere uygulanabilir mi? Çünkü ger-çek din İslâm'dır. İman eden etmeyen tüm insanların dinidir. Yüce Allah'ın din olarak nitelendirdiği ve son peygamberin gönderilmesinden sonra insanlardan kabul ettiği tek din olması nedeniyle, İslâmdan uzaklaşan kendi dininden uzaklaşmış olur.
"Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan ve dünya bayatına aldanan kimseleri bırak..." ayetinde yer, alan bu tamlamanın bir anlamı vardır.
Bu, -en iyisini Allah bilir.- İslâm'ın tüm insanların dini olduğuna ilişkin açıkladığımız konuya bir işarettir. Bu yüzden müşrik de olsa, İslâm'ı oyun ve eğlenceye alan kendi dinini oyun ve eğlenceye almış olur.
Müşriklerin kimler olduğunu belirtmeye bu noktada ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar, ilahlığın özelliklerinden herhangi birini Allah'a ortak koşan kimselerdir. Bu ister Allah'la birlikte başka birinin ilâhlığına inanmak şeklinde olsun, ister kulluk davranışlarını Allah'la birlikte bir başkasına sunmak şeklinde olsun, ya da Allah'la birlikte bir başkasının egemenliğini ve yasasını kabul etmek anlamında olsun fark etmez. En başta da saydıklarımızdan birini kendisi için iddia ettiği halde müslüman isimleriyle isimlenenler gelmektedir. O halde dinimizin gerçeklerinden kuşku duymamalıyız.
4- Zalimlerle -yani müşriklerle- ve dinlerini oyun ve eğlenceye alan kimselerle birlikte bulunmanın sınırı: Bunun, sadece onlara Allah'ın dinini hatırlatmak ve uyarıda bulunmak amacına yönelik olduğundan söz etmiştik. Bunun dışında hiçbir şey söz konusu değildir. Bu da, Allah'ın ayetlerine daldıkları duyulana ya da daha önce anlattığımız veya benzeri bir davranışla Allah'ın dinini oyun ve eğlenceye aldıkları görülene kadardır.
Kurtubi, bu ayete ilişkin `el-Camili ahkâm el-Kur'an' adlı kitabında şunları söylemektedir:
"Bu ayet, yol gösterici imamların ve onlara uyanların yoldan çıkmış fasıklarla içli dışlı olabileceklerini ve korku nedeniyle görüşlerini doğrulamış gibi davranabileceklerini iddia edenlere Allah tarafından bir reddiyedir..."
Bize göre, `öğüt vermek, hatırlatmak ve yoldan çıkmışların bozuk ve sapık görüşlerini düzeltmek amacıyla onlara karışmayı ayet, açıkladığı sınırlar içinde müsaade etmektedir. Ancak, yoldan çıkmışlarla içli dışlı olmak, ortaya koydukları söz ve davranışları takiyye (korku) bahanesiyle sessizce karşılamak sakıncalıdır. Çünkü bu, -görünüşte- batılı kabul edip, hakkın aleyhine şahitlikte bulunmaktır. Burada insanların hak ile batılı birbirine karıştırması söz konusudur. Allah'ın dini ve onu yaşayanların basite alınması anlamı çıkmaktadır. Yasaklama ve ayrılık bu durum için geçerlidir.
Aynı şekilde Kurtubi aynı kitabında şunları da rivayet etmektedir: "İbn-i Huveyz Mindad şöyle der: İster mümin, ister kâfir olsun, Allah'ın ayetlerini dillerine dolayanların toplantıları terk edilir ve oradan uzaklaşılır. Yine şöyle der: Arkadaşlarımız, düşman toprağına girmeyi, kiliselerine gitmeyi, onlarla alış veriş yapmayı, kâfir ve bid'at ehlinin toplantılarına katılmayı yasakladılar. (Ömer (Allah ondan razı olsun) Kudüs'te kilisede namaz kılmıştır. Ancak o zaman Kudüs düşman toprağı değildi. Anlaşma ve zimmet ülkesiydi. Çünkü o günkü hristiyanlar anlaşmalı zimmilerdi.) Onların sevgilerine inanmamayı, sözlerini dinlememeyi ve onlarla tartışmaya girmemeyi emrettiler. Ehli bid'attan kimisi, Ebu İmran en-Nehai'ye; `Benden bir kelime dinle' deyince, Ebu imran yüzünü çevirip; `Hayır, yarım kelime bile dinlemeyeceğim' dedi. (Kur'an-ı Kerim'de "Bizi anmaktan kaçman ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenden yüz çevir." ayeti yer almaktadır. Necm suresi, 29) Benzeri bir rivayette Eyyüb es Sahtiyani'den nakledilir. "Fudeyl b.İyad şöyle dedi: Yüce Allah bid'atçıyı sevenin amellerini boşa çıkarır, İslâm'ı kalbinden alıp götürür. Kim kızını bir bid'atçıyla evlendirirse akrabalık bağını koparmış olur. Bid'at taraftarı biriyle oturan bilgiden yoksun kalır. Yüce Allah birinin bid'atçılara öfkelendiğini bilirse, o kişinin affedileceğini umarım. Ebu Abdullah el-Hakim Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet eder: Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle buyurdu: "Bir bid'atçıya saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olmuştur."
Bütün bunlar, Allah'ın dininde olduğu halde, Allah'ın dininde olmayan yeni şeyler uyduran kimseler için geçerlidir. Aynı zamanda bütün bunlar hakimiyeti ele geçirmek suretiyle ilâhlığın özelliklerini iddia edenle, onun bu iddiasını onaylayanın işledikleri suçun yanında sözü bile edilemez. Bu, bir bid'atçının Allah'ın dininde olmayan bir şeyi uydurmasından çok, bir kâfirin küfrü ya da bir müşrikin Allah'a ortak koşmasıdır. Ancak ilk kuşak müslümanlar böyle bir durumla karşılaşmamışlardı. İslâm yeryüzüne egemen olduğu günden bu yana, müslüman olduğunu söylediği halde böyle bir iddiada bulunan birine rastlanmamıştı. Allah'ın koruduklarının dışında böyle bir durum, Fransız ihtilâlinden sonra insanların İslâm dairesinden çıkmaya başlamasından sonra söz konusu olabilmişti ancak. Bu nedenle meydana gelen bu duruma uygulanabilecek bir söz, ilk kuşak müslümanlardan işitilmemiştir. Durum, onların sözünü ettiği bu tür hükümlerin düzeyini çoktan aşmıştır.

HİDAYET, NAMAZ VE SÛR

İlâhlık gerçeği ve özelliklerine, şirke ve doğru yolu bulduktan sonra tekrar şirke dönmenin iğrençliğine, Allah'ın dininden dönenin geriye dönüş sahnesine, nereye gideceğini bilmeden bir çölde kalışına ve tek yol göstericiliğin yüce Allah'ın yol göstericiliği olduğunun belirtilmesine ilişkin bu mesaj... Evet bu mesaj, emir ve yaratma konusundaki yüce Allah'ın mutlak egemenliğine ve bu egemenliğin ortaya çıkışına ve tekliğine ilişkin yüce, derin ve ruhlara şifa veren bir gürlemeyle son bulmaktadır. "Sura üfürüldüğü", kabirlerde olanların dirildiği ve mülkün tek başına Allah'a ait olduğu ve sonuçta herkesin O'na varacağını kabul etmeyenlerin ikna olduğu gün, inkârcılar ve gerçeği örtbas edenler bile yüce Allah'ın otoritesini açıkça göreceklerdir.


71- De ki; "Allah'ı bırakıp bize ne yarar re ne de zarar dokunduramayan putlara mı yalvarırım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra tekrar geriye mi dönelim? Tıpkı arkadaşları tarafından `bize gel' diye doğru yola çağrıldığı halde, şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın bırakılan kimse gibi mi olalım? De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi. "

"De ki... Surede tekrarlanan vurgusu güçlü bir kelimedir. Bu işin bütünüyle Allah'a ait olduğu, peygamberin sadece bir uyarıcı ve bir tebliğci olduğu anlamını belirginleştiriyor. Ayrıca bu işin üstünlüğüne, yüceliğine ve dehşet verici oluşuna, peygamberinse, sadece bu görevi yerine getirmek üzere Rabbi tarafından seçilmiş biri olduğuna işaret etmektedir.
De ki; "Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar dokunduramayan putlara mı yalvaralım?
Onlara söyle ya Muhammed, Allah'dan başkasına dua edişlerini, yardım dileyişlerini, kendilerine bir yarar ya da zarar dokundurmaya güçleri yetmedikleri halde hayatlarının yönlendirilmesini Allah'dan başka kimselere teslim edişlerini açıkça anlat. Yalvardıkları bu şeylerin, put, heykel, taş, ağaç, ruh, melek. şeytan ya da insan olması fark etmez. Bunların hepsi yarar ya da zarar dokundurmak bakımından eşittirler. Yarar ve zarar noktasında son derece zayıftırlar. Çünkü meydana gelen her hareket Allah'ın belirlediği bir kader doğrultusunda meydana gelmektedir. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey meydana gelemez. O'nun takdirinden ve olaylara ilişkin hükmünden başkası meydana gelemez.
Allah'dan başkasına dua edişlerini, kullukta bulunmalarını, O'ndan başkasından yardım dilemelerini ve boyun eğmelerini kınayarak anlat. Bu uygulamayı ve bu yönelişi kötüle. Bu, ister müşriklerin tanrılarına yönelik kulluklarına katılması halinde kendilerinin de O'nun rabbine yönelik ibadetlerine katılacaklarına ilişkin önerilerini reddetmek için söz konusu edilmiş olsun, ister daha baştan müşriklerin durumlarını kınamak ve Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ve müminler tarafından uygulanacak kesin ayrılık ve farklılığı açıklamak amacıyla olsun fark etmez. Çünkü gözetilen hedef, her iki durumda da birdir. İyice kökleşmiş kalıntılardan ve toplumun yaygın geleneğinden uzak kalabilmiş insan aklına aydınlık bir ortamda sunulduğunda reddedecektir bu iğrençliği kuşkusuz.
Yaptıklarının kötülüğünü somutlaştırmak ve iğrençliğini iyice belirgin hale getirmek için, yüce Allah'ın müslümanları onunla yalnızca kendisine ibadet etmeye, sadece kendisini ilâh edinmeye ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ona boyun eğmeye yönelttiği ilkelerin ışığında, bu inançları gözler önüne serilmektedir:
"De ki; Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar dokunduramayan putlarını yalvaralım?
Bu, topuklar üzerinden geriye dönmektir. Arkaya dönüştür. Hem de ilerleme kaydettikten ve yüceldikten sonra...
Ardından şu belirgin, hareketli, duygulandırıcı ve etkin sahne yer almaktadır:
Tıpkı arkadaşları tarafından "bize gel" diye doğru yola çağrıldığı halde şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın bırakılan kimse gibi mi olalım?
Tevhide inandıktan sonra Allah'a ortak koşmaya başlayan, kalbini bir tek ilaha kulluk yapmakla kullardan oluşan sayısız tanrılara kulluk yapmak arasında parçalayan kimsenin sapıklığını, şaşkınlığını anlatan hareketli ve gerçekleri olduğu gibi gözler önüne getiren bir sahnedir bu. Bu kişinin duyguları hidayetle sapıklık arasında bölünmüş durumdadır. Bu yüzden uçsuz bucaksız boşluğa yuvarlanıp gidiyor. İşte bu, "Yeryüzünde şeytanların aldattığı" yoldan çıkmış bu zavallı yaratığın sahnesidir. `İstehve' kelimesi bizzat taşıdığı anlamı tasvir etmektedir. Keşke bir tarafa yönelişinde de buna uymuş olsaydı. Sapıklık yolunda bile olsa bir tek hedef gözeten kişilerinki gibi bir yönelişi olabilseydi. Ancak öte tarafta doğru yolda bulunan arkadaşları yer almaktadır. Onu doğru yola çağırmakta, `bize gel' diye seslenmektedirler. O ise, bu çağrı ile aldatma arasında şaşkın bir durumdadır. Nereye yöneleceğini bilmiyor. İki gruptan hangisine uyacağını kestiremiyor.
Somutlaştırılan, hareket ettirilen psikolojik bir azaptır bu. İfade içinde bile nerdeyse duyumsanacak ya da dokunulabilecek kadar belirgindir.
Bu ayeti her okuduğumda, bu sahneyi ve içerdiği şaşkınlık, kararsızlık ve bir yerde duramama azabını düşünürdüm. Fakat sadece düşünürdüm. Ta ki, içinde bu konumun somutlaştığı ve bu azabın belirginleştiği gerçek durumları görene kadar. Allah'ın dinini tanıyıp tadına vardıktan sonra -bu tanımanın ve tatmanın düzeyi ne olursa olsun- dinden dönüp sahte tanrılara kul olan insanların korku ve ihtirasın baskısı altındaki durumlarını görüp böylesine acı bir felâketi yaşadıklarını anlayınca, bu durumun neyi ifade ettiğini ve bu ibarenin ne anlama geldiğini anlamış oldum.
Bu, canlı, olayları somutlaştıran, hareketli ve duygulandırıcı sahnenin gölgesi, gönülleri bu yok edici sonucun korkusuyla doldururken, kalıcı ve doğru yönelişe ilişkin kesin bir açıklama yer almaktadır:
De ki; "Doğru kılavuzluk Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi."
Kuşkusuz bu, uygun psikolojik koşullarda yer alan kesin ve net bir açıklamadır. Çünkü, sakin ve azgın bir portresi çizilen gönül ve bir türlü dinmeyen bu şaşkınlığın verdiği acı azap bu kesin açıklamayı rahatlık ve teslimiyetle kabullenmeye en yakın ortamdır...
Sonra bu kesin açıklamada bir gerçek yer almaktadır:
De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur.
Doğru kılavuzluk sadece odur. Nitekim cümlenin açıklayıcı yapısı da bunu ifade etmektedir. Bu yüzden de ondan kuşku duyulmaz.
Kuşkusuz insanlık, bu yoldan ayrıldığı ya da bir kısmından saptığı, kendi düşünce ve sözlerinden, sistem ve kurumlarından, şeriat ve kanunlarından, değer ve ölçülerinden herhangi bir şeyi, bir `bilgi'ye ya da `kılavuza' yahut `aydınlatıcı bir kitaba' dayanmaksızın onun ilkelerinden birinin yerine koyduğu zaman ıssız çöllerde kaybolup gider.
Yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmede ve bu hayatı daha da ileri götürmede yararlanması için Allah tarafından insanoğluna, evrenin bazı kanunlarını bilme ve bazı enerji ve güç kaynaklarını ortaya çıkarma gücü bahşedilmiştir. Ancak yine bu insana, evrende yer alan mutlak gerçekleri derinliğine algılama ve aralarında kendi aklı ve ruhunun bilinmezliği hatta bedeninin görevi, bu görevin ötesinde kendisini bu şekilde, bu düzenlilik ve yönelişle çalışmaya yönelten nedenlere ilişkin bilinmezlik de olmak üzere her taraftan kendisini saran gaybın sırlarını kavrama yeteneği bahşedilmemiştir.
İşte bu yüzden `insanoğlu', kendi varlığı ve hayatına özgü inanç, ahlâk, ölçü, değer, sitem ve kurum, bu varlığa hükmedip pratik hayatını düzenleyen şeriat ve kanun noktasında her zaman yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
İnsan ne zaman Allah'ın hidayetine yönelmişse doğru yolu bulmuştur. Çünkü gerçek yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Ne zaman da bütünüyle uzaklaşır veya kimi noktalarda yoldan çıkarsa, kendi kendine uydurduğu bazı şeyleri onun yerine geçirmeye kalkışırsa sapıtır. Çünkü Allah'ın yol göstericiliğinden kaynaklanmayan bir şey sapıklıktır. Üçüncü bir şık söz konusu değildir. Zaten "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?"
İnsanlık bu sapmanın acısını çok çekmiştir, şu anda top yekûn çekmektedir de. Bu durum, Allah'ın hidayetinden uzaklaşıldığı zamanlarda insanlığın karşılaştığı bir tarihsel zorunluluktur. Tek ve tartışmasız `tarihsel zorunluluk' budur. Çünkü bu, Allah'ın buyruğudur, O'nun haber verdiği bir gerçektir. Yoksa bu, insanlığın Allah'ın yol göstericiliğinden uzaklaşmasından kaynaklanan mutsuzluğunun sürmesini isteyenlerin iddia ettikleri doğmalara benzemez. Bir insanın bu mutsuzluğu araştırmasına bile gerek yoktur. Yeryüzünün her tarafında gözle görülür, elle tutulur şekilde etrafını sarmıştır bu mutsuzluk. Her yerde aklı başında olan insanlar bu mutsuzluktan feryad etmektedir...
Bu yüzden ayetin akışı içinde aniden, tek başına Allah'a teslim olmanın, sadece ona kulluk yapmanın, ondan korkup sakınmanın zorunluluğu belirtilmektedir.


72- Ayrıca bize namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz " diye emredildi. Huzurunda toplanacağınız O'dur.

Söyle ey Muhammed, tek hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu bildir. Bu yüzden, `alemlerin Rabbine teslim olmakla emr olunduk' de. Çünkü tüm alemlerin teslim olduğu merci O'dur. Zaten alemlerin tümü O'na teslim olmuş durumdadır. O halde, bunca alem arasında göklerde ve yerlerde bulunan bütün alemlerin teslim olduğu evrensel rububiyete teslim olmaktan kaçınmakla insan tek başına ne yapabilir ki?
Burada alemler üzerindeki Rabblığın ifade edilmesi yerinde olmuştur. Çünkü bu, kabul etmekten başka seçenek bulunmayan bir gerçeği açıklamaktadır. Bu gerçek, içindeki görülen ve görülmeyen alemlerle tüm varlığın yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalara teslim olduğudur. Kesinlikle bu yasaların dışına çıkamaz. İnsan da -organik oluşumu açısından- isteğinin dışında, bu evrensel yasalara teslim olmuş durumdadır. Bunların dışına çıkması mümkün değildir. Geriye, denenmesi için kendi isteğine bırakılan açıdan da, teslim olmasından başka bir şey kalmıyor. Bu nokta onun seçimine bağlıdır. Doğru yolu ya da sapıklığı seçmesine bağlıdır. Şayet organik yapısı gibi bu açıdan da Allah'ın koyduğu yasalara teslim olursa, yaşayışı doğrulur, varlığı ve davranışları, bedeni ve ruhu, dünyası ve ahireti bir ahenk oluşturur.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ve onunla birlikte müslümanların teslim olmakla emr olundukları, bunun için de teslim olduklarını duyurmalarında, zaman içinde yüce Allah'ın kalbini evrensel yasaları algılamaya ve anında karşılık vermeye açtığı kimselerin yararlanacağı çok etkin ilhamlar yatmaktadır.
Alemlerin Rabbine teslim oluşun duyurulmasından sonra kulluğa ve bilince ilişkin yükümlükler yer almaktadır.
"Namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz."
Alemlerinin Rabbinin rububiyetine, otoritesine, terbiye ve hükümranlığına teslim olmak esastır. İbadetler ve sembolik kulluk davranışları bundan sonra gelir. Ardından ruh terbiyesi yer alır. Bütün bunların teslimiyet esasına dayanması için... Üzerine bina kurulması için, bu temel sağlam olmadığı sürece tüm bunların yerine getirilmesi mümkün değildir.
Bölümün son mesajında, ayetlerin akışı akidenin temel esaslarından etkileyici bir gerçeği barındırmaktadır. Haşir (ahirette hesap vermek üzere toplanma), yaradılış, egemenlik, görüleni ve görülmeyeni bilme, hikmet ve her şeyden haberdarlık gerçekleri gibi. Bütün bunlar ilâhlığın başta gelen özellikleridir. Zaten surenin ana konusunu da bu oluşturmaktadır:


73- Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur. Her şey ' `Ol " dediği gün oluverir. Sözü gerçektir. Sur'a üflendiği gün, egemenlik O'nun tekelindedir. O gizli-açık her şeyi bilir, O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır.

"Varıp huzurunda toplanacağınız O'dur."
Kuşkusuz alemlerin Rabbine teslim olmak hem zorunlu, hem de gereklidir. Çünkü yaratıklar O'nun huzurunda toplanacaktır. O halde meydana gelmesi kesin olan toplanma gününde kendilerini kurtaracak şeye yönelmeleri, önünde sorumlu olarak dikilmeden önce, bugün tüm alemlerin teslim olduğu zata teslim olmaları daha iyidir. Böylece bu gerçeği (Allah'ın huzurunda toplanma gerçeğini) düşünmek, daha baştan teslim olmak duygusunu uyandırıyor. Nasıl olsa sonuçta teslim olmaktan kaçınmanın imkânı yoktur.
"Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur."
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 20:56   Mesaj No:14
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları yüce Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen olan, hükmeden ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve yeri "hakk'a göre yaratmıştır. Bu yaratılışın dayanağı haktır. Bu ayet, felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren hakkında söyledikleri "algılanan bu alem, aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek bir varlığı söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp bu tür düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin yapısında ve hareketlerinde aslolanın `hak" olduğunu da bildirmektedir. İnsanların sığındıkları gerçek, varlığın fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir güç haline gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı bulunmayan batılın buna karşı koyması artık mümkün değildir. Batıl, yerden koparılmış, köksüz kötü bir ağaç gibidir. Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece önemli bir gerçektir, etkin olduğu kadar derindir de.
Bir müminin (kişisel olarak kendi sınırları içinde) sahip olduğu hakkın varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe bağlı olduğunu düşünmesi, (nitekim bir ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı zamanda varlık alemindeki gerçeğini de yüce Allah'ın zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun bilincinde olması. Evet, bu gerçeği, bu ürpertici şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin, istediği kadar azgınlaşsın, zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin yine de batılı, varlık içinde sonradan beliren bir kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne de uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp gidecektir. Bu, varlık içinde hiç olmamış gibi yok olacaktır.
Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.
Her şey "Ol" dediği gün oluverir."
İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir. Dilediği gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini ortadan kaldırıp yerine başkasını getiren, dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu gerçeğin burada sunulması, mümin gönüllerde inanç yapısının oturtulması operasyonunun bir parçası olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye `Ol' dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim olmaya çağırılanların gönüllerinde de duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.
"Sözü gerçektir."
İster her şeyi onunla yarattığı `Ol, der o da olu verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim olunmayı emrettiği sözü olsun veya kendisine teslim olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü olsun yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten, yaratmadan, yoktan var etmeden, huzurunda toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek cezadan haber veren sözü olsun fark etmez.
Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri gerçektir. O halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri yetmeyen yaratıkları O'na ortak koşanlar ve nereden gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara uyanların sadece O'na teslim olmaları çok daha iyidir.
Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.
Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği günde... Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir şekilde diriliş ve meydana gelme olayları gerçekleşecektir. Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de mahiyeti, hakikatı ve ölülerin karşılık vermesi açısından `gayb'ın sınırları içine girmektedir. Tercih edilen rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir melek tarafından üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir ve dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim Zümer suresinde yer alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölür. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar." (Sümer Suresi: 68)
Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri hakkındaki haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların şu yeryüzünde ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri şeylerden tamamen farklı bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden bildirdiği kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı aşmamız söz konusu değildir. Bunun dışında söylenenlerin güvenirliği ve kesinliği söz konusu değildir ve artık söylenenler zandan öteye geçmez.
İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde -inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen körler dahi son derece belirgin bir şekilde hükümranlığın tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden başka bir iradenin söz konusu olmadığını göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle O'na teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde mutlak otoritesine teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu dünyadayken teslim olmaları çok daha yerinde bir davranış olur.
`O gizli-açık her şeyi bilir.'
Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden habersiz olmayan, hiçbir durumlarını gözden kaçırmayan yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle hatırlatılıyor. Allah'a teslim olmayı kabul etmeyen yalanlayanlara karşı duygulandırıcı bir etken olarak sunuluyor.
"O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır."
Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre yönlendirir. O halde, O'nun direktiflerine ve şeriatına teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin etkileriyle mutlu olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri, ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine, hidayet ve basiretin himayesine sığınmaları daha yararlı olacaktır.
İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere ilhamlar akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir...
HZ. NUH'DAN HZ. MUHAMMED (S.A.V)'E TEVHİD DAVASI

Bu ders uzunluğuyla beraber tek bir parçadan oluşmakta ve birbirine bağlı birkaç bölümden oluşan tek konuyu işlemektedir. Surenin ele aldığı başlıca konuya değinmektedir. Bu da, inanç binasını, ilâhlık ve kulluğun gerçek mahiyetlerini ve ikisinin arasındaki ilişkinin mahiyetini kapsamlı bir bilgiye dayandırmaktan ibaretti. Ancak konu, bu sefer surenin başından beri takip edilen üslûbun dışında bir üslûpla ele alınmaktadır. Konu işlenirken, hikâye tarzı bir anlatıma başvurulmakta, ardından bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bunun yanında surede de yoğun bir şekilde yer alan duygulandırıcı etkenlere de başvurulmaktadır. Bunlar arasında tüm çizgileri eksiksiz bir şekilde sunulan sahne yer almaktadır. Bütün bunlar, surenin önsözünde sözünü ettiğimiz peş peşe gelen uzun ve düzenli solukta işlenmektedir
Bir bütün olarak ders, Hz. Nuh'dan başlayıp, Peygamberimiz (s.a.v)'e kadar süren iman kafilesini sunmaktadır. Kafilenin başında da Allah'ın salih kullarından bir kul olan Hz. İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun) fıtratında belirdiği şekilde ilâhlık gerçeği sunulmaktadır. Böylece, çevresindeki cahiliye sapmaları ve düşünceleriyle çarpışırken, bir yandan da gerçek ilâhını araştıran ve onu kendi içinde bulan bozulmamış fıtratın gerçek olduğu kadar, insanı ürperten bir tablosu çizilmektedir. Fıtratın derinliklerinde beliren şekliyle gerçek ilâhına ilişkin doğru bir düşünceye kavuşmaktadır. Bu düşünce, gözle görülen ve algılanan kanıtlardan çok daha güçlü ve daha kalıcı olan iç dünyasının derinliklerinde yer alan kanıtlara dayanmaktadır. Ayetlerin akışı, gerçek Rabbine yönelişinden ve ona ilişkin gönlünde hissettiği kanıtla tatmin oluşundan sonra İbrahim Peygamberin (selâm üzerine olsun) durumunu söz konusu etmektedir:
-Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara de ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"
"Sizler Allah'ın hakkında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Sonra ayetlerin akışı, asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamberlerden oluşan şerefli kafilenin önderlik ettiği iman kervanıyla birlikte yoluna devam ediyor. Böylece, Allah'a ortak koşanların şirki, Rabblerinden gelen mesajı yalanlayanların yalanı ciddiyetten uzak bir saçmalık olarak beliriyor. Birbirinden kopmadan yoluna devam eden kervanın yanında darmadağın bir durum sergiliyor. Bu kervanın başı ile sonu birbiri ile bütünleşmiş ve tek bir ümmeti oluşturmuştur. Öncekilerin uyduğu yol göstericiliğe sonrakiler de uyuyor. Hem de zaman ve mekân farkını dikkate almadan, ırk ve ulus farklılığını ölçü edinmeden, soy ve renk ayırımına itibar etmeden... Çünkü, onları birbirine bağlayan ip, şu şerefli kafilenin taşıdığı biricik dindir.
Bu ulu kervanın sunulmasından sonra, yüce Allah'ın seçkin Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik sözlerinde olağanüstü bir sahne de ortaya çıkmaktadır.
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
-Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
-İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, O bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir."
Bu ulu kervan sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bir peygamber göndermediğini ve herhangi bir insana hiçbir zaman kitap indirmediğini ileri sürenlere yönelik bir kınama yer almaktadır. Bunlar Allah'ı gereği gibi değerlendirememişler. Gerçekten de `yüce Allah'ın insanları, nefisleri, akılları ve ondan kaynaklanan arzuları, ihtirasları, zaaf ve kusurlarıyla baş başa bıraktığını söyleyebilen biri, Allah'ı gereği gibi tanıyamamış demektir. Böyle bir durum yüce Allah'ın ilâhlığına, Rabblığına, ilim ve hikmetine, adalet ve rahmetine yakışmaz. Yüce Allah'ın rahmeti, ilmi ve adaleti kullarına peygamber göndermeyi, peygamberlerinden kimisine kitap indirmeyi, böylece insanları yaratıcılarının yoluna yöneltmeye çalışmalarını, fıtratlarının üzerine çöken, hakka açılan pencerelerini tıkayan, içindeki alıcı ve verici aygıtlarını işlemez hale getiren tozlardan arındırmaya çalışmalarını gerektirmiştir. Bu arada Musa'ya (Allah'ın selâmı üzerine olsun) indirilen kitapla birlikte kendisinden önce gelmiş tüm kitapları doğrulayan şu kitap örnek verilmektedir.
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu uzun ders, Allah'a iftira edenlerin davranışının, Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürenlerin iddiasının ve Allah'ın indirdiği kitaba benzer bir kitap indirebileceğini söyleyenlerin, bu davranışlarının iğrençliğini gözler önüne sermekle son bulmaktadır. Bu tür iddiaları, İslâm çağrısıyla karşı karşıya kalanların kimisi ileri sürmüştü. Bazısı vahiy aldığını, bazısı da peygamber olduğunu iddia etmişti.
En sonunda müşriklere ilişkin insanın içini karartan bir sahne yer almaktadır.
Zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız" derlerken görmelisin!
Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi bize yine yalnız başınıza geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız, üzerinizde etkili ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar kopuverdi, ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı.
Bu, son derece sıkıntı verici, iç karartıcı ve korkunç bir sahnedir. Allah'a karşı büyüklenmenin, mesajından yüz çevirmenin, iftira edip yalanlamanın cezası olarak küçümseme, ayıplama ve azarlama öne çıkmaktadır sahnede.


TEVHİD VE İNSAN FITRATI


74- Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum.


75- Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.


76- Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem " dedi.


77- Arkasından ayı doğarken görünce "Rabbim budur dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum " dedi.


78- Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım. "


79- Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.

Kur'an akışının bu ayetlerde gözler önüne getirdiği sahne, gözleri kamaştıran olağanüstü bir sahnedir. İlk aşamada, putlara ilişkin cahiliye düşüncelerini reddeden ve onlardan tiksinen fıtratın sahnesidir bu. Üzerindeki bu hurafeleri silkeleyince içten gelen coşkun bir istekle vicdanında bulduğu gerçek ilâhını arıyor. Bu düşünce henüz anlayışında ve belleğinde açıklığa kavuşmamıştır. Gizli bir coşkuyla parlayan her şeyle ilgi kurup bunun ilâhı olabileceğini düşünüyor. Fakat iyice araştırdıktan sonra bunların gelip geçici şeyler olduğunu anlıyor. Çünkü içinde gizli ilahlık gerçekliğini ve uluhiyet sıfatlarıyla bir benzerliklerini görememiştir. Sonra bu fıtrat içinde parlayan ve iyice belirginleşen bir gerçeğin farkına varıyor. Büyük bir sevinçle ve bu gerçeğin coşkusuyla dolup taşıyor. Daha önce kendi kavrama yeteneğiyle belirlediği, içindeki gerçeğe uygun gerçeğe ulaşmanın büyük coşkunluğuyla duyuruyor inancını. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) gönlünde belirginleşen bu sahne, olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnedir. Kur'an'ın akışı bu büyük deneyimi şu kısacık ayetlerde ifade edip geçiyor. Bu, fıtratın hak ve batıl karşısındaki tutumunun hikâyesidir. Müminin ilân ettiği ve bu konuda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmediği inancın hikâyesidir. Bu konuda babaya, aileye, aşirete ve ulusa hoş görünmek gibi bir endişesi yoktur. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına ve kavmine karşı takındığı şu katı, kesin ve net tutum gibi.
Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
Bu, İbrahim'in diliyle konuşan fıtratın kendisidir. Çünkü İbrahim henüz idrakiyle, kavrama yeteneğiyle ilâhını bulmamıştı. Ancak onun bozulmamış fıtratı daha baştan kavminin kullukta bulunduğu putların ilâh olabileceklerini reddetmişti. -Irak Keldanileri olan İbrahim'in kavmi, putlara kullukta bulundukları gibi gezegenlere, yıldızlara da taparlardı.- Çünkü kullukta bulunan, zorluk ve rahatlıkta kulların kendisine yöneldiği, insanları ve tüm canlıları yaratan ilahın... Evet İbrahim'in fıtratına göre bu ilahın taştan bir heykel ya da ağaçtan bir put olması mümkün değildi. Madem ki yaratan, yarattıklarının rızkını veren, her şeyi işiten ve karşılık veren bu heykeller değildir,-ki durumları da bunun açıkça göstermektedir.- O halde, kullukta bulunulmayı hak etmemişlerdir ve gerçek ilâh ile kulları arasında aracı şeklinde de olsa ilâh edinilemezler.
O halde daha ilk karşılaşmada İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratının hissettiği açık bir sapıklıktır bu. Ayrıca bu, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtratın eksiksiz bir örneğidir. Sonra bu, açık bir sapıklıkla yüzyüze geldiğinde onu reddedip tiksinen, sorun inancı ilgilendirince de gerçek sözü açıklayıp duyuran mükemmel fıtrata da bir örnek oluşturmaktadır.
"Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
Bunlar, İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına söylediği sözler. Oysa İbrahim son derece yufka yürekli, halim, güzel ahlâklı, hoşgörülü ve yumuşak biridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu nitelikleri sıralanmaktadır. Ancak burada inanç söz konusudur. İnanç da babalık ve oğulluk bağlarının çok çok üstündedir. Yumuşaklık ve hoşgörü duygularının ötesinde bir olaydır. İbrahim de, yüce Allah'ın, soyundan müslümanların uymasını emrettiği bir önderdir. Hikâyenin burada anlatılması da insanlar için bir örnek, bir numune olması amacına yöneliktir.
Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) fıtratının arılığı ve gerçeği aramadaki içtenliği nedeniyle yüce Allah'ın kendisi için evrende gizli sırları ve varlık aleminde doğru yolu gösteren kanıtları ortaya çıkarmasını hakediyor.
Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.
Şu bozulmamış fıtrat ve açık basiret gibi, hakka karşı böylesine bir içtenlik ve bu derece şiddetle batıldan tiksinme üzerine İbrahim'e bu mülkün, göklerin ve yerin mülkünün gerçek mahiyetini gösterdik. Evrenin planında gizli sırlardan haberdar kıldık. Varlık sayfalarına serpiştirilmiş işaretleri ortaya çıkardık. O'nun kalbi ve fıtratı ile şu olağanüstü evrende yer alan imana yönelik mesajlarla doğru yolu gösteren kanıtları birbirine bağladık. Böylece O'nu, sahte tanrılara kulluk yapmayı reddetme aşamasından gerçek ilahı benimseme aşamasına yükselttik.
İşte fıtratın derin ve yalın yöntemi budur. Bu, birikintilerin yozlaştıramadığı bilinçtir. Evrendeki yüce Allah'ın harikulade sanatını düşünen basirettir bu. Görülen alemleri, içlerindeki sırları dile getirene kadar derinliğine incelemektir. Bu, O'nun uğruna çaba sarfetmenin mükâfatı olarak yüce Allah'ın doğru yolunu göstermesidir.
İşte İbrahim (selâm üzerine olsun) bu şekilde yoluna devam edip Allah'ı bulmuştur. Daha önce fıtratında ve vicdanında bulduktan sonra düşünce ve bilincinde de bulmuştur. Düşünce ve bilincinde bulduğu ilâhlık gerçeği fıtrat ve vicdanda yer eden gerçekle bir uyum arzetmiştir.
O halde İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bozulmamış fıtratıyla zorlu bir yolculuğa çıkalım. Kuşkusuz bu, son derece korkulu bir yolculuktur, ilk başta rahat ve kolay görünse de. Fıtrî iman noktasından bilinçli iman noktasına uzanan bir yolculuktur bu. Bu, birtakım farzların ve hükümlerin yükümlülüğü gerektiren imandır. Bu noktada yüce Allah, halk kitlelerini sadece akılları ile başbaşa bırakmamıştır. Peygamberlerin getirdiği mesajlarla açıklama yönüne gitmiştir. İnsan fıtratını veya insan aklını değil de, peygamberliği insanlar için bir gerekçe kılmıştır. Hesaba çekilmenin ve cezalandırılmanın nedeni budur. Bu, yüce Allah'ın adaletinin, rahmetinin, insanlardan haberdar olmasının, onları bilmesinin gereğidir.
İbrahim'e gelince, o, İbrahim'dir. Rahmanın dostu, müslümanların babasıdır.
-Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi.
Bu, İbrahim'in ruhunun bir portresidir. Babasının ve kavminin kullukta bulunduğu putlara karşı içinde bir kuşku hatta, kesin bir karşı çıkış belirmişti. İnanç sorunu fikrini meşgul etmiş, tüm dünyasını doldurmuştu. "Üzerine gece basınca" deyimi bu tabloyu daha bir somutlaştırmaktadır. Sanki gece sadece onu bürümektedir. Ve sanki onu çevresindeki insanlardan koparmaktadır. Ta ki, kendi ruhu, duyguları, düşünceleri, fikrini uğraştıran, hafızasını dolduran yeni ilgisiyle başbaşa kalabilsin...
Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi yıldızlara ve gezegenlere kullukta bulunurlardı. Bir bilinç ya da kavrama söz konusu olmaksızın, fıtratında bulduğu gerçek ilâhının bu putlardan bir put olmasını imkânsız görünce, kavminin kulluk yaparak yöneldiği bir şeyde gerçek ilâhını bulabileceğini düşünmüştü.
Ulusunun gezegenlere, yıldızlara kulluk yaparak yöneldiklerini ilk görmesi değildi bu. Yıldızları da ilk defa görüyor değildi. Ancak -o gece- yıldız, daha önce konuşmadığı bir dille konuşuyordu, fikrini meşgul eden, dünyasını dolduran problemin uyandırdığı duygulara benzer işaretler getiriyordu hatırına.
"Rabbim budur" dedi.
Çünkü yıldız, parlaklığı, çekiciliği ve yüksekliğiyle putlardan daha çok Rabb olmaya yakındır. Ama hayır... Yıldız O'nun zannını yalanlıyor.
"Fakat yıldız batınca, `Batanları sevmem' dedi."
Yıldız kayboluyor. Yaratıklara görünmez oluyor. O halde kim onları gözetecek, işlerini kim düzene koyacak, Rabb kaybolduktan sonra? Yok, bu Rabb olamaz. Çünkü Rabb kaybolamaz.
İşte fıtratın yakın ve yalın mantığı budur. Mantıksal önermelere, diyalektik varsayımlara danışmaz, rahatça, net ve doğrudan doğruya hareket eder. Çünkü insanlığın varlığı içten ve kesin bir şekilde bunu dile getirmektedir.
"Batanları sevmem"...
Fıtrat ile ilâhın arasındaki bağ, sevgi bağıdır. Aradaki ilişki, kalp ilişkisidir. Bu nedenle İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratı, batanları sevmiyor, onlardan ilâh edinmiyor. Çünkü fıtratın sevdiği ilâh, kaybolmaz, batmaz...
-Arkasından ayı doğarken görünce, "Rabbim budur" dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
Deneme bir daha tekrarlanıyor. Sanki İbrahim, daha önce hiç ayı görmemişti, ailesinin ve kavminin aya ibadet ettiğini bilmiyordu. Bu gece onun nazarında ay, yeni gördüğü bir şeydir.
"Rabbim budur" dedi.
Varlık alemine akıttığı aydınlığı, sevimli ışığıyla gökte belirginleşmesiyle... Fakat kayboluyor... Oysa Rabb -İbrahim'in fıtratı ve kalbiyle bildiği gibi- kaybolmaz, batmaz...
Bu noktada İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında ve fıtratında bulduğu gerçek ilahının yardımına muhtaç olduğunu anlıyor. Sevdiği ve fakat henüz idrakinde ve bilincinde bulmadığı Rabbinin... Şayet Rabbi ona doğru yolunu göstermeyecek olursa, O'na elini uzatmayacak olursa ve yolunu göstermeyecek olursa, sapıtıp yolunu yitireceğini anlıyor.
"Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
-Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım."
-Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gözle görülen cisimlerin en büyüğü, ışık ve sıcaklık bakımından en zorlusuyla geçirilen üçüncü bir denemedir. Güneş... Güneş her gün doğar ve batar.. Ancak bugün İbrahim'in gözüne yeni yaratılmış gibi görünmektedir. Çünkü İbrahim (selâm üzerine olsun) bugün eşyaya, ilâhından haberdar olan, ona güvenen, onunla tatmin olan, uzun bir şaşkınlık, kararsızlık ve çabadan sonra kalıcı bir temele varan benliğiyle bakmaktadır.
"Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi.
Ancak o da kayboluyor.
İşte bu noktada arzu gerçekleşiyor, kıvılcım alevleniyor. Bozulmamış dosdoğru fıtrat ile gerçek Allah'ı arasında buluşma meydana geliyor. Gönül nurla dolup taşıyor, görülen evreni, insan aklını ve bilincini kaplıyor. Burada İbrahim (selâm üzerine olsun) ilâhını buluyor. O'nu fıtratında ve vicdanında bulduğu gibi bilincinde ve idrakinde de buluyor. İşte bu noktada gizli fıtrî algılama ile açık aklî düşünce arasında bir uygunluk gerçekleşiyor.
İbrahim (selâm üzerine olsun) burada ilâhını buluyor. Ancak, parlayan yıldızda, doğan ayda ya da yükselen güneşte değil. Gözlerin görebildiği, duyu organlarının algıladığı hiçbir şeyde bulmuyor. Gözlerin gördüğü, duyu organlarının algıladığı ve aklın kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak görüyor. O'nu gönlünde, fıtratında, aklında, bilincinde ve çevresindeki tüm varlıklarda görüyor. Gözlerin gördüğü duyu organlarının algıladığı ve akılların kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak buluyor.
Bu durumda, kullukta bulundukları sahte ilâhlardan ötürü kendisiyle kavmi arasında içinde kesin bir ayrılığın farkına varıyor. Hiçbir ödün vermeksizin yönelişlerinden, hayat metodlarından ve yaşadıkları şirkten kesin bir şekilde uzaklaşıyor. -İbrahim'in kavmi, Allah'ı doğrudan doğruya inkâr etmiyordu, ancak bu sahte Rabbleri ortak koşuyorlardı- İbrahim de sadece ortaksız Allah'a yöneliyordu.
"Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım." Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gökleri ve yeri yaratana yöneliştir. Şirke sapmayan tevhidi bir yöneliştir. Bu, kesin bir söz, pürüzsüz bir inanç ve son yöneliştir. Bundan sonra, vicdanda yer alan gerçeğe uygun düşen bu gerçeğin akılda iyice belirginleşmesinden sonra, kararsızlığa, tereddüte yer yoktur.

HZ. İBRAHİM'İN KAVMİYLE TARTIŞMASI

Bu göz kamaştırıcı, olağanüstü sahneyi bir kere daha seyrediyoruz. Tam manasıyla açığa kavuştuktan ve üzerine çökmüş karanlıktan kurtulduktan sonra, gönülde beliren ve kalbi bürüyen inanç sahnesi... İnsanın bünyesini tamamen doldurup geride hiçbir şey bırakmadığını seyrediyoruz. Kalbinde, aklında ve çevresindeki varlıklarda bulduğu yüce Rabbinden kaynaklanan güven duygusu akmaktadır içine. Bu sahne, ayetlerin akışında yer alan aşağıdaki bölüm= de bütün göz kamaştırıcılığı ile, bütün güzelliği ile belirginleşmektedir.
Kuşkusuz İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında, aklında ve çevresindeki varlıklarda yüce Allah'ı görecek duruma gelmişti. Kalbi mutmain olmuş, fikri durulmuştu. Yüce Allah'ın elinden tutup yol boyunca adımlarını yönlendirdiğini hissediyordu. Şimdi de kendi ulusu gelmiş, onunla, vardığı kesin sonuç ve gönlünü açan tevhid konusunda tartışmağa kalkışıyor. O ise, ulusunu, kesin kararlılığı, derin inancı ve kendisini doğru yola ileten gerçek Rabbinin gizli açık görüşüyle karşılıyor.


80- Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"


81- "Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"

Fıtrat bozulmaya başladı mı sapıtır. Ardından bu sapıklığını giderek derinleştirir. Artık açı genişlemeye, başlangıç çizgisinden gittikçe uzaklaşmaya başlamıştır. Öyle ki, fıtratın bundan sonra doğru yola dönmesi son derece güçleşir. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi putlara, gezegenlere ve yıldızlara kullukta bulunuyor. İbrahim'in gönlünde gerçekleşen bu dehşet verici yolculuğu düşünüp değerlendirmiyorlardı. Bu olay onları sırf düşünüp incelemeye bile yöneltememiştir. Üstelik düşünce ve sapıklıklarındaki gözle görülür çaresizliklerine rağmen, gelip onunla tartışmaya ve inkâra kalkışıyorlar.
Ancak, Allah'ı gönlünde, aklında ve çevresindeki varlık aleminde bulan mümin İbrahim (selâm üzerine olsun) onları, büyük bir güven ve kararlılıkla tiksinerek karşılıyor.
Allah beni doğru yola eriştirmişken, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?"
Elimden tutarken, basiretimi açarken, beni kendisine yöneltirken ve kendisini bana tanıtırken bulduğum Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Yüce Allah elimden tutmuş bana yol göstermiştir. O halde vardır. Bana göre bu, varlığının kanıtıdır. O'nu, çevremdeki evrende gördüğüm gibi vicdanımda ve bilincimde de gördüm. O halde, içimde bulduğum ve bunun için bir kanıta da ihtiyaç duymadığım bir şey hakkında benimle tartışmanızın bir anlamı yoktur. O'nun beni kendisine iletmesi yeterli bir kanıttır.
Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam.
Allah'ı bulan kişi nasıl korkabilir? Allah'ın gücünden başka tüm güçler ciddiye bile alınmayacağına, O'nun otoritesinden başka bir otoriteden korkulmayacağına göre, Allah'ı bulan kişi, neden ve niçin korkabilir ki?
Ancak, derin imanı ve içten teslimiyeti nedeniyle İbrahim (selâm üzerine olsun) Allah'ın serbest iradesine ve her şeyi kapsayan bilgisine dayanmadan kestirip atmıyor.
Meğer ki, Rabbim hakkında bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?
O, Allah'ın iradesine, korumasına ve gözetimine dayanarak hiçbir konuda kavminin sahte tanrılarından korkmadığını duyuruyor. Çünkü o, Allah'ın korumasına ve gözetimine sığınmıştır. O biliyor ki, Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir şey başına gelmez. Allah'ın her şeyi kapsayan bilgisi onu da kapsamına almıştır.
-"Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin' bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Bu, kendisine güvenen ve şu varlıkta yer alan gerçekleri kavrayan müminin mantığıdır. Korkması gereken biri varsa bu, İbrahim (selâm üzerine olsun) olmayacaktır. Korku duyması gereken, elini Allah'ın eline tutuşturan ve böylece yoluna devam eden mümin olmayacaktır. Bir müminin ne olursa olsun bu aciz tanrılardan korkması düşünülemez. Kimi zaman yeryüzünde zorba diktatörler şeklinde beliren bu tanrılar, yüce Allah'ın gücü karşısında kaale bile alınmayacak derecede zayıftırlar. Onlar, yüce Allah'ın kendilerine bir yetki ve güç vermediği canlı cansız şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadıkları halde, İbrahim (selâm üzerine olsun) bu çaresiz sahte tanrılardan korkar mı? O halde, iki gruptan hangisi daha güvencededir? Allah'a inanıp ortakları reddeden mi, yoksa hiçbir yetkisi ve gücü bulunmayan şeyleri Allah'a ortak koşan mı? Şayet az da olsa, bir bilgileri ve anlayışları varsa söylesinler bakalım, hangi grup kendini güvencede hissetmeyi hak etmiştir?
Burada cevap yüceler aleminden geliyor, yüce Allah bu soruna ilişkin hükmünü bildiriyor:


82- İman edenler ve bu imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya, güven işte onlar içindir, doğru yolda olanlar onlardır.


83- Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi bilendir.

İnananlar ve kendilerini bütünüyle Allah'a adayanlar, gerek kulluk, gerek boyun eğme ve gerekse yöneliş noktasında bu inançlarına şirki bulaştırmayanlar... İşte güvencede olma bunların hakkıdır, doğru yolda olanlar da bunlardır.
Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz.
Kuşkusuz bu, kendisiyle tartışmak ve kavminin ileri sürdüğü kanıtı çürütmek için, yüce Allah'ın İbrahim'e (selâm üzerine olsun) ilham ettiği bir kanıttır. Şu sahte tanrılarının, ona bir kötülük dokundurabileceğine ilişkin düşüncelerinin basitliği de ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca, yüce Allah'ın varlığını ve evren üzerindeki güç ve otorite sahibi oluşunu tartışma konusu yapmadıkları, sadece bu tanrıları O'na ortak koştukları gayet açıktır. İbrahim (selâm üzerine olsun) O'na ortak koşanınsa, korkmayı daha çok hak ettiğini belirterek, onları karşıladığı zaman... Yüce Allah'ın kendisine verdiği, ilham ettiği bu kanıtla onları karşılayınca, ulusunun ileri sürdüğü kanıt çürüyüp kendi kanıtı geçerli oluyor. Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) inanç, kanıt ve konum bakımından kendi kavmine karşı üstünlük sağlamış oluyor.. İşte yüce Allah dilediği kimsenin derecesini böyle yükseltir. Bu konuda hikmeti ve bilgisi uyarınca tasarrufta bulunur.
Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.
Bu bölümü bitirmeden önce, Peygamberimizin arkadaşlarının yaşadığı dönemin esintilerinden birini duymak istiyoruz. O dönemde Kur'an onlara, yeni yeni iniyordu, ruhları onu yavaş yavaş sindiriyordu. Onunla yaşıyor ve onun için yaşıyorlardı. Olağanüstü bir ciddiyet, dikkat ve sorumluluk duygusuyla ona yaklaşmış, işaretleri, ilhamları ve gerekleriyle içiçe yaşamışlardı. Bu durum karşısında ürpermekten kendimizi alamıyoruz, dehşetten dona kalıyoruz. Bu eşsiz insan topluluğunun durumunu ve çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zamanda yüce Allah'ın bu toplulukla ne tür olağanüstülükler meydana getirdiğini kavrıyoruz.
İbn-i Cerir, Abdullah b. İdris'e dayandırarak şöyle rivayet eder: "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum Peygamberin arkadaşlarına ağır geldi. `Hangimiz kendisine haksızlık etmez ki' dediler. Bunun üzerine Allah'ın elçisi, `Durum sizin sandığınız gibi değildir. Lokman'ın oğluna söyledikleri kastedilmektedir burada' buyurdu. "Allah'a ortak koşma, çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
Yine İbn-i Cerir, İbn-i Müseyyeb'den şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayetini okuduğunda büyük bir korkuya kapıldı. Ardından Ubey b. Ka'b'a gidip, ey Eba Munzir, Allah'ın kitabından bir ayet okudum ki, buna göre kurtuluş imkânsızdır. Ubey b. Ka'b:
-Hangi ayettir bu? diye sordu. Bunun üzerine Ömer (Allah ondan razı olsun) ayeti okudu ve hangimiz kendisine zulüm etmez diye ekledi. Ubey b. Ka'b, `Allah seni affetsin, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi: "Şirk büyük bir zulümdür." İmanlarına şirk karıştırmayanlar" demek isteniyor' dedi.
Yine İbn-i Cerir, Ebul Eş'ar'dan, o da babasından şöyle rivayet eder: Zeyd b. Sevhan Selman'a sordu: `Ey Ebu Abdullah, Allah'ın kitabından bir ayet beni çok etkiledi': "iman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar..." Bunun üzerine Selman (Allah ondan razı olsun) `Burada kastedilen Allah'a ortak koşmaktır' dedi. Zeyd, `Bunu senden duymamış olsaydım hiçbir zaman sevinmeyecektim. Sanki sahip olduğum her şeyi kaybedip yeniden bulmuş gibi oldum' dedi.
Şu üç rivayet bu seçkin topluluğun Kur'an'ı nasıl algıladıklarını, ruhlarının üzerïnde ne kadar ciddi bir etki bıraktığını göstermektedir. Bunun doğrudan doğruya uygulamaya dönük emirler ve uyulması gereken prensipler olduğunu ve uyulması zorunlu olan hükümler olduğunu bildikleri zaman, nasıl karşıladıklarını göstermektedir. Aynı zamanda sınırlı güçleri ile yerine getirilmesi istenen yükümlülükler arasında büyük bir fark olduğunu sandıkları zaman, nasıl da dehşete kapıldıklarını gözler önüne sermektedir. Yaptıkları ile yükümlülük arasında büyük bir fark olduğu halde, işledikleri her türlü kusurdan ötürü hesaba çekilecekleri düşüncesinin, Allah ve peygamberinden hafifletici bir açıklama gelene kadar nasıl bir panik meydana getirdiğini de göstermektedir.
Bu, aynı zamanda göz kamaştırıcı ve olağanüstü bir sahnedir. Allah'ın kaderine perde olan bir aracı olmuş, O'nun iradesini pratik hayatta uygulayan ve O'nun dininin taşıyıcısı gönüllerin sahnesi...

TEVHİD KERVANI

Bundan sonra ayetlerin akışı, peygamberlerden Nuh, İbrahim ve son Peygamberin (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) oluşturduğu şerefli topluluğun öncülük ettiği ulu iman kafilesini sunmaya başlıyor. Ayetlerin akışı, birbirine bağlı olarak yol alan bu kafileyi -özellikle İbrahim ve onun soyundan peygamberleri- sunarken, değişik yerlerde göz önünde bulundurduğu tarihsel sıralamayı burada dikkate almıyor. Çünkü güdülen amaç, bir bütün olarak bizzat kafilenin kendisidir, yoksa tarihsel kronoloji değildir.


84- Biz O'na İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve O'nun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.


85- Zekeriyya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da doğru yola ilettik. Hepsi de iyilerdendi.


86- İsmail'i, el-Yesa'yı, Yunus'u ve Lût'u da doğru yola ilettik. Hepsini de alemlere üstün kıldık.


87 Bunlardan bazılarının babalarını, soylarından gelenleri ve kardeşlerini de seçip doğru yola ilettik.


88- İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.


89- Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.


90- İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir. "

Ayetlerde Nuh ve İbrahim'in (selâm üzerlerine olsun) dışında onyedi nebi ve resul sayılmaktadır. Diğerlerine de, "Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden..." şeklinde işaret edilmektedir. Bu kafile değerlendirilirken de "Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükafatlandırırız..." "Her birine alemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik..." "Bir kısmını da seçip doğru yola eriştirdik..." denmektedir. Bütün bu değerlendirmeler, şu ulu kafilenin elde ettiği iyilikleri, Allah tarafından seçilişlerini ve doğru yola iletilişlerini göstermektedir.
Bu topluluğun bu şekilde anlatılması ve bu kafilenin bu tarzda sunulması hep aşağıdaki açıklamalar için bir hazırlık amacına yöneliktir:
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dileği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
Bu yeryüzünde hidayet kaynağını oluşturma amacına yönelik bir açıklamadır. Buna göre yüce Allah'ın insanlar için belirlediği doğru yol peygamberlerin getirdiği mesajda somutlaşmaktadır. Böylece içtenlikle inanılması ve direktiflerine zorunlu olarak uyulması gereken yol göstericilik, bu biricik kaynakla sınırlandırılmış oluyor. Çünkü yüce Allah, bunun kendi hidayeti olduğunu ve kullarından dilediğini bununla doğru yola ilettiğini bildirmektedir. Şayet bu yol gösterici kullar, Allah'ın birliğinden ve O'nun hidayetini aldıkları kaynağın birliğinden şaşacak olurlarsa, inanç, kulluk ve herhangi bir konuda başvurulacak merci olması bakımından Allah'a ortaklar koşarlarsa, sonunda yaptıklarının boşa gitmesi kaçınılmaz olacaktır: Yani tüm yaptıkları kaybolup gidecektir. Zehirli otlakta otlayıp sonunda şişerek ölen bir hayvan gibi yok olacaktır. Ayette geçen "Habitat: kelimesinin sözlük anlamı budur.
Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
Bu da ikinci açıklamadır. Birincide yol göstericiliğin kaynağı belirtilmiş ve bu peygamberlerin getirdiği hidayetle sınırlandırılmıştı. İkincide ise, adları geçen ve kendilerine işaret edilen peygamberlerin yüce Allah'ın kendilerine kitap, hikmet, yetki ve peygamberlik verdiği kimseler olduğu belirtilmektedir. `Hüküm' kelimesi, hikmet anlamına geldiği gibi, `yetki, otorite' anlamına da gelmektedir. Ayette her iki anlamın da kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre bu peygamberlerden kimisine yüce Allah kitap indirmiştir, Musa'ya Tevrat'ı, Davud'a Zebur'u, İsa'ya İncil'i indirdiği gibi. Kimisine de egemenlik verilmiştir, Davud ve Süleyman gibi (selâm üzerine olsun). Her birisine getirdikleri dinin Allah'ın hükmü olması ve insanlara taşıdıkları bu dinin vicdanlar ve emirler üzerinde Allah'ın otoritesine sahip olması bakımından yetki verilmiştir. Başka ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah, peygamberleri yalnızca kendilerine itaat edilmesi, kitabı da insanlar arasında adaletle hükmetmesi için göndermiştir. Her birine hikmet ve peygamberlik verilmiştir. Yüce Allah, dininin sorumluluğunu onlara bırakmıştır. Dini insanlara götürecek, onu insanların hayatına yerleştirecek, ona inanacak ve koruyacaklardır. Bundan sonra Arap müşrikleri, kitabı, hükmü ve peygamberliği inkâr ediyorlarsa, Allah'ın dininin onlara ihtiyacı yoktur. Şu seçkin toplulukla onlara inananlar, bu din için yeterlidir. Bu, ağacı boy salmış köklü bir gerçektir. Bu halkaları birbirine bağlı yol alan bir kafiledir. Birbirinin ardınca tüm peygamberlerin insanlara taşıdıkları tek mesajdır bu. Bu mesaja, doğru yola girmeyi hak ettiklerini bilmesinden dolayı, yüce Allah'ın doğru yola ilettiği kişiler inanmış ve inanacaklardır. Bu açıklama mümin gönüllere ve sayıları ne olursa olsun müslüman topluluğun vicdanlarına huzur akıtmaktadır. Bu topluluk tek başına değildir, dalından koparılmamıştır. Bu topluluk, kökü sağlam, dalları gökleri kaplamış bir ağacın dalı mahiyetindedir. Allah'a ve yol göstericiliğine bağlanmış ulu kafilenin bir halkası konumundadır. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, hangi soydan gelirse gelsin mümin kişi, son derece güçlü ve oldukça büyüktür. Çünkü o, kökü insan fıtratının ve insanlık tarihinin derinliklerine kadar uzanan sağlam ve soylu ağacın bir parçasıdır. Eski çağlardan beri, Allah'a ve O'nun yol göstericiliğine bağlı olarak yol alan ulu kervanın bir parçasıdır.
İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir."
Bu da üçünçü açıklama... Buna göre, iman kafilesine öncülük yapan şu seçkin topluluk, yüce Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Bu topluluğun Allah'dan getirdiği hidayet, Peygamberimizin ve O'na inananlar için bir örnek konumundadır. O halde uyulacak tek yol göstericilik budur, sadece onun hükmüne başvurulur. Ona çağrılır ve onunla müjde verilir. Çağrılacak kimselere, "Sizden buna karşılık bir ücret istemem..." "Bu, alemler için bir öğüttür" diye iletilen mesajdır bu. Bu çağrı tüm alemlere yapılmaktadır. Herhangi bir ulusa, ırka, uzağa ya da yakına özgü kılınamaz. Çünkü bu, tüm insanlığa öğüt vermek amacına yönelik yüce Allah'ın yol göstericiliğidir. Bu nedenle onun karşılığında bir ücretin alınması söz konusu değildir. Bu işin ücreti Allah'a aittir.
Ardından ayetlerin akışı, nübüvvet ve risaleti (peygamberlik ve elçilik) inkâr edenleri kınamakta, onların, yüce Allah'ı gereği gibi değerlendiremediklerini, O'nun hikmetini, rahmetini ve adaletini tanıyamadıklarını belirterek devam etmektedir. Ayrıca son peygamberliğin önceki peygamberliklerin yolunu takip ettiğini, son olarak gelen kitabın daha önce gelen kitapları doğruladığını vurgulamaktadır. Bu açıklamalar daha önce sunduğumuz kafilenin atmosferine uygun düşmekte ve bir ahenk oluşturmaktadır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:01   Mesaj No:15
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

91- Onlar "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" derken, Allah'ı gereği gibi tanıyamamışlardır. onlara de ki; "Musa'nın insanlar için ışık ve hidayet kaynağı olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Ki siz onu kâğıt parçalarına dönüştürerek işinize geleni açıklıyor ve çoğunu gizli tutuyorsunuz.

Size ne kendinizin ve ne de atalarınızın bilmediği birçok gerçekler öğretildi. Sen "Allah" de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.

92- Bu Kur'an, ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde yaşayanları uyarasın diye sana indirdiğimiz, kendinden önceki kutsal kitapları onaylayan mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını devamlı olarak ve özenerek kılarlar.

Müşrikler büyük bir inatla `Allah insanlardan bir peygamber göndermemiştir, herhangi bir insana vahyettiği bir kitap indirmemiştir' diye aptalca diretiyorlardı. oysa Arap Yarımadası'nda Ehli Kitap'tan yahudilerle komşuluk yapıyorlardı. Üstelik onların Ehli Kitap olduklarını ve yüce Allah'ın Musa'ya (selâm üzerine olsun) Tevrat'ı indirdiğini inkâr etmiyorlardı. Sadece Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğini inkar etmek için inatları ve diretmeleri yüzünden söylüyorlardı. `Allah, herhangi bir insana bir şey indirmemiştir' şeklindeki sözlerinden dolayı Kur'an-ı Kerim, onları kınayarak karşılamaktadır. Bu arada Kur'an onları, daha önce Musa'nın getirdiği kitapla da yüzyüze getirmektedir.
Onlar "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" derken, Allah'ı gereği gibi tanıyamamışlardır.
Cahiliye döneminde Mekkeli müşriklerin söylediği bu sözlerin benzerleri her zaman söylene gelmiştir. Bugün de aynı sözleri söyleyenler bulunmaktadır. Bunlardan kimisi, dinlerin, insanlar tarafından meydana getirildiğini, insanların gelişmesi ve ilerlemesine paralel olarak evrimleşip geliştiğini iddia etmektedir. Ancak bu konuda, taraftarlarının yükselip alçalmasına paralel olarak, yükselip alçalan ve tamamıyle Allah'ın dininin dışında kalan eski, yeni tüm putperest dinler gibi bizzat insan düşüncesinin ürünü dinler ile peygamberlerin Allah'dan getirdiği dinler arasında bir ayırım yapmazlar. Allah'ın dini ilk temeli üzerinde hep kalıcı olmuştur. Her peygamber onu insanlara duyurmuş, bir grup kabul ederken, bir diğer grup da yüz çevirmiştir. Ardından birtakım sapmalar ve bozulmalar baş göstermiştir. İnsanlar tekrar cahiliyeye dönmüş, tek ve sürekli dini getirecek yeni peygamberin gelmesini beklemeye koyulmuştur.
Bu sözü eskiden olsun, şimdilerde olsun, Allah'ı gereği gibi değerlendiremeyenler lütfunu, iyiliğini, rahmetini ve adaletini bilmeyenler söyler. Şöyle derler: "Allah, insanlardan peygamber göndermez, şayet dilerse bir melek indirir. Nitekim Araplar da aynı şeyleri söylüyorlardı. Yahut, "Şu koca evrenin yaratıcısı, yeryüzü dediğimiz şu boşlukta yüzen gezegende yaşayan `küçücük' insana önem verip peygamber göndermez. Ayrıca şu küçük gezegende yaşayan bu basit yaratığın yolunu bulması için peygamberlere de kitap indirmez' derler. Eskiyeni birtakım filozoflar bu tür sözler söylemektedir. Yanut, "Bir tanrı olmadığı gibi, vahiy ve peygamberin varlığı da söz konusu değildir. Bütün bunlar insanların kuruntularıdır. Ya da din adı altında insanların birbirini aldatmasıdır" derler. Nitekim dinsiz materyalistler böyle söylemektedir.
Tüm bunlar yüce Allah'ı gereği gibi değerlendirememenin sonucu bilgisizce söylenmiş sözlerdir. oysa lütûf sahibi ulu, merhametli, adil, her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah, insanı yarattığı, gizlisini, açığını, enerji ve gücünü, zaaf ve eksikliğini, doğru ve sağlıklı yahut yanlış ve bozuk olup olmadığını öğrenmesi için, düşünce ve fikir ile, söz ve davranışlarıyla, sistem ve kurumlarıyla başvuracağı bir kritere olan ihtiyacını bildiği için, onu tek başına bırakmamıştır. Yüce Allah insanoğluna verdiği aklın, ihtirasların, azgınlıkların, eğilim ve arzuların baskısıyla karşı karşıya kaldığını da biliyordu. Bunun yanında, yüce Allah tarafından emrine verilmiş olması nedeniyle yeryüzünün enerji kaynakları üzerinde insan aklına tam bir yetki verilmiştir. Ancak varlık hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz konusu değildir. Burası, Allah tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir. Varlık ve hayat için kendisine sağlıklı bir düşünce oluşturmak, inancın kapsamına girmektedir. Bu yüzden yüce Allah, insanı aklıyla başbaşa bırakmamıştır. Aynı şekilde gerçek Rabbini bilmek,O'nu arzulamak, sıkıntılı anlarda O'na sığınmak gibi fıtratta yer eden gizli bilgilerin eline de bırakmamıştır. Çünkü insan fıtratı da iç ve dış baskılar; cin ve insanlardan şeytanların sahip oldukları tüm yönlendirme ve etkileme yöntemleriyle saptırıp aldatmaları sonucu bozulabilir. Bu nedenle yüce Allah, fıtratlarını kendi yörüngesine ve ilk arılığına döndürmek ve akıllarını sağlıklı ve güvenilir bir hale getirmek için insanları vahyinin, peygamberlerinin, yol göstericiliğinin ve kitaplarının emrine vermiştir. Böylece içlerinden ve dışarıdan gelecek her türlü sapıklık karartısını gidermiş oluyor. Yüce Allah'ın lütfuna, iyiliğine, merhametine, adaletine, hikmet ve bilgisine de ancak bu yakışır. İnsanı yaratıp ardından başı boş bırakması, sonra da peygamber göndermeksizin kıyamet günü onları hesaba çekmesi, O'na yakışmaz: "Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." ((İsra Suresi, 15.) Daha geniş bilgi için Nisa suresi 165. ayetin tefsirine bakınız.)
Allah'ı gereği gibi değerlendirmek; fıtratları cahiliye birikimlerinden temizlemek, baskılardan kurtulup tertemiz bir bakış açısı ve derin bir düşünme düzeyine ulaşma çabasında akıllara yardımcı olmak için, kullara peygamberler gönderdiğine inanmayı gerektirmektedir. Yüce Allah'ın peygamberlere Allah'a davet metodunu vahyettiğine, bu peygamberlerden bazısına kitap indirdiğine ve kitaplardan bazısının kavimleri arasında belli bir süre için geçerli olduğuna (Musa, Davud ve İsa'nın kitapları gibi) şu Kur'an gibi kimisi de kıyamete kadar kalıcı olduğuna inanmayı gerektirmektedir.
Musa'nın peygamberliği (selâm üzerine olsun) Yarımadadaki Araplar tarafından bilindiğinden ve Ehli Kitab'ı tanıdıklarından dolayı yüce Allah Peygamberimize, peygamberlik ve vahyi temelden inkâr eden müşrikleri şu gerçekle yüzyüze getirmesini emretmektedir:
Onlara de ki; "Musa'nın insanlar için ışık ve hidayet kaynağı olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Ki siz onu kâğıt parçalarına dönüştürerek işinize geleni açıklıyor ve çoğunu gizli tutuyorsunuz.
Size ne kendinizin ve ne de atalarınızın bilmediği birçok gerçekler öğretildi...
Surenin girişinde, bu ayetin Medine'de indiğine ve bu ayete muhatap olanların yahudiler olduğuna ilişkin sözlere değinmiştik. Sonra İbn-i Cerir Taberi'nin tercih ettiği bir okuma biçimini hatırlatmıştık. İbn-i Cerir, "O'nu parça parça kâğıtlar halinde getirip işlerine geleni açıkladılar ve çoğunu gizlediler" şeklinde okumuştur. Bu ayetin müşriklere hitap ettiğini ve yahudilerden haber vermekte olduğunu belirtmiştir. Onların Tevrat'ı, ellerinde oyuncak haline getirdikleri sayfalara böldüklerini, davranışlarına, sapıklık ve hilelerine uygun düşeni insanlara açıklayıp hüküm ve farzlarla oynadıklarını ve kendi tutumlarına uymayan Tevrat sayfalarını gizlediklerini haber vermiştir. Yahudilerin bu tutumlarının bir kısmını Araplar biliyordu, bazısını da şu Kur'an bildirmişti. O halde bu ayet, akış içinde bir ara cümleciktir ve yahudilerden haber vermektedir. Yoksa onlara doğrudan doğruya hitap etmemektedir. Bu durumda ayet Mekke'de inmiştir, Medine'de değil. Biz de İbn-i Cerir'in bu görüşünü tercih ediyoruz.
O halde söyle ya Muhammed (selâm üzerine olsun), yahudilerin sayfalara bölüp bir kısmını gizleyip, bir kısmını da bu iğrenç oyunlarının ötesindeki arzularını gerçekleştirmek için açıkladıkları Tevrat'ı, aydınlatıcı ve yol gösterici bir kitap olarak Musa'ya kim indirmiştir. Böylece daha önce bilmedikleri gerçekleri ve olayları anlatmak suretiyle yüce Allah'ın, onlara öğrettiğini belirtmekle karşılaması isteniyordu. O halde Allah'ın nimetlerine şükretmeleri ve bu bilgileri yüce Allah'ın peygamberine indirdiğini, O'na vahyettiğini inkâr etmek suretiyle Allah'ı inkâr etmeye yeltenmemeleri gerekir.
Yüce Allah, bu soruya müşriklerin cevap vermesine fırsat vermeden, peygamberine bu konuda kesin sözü söylemesini ve inatçılıktan başka bir şey olmayan tartışmalarına fırsat vermemesini emretmektedir.
"Sen: `Allah' de. Sonra da onları daldıkları bataklıkta bırak oynaya dursunlar..."
Onun, Allah tarafından indirilmiş olduğunu söyle. Sonra da tartışmalarına, inatlaşmalarına ve karşı çıkışlarına katılma. Oyuna ve eğlenceye dalmış halleriyle bırak onları. Bu ifadede, bir tehdit söz konusu olduğu gibi, bir küçümseme, bir gerçeklik ve kararlılık da söz konusudur. Çünkü insanlar bu tür laflar sarfedecek kadar boş şeylere daldılar mı konuşmaya engel olmak, tartışmayı kesmek ve lafın uzamasını durdurmak daha yerinde bir davranış olacaktır.
Ayetlerin akışı yeni kitaba ilişkin bir şey anlatarak sürüyor. İnkârcılar bu kitabın Allah tarafından indirilmiş olabileceğini kabul etmiyorlardı. Oysa bu kitap, daha önce gelmiş kitapların bir halkası konumundadır. Yoksa yüce Allah'ın, seçkin peygamberlerinden dilediğine indirdiği kitaplardan farklı bir şey değildir.
-Bu Kur'an, ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde yaşayanları uyarasın diye sana indirdiğimiz, kendinden önceki kutsal kitapları onaylayan mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını devamlı olarak ve özenerek kılarlar.
Yüce Allah'ın peygamberler göndermesi ve bu peygamberlere kitap indirmesi, O'nun evrene yerleştirdiği kanunlarından birisidir. Şu, Allah tarafından indirilmiş olmasını kabul etmedikleri yeni kitap da, ulu ve kutlu bir kitaptır. Şüphesiz Allah doğru söylüyor. O, Allah'a andolsun ki, kutlu bir kitaptır. Bu kitap, bereketin tüm anlamıyla bereketli, kutlu bir kitaptır. Kaynağı bakımından kutludur. Yüce Allah onu katından indirmekle kutsamıştır. Yüce Allah'ın ona lâyık olduğunu bilerek indirdiği yeri açısından kutludur. Burası Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in temiz, şerefli ve ulu kalbidir. Hacmi ve içeriği bakımından kutludur bu kitap. Kuşkusuz bu kitap, kalınlık bakımından insanların yazdığı kitaplara göre sayılı sayfalar konumundadır. Ancak, her bölümünde öylesine anlamlar, işaretler, etkenler ve direktifler içermektedir ki, hacim ve yer bakımından ondan kat kat büyük olan bu kitapların hiçbiri bu düzeye ulaşamaz. Gerek kendi kendine, gerekse başka insanların yanında söz sanatı üzerinde çalışanlar, kelimelerle anlamları ifade etme konusuyla uğraşanlar, söz sanatını incelemeyen, anlamları güzel bir şekilde ifade etme konusuyla uğraşmayanlardan daha iyi bir şekilde Kur'an'daki uyumun bu açıdan kutlu olduğunu kavrarlar. Kur'an'ın ifadesinde yer alan işaretleri, anlamları, ilham ve etkenleri bir insanın bu kadar dar bir yerde değil, geniş bir yerde bile ifade edemeyeceğini anlar. Bir tek ayet manaları o kadar güzel bir şekilde ifade etmekte, gerçekleri öylesine açıklamaktadır ki, insan sözlerinde eşine rastlanmayacak olağanüstülükte açıklama ve direktif yönünde çeşitli sanat dallarına örnek oluşturmaktadır. Bu kitap etkisi açısından da kutludur. Doğrudan doğruya insan fıtratına ve oluşumuna oldukça tatlı, latif ve etkileyici bir tarzda hitap etmektedir. Her alanda, her alışkanlıkta ve her eğilimde karşısına çıkmakta ve hiçbir konuşmacının sözlerinin yapamayacağı etkiyi yapmaktadır. Çünkü bu kitapta, yüce Allah'ın verdiği bir etkileme gücü vardır. Başka bir konuşmacının sözlerinde ise böyle bir etki söz konusu değildir.
Bu kitabın kutluluğunu anlatmak için, bundan daha fazla bir şey söyleme imkânına sahip değiliz. Söylesek bile bu, yüce Allah'ın bu kitabın; `kutlu' bir kitap olduğuna ilişkin şahitliğinden fazla bir şey söyleyemeyiz. Her şeyi olduğu gibi bildiren kesin söz budur çünkü.
"Kendinden önceki kutsal kitapları onaylayan...
Bu kitap, kendinden önce Allah katından indirilen kitapları doğrulamaktadır. Ancak bozulmamış şekliyle, yoksa kilise kongrelerinin tahrif edip sonra da bu Allah katından gelmiştir dedikleri gibi değil, Kur'an kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Çünkü onlar da Kur'an'ın getirdiği inancın temellerine ilişkin gerçekleri getirmişlerdir. Şeriatlara gelince, her ümmete büyük akide sınırları içinde ayrı bir şeriat ve ayrı bir hayat sistemi belirlenmiştir.
İslâm'a ilişkin yazılar yazıp, Allah'ın birliğine ilişkin eksiksiz bir inanç getiren, ya da peygamberler ve peygamberlik gerçeği hakkında tam bir akide belirleyen veya ahiret, hesap ve ceza konusunda en gelişmiş inancı getiren ilk dinin İslâm olduğunu söyleyenler... Bununla da İslâm'ı övmeyi amaçlayanlar... Evet bu adamlar hiç Kur'an okumamışlar demektir. Şayet Kur'an'ı okumuş olsalardı, yüce Allah'ın tüm peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) hiçbir şekilde şirke bulaşmamış saf ve mutlak tevhid inancını getirdiklerini söylediğini öğrenirlerdi. Tüm peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) insanlara peygamberin gerçek özelliklerini, onun bir insan olduğunu, ne kendisine ne de onlara bir yarar ya da zarar dokunduramayacağını, gaybı bilmediğini, hiç kimsenin rızkını kısmak ya da genişletmek gibi bir yetkiye sahip olmadığını, her peygamberin kavimlerini ahiret gününde gerçekleşecek hesaplaşma ve amellere karşılık biçme konusunda uyardıklarını görürlerdi. Aynı zamanda İslâm inancının diğer temel gerçeklerinin de her peygamber tarafından duyurulduğunu, son gelen kitabın kendinden önceki kitapların getirdiği gerçekleri doğruladığını da bilmiş olurlardı. Bu sözler, aralarında semavi dinler de olmak üzere dinlerin temel ilkelerinin toplumların gelişme ve ilerlemesine paralel olarak gelişip ilerlediğini iddia eden Avrupa kültürünün etkisiyle söylenmiş sözlerdir. Kur'an'ın belirlediği temel ilkeleri yıkmakla, İslâm'ı savunmak mümkün değildir. Dolayısıyla yazar ve okurların bu tehlikeli saplantıdan sakınmaları gerekmektedir.
Bu kitabın indiriliş hikmetine gelince, Peygamberin (selâm üzerine olsun) onunla Mekkelileri (Şehirlerin anası konumundaki bu şehrin halkını) ve çevresindekileri uyarması içindir.
Bu Kur'an, ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde yaşayanları uyarsın diye sana indirdiğimiz.
Mekke'ye şehirlerin anası anlamında `Ummul Kura' denmektedir. Çünkü Mekke, ortaksız tek Allah'a kulluk yapmaları amacıyla insanlar için. kurulmuş ilk evi içinde barındırmaktadır. Burası insanlar ve tüm canlılar için güvenlikte oldukları bir sığınaktır. Tüm yeryüzünde yaşayanlara yönelik genel davet buradan çıkmıştır. Daha önce bu şekilde tüm yeryüzünü kapsayan genel bir davet söz konusu olmamıştı. Bu davaya inananlar, davanın çıktığı eve dönmek için burayı ziyaret ederler.
Kuşkusuz, amaç, oryantalistlerden İslâm düşmanlarının birtakım hilelerle ileri sürdükleri gibi, İslâm'a çağrı olayın Mekkeliler ve çevrelerindeki kişilerle sınırlı olduğunu söylemek değildir., Onlar bu ayeti Kur'an'ın bütününden koparmak istiyorlar. Tabii ki Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ilk başta Mekke ve çevresindeki şehirlerin dışında kalanları İslâm'a çağırmayı amaçlamadığına ilişkin iddialarını doğrulamak için. Onlara göre, peygamber ilk başta bundan daha genişini hayal edemediği, bu dar alanda çabalamış giderek tüm Yarımadaya çağrısını yaymıştır. İşin başında bilmediği tesadüfler sonucu bunu planlamaya başlamıştır. Ancak bunu Medine'ye hicretinden ve orada devletini kurmasından sonra gerçekleştirmiştir. Elbette yalan söylüyorlar. Çünkü Kur'an'ın Mekke'de inen kısmında, daha İslâm'a davetin ilk yıllarında yüce Allah, peygamberine şunları söylemektedir: "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya Suresi: 107) "Biz seni bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe Suresi: 28) Üstelik İslâm devleti o gün için çeşitli sıkıntı ve işkencelerle kuşatılmış bir halde Mekke vadisiyle sınırlıydı.
Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını devamlı olarak ve özenerek kılarlar.
Ahirete ve o günde gerçekleşecek hesaplaşma ve amellere karşılık biçme olayına inananlar, yüce Allah'ın peygamber göndermesinin ve bu peygambere vahiy indirmesinin zorunlu olduğuna da inanırlar. Bu nedenle onu doğrulamak için içlerinde bir sıkıntı duymazlar. Aksine onu doğrulamaya zorlayan bir etken bulurlar içlerinde. Nitekim onlar, ahirete ve bu kitaba olan inançlarından dolayı, Allah'la sürekli ve sağlam bir bağ kurmak ve namazda somutlaşan O'na boyun eğmeyi yerine getirmek için namazlarını kılarlar. İnsan ruhunun özelliğidir bu. Ne zaman ahireti doğrulasa ve ona içten inansa, o zaman bu kitabi ve onun indirilişini de doğrular. Allah'la ilişki kurmaya ve O'nun emrini yerine getirmeye özen gösterir. İnsan ruhunun bazı örnekleri incelenecek olursa, bu doğru sözlerin realitede doğrulandığı da görülecektir.

KORKUTUCU BİR SAHNE

Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu gezinti, canlı, sürekli, hareketli, iç karartıcı ve ürpertici bir sahneyle son buluyor. Zalimlerin yer aldığı bir sahne...Yani, Allah'a yalan iftira eden, ya da gerçekle ilgisi bulunmayan bir iddiayla vahiy aldıklarını söyleyen veya bu Kur'an'ın benzeri bir kitap getirebileceklerini iddia eden müşrikler... Ölmek üzere bulunan, meleklerin azap ederek ellerini uzattıkları ve canlarını almak istedikleri bu zalimlerin -ki bu zulümleriyle karşılaştırılacak bir zulüm söz konusu değildir- yer aldığı sahne...her şeyi arkalarında bırakmış, Allah'a ortak koştukları da kaybolmuşken, azarlanıp duruyorlar...


93- Allah adına yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir vahiy indirilmediği halde, "Bana vahiy geldi " diyenden veya "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlere benzer ayetler indireceğim " diye ortaya çıkandan daha zalim kim olabilir?

O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız " derlerken görmelisin!

94- Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi, bize yine yalnız başınıza geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız, üzerinde etkili ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar kopuverdi, ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı.

Katade ve İbni Abbas (Allah onlardan razı olsun)'dan gelen rivayetlere göre ayet, sahte peygamberler, (Müseylem'e, ve eşi Seccah binti Haris ile Esved -el Unesi) hakkında nazil olmuştur. Bunlar Peygamberin (selâm üzerine olsun) hayatında peygamberlik iddiasında bulunmuş ve yüce Allah'ın kendilerine vahiy gönderdiğini ileri sürmüşlerdi. "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlere benzer indireceğim" ya da `Bana vahiy geldi' diyen kişiye gelince, İbni Abbas'dan gelen bir rivayete göre bu, Abdullah b. Sa'd b. Ebu Sarh'dır. Bu adam müslüman olmuş ve peygamberimizin vahiy katibi olmuştu. `Mü'minun' suresindeki, `Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık" (Mü'minun Suresi: 12) ayeti indiğinde, Peygamberimiz (selâm üzerine olsun) yazması için onu çağırdı. "Sonra onu bir başka yaratılışla meydana getirdik" (Mü'minun Suresi: 14) ayetini yazınca, Abdullah insanın yaratılışı hakkında anlatılan bu ayrıntılara şaşırmış ve "Yaratıcıların en güzeli olan Allah yücedir" demişti. Resulullah (selâm üzerine olsun), `Aynı şimdi bana vahyedildi' dediği zaman, Abdullah'ın içine kuşku düşmüş ve `Şayet Muhammed (selâm üzerine olsun) doğru söylüyorsa ona vahiy geldiği gibi bana da vahiy geliyor. Yok eğer yalan söylüyorsa ben de onun dediği gibi dedim' der ve İslâmdan çıkıp müşriklere katılır." "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlere benzer ayetler indireceğim" diyen ,kimse... ayetindeki iddiayı ileri süren odur. (Kelbî)
Şu zalimlerin, yani müşriklerin çekecekleri cezaya ilişkin ayetlerin akışının çizdiği manzara ürpertici, korkunç, iç karartıcı ve dehşet verici bir manzaradır. Ölmek üzere bulunan ve ölüm sarhoşluğu içinde bulunan bu zalimler için, ayette geçen `gamarat: kelimesi iç karartıcı bir hava meydana getirmektedir. Evet zalimler bu durumdayken melekler, azap etmek için onlara ellerini uzatmış, almak için canlarını istemekte, onları azarlamaktadır.
O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı" Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız" derlerken görmelisin!
Büyüklenmenin cezası onur kırıcı azaptır. Allah'a karşı yalan söylemenin cezası da şu utandırıcı azarlamadır. Bunlar da manzaraya iç karartıcı bir gölge düşürmektedir. İnsan adeta titreme, gam ve daralma nöbetine tutuluyor.
En sonunda yalan söyleyerek iftira ettikleri yüce Allah'dan gelen şu kınama ve azarlama yer almaktadır. İşte onlar, Allah'ın karşısındadırlar, son derece sıkıntılı ve daraltıcı bir konumda karşılıyor onları.
"Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi, yine yalnız başınıza geldiniz."
Yanınızda kimse yok, yapayalnızsınız, tek başına doğal olarak. Rabbinizle birer birer karşılaşacaksınız, topluca değil. Tıpkı ilk defa sizi birer birer yarattığı gibi. Nitekim herbiriniz anasının karnından tek başına, çıplak elbisesiz ve zavallı doğar.
Her şeyi kaybettiniz. Herkes sizden ayrıldı. Yüce Allah'ın sizi sahip kıldığı ve bunlar üzerinde kendinizi güçlü sandığımız şeylerden ayrıldınız.
"Size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız."
Mal, süs eşyası, çoluk-çocuk, dünya nimeti, mevki ve güç adına her şeyi bıraktınız. Hepsi geride kaldı, hiçbir şey yok yanınızda. Az veya çok hiçbir şeye gücünüz yetmez artık.
"Üzerinizde etkili ortaklarınız olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz."
Sıkıntılı anlarda sizin için aracılık edeceklerini umarak hayatınıza ve mallarınıza ortak yaptığınız ve tıpkı `Onlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk yapıyoruz' (Zümer Suresi: 3) diyenler gibi, `Bunlar Allah katında bizim için şefaatçı olacaklardır' dediğiniz bu kimseler... İster kâhin ya da iktidar sahipleri gibi insanlardan olsunlar, ister taştan heykeller ve putlar olsunlar ya da cin, melek, yıldız ve bunlar gibi sahte tanrılar adına diktikleri, bu surede daha sonra değineceğimiz gibi hayatları, malları ve çocukları konusunda Allah'a ortak yaptıkları şeyler olsun değişmeyecektir.
Neredeler? Nereye gitti ortaklar ve aracılar?.. "Aranızdaki bütün bağlar kopuverdi"...
Her şey koptu... Aradaki bağı oluşturan her şey... Tüm nedenler ve ipler kesilip gitti.
"Ortağımız sandığımız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı."
Çeşitli savlarla Allah'a ortak koştuklarınız sizden uzaklaşmışlar. Allah katında aracılıkta bulunmaları ya da sebepler dünyasında bir etkinlikleri söz konusu olmayan ortak koştuklarınız da bunlar arasındadır.
Kuşkusuz bu, insan kalbini şiddetle titreten, ürperten sahnedir. Son derece somut ve hareketli bir sahne. Gölgesi insan ruhunu bürüyor bu sahnenin. İlhamlarını kalbe adeta akıtmaktadır. Korkunç ve iç karartıcı gölgesi... Ve sarsıcı aynı zamanda dehşet verici ilhamları...
İşte bu Kuran'dır, Kur'an...
Şu anda, sureyi tanıtırken sıraladığımız tüm nitelikleri tekrarlamamız gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz birbirinin ardında son derece akıcı bir mecrada peş peşe gelen dalgalardan ve akış içinde ulaşılan ifade, tasvir ve etkilemeye yönelik göz kamaştırıcı güzellikten söz etme gereği duyuyoruz.
Bu sure ele aldığı başlıca konuyu eşsiz bir anlatımla irdelemektedir. Konuya her dokunuşunda, her duruşunda ve her sahnesinde bu `göz kamaştırıcı güzellik' belirginleşmektedir. Bu güzelliği insan ruhu daha ilk anda fark eder, duyu organları sıkı sıkıya algılar. Aynı şekilde sahnelerine, manzaralarına ve ilhamlarına karışan insan ruhu da adeta büyülenir.
Sure coşkun akışı, sahneleri, konumları, ilhamları, duyguları, tablo ve gölgeleriyle birbirine karışmış dalgaların coşturduğu bir nehir yatağını andırmaktadır. Bir dalga daha yerine varmadan ikinci dalga gelip ona katılmaktadır. Tazyikli ve coşkun mecrasında birbirlerine karışmaktadır.
Sure, birbirine karışmış coşkun dalgaların her birinde anlattığımız göz kamaştırıcı güzelliğin son sınırına ulaşmaktadır. Bu arada çeşitli sahnelerin sunuluş yöntemi arasındaki uyum da gözden kaçmamaktadır. Tüm yönleriyle insan ruhunu, göz kamaştırıcı güzellik, coşkun canlılık, tasvir, ifade ve müzikal melodi, toplanma ve yığılma ile kuşatmaktadır. Her delikten ve tüm alışkanlıklarıyla ele almaktadır insan ruhunu...
Ders içinde bu çizgilerin tümü, olanca bütünlüğü ve yeterliliğiyle öne çıkmaktadır. Okuyucu sanki tüm sahnelerin, anlamlarıyla birlikte parlak ve göz alıcı bir coşkuyla aktığını hissediyor. Sahneler his dünyasının önünden akıp geçerken birlikte bir ahenk meydana getirmek için, sözlü ifadenin müzikal vurgusu da aynı coşkuyu barındırmaktadır. Sahneler ve sözlü ifade, dile getirdikleri ve amaçladıkları anlamları birlikte ifade etmiş oluyorlar.
Bu sahnelerden herbiri parlayàn bir akış gibi adeta meçhulden gelmekte, son derece zarif ve alımlı bir şekilde duygularda, kalp ve akılda belirginleşmektedir.
İbarenin kendisi de bir bakıma suyun kaynağını andırmaktadır. İfadedeki müzikal vurgu da zariflikte, sahne ve anlamla bir uygunluk arzetmektedir. Coşkun àkışı ve şiddetli parlaklığıyla bir ahenk oluşturmaktadır.
Anlamlar, sahne ve ibareler peş peşe gelen dalgalar gibi sıralanmaktadır. Duygu, hayretler içinde olup biteni seyretmektedir. Daha bir dalgayla birlikte yerine varmışken, birdenbire kendini yeni bir dalgayla birlikte hareket eder durumda buluyor. Tıpkı surenin başlangıcında, sureyi tanımladığımız gibi...
Varlık sayfaları bütünüyle açık durumdadır. Sahneler, geniş varlık sayfasının her köşesinden, şuradan buradan peş peşe sıralanıyorlar. Nerdeyse sıçraşıyorlar diyeceğim!
Burada göze çarpan en belirgin çizgi, güzellik oluyor. Göz kamaştırıcılığın ve şaşırtıcılığın sırrına ulaşmış güzellik. Güzellik açısından sahneler birer birer seçilmiş ve belirlenmişler. Anlamları ve kelimelerin müzikal yapısıyla ibareler de öyle. Bu inancın temel gerçeklerini barındıran anlamlar da bu gerçeğe güzellik açısından değinmektedir. Böylece gerçek tüm göz kamaştırıcılığıyla belirginleşmektedir.
Kusursuz güzellik çizgisine işaret edenlerden biri de hayatın ortaya çıkıp gelişmesini düşünmeye ilişkin şu ilahi direktiftir: "Mahsul verdiklerinde mahsullerine, olgunlaşmalarına bir bakın." Bu bakmak, düşünmek ve yararlanmak için dikkat etmeyi gerektiren, doğrudan doğruya göz kamaştırıcı güzelliğe yönelten bir direktiftir."
Canlı evren sahnelerinin sunulmasının sonunda ifadedeki güzellik, göz kamaştırıcılığın ve olağanüstülüğün doruklarına ulaşıyor. Şu güzel, sevimli ve şaheser evrenin ötesinde tüm varlıklara bunca harikuladelikleri bahşeden göklerin ve yerin yaratıcısına ulaşılıyor. O'ndan söz edilirken de ancak bizzat Kur'an'ın aktarabileceği bir olağanüstülük sergileniyor.
"Gözler O'nu görmez. O, bütün gözleri görür. O, lâtifdir, haberdardır." ( En'am Suresi: 103) Sonra biz -bu derste- kendimizi açık evren kitabının önünde buluyoruz. Dikkatsiz ahmaklar her an bu kitabın önünden geçiyorlar, ancak harikulâdeliklerinin ve işaretlerinin üzerinde düşünüp durmazlar. Gerçekler karşısında gözleri kapayanlar da, olağanüstülüklerini ve güzelliklerini görmek için gözlerini açmadan geçip giderler. İşte bakın Kur'an'ın olağanüstü ifadesi bizi yeniden varlık sahnesiyle yüzyüze getirmektedir. Sanki bir anda kendimizi orada buluyoruz. Kur'an, varlık sahnesinin harikulâde belirtileri karşısında bizleri durdurup, göz kamaştırıcı sahnelerini görmemiz için gözlerimizi açıyor. Gafiller gafili kimselerin dikkat etmeden geçip gittikleri olağanüstülüklerini algılamamızı sağlıyor.
İşte bakın gece, gündüz her an meydana gelen harikulâde bir mucizeyle karşı karşıya getirmektedir bizi. Şu sessiz ölüden fışkıran hayat harikası... Nasıl doğuyor? Nereden geliyor?.. Ancak Allah katından geldiğini ve O'nun takdiri uyarınca ortaya çıktığını biliyoruz. Hiçbir insanın, hayatı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir.
Bakınız şimdi de bizi, göklerde yer alan cisimlerin akıl almaz dolaşımıyla karşı karşıya getirmektedir. Korkunç, sürekli ve ince dolaşım! İnsanların meydana gelmesini istediği hiçbir mucize her gün, her gece meydana gelen hatta her saniye, her an olup biten bu mucizeye denk olamàz.
Şimdi de bizi insan hayatının bir tek kişiden ortaya çıkıp bu yolla çoğalması olayıyla karşı karşıya getirmektedir.
İşte şimdi de kendimizi, bitkilerde hayatın meydana gelmesi karşısında buluyoruz. Gökten inen yağmur, gelişen ekinlerin ve olgunlaşan meyvenin oluşturduğu sahneler karşısında buluyoruz kendimizi. Çeşitli hayatların ve sahnelerin kümelendiği bir ortam. Düşünme ve araştırma için geniş bir alan. Ancak yeterli bir duygu ve açık bir kalple seyretmemiz gerekmektedir.
Bakınız işte bütün varlık yepyeni duruyor karşımızda. Sanki ilk defa görüyoruz. Canlıdır, bize yakınlık gösteriyor biz de ona. Son derece hareketlidir. Bu hareketlilik her noktasında göze çarpmaktadır. İnsanı dehşete düşüren bir özelliğe sahiptir, duyguları ve düşünceleri çepeçevre kuşatıyor. Kendi varlığıyla yaratıcısından söz etmektedir. İçinde barındırdığı kanıtlarıyla yaratıcısının birliğini ve gücünü göstermektedir.
İşte bu noktada Allah'a ortak koşma olayı -ki ayetlerin akışı da bu sunuşla, şirk ve müşrikleri karşılamayı hedeflemektedir- bu varlığın fıtratına ve tabiatına son derece yabancı bir durum olarak beliriyor. Doğru yola iletici kanıtları barındıran varlık alemini seyreden ve bunları derinliğine düşünen bir kişinin vicdanına göre oldukça çirkin bir durumdur, Allah'a ortak koşma olayı. Dehşet verici varlık alemini saran iman gerçeği karşısında, şirkin ve müşriklerin ileri sürebilecekleri tüm mazeretler geçersiz oluyor böylece.
İnsan bünyesine ilâhlık gerçeğiyle hitap etmeye ve bu gerçek karşısındaki kulluk konumunu açıklamaya ilişkin Kur'an metodu, varlığın yaratılış ve oluşumu gerçeğini, hayatın yaratılışı ve oluşumu gerçeğini, yüce Allah'ın mülkünde kolaylıkla temin edilmesini sağladığı rızıkla hayatın güvencede bulundurulması gerçeğini ve sebepler dünyasında ortaksız bir şekilde yaratan, yarattıklarını rızıklandıran ve dilediği gibi tasarrufta bulunan otorite gerçeğini... Evet Kur'an'ın sunuş metodu bu gerçeklerden son derece duygulandırıcı bir etken meydana getirmektedir. Tek başına Allah'a kulluk, inanç, kulluk, itaat ve boyun eğmeyi O'na özgü kılmak gibi, insanların benimsemeye çağırıldıkları ilkelerin zorunluluğuna oldukça güçlü bir kanıt oluşturmaktadır. Varlık sayfasının sunulmasından, yaratılış, oluşum,rızık, güvence ve otorite gerçeklerinin ortaya çıkmasından sonra, ayetlerin akışında sadece Allah'a kulluk yapmaya ilişkin bir çağrı yer almaktadır. Yani yüce Allah'ı kullarının hayatlarının her alanında ilâhlık ve özellikleri bakımından birlemek, hayata ilişkin her konuda hakimiyeti ve hakimiyetine başvurmayı O'na özgü kılmak, bunun dışında tüm ilâhlık iddialarını ya da ilâhlığın bir tek özelliğine sahip olduğunu ileri sürenlerin iddialarını reddetme çağrısı yer almaktadır.
Aynı şekilde bu derste yer alan bu ayeti kerimede, katışıksız kullukla, ilâhlığı sadece Allah için birleme gerçeğini birleştirmeye, bu arada yüce Allah'ın `her şeyin yaratıcısı' ve `her şeye vekil olduğunu' belirtmeye ilişkin Kur'an metodunun bir örneğini görmekteyiz. "İşte Rabbiniz olan Allah, O'ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin üstünde mutlak bir vekildir."
Dersin sonunda -bütünüyle varlık dünyasında yer alan işaretlerin sunulmasından sonra- mucize istemenin anlamsızlığı ortaya çıkmaktadır. Aynı şekilde yalanlayanların inatçı tabiatları da gözler önüne serilmektedir. Bunlar, işaret ve kanıtların yetersizliğinden dolayı iman etmekten kaçınmıyorlar, aksine kör ve çarpık tabiatlarından dolayı karşı çıkıyorlar. Yoksa varlık aleminde sayısız işaret ve kanıt yer almaktadır.


YARATMA MUCİZESİ


95- Tohumu ve çekirdeği çatlatan Allah'tır. O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?

Hiç kuşku yok ki, bu bir mucizedir. Herhangi bir kişinin böyle bir mucize-yi meydana getirmesi bir yana, sırrını dahi kavraması mümkün değildir. (Materyalistler, canlı bir organizmadaki reaksiyonların dışında elde edilmesi mümkün olmayan bazı maddeleri böyle bir ortamın dışında elde etme imkânının ortaya çıkmasından dolayı, büyük gürültüler koparıyorlar. Oysa organik madde ile canlı madde arasındaki fark oldukça büyüktür. Üstelik elde edilen bu madde, yaratılmış maddelerden meydana getirilmiştir. Yoksa, insan yaratmamıştır, yaratması da mümkün değildir.)
Bu hayat, meydana gelme ve hareket etme mucizesidir. Her an uyuyan bir bitkiden sessiz bir tane parçalanmaktadır, Donuk bir çekirdekten yükselen bir ağaç fışkırmaktadır. Tane ve çekirdekte gizlenen, bitki ve ağaçta gelişen hayat, gerçek mahiyetini ve kaynağını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği gizli bir sırdır. Bugün insanlık görebildiği tüm hayat belirtilerine ve şekillerine, ortaya çıkardığı çeşitli özellik ve aşamalarına rağmen, ilk insan gibi bilinmez bir sırla karşı karşıyadır. Hayatın fonksiyon ve görünümünü algılıyor, ancak kaynağını ve özünü algılayamıyor. Ve hayat yoluna devam ediyor, bu mucize her an gerçekleşiyor.
Hayatın ilk oluşumundan beri yüce Allah, diriyi ölüden çıkarmıştır. Bu evren -en azından yeryüzü- meydana geldiği zaman henüz hayat yoktu. Hayat sonradan meydana geldi. Yüce Allah, hayatı ölüden çıkarmıştır. Ama nasıl?.. Bunu bilemiyoruz. O günden beri hayat hep ölüden ortaya çıkmaya devam etmekte-dir. Her an ölü atomlar, canlılar aracılığıyla canlı organizmalara dönüşmekte ve canlı cisimlerin bünyesine yerleşmektedir. Aslı ölü atomlar olduğu halde, canlı hücrelere dönüşmektedir. Bunun tersi de böyle. Her saniye canlı hücreler ölü atomlara dönüşmektedir. Bu durum canlı bünyenin bütünüyle ölü atomlara dönüşeceği güne kadar sürecektir.
"O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır."
Allah'dan başka kimse yapamaz bunu. Ölüden hayatı çıkarmaya Allah'-dan başka kimsenin gücü yetmez. İlk canlının oluşumundan beri hep böyledir bu. Canlı organizmayı, ölü atomları canlı hücrelere dönüştürme kabiliyetiyle donatan, Allah'dan başkası değildir. Aynı şekilde canlı hücreleri ölü atomlara dönüştürmeye Allah'dan başka hiç kimse güç yetiremez. Bütün bunlar dönüşümlü bir süreç içerisinde gerçekleşmektedir. Ne zaman başladığı ve ne zaman biteceği hiç kimse tarafından bilinmemektedir. Sadece birtakım varsayımlar, teoriler ve ihtimaller ileri sürülmektedir.
Hayat mucizesini, Allah'ın yaratmasından başka bir temele dayandırarak açıklamaya ilişkin Avrupa'da, tıpkı aslandan kaçan yaban eşekleri gibi (Müddesir Suresi: 50-51) insanların kiliseden kaçmaya başlamalarından beri süren tüm çabalar fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu insanlar, evrenin ve hayatın meydana gelişini Allah'ın varlığını kabullenmeksizin açıklamaya çalışıyorlar. Ancak bütün çabaları fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Geride içtenlikten çok, inatçılığı gösteren yirminci yüzyıldaki sonuçsuz diretmeler kalmıştır. Allah'ın varlığını kabul etmeksizin hayatın varlığını açıklamaktan aciz kalan `bilginlerinin' sözleri, bizzat kendi `bilimlerinin' bu problem karşısındaki konumunu belirlemektedir. Bu sözleri, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda Avrupalıların attıkları kırıntıları kapıp bu dinden uzaklaşanlar için aktarıyoruz. Bu adamlar "gayb" gerçeğini kanıtladığı halde, bilgi kırıntılarıyla yetinenler "bilgiçlik" taslayıp, gaybı inkâr ediyorlar.
Onların ilgisine Amerikalı bilginlerin sözlerini sunuyoruz.
Cornel Üniversitesi'nde mastır ve doktora yapmış Kanada Manytoba Üniversitesi biyoloji profesörü Frank Allen, "Evrenin meydana gelişi rastlantı mı, yoksa planlı mıdır?' adlı makalesinde, şöyle demektedir: (Bu makale, Dr. Demirtaş Abdulmecid Serhan tarafından Arapça'ya tercüme edilen `Bilim Çağın-da Allah Tecelli Ediyor' kitabında yer almaktadır.)
"Şayet hayat bir hikmet ve önceden hazırlanmış bir plan gereği meydana gelmişse, o zaman tesadüf sonucu meydana gelmiştir. Bu durumda iyice inceleyebilmemiz ve hayatı nasıl yarattığını görmemiz için, tesadüfün nasıl bir şey olduğunu bilmemiz gerekmektedir..."
"Sağlıklı ve kesin bir hükmün varlığı söz konusu olmadığı zaman, tesadüf ve ihtimal teorileri geniş uygulama sahası bulabilén sağlam matematiksel temellere dayanmaktadır. Bu teoriler önümüze yanılma ihtimali bulunmakla beraber, doğruya en yakın hükmü çıkarırlar. Kuşkusuz tesadüf ve ihtimal teorileri üzerine yapılan araştırmalar, matematiksel açıdan büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Öyle ki, `Bunlar tesadüf sonucu meydana gelmişlerdir' dediğimiz ve ortaya çıkışlarını başka bir yolla izah edemediğimiz bazı belirtilerin ortaya çıkmasıyla, bazı şeylerin meydana gelmesini önceden haber verecek duruma gelmişiz. Tavla oyununda zar atmak gibi. Bu araştırmaların ilerlemesi sayesinde tesadüf (Biz İslâmi düşüncemizle, varlık aleminde bir tek tesadüfün dahi varlığını kabul etmiyoruz. Her şeyi yaratan, Allah'ın kaderidir. `Biz her şeyi bir kaderle yarattık' (Lokman, 49) Varlık aleminde geçerli olan genel yasalar vardır. Bu yasalar uygulandıkları her an içinde Allah'ın kaderi uyarınca uygulanmaktadır. Ancak mekanik bir zorunluluk söz konusu değildir. Kimi zaman Allah'ın kaderinin bu yasalardan farklı bir şekilde meydana gelmesi mümkündür. Ancak belli şartlarda ve özel bir hikmetten dolayı. Çünkü gerek genel yasalar ve gerekse harika olaylar hep özel bir kader uyarınca işlerler. Bu yüzden `bilginlerin sözlerini iktibas etmemiz onların dediklerine katıldığımız anlamına gelmez.) sonucu meydana gelen şeylerle, bu yolla meydana gelmesi imkânsız olan şeyleri ayırd edecek ve belirli bir zaman diliminde belirtilerden birinin ortaya çıkma ihtimalini hesaplayacak duruma gelmişiz nerdeyse. O halde hayatın meydana gelmesinde tesadüfün oynayacağı role bir göz atalım:
"Proteinler, bütün canlı hücrelerin temel bileşimlerinde yer almaktadır. Ve bunlar karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen ve kükürt elementlerinden meydana gelmektedir. Bir parçadaki atom sayısı kırkbine ulaşmaktadır. Tabiattaki kim-yasal elementlerin sayısı doksaniki olduğundan ve bunların dağılışı da rastgele bir dağılış (Bu da "Bilginlerin" saçmalıklarından biridir. Çünkü rastgele bir dağıtım söz konusu değildir. Tersine, belirli bir kader uyarınca planlanan bir dağıtım söz konusudur) olduğundan, proteinin parçalarından birini meydana getirmek için bu beş elementin biraraya gelmesi ihtimali hesaplanabilir. Çünkü bu parçayı oluşturmak için sürekli birbirlerine karışmaları gereken maddelerin sayısı bilinmektedir. Ayrıca bu parçanın atomlarının arasındaki birleşmenin olabilmesi için gerekli olan zaman diliminin süresi de bilinmektedir.
"İsviçreli matematikçi Charles Ugyn Joey, bütün bu işlemleri hesaplama-ya kalkışmış ve bir protein parçasının tesadüf yoluyla oluşması imkânının ancak 10 x 160/1 oranında olduğunu görmüştür. Yani, on sayısının yüzaltmış sayısına çarpımının bire bölünmesi gibi bir oran ortaya çıkmaktadır. Bu rakamı telaffuz etmek ya da kelimelerle ifade etmek de mümkün değildir. Bu durumda bir tek protein parçasını tesadüf yoluyla meydana getirmek için gerekli olan maddelerin sayısı, şu evrenin milyonlarca büyüklüğünde yer işgal edecektir. Böyle bir parçanın sadece yeryüzünden tesadüf yoluyla meydana gelmesi, milyarlarca senenin geçmesini gerektirmektedir. İsviçreli bilgin bunu da hesaplamış ve on sayısının ikiyüz kırküç kere kendisiyle çarpılmasında ortaya çıkan sonuç oranında sene olduğunu ortaya çıkarmıştır (10 x 243 sene)
"Proteinler, amino asitlerin uzun bir dizilişinden meydana gelirler. O hal-de bu parçaları atomlar nasıl oluştururlar. Çünkü bilindiği şekliyle birleşmiş olmasalardı, hayat için elverişli olamazlardı. Hatta kimi zamanlarda zehirli de olabilirlerdi. İngiliz bilgin J.B. Seather, basit bir protein parçasında atomların birleşebilecekleri yolları hesaplamış ve rakamın milyonlara vardığını görmüştür. (1048) ... Bu nedenle bir tek protein parçasını meydana getirmek için, bütün bu tesadüflerin biraraya gelmesi akla göre imkânsız görünmektedir.
"Ancak proteinler, hayattan yoksun kimyasal maddelerden başka birşey değildirler. Şu olağanüstü sır girmediği sürece de hayat belirtisi göstermezler. Fakat biz bu sırrın mahiyetini kavrayamayız. Bu sonsuz aklın işidir. ("Sonsuz Akıl" deyimi felsefenin tortularından biridir. Adam bu deyimi kullanıyor. Çünkü kendi kültürünün ürünüdür. Müslüman ise yüce Allah'ı bizzat kendisinin bildirdiği güzel isimlerden başkasıyla isimlendirmez.) Sadece Allah bunun hikmetini kavrayabilir. (Bu doğrudur.) Protein parçasını bu şekilde haya-ta elverişli kılan, meydana getirip şekillendiren sonra da üzerine hayat sırrını döken O'dur...
İowa Üniversitesi'nden doktora sahibi, bitkilerin kalıtımsal özellikleri konusunda uzmanlaşmış Michigan Üniversitesi Fen Bilimleri profesörü İrwing William, aynı kitapta yer alan `Materyalizm Tek Başına Yetmez' adlı makalesinde şunları söylemektedir:
"Bilim, sayılması mümkün olmayan son derece küçük atomların nasıl mey-dana geldiğini açıklayamıyor. Oysa tüm maddeler bunlardan meydana gelmektedir. Aynı şekilde bilim, bize sadece tesadüf düşüncesine dayanarak bu atomların hayatı meydana getirmek için ne şekilde biraraya geldiklerini de açıklayamaz. Gelişmiş halleriyle tüm hayat şekilleri bugünkü durumlarına rastgele sıçramaların, birleşmelerin ve biraraya gelmelerin sonucu ulaşmıştır teorisini ortaya atanlar için şunu söyleriz. "Bu teori ancak körü körüne kabul edilebilir. Çünkü mantık ve ikna temellerine dayanmıyor." (Daha önce makalesinde Bernard Russel'ın "hayatın tesadüf sonucu meydana geldiğine ve mekanik bir zorunluluk olarak son bulacağına" ilişkin sözlerine işaret etmişti.)
Texas Üniversitesi'nden doktora sahibi Bailore Üniversitesi'nden biyoloji profesörü, uzman biyolog Albert Mocamb Wındester, adı geçen kitapta yer alan `Bilim Allah'a Olan İnancımı Güçlendirdi' adlı makalesinde şunları söylemektedir: `Biyoloji bilimi üzerine çok incelemeler yaptım. Bu bilim dalı, hayatı incelemeyi ilgilendiren oldukça geniş bilimsel bir alandır. Çünkü şu evrende yer alan Allah'ın yarattıkları arasında, canlılardan daha üstün bir varlık söz konusu değildir.
"Basit yonca bitkisine bakın. Yolun bir kenarında yeşeriverir. Acaba insanların yaptıkları üstün alet ve gereçler arasında ona benzer üstünlükte birine rastlayabilir misin? Bu, canlı bir makinadır. Gece gündüz kesintiye uğramaksızın binlerce kimyasal ve doğal reaksiyon gerçekleştirir. Bütün bu işlemler protoplazmanın kontrolünde gerçekleşir. Protoplazma da tüm canlıların bileşiminde yer alan bir maddedir."
"Bu kompleks canlı makina nereden geldi? Yüce Allah, onu bu şekilde tek başına yaratmamıştır. Ayrıca hayatı da yaratmıştır. O'nu kendisini koruyabilecek kapasitede ve nesilden nesile sürecek nitelikte kılmıştır. Bu arada kendisini diğer bitkilerden ayırmamıza yardımcı olan tüm özelliklerini ve ayrıcalıklarını da kaybetmez. Canlılar arasındaki üreme konusunu inceleyen biyoloji bilimi alanında yapılan incelemelerin en üstünü sayılmaktadır. Aynı zamanda bu alan, yüce Allah'ın gücünün en çok belirginleştiği bir alandır da. Yeni bir bitkinin oluşmasını sağlayan üreme hücresi oldukça küçüktür. Öyle ki, mikroskop olmaksızın görülmesi mümkün değildir. Hayret verici bir şeydir ki, bitkinin vasıflarından herbiri, damarları, otları, gövde üzerinde uzanan dalları, kökü ve yaprakları, hacimleri oldukça küçük, mühendislerin kontrolü altında tamamlarlar oluşumlarını. Bunlar bitkiyi meydana getiren hücrenin içinde yaşamlarını sürdürebilirler. Bu mühendisler topluluğu gen taşıyıcıları kromozomlardır. ( Her şeyi yaratan sonra da doğru yolu gösteren Allah'ın izniyle ve varlık alemindeki bu hareketi meydana getiren O'nun kaderiyle hareket ederler.)
Kur'an'ın akışındaki göz kamaştırıcı güzelliğe dönmemiz için bu kadarı yeterlidir.
"İşte Allah budur."
Şu sürekli tekrarlanan, bilinmez bir sırdan ibaret mucizenin, hayat mucizesinin yaratıcısı yüce Allah'dır... Kulluk, boyun eğme ve emrine uymak suretiyle dinine uyup boyun eğmeniz gereken biricik Rabbiniz O'dur.
Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?
Akılların, kalplerin ve gözlerin açıkça algılayabileceği bu gerçekten nasıl yüz çevirirsiniz?
Hayatın ölülerden ortaya çıkarılması mucizesi, -evrenin ilk yaratılması gibi Kur'an'da ilâhlık gerçeğine yönlendirme söz konusu olduğu yerlerde sıkça hatırlatılır. İbadet edilen ilâhın tek oluşunun zorunluluğu sonucunu çıkarmak için, yaratıcının tekliğine işaret eden belirtileri de zikredilir. Böylece kullar, sadece O'nun ilâhlığına inanmak, O'nun Rabblığına itaat etmek, kulluk merasimlerini sadece O'na sunmak,hayatın bütünü için uyulacak direktifleri yalnızca `O'ndan almak ve sadece O'nun şeriatına boyun eğmek suretiyle yalnızca O'na kulluk etmiş olurlar!
Ancak bu kanıtlar Kur'an-ı Kerim'de teolojik spekülasyonlar ya da felsefi kuramlar şeklinde söz konusu edilmez. Çünkü bu din, insan enerjisini soyut problemler ve felsefi kuramlar uğruna harcamamak konusunda çok ciddidir. Onlara sağlıklı bir düşünce kazandırmak suretiyle, gizli ve açık hayatlarını doğrultmak için insanların düşüncelerini doğrultmayı amaçlamaktadır.
Bu da insanları kullara kul olmaktan kurtarıp, tek Allah'ın kulluğuna döndürmekle mümkündür. Dünya hayatında ve günlük hayatın her alanında, boyun eğmeyi Allah'a özgü kılmakla mümkündür. İnsanları, ilâhlık hakkını kendisi için iddia eden, böylece insan hayatı üzerinde hakimiyet kuran diktatörlerin egemenliğinden çıkarmakla mümkün olur. Aksi takdirde sahte ilâhlar ve sayısız Rabbler ortaya çıkar. İnsanlar Allah'dan başkasına kullukta bulundukları zaman da yeryüzünde fesat yaygınlaşır ve hayat dejenere olur.
Bu noktada, hayat mucizesinin ardında şu değerlendirménin yapıldığını görüyoruz:
"İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?" Sizin üzerinizde Rabb olmayı hakeden Allah budur. Rabb; eğiten, yönlendiren, efendi ve hakim anlamlarına gelmektedir.
Bu nedenle Allah'dan başka birinin Rabb olmaması gerekmektedir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:03   Mesaj No:16
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

GECE İLE GÜNDÜZ


96- Sabahı açtıran O'dur. O geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir.

Şüphesiz tane ve çekirdeği yarıp yeşerten, şafağın sökmesini de sağlayan O'dur. O'dur geceyi dinlendirici, güneş ve ayın hareketlerini hesaplı, dönüşlerini ölçülü kılan. Bütün bunlar, her şeye egemen olan gücü ve her şeyi kapsayan O'nun bilgisi çerçevesinde düzenlenir.
Karanlığın içinden şafağın söküşü hareketi şekil bakımından tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesini andırmaktadır. İlk harekette aydınlığın yayılışı da tohumun tomurcuklanmasına benzemektedir. Hareket, canlılık, çekicilik ve güzellik açısından, benzerlik bakımında, her iki olay arasında ortak özellikler vardır. Ïfadede her iki olayın tabiatları ve mahiyetlerindeki ortak gerçekler göz önünde bulundurulmuş oluyor böylece.
Tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesi ile şafağın söküşü ve gecenin dinlendiriciliği arasında diğer bir ilgi söz konusudur. Şüphesiz şafağın sökmesi ve karanlığın basması ile evrendeki -ya da dünyadaki- hareket ve hareketsizlik olaylarının bitki ve hayatla doğrudan ilişkileri vardır.
Dünyanın güneşin önünde kendi ekseni etrafında dönüşü, ayın bu hacimde ve dünyadan bu uzaklıkta oluşu, aynı şekilde güneşin bu hacimde, bu uzaklıkta ve bu sıcaklıkta oluşu... Evet bütün bunlar her şeye gücü yeten otorite sahibi `Aziz' ve bilgisi herşeyi kapsayan `Alim' olan Allah'ın belirlediği ölçülerdir. Şayet yüce Allah'ın belirlediği bu ölçüler olmasaydı yeryüzünde de hayat bu şekilde ortaya çıkmazdı, tane ve çekirdekten bitki ve ağaç fışkırmazdı.
Evrenin düzeni ince bir hesapla düzenlenmiştir. Evrendeki hayatın hesabı yapıldığı gibi hayatın derecesi ve türü de belirlenmiştir. Bu evrende geçici tesadüflere yer yoktur. Hatta tesadüf olarak adlandırılan olaylar dahi bir kanuna göre meydana gelmektedirler, bir plana göre belirlenmişlerdir.
Evrendeki hayatın geçici bir istisna olduğunu, evrenin hayatı barındırmadığını, hatta hayata karşı olduğunu söyleyenler. Üzerinde hayat bulunan bu küçücük gezegenin tüm bunlara işaret ettiğini söyleyenler... Hatta `şu küçücük gezegen göstermektedir ki, şayet evrenin bir ilâhı bulunsa, bu hayatla ilgilenmeyecektir gibi tartışmaya bile değmeyecek laflar sarfeden `Bilgin' ve `Filozoflar'...
Evet bu adamlar ruhlarında yer eden sapık arzularının esiridirler. Kendilerinin ortaya koyduğu bilimin sonuçlarına bile uymazlar. İnsan bunları araştırdığında gerçeklerle yüzyüze gelmemek için kaçıştıklarını görebilir. Onlar her tarafta varlığının, birliğinin ve mutlak gücünün kanıtlarını gösteren Allah'dan kaçıyorlar. Ancak ne zaman bu gerçekle yüzyüze gelmemek için bir yol tutmuşlarsa, sonuçta hep Allah'ı bulmuşlardır. Ardından dehşet içinde kalıp başka bir yola koyulmuşlardır, tekrar Allah'la karşılaşmak üzere...
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Bir gün kiliseden ve onun adına insanları köleleştirdiği kilisenin tanrısından kaçtılar... "Sanki ürkmüş yaban eşeklerinin aslandan kaçtıkları gibi" kaçtılar. Bu geleneksel kaçışlarını çağımızın başlarına kadar sürdürdüler. (Müddessir Suresi: 50) Öyle ki, kilise kendilerini takip etmeye devam mı ediyor, yoksa kendi nefesleri kesildiği gibi onun da mı nefesi kesildi?.. Bunu görmek için arkalarına bile bakmıyorlardı.
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Çünkü kendi bilimleri bile bugün kendilerine karşı çıkmaktadır... "Nereye kaçacaksınız?"
Hayatın ortaya çıkışına ilişkin makalesinden, geçen bölümde alıntı yaptığımız tabiat bilgini Franc Allen şöyle der:
`Yeryüzünün hayata elverişli olması, tesadüf veya rastgele olmakla açıklanmayacak kadar çeşitli şekilleri kaçınılmaz kılmaktadır. Dünya uzay boşluğunda kendi ekseni etrafında dönen bir yuvarlaktır. Bu hareketiyle gece ve gündüzün ardarda gelişi gerçekleşmektedir. Aynı zamanda dünya yılda bir kere de güneş etrafında dönmektedir. Bu turun sonunda da mevsimler meydana gelmektedirler. Böylece gezegenimizin üzerinde yaşayanların, hayatlarını sürdürmesine uygun alanların genişlemesi ve güneş etrafında dönmemesi durumundan çok daha fazla bitki türlerinin ortaya çıkması görevi yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca hayat için gerekli gazları içeren bir gaz bulutu bu hareket sayesinde dünyayı sarar. Bu bulutun yüksekliği büyük bir düzeye ulaşır. (500 mili geçer).'
`Dünyamızın çevresini saran bu gaz kütlesinin yoğunluğu, saniyede otuz mil hızla düşen öldürücü gök taşlarının her gün dünyamıza ulaşmasını önleyecek bir düzeydedir. Dünyayı koruyan hava kütlesi dünyanın sıcaklığını sürekli hayata elverişli bir düzeyde tutmaktadır. Bu kütle, toprağı ölümünden sonra diriltecek yağmurun yoğunlaşması için gerekli olan su buharını okyanuslardan kıtaların içlerine doğru taşır. Nitekim yağmur tatlı suyun kaynağını oluşturmaktadır. Şayet yağmur olmasaydı yeryüzü tüm hayat belirtilerinden yoksun çıplak bir çöle dönecekti. Buradan anlıyoruz ki, hava ve yeryüzündeki okyanuslar, tabiattaki denge çarkını temsil etmektedirler.
Görülüyor ki, onlara karşı çıkan bilimsel kanıtlar oldukça fazladır. Bunlar hayatın ortaya çıkışını yorumlamada tesadüflerin çaresizliğini tam olarak gözler önüne sermektedirler. Hayatın ilk defa ortaya çıkması -gelişmesi, kalıcı olması, sonra farklı şekiller alması- için evrenin planında yer alan uygun koşulları saymak imkânsızdır. Bunlar arasında az önceki tabiat bilgininin söz konusu ettiği uygun koşullarda yer almaktadır. Bunların dışında daha birçok şekli mevcuttur. Bundan sonra tüm bunları açıklamak için güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın yönlendirip düzenlemesinden başka bir seçenek kalmıyor. Her şeyi yaratan sonra da yol gösteren O'dur. Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen O'dur.


YILDIZLAR


97- O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı. Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.

Güneşi, ayı ve yıldızlarıyla dönüp duran uzay sahnesine uygun bir sonuçlandırma. İnsanın hayatı, çıkarları ve ilgileriyle ilişkili evrenin korkunç ve ürpertici sahnesinin amacıyla, uyuşan bir tamamlayış...
"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı."
Karanın ve denizin derinlikleri insanların yıldızlarla yollarını bulabildikleri karanlıklarla doludur. Bu durum eskiden olduğu gibi şimdi de sürmektedir. Yıldızlarla yol bulmanın çeşitli yöntemleri vardır. Bilimsel keşifler ve değişik deneyimler sonucu bu yöntemlerin boyutları gelişmektedir. Bùnunla beraber kural her zaman için geçerlidir; karanın ve denizin karanlıklarında bu cisimlerle yol bulma kuralı... Bu karanlıklar ister duygularla yer etsin, ister düşünce ve fikirlerde yer etsin, durum değişmeyecektir. Kur'an'ın kuşatıcı ayeti ilk aşamalarında insanlığa bu gerçekle hitab ediyordu. Bu gerçeği doğrulayan kanıtlar insanların . pratik hayatlarında rahatlıkla gözlenebilirdi. İçte ve dışta yüce Allah'ın ortaya çıkmasını dilediği kadar birtakım evrensel sırların ortaya çıktığı günümüzde de bu gerçekle hitap etmektedir insanlığa. Aynı şekilde yüce Allah'ın bu sözünü doğrulayan kanıtlar pratik hayatlarında bulunabilir.
Kur'an metodunun insan fıtratına evrensel gerçeklerle hitap etmedeki üstünlüğü süreklidir. Ancak Kur'an bu gerçekleri birer teori olarak sunmaz, aksine birer realite olarak sunmaktadır. Bu sunuş tarzının ardında yaratıcı el, O'nun takdiri, rahmeti ve planı belirginleşmektedir. Bu sunuş tarzı akıl ve kalp üzerinde oldukça etkilidir. Sezgi ve idraki duygulandırıcı özelliklere sahiptir. İnsanı düşünmeye, incelemeye, birbirleriyle uyum arzeden büyük gerçeklere ulaşmak için bilgi ve kavrama yeteneğini kullanmaya yöneltmektedir. Karanın ve denizin karanlıklarında insanların yollarını bulmaları için yüce Allah'ın varettiği yıldızlara ilişkin ayetin sonuç bölümünde aşağıdaki değerlendirmenin yer alması bu nedenledir.
"Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Karanın ve denizin karanlıklarında yıldızlarla yol bulmak için yıldızların hareketlerini, dönüşlerini, yerlerini ve yörüngelerini bilmek gerekmektedir. Aynı zamanda tüm bunların güçlü ve hikmet sahibi yaratıcının varlığına kanıt oluşturduğunu bilecek bir kavmin varlığı da gerekmektedir. Yol bulma -daha önce söylediğimiz gibi- duyguların, akıl ve vicdanın pratik karanlıklarında yol bulmaktır. Somut yolu bulmak için yıldızları kullandıkları halde, onların işaretlerini ve yaratıcılarım gösteren kanıtlarını kavramayanlar, bu büyük yol göstericilikle doğru yolu bulamayan kimselerdir. Bunlar evren ile yaratıcısı, bu evrenin içerdiği işaretler ve O'nun yüce yaratıcısına yöneltici kanıtlar arasındaki bağı koparan kimselerdir.


İNSANIN YARATILIŞI


98- O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.

Bu sefer konu direkt ele alınmaktadır. İnsanın kendisi açısından değinilmektedir konuya... Erkek ve dişideki mahiyeti ve gerçekliği bakımından birlik arz eden insan nefsi... (Şimdiye kadar -okuduğum kadarıyla- Havva'nın Adem'in vücudundan yaratılmasına değinen güvenilir İslâmi bir kaynağa rastlamadım. Oysa kimi zaman "O sizi tek nefisten yarattı" sözü bu şekilde yorumlanmaktadır. Bana kalırsa "tek nefisten" sözüyle erkek ve gerçeklik noktasındaki birliği kastedilmektedir.) Hayat, döllenmiş hücre sayesinde çoğalmak üzere ilk adımını orada atmaktadır çünkü. İnsan nefsi erkeğin sülbündeki hücre için bir korunaktır. Dişinin rahmi de bir karargâh konumundadır.
Bundan sonra hayat gelişir ve yaygınlaşır. Bir de bakılır ki, çeşitli türler ve renkler, değişik diller ve şiveler, farklı halklar ve kabileler, sayılmayacak kadar çok örnekler ve tarzlar hayat bulundukça çoğalıp gitmektedir.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Bir tek nefisteki yüce Allah'ın sanatını kavramak için derinliğine anlayış zorunludur. Tüm örnekler ve nesiller bu tek nefisten türemiştir. Ayrıca çoğalmanın ve artmanın aracı olan döllenmenin ötesinde gözlenmiş olağanüstü uygunlukları, insanlık alemindeki erkek-dişi sayısındaki sürekli uygunluğu kavramak için bu derinliğine anlayış gereklidir. Yüce Allah'ın, üreme ve çoğalma için bir araç kıldığı evliliğin meydana gelmesi için bu denklik zorunludur. Ayrıca çocukların insanlıklarını koruyabilecekleri koşullarda yetişmesi ve insanlık haya-tının korunması için evlilik kaçınılmazdır.
Bu uygunlukların iyice anlaşılması için konuyu tüm ayrıntılarıyla uzatmamız imkânsızdır. Burası özel bir araştırmanın alanına girmektedir. Ancak biz erkek olsun, dişi olsun meninin nasıl meydana geldiğini, hayatın devamı ve sürekliliği için gerekli olan uygun sayının çokça bulunması için yeterli oranda erkek ve dişi yaratılması, gaybi bir dağıtım yoluyla nasıl gerçekleştirildiğini açıklayacağız sadece. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'nun dışında hiç kimse bilemez" ayetini açıklarken buna değinmiştik...
"Döllenmiş yumurtanın erkek ya da dişi oluşunu belirleyen, Allah'ın takdirinin; yumurtayı dölleyen spermdeki erkek kromozomların dişi kromozomlardan çok olması veya aksi bir durumun söz konusu olması şeklinde belirmesidir." Allah'ın kaderinin bu veya öbür şekilde meydana gelmesi Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedir. Allah'ın dışında hiç kimsenin bunu bilmeye gücü yetmez.
Her defasında meydana gelen dilediğini dişi, dilediğini de erkek olarak var eden, yüce Allah'ın bu takdiridir. Böylece dişi olmaları takdir edilmiş olanlar ile erkek olmaları takdir edilmiş olanlar arasında yeryüzünde sürekli bir denge oluşturulmuş olur. Tüm insanlık düzeyinde bu dengenin bozulması söz konusu olmamıştır. Üreme ve çoğalma, bu denge sayesinde gerçekleşebilir. Ancak aynı zamanda evlilik hayatının istikrarlı olması da bu sayede mümkündür. Bunun yanında üreme ve çoğalma az sayıda erkekle de mümkün olabilir. Ancak yüce Allah, insanlık hayatında erkekle dişinin buluşmasının hedefini bu şekilde takdir etmemiştir. Tersine insanı hayvandan üstün kılan hedefi, erkekle dişi arasındaki evlilik hayatının istikrarlı olması şeklinde belirlemiştir. Bu istikrarın ötesinde de başka türlü gerçekleşmeleri mümkün olmayan hedefler gözetilmektedir. En önemlisi de neslin aile ortamında, anne ve babanın himayesinde sağlıklı bir şekilde yetişmesidir. Bu neslin özel insanî rolünü yerine getirmeye hazırlanması için bu ortam zorunludur. (Bu söylediklerimiz, insan neslinin güç elde etmesi ve hayvanlar gibi kendini koruması için hazırlanmasının ötesinde bir şeydir.) İnsan yavrusuna yüklenen özel insanî görev, hayvan yavrusundan çok daha fazla, aile ortamında anne ve baba arasında uzun süre devam edecek kalıcı beraberliği zorunlu kılmaktadır.
Bu sürekli denge yüce yaratıcının eşsiz planına, hikmetine ve takdirine kanıt oluşturmak için yeterlidir. Ancak meseleleri derinliğine anlayan bir kavim için elbette.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Gerçekleri görmeyen, sezgiden yoksun körlere gelince; (Ki bunların başında "gaybiliği"` hafife alan "Bilimsellik" taraftarları yer almaktadır). Bunlar tüm bu işaretleri, mucizeleri görmeden ve sezmeden geçip gitmektedirler. "Her ayeti görseler bile inanmazlar O'na."
Daha sonra ayetlerin akışı yeryüzünün her köşesinde açılmış hayat sahnelerini sunmaya devam ediyor. Gözler rahatlıkla görebilir bu sahneleri. Duygular algılar, gönüller düşünüp Allah'ın sanatının güzelliklerini görür. Ayetlerin akışı bu sahneleri sunarken, evren sayfasında olduğu gibi, çeşitli tavırlarına, şekillerine ve türlerine dikkat çekiyor. Bu sahnelerde gözler önüne serilen hayatın gelişimi ile ve hayatı var eden güce yönelik kanıtlarla vicdanlar harekete geçirilmektedir. Nitekim gönül, bu sanatın güzelliğini ve üstünlüğünü onaylamaya ve bu güzellikten yararlanmaya yöneltilmektedir.


SU VE DOĞA


99- O ki, gökten suyu indirdi Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık, her bitkiden yeşil sürgün çıkardık, bu yeşil sürgünden taneleri üst üste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız. Bu meyvaların kimi birbirine benzer, kimi de benzemez. Bunların meyvalarına bir hamken ve bir de olgunlaşınca bakınız. Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok ibret dersi vardır.

Kur'an-ı Kerim'de, hayattan ve bitkilerin yeşermesinden söz edildiğinde, çok kere sudan da söz edilmektedir.
"O ki, gökten suyu indirdi. Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık."
Bütün bitkilerin yeşermesinde suyun önemli bir rol oynadığı ortadadır. İlkel, uygar herkes bu işlevi bilir ve cahil, bilgin herkes anlar bunu. Ancak suyun üstlendiği rol, gerçekte Kur'an'ın genel olarak tüm insanlara hitab ederken belirlediğinden çok daha önemli ve daha boyutludur. Bir kere su -Allah'ın takdiriyle yeryüzündeki toprağın, bitkilerin gelişmesine elverişli olmasında önemli bir görev üstlenmiştir. Şayet yeryüzünün bir dönem kızgın alev olduğunu, sonra da tarıma elverişli topraktan yoksun sert bir yüzeye dönüştüğünü, ardından su ve atmosferdeki etkenlerin yardımıyla yumuşak toprağa dönüştüğünü ileri süren teoriler doğruysa; su, topraktan bitki yeşermesine eşlik etmektedir. Bu da, havada yıldırım çakması sonucu meydana gelen elektrik akımıyla birlikte nitrojen ve azotun toprağa düşmesiyle meydana gelmektedir. Nitrojen suda çözülmeye elverişli bir element olup, toprağa yeniden verimlilik kazandırmak için yağmurla birlikte düşer. Aynı zamanda bu, insanların yapımında evrensel yasaları taklit ettikleri bir gübredir. Bu gübre şu anda dahi aynı yöntemle elde edilmektedir. Bu madde toprakta yer alacak olursa, yeryüzü bitkilerden yoksun kalacaktır.
"Her bitkiden yeşil sürgün çıkardık. Bu yeşil sürgünden taneleri üstüste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız."
Her bitki bir yeşillik olarak gelişmeye başlar. Ayette geçen (hâdiren) "yeşillik) kelimesi (ehğdare) "yeşil" kelimesinden hem etki, hem de derin yakınlık bakımından daha kapsayıcı bir özelliğe sahiptir; işte bu yeşil bitkiden "üstüste binmiş taneler" başaklar ve benzerleri gibi. "Hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar..." ifadede yer alan "Gınvan" kelimesi "Ganvun"un çoğuludur ve küçük dal anlamına gelmektedir. Hurma için kullanıldığı zaman, meyveyi taşıyan salkım anlamına gelmektedir. Dolayısıyle (Gınvanun) "salkım" kelimesi ile (Daniye) "sarkan" sıfatı birlikte, hoş ve sevecen bir ortam meydana getirmektedirler. Aslında sahnenin tümüne son derece yumuşak ve sevimli bir atmosfer egemendir:
"Üzüm bağları..." "Zeytin ve nar..." Dalları ve kökleriyle birlikte "birbirine benzeyen benzemeyen" tüm bu bitkiler... "Mahsul verdiklerinde mahsullerine, olgunlaşmalarına bir bakın..." Önsezili bir duygu, uyanık bir kalple bakın. Tamamen olgunlaştığı zaman parlaklığına, çekiciliğine bakın. Bakın da güzelliğinden yararlanın. Dikkat edilirse, "meyve verdiğinde meyvelerinden yiyin" denmiyor da "meyve verdiğinde meyvelerine ve olgunlaşmalarına bakın" denmektedir. Çünkü konu "güzellik" ve "güzellikten zevk almakla" ilgilidir. Sözkonusu edilen Allah'ın ayetlerini düşünme ve olanca genişliğiyle hayat alanında O'nun sanatının güzelliğini algılamadır.
"Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok ibretler vardır." İnsanın kalbini açan, görüşünü aydınlatan, fıtrattaki alıcı ve verici cihazları uyaran imandır. İman sayesinde insan bünyesi varlık bütününe bağlanır. İman, her şeyin yaratıcısı olan Allah'a inanmaya yöneltir vicdanı. Aksi takdirde kalpler kilitlenmiş, basiretler körelmiş ve fıtratlar dejenere olmuş demektir. Bu nedenle bunca güzellikleri ve mucizeleri hissetmeden, algılamadan geçip giderler!
"Sadece işitenler karşılık verebilir." (En'am Suresi: 32)
Bunca mucizeyi ancak mümin olanlar kavrayabilir.
Ayetlerin akışını bu noktaya varana kadar insan kalbine, Allah'ın varlığının, birliğinin, gücünün ve eşsiz planının kanıtlarını içeren varlık safhalarını sunmuştu. Vicdan, bu duygùlandırıcı evrensel havayı solumuş, gönül, her canlıda çarpan ve yüce yaratıcının sanatının olağanüstülüğünü dile getiren varlık bütünü kalbine bağlanmıştı. Evet, akış bu noktaya vardığında, "şirk" ve "şirk koşmayı" sunmaya başlıyor. Öyle ki, varlığın yaratıcısına inanan ve ona bağlanan bu atmosferde, şirk olayı son derece garip bir olay olarak beliriyor. Müşriklerin asılsız kuruntuları kalpleri ve akılları tiksindirecek bir tarzda sunuluyor. Peşinden de beklemeksizin bir konuma varıyor. Zaten oluşan atmosfer de buna müsaittir!


MÜŞRİK CİNLER


100- Müşrikler cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa cinleri yaratan O'dur. Körükörüne, hiç yoktan O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Haşa O, onların uydurdukları sıfatlardan uzak ve yücedir.

Arap müşriklerinden kimisi cinlere ibadet ederdi. Bununla beraber cinlerin ne olduğunu bilmezlerdi. Sadece birtakım asılsız putçu kuruntuya dayanırlardı. İnsan mutlak tevhitten bir karış dahi sapmaya görsün, artık bu sapıklık giderek büyür ve başlangıçta kâle alınmayacak kadar küçük olan sapma açısı gittikçe genişler. Nitekim bu müşrikler de önceleri Hz. İbrahim'in (selâm üzerine o(sun) dinine bağlıydılar. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bölgeye getirdiği tevhid dini... ancak onlar bu tevhitten saptılar. Kuşkusuz başlangıçta bu sapma önemsizdi. Gittikçe de bu iğrenç düzeye ulaşmıştı. Öyle ki, cinleri Allah'a eş koşacak kadar alçalmışlardı. Oysa cinler de herkes gibi O'nun yaratmış olduğu varlıklardır.
"Müşrikler cinleri Allah'a ortak koştular. Halbuki cinleri O yaratmıştır."
Değişik cahiliye toplumlarında yer alan birçok putçu düşüncede şeytan fikrini andıran kötü varlıklara inanıldığı bilinmektedir. Bu varlıklardan korkup (ister kötü ruhlar, ister kötü kişiler olarak algılansın), kötülüklerinden korunmak için kurbanlar sunmuş, sonra da ibadet etmişlerdir.
Arap putperestliği de, bu tür kötü düşünceleri barındıran bozuk putperestliklerden biridir. Cinlere ibadet etmek ve onları yüce Allah'a ortak koşmak suretiyle onlara benzemektedirler. (Kelbî "kitab-el-esnam"da "Huzzae" kabilesinden Melihoğulları'nın cinlere taptıklarını anlatır.)
Kur'an'ın akışı onları, bu inancın gülünçlüğüyle yüzyüze getirmektedir. Ancak tek bir cümleyle...
"Halbuki cinleri O yaratmıştır."
Evet tek bir cümle... Ancak bu düşüncenin gülünçlüğünü ifade etmek için yeterli oluyor bu kelime... Onları "yaratan" yüce Allah olduğuna göre, ilâhlık ve Rabblıkta nasıl O'na ortak olabilirler?
Onların sapıkça iddiaları bununla da bitmiyordu. Putçu düşüncenin asılsız kuruntuları birkere başladı mı sapıklıkta sınır tanımaz çünkü. Yüce Allah'ın, oğullarının ve kızlarının da bulunduğunu iddia ediyorlardı.
"Körükörüne, hiç yoktan O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar."
Ayette geçen uydurmalar anlamındaki harakal kelimesinin özel bir vurgusu ve havası vardır. Yırtılıp parçalanan yalanın doğuş tablosunu çizmektedir adeta.
Yüce Allah'ın oğullarının olduğunu uydurdular. Yahudiler Uzeyr'in hristiyanlar İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu uydurdular. Bir de kızlarının olduğunu ileri sürdüler. Nitekim müşrikler, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlardı. Onların dişi varlıklar olduklarını ileri sürüyorlardı. Tabii ki, hiç kimse neden dişi olduklarını bilmiyordu. Dolayısıyla bu iddiaların tümü herhangi bir bilgiye dayanmıyordu. Bütünüyle bilgisizce söylenmiş sözlerdi:
"Haşa O, onların uydurdukları sıfatlardan çok uzak ve çok yücedir."
Sonra ayetlerin akışı bu yalanlarını, ilâhlık gerçeğine ilişkin sapıkça düşüncelerini ele almakta ve düşüncelerindeki tutarsızlığı ortaya çıkarmak suretiyle bu sapıklıklarını tartışmaktadır.


HER ŞEYİN YARATICISI


101- O göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Eşi olmadığına göre, çocuğu nasıl olabilsin ki? Her şeyi O yarattı ve O her şeyi bilendir.

Kuşkusuz şu varlık bütününü yoktan varedenin kendisinden sonra yerine geçecek birine ihtiyacı yoktur. Yerine geçecek birinin olması geçici kimselerin beklentisidir. Zayıfların dayanağıdır. Hiçbir şey yaratamayanların hoşlanacağı bir duygudur.
Üstelik onlar çoğalmanın kuralını biliyorlar; kişinin cinsinden dişi bir éşinin olması lâzım. Allah'ın bir eşi bulunmadığı halde nasıl çocuğu olabilir ki? O, tektir-birdir. O'na benzer hiçbir şey yoktur. Evlilik olmadan neslin olması söz konusu olabilir mi?
Bu bir gerçektir. Ancak bütün bunlar onların düşünce düzeylerini gözler önüne sermektedir. Ayetlerin akışı onların hayatlarından ve her zaman gördükleri şeylerden örnekler vererek hitap etmektedir. Ayetlerin akışı onlara hitap ederken, şirkin bütün gölgesini bertaraf etmek için `yaratılış' gerçeğine dayanmaktadır. Çünkü hiçbir zaman yaratılmış biri yaratıcının ortağı olamaz. Yaratıcı gerçeği yaratılmışın gerçeğinden farklıdır. Nitekim onları yüce Allah'ın mutlak ilmiyle de yüzyüze getirmektedir. Buna karşılık birtakım asılsız kuruntu ve zandan başka bir şey ileri süremezler.
"Her şeyi O yaratmıştır."
"Ve O her şeyi bilendir."
Ayetlerin akışı, daha önce, yüce Allah'ın oğullarının ve kızlarının bulunduğuna ve Allah'ın yarattığı cinlerin O'na ortak olduğuna ilişkin düşüncelerinin tutarsızlığını ortaya çıkarmak için müşrikleri, her şeyin Allah tarafından yaratıldığı gerçeğiyle yüzyüze getirdiği gibi bu sefer de kendisine ibadet edilen, boyun eğilen, itaat edilen, bir hayat nizamı olarak dinine uyulan zatın her şeyin yaratıcısı olduğunu belirlemek için yine aynı gerçeğe dayanmaktadır. O halde, O'ndan başka ilâh yoktur. O'nun dışında bir Rabbın varlığı söz konusu değildir!


ALLAH'DAN BAŞKA İLÂH YOKTUR


102- İşte Rabbimiz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur, o halde sırf O'na kulluk ediniz, her konuda dayanılacak tek merci O'dur.

Yüce Allah'ın yaratıcı olarak tekliği, mülkün sahibi olarak tekliğini doğurmaktadır. Dolayısıyle yaratmada ve mülkün sahibi olmada tek olan, yarattıklarının rızkını vermede de tektir. O, yarattıklarının yaratıcısı ve sahibi olduğuna göre, hiç kimsenin ortaklığının söz konusu olmadığı mülkünden onları rızıklandırandır da. İnsanların elde ettiği ve yararlandığı her şey, yüce Allah'a özgü olan bu mülktendir. Bu gerçekler; yaratma, mülk ve rızıklandırma gerçekleri açığa kavuştuğu zaman beraberinde de -zorunlu olarak ve kesinlikle- Rabblığın da O'na ait olması gerçeğini getirir. Dolayısıyla egemenlik, yönlendirme, boyun eğilen ve itaat edilen otorite, kulların birleştikleri hayat düzenini belirleme gibi Rabblığın özellikleri de O'na özgü kılınmış olur. O halde itaat, boyun eğme ve teslim olma gibi tüm anlamlarıyla birlikte kulluk, sadece O'na yönelik olmalıdır.
Cahiliye döneminde Araplar, bu evrenin ve insanların yaratıcısının insanları, onun ötesinde kulların yararlanabilecekleri bir mülkün söz konusu olmadığı mülkünden, rızıklandıranın, yüce Allah olduğunu inkâr etmiyorlardı. Materyalist Grek filozoflarından oluşan küçük bir azınlık dışında diğer cahiliye toplumlarında da bu gerçeklerin inkârı söz konusu değildi. Dolayısıyla bugün eski Yunan'da bilindiğinden daha fazla yaygınlık kazanan bu materyalist ekoller mevcut değildi. Bu yüzden İslâm, Arap cahiliyesinde, Allah'a yaklaşmak amacıyla birtakım kulluk davranışlarıyla sahte tanrılara ibadet etmek ve insanların hayatına hükmeden yasa ve gelenekleri belirlemek için başvurulan merci noktasında ortaya çıkan sapmanın dışında bir durumla karşılaşmamıştır. Daha doğrusu günümüzde kimi insanların söylediği ya da bir bilgi, hidayet ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın şımarıkça ileri sürdüğü gibi, Allah'ın varlığına ilişkin bir inkâr söz konusu değildi.
Doğrusu günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların bir azınlık olduğu doğrudur. Azınlık olmaya da devam edeceklerdir. Esas sapma, cahiliyede olduğu şekliyledir. O da, hayata ilişkin konularda yasalar edinmek için Allah'dan başkasına başvurmaktır. İşte, hem Arap cahiliyesinin, hem de diğer tüm cahiliye düzenlerinin dayandığı geleneksel temel şirk budur.
Günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu yapan bu kural dışı azınlık bilimsellik iddiasıyla ortaya atılmasına rağmen, hiçbir şekilde "bilim"e dayanmamaktadır. Çünkü insan bilgisi dahi böyle bir inkârı açıklayamamaktadır. Ne bilimden, ne de evrenin yapısından bir kanıt elde edememektedir. Bu sadece bir pisliktir. Başlıca nedeni de kiliseden ve dini hiçbir esasa dayanmaksızın O'nun adına insanları köleleştirdikleri kilisenin tanrısından kaçıştır. Ayrıca Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların fıtratlarında da bir eksiklik söz konusudur. insan bünyesinin başlıca görevlerini yerine getirememesi bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim yapısal bir değişikliğe uğramış kimi yaratıklarda durum bundan ibarettir.
Bununla beraber -hayatın ortaya çıkışı gibi- yaratılış ve ona egemen kader gerçeği, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığını isbat etmek için söz konusu edilmez. Çünkü O'nun varlığını tartışma konusu yapmak Kur'an'ın ciddiyetine yakışmaz, saçma bir durumdur. Sadece insanları doğruluğa yöneltmek için söz konusu edilir bu gerçekler. Böylece yüce Allah'ın ilâhlık, Rabblık, yöneticilik ve hayatın tümüne egemenlik noktasında birlenmesinin, ayrıca hiçbir şeyi ortak koşmadan tek başına O'na kullukda bulunmalarının zorunluluğu gibi insanlardan, bu gerçeklerin gereklerini yerine getirmeleri istenmektedir.
Buna rağmen -hayatın ortaya çıktığı gibi- yaratılış ve ona egemen kader gerçeği, Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların yüzüne kahredici bir kanıt olarak çarpmaktadır. Buna karşılık, gösteriş yapmaktan ve kimi zaman bunamanın sınırına varan şımarıklıktan başka bir şey gelmez ellerinden.
"İnsan Yalnızdır" ve "Çağdaş Dünyada İnsan" kitaplarının yazarı Julian Hauxley (Modern Darvinizmle uğraşan çağdaş İngiliz biyolog) bunak şımarıklardan biridir. İşte bu adam yalnızca sapık arzularına dayanarak birtakım şeyler söylemektedir. "Çağdaş Dünyada İnsan" kitabının, "Uydurma Bir Sorun Olarak Din" bölümünde şunları söylemektedir:
"Fen, mantık ve psikoloji bilimlerinin gelişmesi sonucu, tanrı fikrinin yararsız bir varsayım olduğu bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Doğa bilimleri tanrıyı akıllarımızdan kovmuştur. Artık evreni düzenleyen bir hükümran olarak gizlenmiştir. "İlk sebep" ya da genel bir gizli esasa dönüşmüştür."
"Felsefenin Övünçleri" kitabının yazarı Will Durant (Filozofluk taslayan bir Amerikalı) şunları söylemektedir:
Felsefe Tanrı'dan söz etmektedir, ancak teologların evrenin dışında tasavvur ettikleri tanrıdan değil elbette. Felsefenin tanrısı, alemin yasası, iskeleti, hayatı ve dileyişinden ibarettir.- "Bunlar söylenecek laflar değil ama, söylenmektedir işte."
Karanlıklarda yüzen bu insanları Kur'an'ımıza göre yargılamayacağız elbette. Ve bu onları Kur'an'ın yol göstericiliğiyle hareket eden akıllarımıza göre değerlendirmemiz söz konusu değildir. Sadece onları az da olsa ciddiyet ve akıl kullanmak suretiyle bu sorunu ele alan meslektaşları "bilgin"ler ve insan aklının ürünü bilimlerle karşı karşıya getirmek istiyoruz.
Cornel Üniversitesi'nden doktora sahibi, Dault Üniversitesi Tabii Bilimler Bölüm Başkanı kimyager matematikçi John Kleyflant Cautran, "Çağdaş Dünyada Allah Tecelli Ediyor" kitabında yer alan "Kaçınılmaz Sonuç" adlı makalesinde şunları söylemektedir:
"Acaba akıl sahibi bir kişi, akıl ve hikmetten yoksun maddenin yalnızca tesadüfler sonucu kendi kendine oluştuğunu düşünebilir mi? Böyle bir şeyi aklına getirebilir mi? Buna inanması mümkün mü? Ya da maddenin bu düzen ve kanunları meydana getirdiği sonra da kendisine empoze ettiğini iddia edebilir mi? Hiç kuşku yok ki, buna verilecek cevap olumsuz olacaktır. Madde enerjiye dönüşürken ya da enerji maddeye dönüşürken belirli kanunlara göre hareket etmektedir. Üretilen madde de kendisinden önce var olan maddenin uyduğu kanunlara uymaktadır."
"Kimya bilimi kimi maddelerin yok olmaya, ortadan kalkmaya yüz tutmasının mahiyetini bize göstermektedir. Ancak kimi madde büyük bir hızla yok olmaya yönelirken, diğer bir kısmı da daha düşük bir hızla yok olmaya yüz tutmaktadır. Buna göre madde sonsuz değildir. Bu demektir ki, öncesiz de değildir. O halde bir başlangıcı vardır. Kimya ve diğer bilimin tanıklığıyla, maddenin başlangıcının yavaş yavaş ya da aşamalı olmadığı, aksine birden bire olduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta bilim, bu maddelerin oluştukları sürenin sınırlarını da belirleyebilir. Buradan anlaşılıyor ki, şu maddi dünyanın yaratılmış olması bir zorunluluktur ve yaratıldığından beri de belirli evrensel yasa ve kurallara göre hareket etmektedir. Burada tesadüf unsuruna yer yoktur.(Daha önce bilimin vardığı tüm sonuçların zanna dayandığını açıklamıştık. Biz bu sözleri İslâm'ın doğruluğuna bir kanıt olsun diye aktarmıyoruz. Sadece bilime dayananlara, onu delil kabul edenlere göstermek için anlatıyoruz.)
"Şu maddi dünya kendisini yaratmaktan ya da uyacağı yasaları belirlemekten aciz olduğuna göre, yaratılış olayının maddi varlığın dışında bir güç tarafından gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda bütün kanıtlar gösteriyor ki, bu yaratıcının akıl ve hikmet sahibi biri olması da gerekmektedir. Ancak özgür irade olmadığı sürece -tıp, psikoterapi alanında olduğu gibi- akıl, maddi dünyada birşey yapamaz. Özgür irade sahibi birinin de kendi başına varolması gerekmektedir. Aklımızın kabul etmemizi zorunlu gördüğü kesin ve mantıksal sonuca göre, bu evrenin bir yaratıcısının olmasıyla iş bitmiyor. Bu yaratıcının hikmet sahibi, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten olması da zorunludur. Bu evreni yaratıp düzenlemesi ve yönetmesi için kaçınılmazdır bu. Bu yaratıcının varlığı sürekli olmalıdır. Varlığının kanıtları her taraftan görülebilmelidir. Bundan dolayı makalenin başlangıcında işaret ettiğimiz gibi şu evrenin yaratıcısı ve yönlendiricisi olan Allah'ın varlığına teslim olmaktan başka seçenek yoktur."
Lord Ceilwent döneminden beri bilim, öylesine büyük ilerlemeler kaydetmiştir ki, daha önce söylediklerini her zamankinden daha çok onaylıyoruz: "Şayet derin düşünürsek, bilim bizi Allah'a inanmaya zorlayacaktır."
Biyoloji bilgini Frank Allen adı geçen kitapta yer alan "Evrenin Oluşumu Tesadüf Sonucu mu Yoksa Bir Hedefe mi Yöneliktir" adlı makalesinde şunları söylemektedir: .
"Çok defa söylemişlerdir: Şu maddi evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur. Ancak biz evrenin varlığını kabul ettiğimiz zaman, varlığını neyle açıklayacağız? Bu soruya cevap olabilecek dört ihtimal bulunmaktadır:
a) Bu evren sadece vehim ve hayalden ibarettir. Ancak bu, evrenin varlığına ilişkin kabul ettiğimiz önermeye ters düşmektedir.
b) Bu evren kendi kendine yoktan var olmuştur.
c) Bu evren öncesizdir, var oluşunun bir başlangıcı yoktur.
d) Evrenin bir yaratıcısı vardır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:04   Mesaj No:17
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Birinci ihtimal için önümüze bilinç ve duygularımızdan başka engel çıkmıyor. Buna göre şu evreni duyumsamamız, evrende olup biten olayları algılamamız, gerçekle hiçbir ilgisi bulunmayan asılsız kuruntudan başka birşey değildir. Nitekim Sir James Jeans (Çağdaş İngiliz, tabiat ve matematik bilgini. Arapça'ya da çevrilen "Kapalı Evren" kitabının yazarıdır. Su görüşü ilk defa kendisi ortaya atmamıştır. Eflatun Felsefesi'nde de bu görüşe yer verilir. Yüz elli sene boyunca Felsefi ekoller arasında bu konuda bir sürü tartışma çıkmıştır. Özellikle, "idealistlerle" "pozitivistler" arasında. Halen de sürmektedir bu tartışma.) tabiat bilimlerine ilişkin bu görüşü benimsemiştir. Ona göre şu evrenin pratik bir varlığı söz konusu değildir. Sadece zihinlerimizde beliren şekillerden ibarettir tüm evren. Doğal olarak bu görüşten hareketle şunu söyleyebiliriz; bütünüyle asılsız hayallerden oluşan bir evrende yaşıyoruz. Örneğin, bindiğimiz, dokunduğumuz şu trenler gerçekte, bir varlığı söz konusu olmayan nehirleri, maddi olmayan köprüleri aşmaktadırlar... Üzerinde tartışmaya, mücadele etmeye gerek yoktur.
. "İçinde yer alan madde ve enerji kaynaklarıyla birlikte bu evrenin kendi kendine yoktan var olduğunu ileri süren ikinci görüşe gelince; bu da gülünçlük ve ahmaklık bakımından ikinciden geri kalmamaktadır. Üzerinde düşünmeye ya da tartışmaya değmez."
Bu evrenin öncesiz olduğunu, oluşumunun bir başlangıcının söz konusu olmadığını ileri süren üçüncü görüş ise; ( Eskiden beri tüm pozitivistlerin ve materyalistlerin görüşü budur. Hindu ve Budistler de aynı görüştedirler.) şu evrenin bir yaratıcısının bulunduğunu söyleyen görüşe tek noktada (öncesizlik noktasında) katılmaktadır. Bu durumda biz, ya öncesizlik sıfatını ölü evrene nisbet edeceğiz, ya da diri ve yaratıcı ilâha atfedeceğiz. Bu iki ihtimali kabul etmek diğerlerinden daha fazla bir düşünsel zorluğa neden olmamaktadır. Ancak "Termodinamik" kanunları, evrende yer alan elementlerin aşamalı olarak ısılarını kaybettiklerin göstermektedir. Bu kaçınılmaz bir gidiştir. (Burada söz konusu edilen te'kitli kesinlikler insan bilgisinin taşıdığı mantığın sonuçlarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi biz, İslâm'ın doğruluğuna bilimsel kanunlar bulmanın peşinde değiliz. Açıklamalarını doğrulayacak kanıtlar bulmak için de böyle bir çaba içine girmeyiz. (Nitekim "Termodinamik" kanunlar kesin kanunlar değildir. Sadece evrenin yorumuna ilişkin bir teoridir. Yarın kimi değişikliklere uğrayabilir. Temelden yanlış olduğu da ortaya çıkabilir). Biz sadece bilimi tanrılaştıranlara bu sonuçları göstermek için alıntı yapıyoruz. İşte, Julian Hauxley gibi büyük bir güvenle bağlandıkları tanrılarının söyledikleri...) Gün gelecek, tüm cisimler sıcaklık bakımından sıfırın altında bir düzeye ulaşacaklardır. O gün enerji kaynakları yok olacak, hayat tamamen imkânsız hale gelecektir. Zamanla cisimlerin ısı derecesi sıfıra ulaştığında bu durumun meydana gelmesinden ve enerji kaynaklarının yok olmasından kurtuluş mümkün olmayacaktır. Ancak alev alev yanan güneş, parlayan yıldızlar ve hayat türleriyle dolup taşan yeryüzü açıkça gösteriyor ki, evrenin aslı ya da temeli belli bir başlangıç anını zorunlu kılmaktadır. O halde evren sonradan oluşmuştur. Bunun anlamı; evren için öncesiz bir yaratıcının varlığı kaçınılmazdır. Bu yaratıcı ezelidir. Bilgisi her şeyi kapsamıştır, sınırsız güce sahiptir. Bu evrenin onun elinden çıkmış bir sanat ürünü olması gerekmektedir."
Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka ilâh yoktur.
Kur'an'ın akışının burada dayandığı temel; tek başına Allah'a kulluk yapmanın zorunluluğu, hükmetme, eğitme, direktif verme ve yönetme gibi tüm anlamlarıyla Rabblığın sadece O'na özgü kılınmasının gerekliliğidir.
"İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur. O halde sırf O'na kulluk ediniz, her konuda dayanılacak tek merci O'dur."
Yüce Allah'ın otoritesi sadece insanların üzerinde geçerli değildir. O her şeyin üzerinde otorite sahibidir. Çünkü her şeyin yaratıcısıdır. İşte bu temelin açıklanmasında güdülen amaç budur. Cahiliye döneminde müşrikler buna karşı çıkmıyorlardı.. Ancak gereklerini kabul etmiyorlardı. Bu da; sadece Allah'ın egemenliğine boyun eğme ve itaat etme ve ortak koşmaksızın yalnız ve yalnız O'nun otoritesine uymadır.
ALLAH'IN SIFATLARI
Ardından Allah'ın sıfatlarına ilişkin ifadeler yer alıyor. İfadenin gölgesi her tarafı, tüm boşlukları dolduruyor. İnsanoğlunun sahip olduğunu dilin bu durumu vasfedebileceğini sanmıyorum. O halde bunun, şeffaf ve yumuşak gölgesini yaymasını, insanı ürperten, titreten Allah'ın sıfatlarını barındıran sahneyi gözler önüne sermesini seyredelim. Bu sıfatlar, bir güven ve huzur atmosferini oluştururlar. Aydınlık bir şeffaflık yayarlar.

103- Gözler O'nu görmez, fakat O gözleri görür. O lâtıftır (algılanamaz) ve her şeyden haberdardır.
Tıpkı Allah hakkında yakışıksız bir tutumla maddi bir kanıt isteyenler gibi ahmakça yaklaşımla O'nu görmek isteyenler... Bunlar ve onlar ne dediklerini bilmeyen kimselerdir.
İnsanların gözleri ve duyu organları, aynı şekilde zihinsel kavrama yetenekleri.. Evet bunların tümü, içinde yaşadıkları evrenle iletişim kurabilmeleri yeryüzünde halifelik işlevini yerine getirebilmeleri için yaratılmıştır. Ayrıca, yaratılmış varlık safhalarında ilâhî varlığın eserlerini algılamaları da istenmektedir. Ancak yüce Allah'ın zatını kavramaya gelince; kendilerine böyle bir yetenek verilmemiştir. Çünkü sonradan yaratılmış bir faninin, öncesiz ve sonrasız bir zatı görmeye gücü yetmez. Üstelik yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirmek için O'nu görmenin de değeri yoktur. Bu görevi yerine getirmede gerekli yardımı görürler. Gerekli olan her şey kendilerine bağışlanmıştır.
İnsan öncekilerin ahmaklığını anlayabiliyor da, sonrakilerin küstahlığını anlamakda güçlük çekiyor. Şu "atom'dan, "elektron"dan, "proton"dan ve "nötron"dan söz edenlerin hiçbiri, hayatında bir kere olsun "atom", "elektron", "proton" ve "nötron"u görmemiştir. Bu elementleri kontrol edecek bir teleskop da henüz icad edilmemiştir. Ancak bir farzmış gibi bunları kabul ediyorlar. Bu farzın doğruluğuna da evrende belirgin izlerinin görülmesini kanıt gösteriyorlar. Bir belirti görüldüğü zaman, onu meydana getiren elementin varlığını kesin kanıt kabul ediyorlar. Bununla beraber, bu deneyimlerin ulaşabileceği en yüksek nokta, bu elementlerin var olması ihtimalini varsaydıkları sıfatlara dayandırmaktır. Ancak, eserleriyle kendini akıllara kanıtlayan Allah'ın varlığını varlık alemindeki yaptıklarıyla izah etmek söz konusu edildiği zaman, hiçbir bilgiye, yol göstericiye ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah'ın varlığı hakkında tartışmaya girişip gözle görülebilen somut kanıtlar isterler. Sanki şu varlık bütünü, sanki tümü olağanüstülükleriyle şu hayat, böyle bir kanıt olmak için yeterli değilmiş gibi...
Varlık sayfalarında ve nefislerin derinliklerinde gizli kanıtların sunulmasından ve yüce Allah'ın zatına ilişkin; "Gözler O'nu görmez. O bütün gözleri görür. O lâtiftir, haberdardır" gerçeğinin açıklanmasından sonra Kur'an'ın akışı, insanoğlunun kullandığı dilin açıklayamadığı ya da vasfedemediği şu ifadelerle sürüyor:

104- Hiç kuşkusuz size Rabbinizden birçok uyarıcı kanıtlar, açık belgeler geldi. Kim bunları görürse, kendi lehine ve kim bunlara karşı göz yumarsa kendi aleyhine davranmış olur. Ben sizin başınızda korucu, bekçi değilim.

Şu Allah katından gelen ayetler... birer kanıttırlar... Kanıtlar doğru yolu gösterirler, insanı doğruya yöneltirler. Bu da aynen öyle... kanıttır... Doğru yolu göstermektedir. Kim görürse bu onun yararına olacaktır. Doğruluk ve aydınlık bulacaktır. Bunun da ötesinde körlükten başka bir şey yoktur. Bunca ayet ve kanıttan sonra, duyu organları iş görmez hale gelmiş, bilinci kapalı, vicdanı körelmiş kör kimseden başkası sapıklık üzere kalmakta ısrar etmez.
Hz. Peygamber (selâm üzerine olsun) böylelerinin işinden uzak olduğunu, onlardan sorumlu olmadığını duyurması için direktif verilmektedir.
"Ben sizin bekçiniz değilim."
Geçen ayette yer alan yüce Allah'ın sıfatına ilişkin şu ifade ile, "Gözler onu görmez. O bütün gözleri görür. O lâtiftir, haberdardır." Ardından gelen, "Rabbinizden size açık kanıtlar geldi. Kim görürse kendi lehine, kim körlük ederse kendi aleyhine davranmış olur" sözü arasındaki atmosfer, gölge ve ifade ahengi gözümüzden kaçmıyor. İfadede, "görülen kanıtlar", "gözler", "gören" ve "kör" kelimelerinin kullanılması da akışa müzikal bir aheng kazandırmaktadır.

ÇEŞİTLİ DELİLLER

Bundan sonra surenin akışı, Hz. Peygambere (selâm üzerine olsun) yönelmekte ve ona evrende yer alan kanıtların bu kadar üstün bir düzeyde açıklanmasından söz etmektedir. Oysa bu düzey hiç de peygamberin ve içinde yaşadığı toplumun okur-yazar olmayışıyla bağdaşmamaktadır. Evrende yer alan bu kanıtların böylesine yüksek bir düzeyde ele alınması -sezme yetenekleri açık olanlar için- bu açıklamanın ilahî bir kaynaktan geldiğini göstermektedir. Buna rağmen müşrikler bu kanıtlarla ikna olmak istemezler. Bu yüzden; "inanç ve evrene ilişkin bu konuları Muhammed (selâm üzerine olsun) kitap ehli birinden öğrenmiştir" derlerdi. Ancak Muhammed (selâm üzerine olsun)'in söz konusu ettiği bu yüksek düzeyli açıklamaların, kitap ehli tarafından da bilinmediğini bilmiyorlardı. İnsanoğlunun şimdiye kadar bildiği ve bundan sonra bileceği tüm bilgilere rağmen, bütün yeryüzü, bu erişilmez düzeye hiçbir şekilde ulaşamamıştır, ulaşamayacak da. Bu yüzden Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) kendisine vahyedilene uy ve müşriklerden yüz çevirme direktifi verilmektedir.


105- Kimileri sana "Sen bir yerden ders almışsın " desinler ve bilenlere de iyice anlatalım diye ayetlerimizi çeşitli açılardan açıklıyoruz.


106- Rabbinden sana gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na ortak koşanlardan yüz çevir.


107- Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına korucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili, davranışlarının sorumlusu da değilsin.

Yüce Allah evrensel kanıtları, bugüne kadar Araplarca bilinmeyen bir düzeyde açıklamaktadır. Çünkü bu, kendi toplumlarından kaynaklanmayan bir açıklamadır. Nitekim tüm insan topluluklarının yaşadığı ortamlardan da kaynaklanmıyordur. Dolayısıyla bu açıklama, toplumda birbirine karşıt iki sonucun ortaya çıkmasına neden oluyordu:
Doğru yolu bulmak istemeyenler. Bir şeyler öğrenmek isteğinde olmayanlar.
Gerçeği bulmak için çaba sarfetmeyenler; kendilerinden biri olan Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in ortaya attığı bu derece yüksek düzeyli açıklamaların kaynağına açıklık getirmeye çalışacaklardı. Böyle bir şeyin olmadığını bildikleri halde, birtakım şeyler uyduracaklardı. Çünkü, gerek peygamberlikten önce, gerekse peygamberlikten sonra Hz. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) yaşayışının onlarda bilinmeyen bir tarafı söz konusu değildi. Buna rağmen; "Ey Muhammed, sen bunları Ehl-i Kitabın yanında okudun, onlardan öğrendin" diyorlardı. Halbuki Ehl-i Kitap'tan hiç kimse böylesine erişilmez düzeyde bir açıklama yapamazdı. Ehl-i Kitabın sahip olduğu kitaplar, o gün ellerindeydi. Bugün de elimizdedir bu kitaplar. Ellerindeki o kitaplarla şu yüce Kur'an arasındaki fark ise çok büyüktür. Ellerinde bulunan bu kitaplara peygamberlere ve krallara ilişkin tarihsel olarak kanıtlanmamış efsane ve hurafeler bulaşmıştır. Yine bu kitaplar, bilinmeyen insanların ortaya attığı birtakım rivayetlerden ibarettir. Bu söylediklerimiz daha çok eski ahit (Tevrat) için geçerlidir. Yeni ahide gelince (inciller) bunlarda İsa'nın talebelerinin İsa'dan onlarca sene sonra rivayet ettiklerden öteye geçmiyor. Bunları da zaman geçtikçe kilise konseyleri tahrif etmiş, değiştirmiş ve birtakım tadilatlarda bulunmuştur. Hatta güzel ahlâka ilişkin öğütler, psikolojik direktifler bile, tahriften, eklemeden ve unutulmaktan kurtulamamıştır. İşte o gün Ehl-i Kitabın yanında bulunan kitaplar. Bugün de aynı kitaplara sahiptirler. Bütün bunlar nerde, şu ulu Kur'an nerede? Ancak cahiliye dönemindeki müşrikler bunu söyleyebiliyorlardı. Fakat bundan daha garibi, çağımızda "oryantalist"lerin ve "kendini müslüman zanneden" birtakım cahiliye mensubunun "bilim", "araştırma" ve "inceleme" adına bu tür sözler söylemesidir. Kuşkusuz böyle bir şeyi müsteşriklerden başkası ileri süremez.
Gerçekten bilenlere gelince; evrende yer alan ayetlerin bu şekilde açıklanması, onları hakkı açıklamaya ve kabullenmeye yöneltir:
"Ve bilenlere de iyice anlatalım diye ayetlerimizi çeşitli açılardan açıklıyoruz."
Ardından gerçekleri gören ve bilenler ile gerçeği bilmeyen körler arasındaki farklılık vurgulanıyor.
Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik yüce bir emir yer alıyor... Yüce Allah ayetleri açıklamışken ve ona karşı insanları iki grubu bölünmüşken, kendisine vahyedilene uymasına, müşriklerden yüz çevirmesine, onlara katılmamasına, saçma sapan sözler söylemelerine aldırış etmemesine, yalanlamalarını, inatlarını ve karşı çıkışlarını dert edinmemesine ilişkin Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik ulu bir emir yer alıyor. O'nun yolu, Rabbinden kendisine vahyedilene uymaktır. Tüm hayatını ve kendisine uyanların hayatlarını vahyin esaslarına göre düzenlemektir. O müşriklerden sorumlu değildir. O, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'ın vahyine uyar, kullardan ona ne?..
"Rabbinden sana gelen vahye uy. O'ndan başka ilâh yoktur, O'na ortak koşanlardan yüz çevir..."
Şayet yüce Allah, onların doğru yolu bulmalarını zorunlu kılsaydı, kuşkusuz onları doğru yola zorlardı ve şayet daha baştan melekler gibi doğru yoldan başka bir şey bilmez bir şekilde yaratmak isteseydi, kuşku yok ki, yaratırdı. Ancak yüce Allah, insanı hem doğruluğa, hem de kötülüğe eğilimli bir yetenek sahibi olarak yaratmıştır. O'nu, yolunu kendi kendine seçmek, sonuçta da seçtiğinin karşılığını almak üzere serbest bırakmıştır. Ancak tüm bunlar, evrendeki her şey gibi mutlak iradenin sınırları içinde meydana gelmektedir. Ancak bu irade, insanı doğru yola ya da sapıklığa zorlamaz. Yüce Allah'ın insanı bu şekilde yaratması, sadece O'nun bildiği bir hikmetin gereğidir ve Allah'ın takdir ettiği şekliyle varlık bütününün içindeki rolünü, bu yetenekleri ve uygulamalarıyla yerine getirmesi içindir.
"Allah dileseydi O'na şirk koşmazlardı."
Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onların yaptıklarından sorumlu değildir. O insanların kalplerine vekil değildir. Kalplerin üzerindeki egemenlik Allah'ındır.
"Biz seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili de değilsin."
Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik bu direktif, onun ilgi alanını ve hareket hesabını belirlemektedir. Aynı şekilde onun halifelerinin ve yeryüzünün her tarafında tüm nesillerde yer alan davetçilerin de hareket sahalarını çizmektedir.
Dava adamı, gönlünü, eğilimini ve davranışını, gönüllerini doğruluğun kanıtlarına ve imanın işaretlerin açmayanların davaya karşı çıkışlarına bağlamamalıdır. Gönlünü onlardan koparmalı,ilgisini ve hareketini gerçekleri duyup kabul edenlere yöneltmelidir. Bunlar, oluşumlarını girdikleri dinin temeline dayandırmak zorundadırlar. Bu temel inançtır.. Aynı şekilde varlık bütünü ve hayata ilişkin eksiksiz derin düşüncelerini de bu inanç temeline dayandırmaları gerekmektedir. Yine ahlâk yapılarını, hayat tarzlarını ve küçük toplumlarının yapısını bu temele dayandırmaları zorunludur. Bütün bunlar da bir çabayı gerektirmektedir. Hatta sadece bunlar için çaba sarfetmek gerekmektedir. Diğer tarafta yer alanlara gelince; davet ve tebliğ yapıldıktan sonra anların cezası, onları, oldukları halde bırakmak ve yüz çevirmektir. Hak gelişme kaydedince, yüce Allah bu konudaki evrensel yasalarını işletir. Hakkı batılın üzerine salar, hak onu parça parça eder. Bir de bakılır ki, batıl diye bir şey kalmaz ortalıkta. Gerçek şekliyle hak varolunca, batılın işi artık kolaydır. Ömrü de artık bitmek üzeredir.
Müşriklerden yüz çevirmesine ilişkin Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik direktifle beraber, bu yüz çevirmenin müminlere yakışır bir edep, bir vakar ve bir üstünlük içerisinde olmasını öngören müminlere yönelik bir emir yer almaktadır. Müslümanlara, müşrikleri yüce Allah'a sövmeye zorlamamak için, müşriklerin tanrılarına sövmemeleri emredilmektedir. Çünkü müşrikler yüce Allah'ın kaderini ve makamının ululuğunu kavrayamıyorlar. Bu yüzden müminlerin onların değersiz, aşağılık ve zavallı tanrılarına sövmeleri, onların ulu Allah'a sövmelerine neden olabilir.


PUTLARA SÖVMEYİNİZ


108- Onların Allah dışında yalvardıkları putlara sövmeyiniz ki, şaşkınlığa kapılarak körükörüne Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete davranış ve tutumlarını cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rabblerinedir, O onlara yaptıklarının içyüzünü bildirir.

Yüce Allah'ın insanları yarattığı tabiatın gereği, herhangi bir şey yapan biri, yaptığını beğenir ve onu savunur. Bir kötülük işlemişse onu da beğenir ve savunur. Eğer doğru yoldaysa bundan memnun olur. Sapıklık üzere bulunsa bile durumundan memnun olur. Bu insanların değişmez özelliğidir. Yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu ve her canlının rızkını O'nun verdiğini bilip kabul ettikleri halde, Allah'dan başkasına dua edip yalvaranlar, müslümanlar ilâhlarına sövecek olurlarsa, büyük bir öfkeye kapılıp, şeytanın kendilerine süslü gösterdiği Allah'dan başkasına yönelik tapınmaları dolayısıyla sapık düşüncelerini, sistem ve geleneklerini savunmak amacıyla, kendilerinin de prensip olarak inandıkları Allah'ın ilâhlığına karşı saldırıya geçerler. O halde müminler onları bulundukları durumda bırakmalıdırlar.
"Sonunda dönüşleri Rabblerinedir. O onlara yaptıklarının içyüzünü bildirir."
Bu, dinine güvenen, dayandığı gerçeğe sıkı sıkıya bağlı, kalbi hidayet üzere bulunan ve yararsız işlere bulaşmayan mümine yakışır bir davranıştır. Çünkü müşriklerin tanrılarına sövmek onları doğru yola yöneltemeyeceği gibi, inatlarını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Gerisinde hiçbir yarar beklentisi bulunmayan bir davranışı mümin neden yapsın? Üstelik müşriklerin ulu ve azamet sahibi Allah'a sövmeleri gibi, hoşlanılmayan şeylerde söyleyebilmeleri söz konusu olunca...
Gece ve gündüz, her an meydana gelen sayısız mucize ve olağanüstülükleri barındıran varlık safhasını gözler önüne seren bu ders de sona erdi. Geçmiş peygamberlerinki gibi kendilerine de bir mucize, yani kanıt gösterilecek olsa, mutlaka inanacaklarına Allah adına yemin eden müşriklerin davranışları söz konusu edilerek son buluyor ders. Öyle ki, bu yeminlerini duyan kimi müslümanlar, Peygamberimize (s.a.s) istedikleri kanıtı göstermesi için Rabbine yalvarmasını önermişlerdi. İşte burada, yalanlayanların sahip oldukları yalancı tabiat açıklanmak suretiyle müminlerin teklifine karşı kesin bir red yer almaktadır.


109- Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir. " Hem bilmiyor musunuz ki, eğer o mucize gelse, onlar yine inanmazlar.


110- Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.


111- Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez.

Şu olağanüstü kitabın harikulâde bir tarzda sunduğu varlıklar alemine serpiştirilmiş ilâhî kanıtlarına inanmayan bir kalp... İnsanın içinde ve dış dünyasında yer alan bunca mucizenin, Allah'a koşma, O'na sığınma duygusunu uyandıramadığı bir gönül... Evet böyle bir kalp ters yüz olmuş bir kalptir. Öncelikle onları inanmaktan alıkoyan şey, isteklerine karşılık vermeyi öneren müslümanların aldandığı durum değildir. Mucizenin gösterilmesinden sonra da iman etmeyeceklerdi. Bu kalplerin gerçek özelliğini yüce Allah bilmektedir. O, gerçekleri yalanlayanları azgınlıkları içinde yüzüstü bırakmaktadır. Çünkü O, bu kalplerin yalanlamanın cezasını hak ettiklerini bilmektedir. Yine O, bu kalplerin gerçeği kabul etmeyeceklerini de bilmektedir. Önerdikleri gibi, üzerlerine melekler indirilse bile kabul etmeyeceklerdir. Aynı şekilde -istedikleri gibi- ölüler diriltilip onlarla konuşsalar, bu varlık bütününde yer alan her şey toplanıp karşılarına dikilse, onları inanmaya çağırsa bile... Onlar inanmayacaklardır. -Allah'ın dilemesi hariç- Fakat yüce Allah, inanmalarını dilemiyor. Çünkü onlar, yüce Allah'ın kendilerini doğru yola iletmesi için, Allah uğrunda çaba sarfetmiyorlar. İşte bu, birçok insanın habersiz olduğu kalplerin tabiatlarına ilişkin bir gerçektir.
Sapıklığa dalıp gidenlerin bu duruma düşmelerinin nedeni karşılarına kanıtların, belgelerin çıkmaması değildir kuşkusuz. Onların bu duruma düşmelerinin nedeni kalbin harap olması, fıtratın fonksiyonunu yerine getiremez olması ve vicdanın körelmesidir.
Kuşkusuz hidayeti; ancak O'na yönelenler ve O'nun için çaba sarfedenler hakederler.

8. CÜZ'ÜN BAŞLANGICI

Şu sekizinci cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm -ilk kısmı yedinci cüzde geçen -En'am suresinin geri kalanını kapsamaktadır. İkinci bölüm ise, A'raf suresinin bir kısmını içine almaktadır.
En'am suresinin tanıtımı yedinci cüzde yer almıştı. Okuyucunun yedinci cüzde yer alan tanıtımla bağlantı kurmasını sağlayacağız. A'raf suresin ilişkin açıklamaları da -Allah'ın izniyle- sureyi ele aldığımızda yapacağız.
En'am suresinin geri kalanı da surenin yedinci cüzdeki tanıtımında ayrıntılarıyla açıkladığımız akış metoduna uygun bir şekilde devam etmektedir.
Surenin tanıtımına ilişkin olarak şu paragraflar yer almıştı:
Bu sure, bütünü ile, "ilâhlık gerçeği"ni anlatıyor. Bu gerçeği insanın iç dünyası ve duygu alemi alanında anlattığı gibi, evren ve canlılar aleminde de anlatıyor; onu gayb aleminin algılarımıza kapalı bilinmezliklerinde anlattığı gibi görünen evrenin bilinmezliklerinde de anlatıyor; onu ortadan kaldırılan eski milletlerin, toplu ölüm sahneleri ile yerlerini yeni milletlerin alması realitesinde anlattığı gibi, evrenin, canlı varlıkların ve insanın ilk oluşumuna ilişkin sahnelerde anlatıyor; onu insan hayatını etkileyen ilâhî gücün, ilâhî egemenliğin görünür görünmez belirtilerinde, insanların başına gelmiş ve gelecek olaylarda anlattığı gibi evrenle, olaylarla, nimetlerle ve sıkıntılarla yüzyüze gelen insan fıtratının tablolarında da anlatıyor. Nihayet onu kıyamet gününün ve tüm canlıların Allah'ın huzurunda buluşacağı mahşer toplantısının sahnelerinde anlatıyor.
İşte bu sure, insan kalbini bu engin ufuklarda, bu kuytu derinliklerde böylesine bir gezintiye çıkarıyor. Fakat sure, bu gezinti sırasında gerek daha önce anlattığımız Mekke inişli ayetlerin ve gerekse tüm Kur'an'ın anlatım yöntemine sıkı sıkıya bağlı kalıyor. Yani bir inanç teorisi oluşturmak ya da zihinleri ve kafaları yoran bir teolojik tartışmaya dalmayı amaçlamıyor. Onun amaçladığı şey, insanlara gerçek ilâhlarını tanıtmaktır. Bu tanıtmanın sonunda insanların gerçek ilâhlarına kulluk sunmalarını sağlamayı amaçlıyor; insanların gönüllerine, ruhlarına, emeklerine, çabalarına, hareketlerine, geleneklerine, tapınmalarına ve bütün pratik davranışlarına bu ortaksız otorite önünde, yerde ve gökte bir başkası bulunmayan ilâhî otoritenin önünde boyun eğdirmek istiyor.
Surenin hemen hemen tümü, başından sonuna kadar, bu belirli hedefe yöneliktir. Bu ana hedefin ayrıntılı açıklamalarına göre yüce Allah, tüm varlıkların yaratıcısıdır, bütün canlıları doyurup besleyendir, mülk ve egemenlik O'nun tekelindedir; güç, üstün irade ve otorite O'na aittir; insanların bilgisine kapalı olan bilinmezlikleri ve sırları bilen O'dur; geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren O olduğu gibi, kalblere ve bakışlara yön değiştirten de O'dur. O halde kulların hayatında da tek egemen güç O olmalı; O'nun dışında hiç kimse emir vermeye, yasaklamaya, yasa ve hüküm koymaya, bazı şeyleri helal ve bazı şeyleri de haram ilân etmeye yetkili sayılmamalıdır. Bunların hepsi ilâhlığın karakteristik yetkileri arasındadır; bu yüzden insanların hayatında bu yetkileri hiç kimse kullanmamalıdır; yaratamayan, rızık veremeyen, diriltemeyen, yaşatamayan, öldüremeyen, yarar ve zarar dokunduramayan, veremeyen ve verilenin akışını durduramayan, ne kendisi ve ne de başkaları için dünyada ve ahirette hiçbir şey yapamayan kimseler bu imtiyazlara el koymaya kalkışmamalıdırlar.
Surenin akışı içinde bu meseleyi kanıtlayan deliller ile yüzyüze geliriz. Bu deliller o sözünü ettiğimiz "çarpıcı orijinallik" düzeyine ulaşmış, kalbleri her kanaldan ve her gözenekten yoğun bir uyarı bombardımanı altında ablukaya alan tasvir tablolarında, kesitlerde, enstantanelerde ve mesajlarda karşımıza çıkar.
Gerçi bu surenin sürekli olarak gündemde tuttuğu büyük mesele göklerde, yerde, bu ikisinin çevrelerinde ve engin alanlarında beliren ilâhlık-kulluk meselesidir. Fakat bu meseleyi gündeme getirmenin o günün müslüman toplumdaki pratik gerekçesi, bu büyük ve kapsamlı ilkenin o günkü uygulamaya yönelik vesilesi, o zamanki cahiliye otoritesinin kimi hayvan etleri ve yiyecek maddeleri hakkında kullandığı helâl kılma ve yasaklama yetkisidir; bazı odaklara, kurbanlara, meyvelere ve insan yavrularına ilişkin olarak belirlediği tapınma amaçlı kurallardır. Surenin sonlarında yeralan aşağıdaki ayetler işte bu günden belirleyici gerekçeden, bu münasebetten söz ediyor. Okuyoruz:
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz. (En'am 118-121)
-Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "Bu Allah'ın; bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" dediler. Fakat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!
-Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlâtlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar. Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.
-Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır" dediler. Bazı hayvanları keserken de Allah'ın adını anmazlar, bunu yaparken "Allah'ın emri böyledir" diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır.
-Yine onlar "Bu hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa her ikisi de ona ortak olur" dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur (En'am 136-140)
İşte o günkü müslüman toplumun -ve çevresini kuşatan cahiliye toplumunun hayatında bu hayati meseleye, kanun koyma meselesine somutluk kazandıran aktüel gerekçe bu idi. Bu hayati meselenin arkasında asıl büyük mesele, yani ilâhlık-kulluk meselesi yatıyordu ki, hem bu sure ve hem Kur'an'ın Mekke'de inen bölümü bu meseleyi sürekli biçimde işlediği gibi, Kur'an'ın Medine bölümü de sosyal düzen ve kanun koyma konularını her söz konusu edişinde bu meseleye değinmeden geçmiyordu.
Surenin akışı boyunca cahiliye toplumunun söz konusu hayvanlara, kurbanlara ve adaklara ilişkin tutumuna karşı konurken, yoğun ve coşkun açıklama ve mesaj dalgaları ile yüzyüze geliriz. Cahiliye toplumunun bu alandaki tutumu, kanun koyma yetkisine somutluk kazandıran aktüel bir gerekçe oluşturur. Ayetler bu konuyu tümü ile inanç sistemi meselesine, ilâhlık-kulluk problemine bağlayarak onu iman ya da kâfirlik, İslâm ya da cahiliye ikilemine dönüştürür. Bu yoğun bombardıman kampanyasına az aşağıda, surenin kısa tanıtımı sırasında bazı örnekler vereceğiz. Fakat kampanyanın üstün düzeyli yoğunluğu asıl daha ilerdeki ayetlerin ayrıntılı incelenmesi sırasında tam olarak ortaya çıkacaktır. Bu yoğun bombardıman kampanyası insanın vicdanına, bu dinin karakterine ilişkin şu köklü gerçeği yerleştirmeyi amaçlar: İnsan hayatının küçük-büyük her olayı, her gelişmesi, her ayrıntısı yüce Allah'ın şeriatinde somutlaşan ilâhi egemenliğe dolaysız biçimde boyun eğmelidir. Bunun tersi tümü ile bu dinden çıkmak anlamına gelir. Çünkü, söz konusu ayrıntı vesilesi ile yüce Allah'ın mutlak egemenliğine baş kaldırılmış olur.
Bunun yanısıra bu yoğun kampanya şu gerçeği de kanıtlar: Bu din küçük büyük herhangi bir olaya, herhangi bir gelişmeye ilişkin insan egemenliğini hayat realitesinden silmeye, arındırmaya son derece büyük bir önem verir; bu gelişmelerin ve olayların her birini bu dinin somut ifadesi olan büyük ilkeye bağlar. Bu büyük ilke O'nun yeryüzü üzerindeki ilâhlığını somutlaştıran kayıtsız egemenliğidir. Nasıl ki, O'nun tüm evren üzerinde ilâhlığını, bu evrenin kaderini ortaksız olarak çekip çevirmesi realitesi somut biçimde kanıtlıyorsa...
Yaptığımız alıntılarda işaret edildiği şekliyle surenin akışında ele alınan çevresindeki dahiliyeyle birlikte- müslüman ümmetin hayatında karşılaşılan sorunlar, bu cüzde ele alacağımız surenin geri kalan kısmının da konusunu oluşturmaktadır. Surenin birinci bölümü, ilâhlık ve kulluk sorunlarını evrensel boyutlarıyla ele almakla sürmüştü. Ayetlerin akışı da bu realist münasebetle son bulmuştu. Böylece bu uygunlukla, bu büyük sorun arasında şu doğrudan ve güçlü bağ kurulmuştu:
Kur'an'ın akışı, -bazı yiyecekleri yasaklamak, bazılarını serbest kılmak; meyve, hayvan ve çocuklardan adaklar adamak gibi cahiliye geleneklerini ortadan kaldırmak amacına yönelik- son derece güçlü birtakım etkenler ve yaptırımlar içermektedir. Bunları da birtakım gerçeklere ve kurallara bağlamaktadır. Bunlar İslâm'ın gerçekleri ve dayandığı temel kurallarıdır. Bunların öncesinde ve sonrasında da önemli girişler ve korkunç değerlendirmeler yer almaktadır. Bunlar da, hayatı bütünüyle İslâm'ın gölgesinde yerleştirmeye, yani tek başına Allah'ın egemenliğine vermeye dair bu dinin önem verdiği konuyu işaret etmektedir.
Ayetlerin akışı bu sorunu ele alırken, yüce Allah'ın ciniyle insanıyla tüm kulları kuşatan iradesini, bütün alemlerde olup biten olayların O'nun dilemesi ve gücü ile meydana geldiğini, insan ve cin şeytanlarından oluşan düşmanların peygamberlere yapacakları kötülükleri yapabilmeleri için, yüce Allah'ın onları ağır ağır sonlarına yaklaştırdığını, onlara süre tanıdığını belirtmekle başlıyor. Kuşkusuz yüce Allah dileseydi, onları hidayete zorlardı. Zorlama sonucu sapıklıktan alıkoyardı ya da gerçeği onlara gösterir, kalplerini gerçeğe açardı. Veya peygamberlere ve müminlere işkence etmekten alıkoyar, onlara ilişmemelerini sağlardı. Çünkü onlar, peygamberlere haksızlık yaparken, kötülükleri işlerken, Allah'ın gücünün ve iradesinin sınırlarını aşamazlar. Allah'ın gücünün ve iradesinin dışına çıkma gücünden yoksundur onlar. Onlara serbestlik tanıyan, hidayet veya sapıklık üzere bulunmalarını fırsat veren Allah'ın iradesidir. Her halukârda O'nun kontrolündedirler.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.
-Ahirete inanmayanların kalbleri bu yaldızlı uydurmalara kansı", onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye.
İnsan ve cin şeytanlarının peygamberlere düşman olmalarının, Allah'ın kaderi uyarınca yürürlükte olan bir kanun olduğu ve bu şeytanların yapa geldikleri tüm kötülüklerle birlikte Allah'ın kontrolünde oldukları belirlendiğinden, peygamberler, Allah'ın dışında herhangi bir hükme başvurmaktan kaçınmışlardır. Aslında her meselede, her işte durum kesinlikle bundan ibarettir. Çünkü şu yiyecekler hakkında Allah'ın dışında bir hüküm mercii belirlemek, herhangi bir konuda Allah'ın dışında mercii belirlemek gibidir
Bu da Allah'ın Rabblığının dışında yeni bir Rabblık ortaya atmaktadır. Peygamberin karşı çıktığı budur işte. Bu açıklamadan sonra, bu kitapla ve bu şeriatla artık Allah'ın sözlerinin tamamlandığı, bundan sonra herhangi birinin bir söz söylemesine, bir insanın hüküm vermesine imkân kalmadığına ilişkin peygambere yönelik bir değerlendirme yer almaktadır. Aynı zamanda Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) Allah'ın dini konusunda insanlara uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü onların çoğu, sadece zanna uymaktadırlar, kesin bir bilgiye sahip değildirler. Onlara uyan sapıtacaktır. Sadece yüce Allah, kullarından sapıtanları ve doğru yolda olanları bilir. Bütün bu açıklamalar, şayet müslüman ve müminseler, üzerine Allah'ın adı anılanı yemeye ilişkin emir ve anılmayanı yememeye ilişkin yasağa bir hazırlık amacıyla yer almaktadır. Bu arada helâl (serbest bırakma) ve harama (yasaklama) ilişkin herhangi bir şeyde, şeytanın dostlarına uymamaları konusunda da bir uyarı yer almaktadır. Aksi takdirde onlar gibi müşrik olacaklardır. Bölüm, küfür ve imanın tabiatına, ayrıca kâfirleri bu tür kötülükleri işlemeye iten etkenlere ilişkin bir açıklamayla son buluyor:
-Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken, ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma.
-Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir.
-Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler.
-Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz.
-Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlàndığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü.
-Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslında onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.
-Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız" derler. Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.
Ardından surenin akışı tekrar sürüyor ve hidayete erenlerin doğru yolda oluşları ile sapıkların sapıtmalarının Allah'ın belirlediği bir kader uyarınca meydana geldiğini, bunların da onlar gibi Allah'ın kontrolünde, O'nun egemenliğinde, iradesi ve takdiri çerçevesinde olduğunu belirtiyor:
-Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi da saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder.
Bu bölüm, emir ve yasaklamaya, inanç ve düşünceye ilişkin anlatılan şeylerin Allah'ın doğru yolu olduğunu belirterek son buluyor. Böylece, bu emir ve yasaklarla Allah'ın iradesi ve kaderi hakkındaki inanç temellerini birbirine bağlıyor. Her ikisini bir bağ haline getiriyor. Aynı zamanda bunları, dostları ve yardımcıları olan Rabblerinin katındaki esenlik yurduna kavuşmaları için yüce Allah'ın kullarının takip etmesini emrettiği Allah'ın doğru yolu olarak belirtiyor:
-Bu, Rabbinin doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık.
-Onlar için, Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır. İşledikleri iyi amellerden ötürü O, onların dostudur.
İnancın temel gerçeklerinden, son derece canlı sahnelerden, konum ve etkenlerden ilâhi iradenin, evrensel varlığın ve insan ruhunun gerçeklerine ayrıca insanlık hayatındaki gizli açık nedenlere tutulan ışıklardan, göklerde ve yerde, dünya ve ahirette, insanlık hayatının görünen görünmeyen kısmına egemen Allah'ın otoritesinden kaynaklanan yaptırımlar gibi daha nice gerçekle... Evet, bütün bunlarla Kur'an'ın anlatım metodu, kesilmiş bir hayvanı yeme ya da yememeye ilişkin cahiliye görüntülerinden tek bir tanesine yönelmektedir... Niçin?.. Çünkü bu, bu dinin temel sorunudur. Egemenlik ve egemenliğin kime ait olacağı sorunu... Benzer bir ifadeyle, ilâhlık ve Rabblığın kime ait olacağı sorunu... Böylesine basit gibi görünen bir nedenden ötürü bunca yığınağın, yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın yapılması bu yüzdendir.
Bu yığınağın, yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın benzeri bir tanımla bu sefer cahiliyede meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklar sorununun üzerine gidiliyor.
Doğrusu Arap cahiliyesinde Allah'ın inkâr edilmesi sözkonusu değildi. O'nunla aynı düzeyde birtakım tanrıların varlığı da kabul edilmiyordu. Sadece O'nunla beraber ancak makam ve derece bakımından O'ndan daha aşağı düzeydeki "tanrıları" kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için aracı edindiklerini söylüyorlardı: İşte şirkleri buradan kaynaklanıyordu. Bu nedenle müşrik olmuşlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları ve Allah'ın şeriatı sandıkları yasa ve alışkanlıkları arasında, yüce Allah'a ve sahte tanrılarına meyvelerden ve hayvanlardan adadıkları adaklar da yer alıyordu. Ardından kendi arzularına ya da mabed bekçilerinin ve kâhinlerin arzularına göre birtakım uygulamalarda bulunuyorlardı: "Allah'a ortak koştukları tanrıları için ayırdıkları Allah için verilmez ama, Allah için ayırdıkları ortak koştuklarına verilirdi."
Bu tür gelenekleri arasında, sahte tanrılar adına çocuklarını adamaları, kabile geleneğine uyarak kız çocuklarını öldürmeleri, hayvan ve ekinlerden kimisinin yenmesini yasaklamaları da yer alıyordu. Haram olduğunu sandıkları bu hayvan ve ekinleri Allah'ın dilediğinden başkası yiyemezdi. Aynı zamanda yüce Allah'ın, haram saydıkları bu hayvan ve ekinleri kimin yemesini istediğini de yine kendileri belirliyordu.
Bazı hayvanlara binilmesini yasaklamaları da bu tür gelenekler arasında yer alıyordu. Bunlara Bahira, Saibe, Vasile ve Hami adını veriyorlardı. (Bunların açıklamaları için Maide Suresi ve sonrasına bakınız. ) Kimi hayvanların kesilmesi esnasında Allah'ın adının anılmasını yasaklamaları da bu tür alışkanlıkları arasında yer alıyordu. Üstelik bunun Allah'ın emri olduğunu sanıyorlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları kurallardan biri de hayvanların karnındaki bazı yavruları, kadınların dışında sırf erkeklerin binmesine özgü kılmalarıydı. Şayet yavru ölü doğacak olsaydı kadınları da ortak ederlerdi. Bunu haram, şunu da helâl kılıyorlardı.
Murdar hayvanı helâl saymaları da öyle. "Bunu Allah kesmiştir. Bu hayvan Allah'ın kesmesiyle helâldir" diyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, tüm bunları inancın başlıca ilkelerini son derece etkileyici sahne ve gerçekleri içeren açıklayıcı bir hamleyle karşılıyor. Nitekim surenin tamamında şirk ve iman sorunu etrafında aynı etkenlere başvurulmuştu. Çünkü bu da aynı şekilde şirk ve iman sorunudur. Bu, sorunun uygulamalı ve pratik bir görünümüdür.
Bu hamle esnasında, bu problemin dinin problemi olduğu gibi, inancın da esas problemi olduğu açığa kavuşuyor. O halde yasamaları ve bu gelenekleri müşriklere süslü gösteren, onların hayatlarını mahvetmek ve dinlerini karıştırmak için birtakım hükümler koyan sahte tanrılardır. Dinin karışması ile hayatın mahvolması birbirleriyle yakından ilgilidir. İnsanların hayatları için birtakım hükümler koymanın Allah'ın olması dinin son derece açık, hayatın ise sağlıklı olması demektir. İnsanların hayatı için hükümler koyan Allah'dan başkası olunca, din anlaşılmaz karmaşık bir şey, hayat da yok oluş tehditleri altında kalır!
"Böylece Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar, müşriklerin çoğuna, onları mahvetmek ve dinlerini karmaşık hale getirmek için, çocuklarını öldürmelerini süslü bir davranış olarak göstermişlerdir."
Böylece Allah'ın hükmünden ve O'nun dininden dönüp sahte tanrıların hükmüne ve onların dinlerine girmenin gerisinde şeytanların bulunduğu ortaya çıkmış oluyor. Buna göre açıktan açığa insanların düşmanı olan şeytan, müşriklerin hüsrana ve yok olmaya yönelik eylemlerini yönlendirmektedir:
"Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin. Şeytana ayak uydurmayın. O size açıktan açığa düşmandır."
Aynı zamanda -Allah'ın hükmü olmaksızın- serbest bırakma (helâl sayma) ve yasaklamanın (haram sayma) Allah'a ortak koşmayla eş anlamlı olduğu gerçeği de açıklığa kavuşuyor. Bu durumda tıpkı onun gibi şirktir. Bu tutumlardan herhangi birini Allah'ın üstün iradesine bağlamaya gelince; bu, her çağda müşriklerin başvurduğu bir yöntemdir. Kuşkusuz Allah'ın iradesi, insanlara sınanabilecekleri oranda serbestlik vermeyi öngörmüştür. Bu nedenle tüm şekilleriyle şirke karşı bir zorlama söz konusu değildir. Bu sadece bir sınamadır. Ve onlar hiçbir durumda Allah'ın kontrolünün dışına çıkamazlar!
-Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık." Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının ve yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz."
-De ki; "Yetkin delil, Allah'ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." (En'am Suresi: 148-149)
Ardından haram saydıkları (yasakladıkları) şeyin, Allah tarafından haram kılındığına ilişkin kanıt getirme sahnesiyle karşılaşıyoruz. Bu olay bize surenin başlangıcında ilâhlık konusunda şahit tutma sahnesini hatırlatmaktadır. Bu da gösteriyor ki, gerçekte tek bir problem söz konusudur. Çünkü birtakım kurallar koyma girişimi, aslında ilahlığın özelliklerini iddia etmekle eş anlamlıdır. İşte burada ele alınan sorun bu sorundur!
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur. (En'am Suresi: 140)
Ayette kullanılan "denk tutuyorlar" kelimesinin, surenin başlangıcında ilâhlık sorunu ele alınırken de kullanıldığını hatırlıyoruz. Surenin tanıtımında buna değinmiştik.
Sonunda bu hamle, ürünler, hayvanlar ve çocuklara ilişkin hükümler koyma ve gelenekler belirleme sorunu etrafında yüce Allah'ın belirlediği hükmün, O'nun doğru yolu olduğunun açıklanmasıyla bitiyor. Daha önce kesilen hayvanların haramlığı ve helâlliği konusu ele alınırken başvurulan ifadenin aynısı... Tıpkı, surenin tanıtımında da değindiğimiz, surenin başlarında ele alınan ilâhlık sorununda kullanılan ifade... "İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girişmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Surenin akışı birtakım işaretler edindiğimiz bu konularla sona ermiyor. Aynı yolunu takip ederek "Herşey ayrıntılı biçimde açıklansın, doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun... Ola ki; Rabblerinin huzuruna çıkacaklarına inanırlar" diye Musa'nın kavmine gelen kitaptan, müslümanların ona uyması, kendilerine merhamet eder ümidiyle Allah'dan sakınması için Allah tarafından indirilen şu kutsal kitaptan söz ediyor. Müslümanlara bu kitabın indirilmiş olmasının bir nedeni de, yahudi ve hristiyanlara indirilen kitapların daha önce indiğini bahane ederek, "Kendilerine her şeyi ayrıntılarıyla açıklayan, Allah'ın koyduğu gerçek hükümlerle yalan yere Allah'ın hükmü olarak ileri sürülen kuralları bilmelerini sağlayan bir kitap kendilerine gelmedi" diye mazeret ileri sürmelerini önlemektir.
Bunu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği kitaba uymayıp, asılsız olarak Allah`a dayandırdıkları cahiliye kanunlarına uymaya devam eden ve peygamberi doğrulamak, ona uymak için istedikleri mucizelerin gerçeğin net olarak ortaya çıktığı, ardından yok olup mahvolmanın geldiği günde gerçekleşeceğinin belirtilmesi ile tehdit edilmektedirler: "Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinïn bazı mucizeleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş, ya da imanı doğrultusunda bir hayır kazanmamış olan kimseye o günkü imanı bir fayda sağlamaz. Onlara de ki, `Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz."
Ardından Hz. Peygamber'in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) getirdiği din ve müslüman ümmet ile, Allah'ın şeriatına dayanmaksızın birtakım şeyleri haram kılan (yasaklayan), birtakım şeyleri de helâl kılan (serbest bırakan) birtakım hükümler koyup da bunların Allah'ın şeriatı olduğunu sananlar arasındaki ayrılığa değiniliyor!
"Dinlerinin öngördüğü inanç ve ümmet birliğini parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler ile senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah, onlara ilerde yaptıklarının akıbetini bildirecektir."
Bu kadar net ve açık bir şekilde; "Onlarla senin hiçbir ilişkin yoktur.." İlk etapta basit gibi görünen bir konu nedeniyle şeriat ve hüküm sorununu
bu kadar önemle ele alan akışın sonunda, tamamıyla inanç ve temel ilkeleriyle din konusunda son derece kapsamlı bir mesaj yer alıyor. Gönüllerde ve vicdanlarda gizli inanç ve bu inancın düzen ve hayat metodu düzeyinde tercümanı din...!
-De ki; "Rabbim beni doğru yola, insanların tüm ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın birliğine inanan ve O'na ortak koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemine iletti."
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:05   Mesaj No:18
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

-De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir.
-"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben müslümanların ilkiyim." -De ki; "Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü bildirecektir."
-Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer bazılarınızdan üstün kılan O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması gecikmesizdir, aynı zamanda O bağışlayıcı ve merhametlidir. (En'am Suresi: 161-165)
Kuşkusuz bütün bunlar dünya-ahiret, diriler-ölüler, amel-ceza, kulluk ve hayat tarzına ilişkin inanç ve dinin kapsamına giren sorunlardır. İlâhî sunuş tarzı bütün bunları günlük yaşamın en basit olaylarında, yiyecek ve içeceklerinde ortaya çıkan hakimiyet ve kanun koyma problemi üzerine şu ulu, ürpertici ve aynı zamanda sevecen bir değerlendirme yapmak için biraraya getirmiştir. Çünkü en geniş alanları ve önemli konumlarıyla ilâhlık ve Rabblık davası budur.
Ve işte yüce ilâhî kaynağın insanlara sunduğu şekliyle İslâm...
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak.
-Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. (En'am Suresi: 111-113)
Birinci ayet, yedinci cüz'ün sonunda yer alan geçen bölümü bütünleyici niteliktedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinin peygamberi doğrulamak için mucize göstermeyi önermeleri ve şayet bu mucizeleri gösterecek olursa, kesinlikle inanacaklarını tekrar tekrar yemin ederek belirtmeleriyle ilişkilidir. Öyle ki, bazı müslümanlar içten içe "Keşke yüce Allah isteklerine karşılık verseydi" demişlerdi. Hatta Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) gidip, müşriklerin teklif ettikleri mucizeleri göstermesini Rabbinden dilemesini istemişlerdi.
Nitekim bölüm bütünüyle bu şekilde sunulmuştu:
-Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir." Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar.
-Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez. (En'am Suresi: 109-111)
Yedinci cüz'ün sonunda bu ayetlerden söz edilmişti. Şimdi ise; bu ayetlerin genel anlamda içerdiği, ancak oradaki açıklamada yer almayan bazı gerçeklerden söz edeceğiz.
Birinci gerçek: İman veya küfür, hidayet veya sapıklık... gerçeği gösteren belgeler ve kanıtlarla ilişkili değildirler. Çünkü gerçeğin kendisi bir kanıttır. İnsan kalbinin üzerinde bir etkinliğe sahiptir. Kalp gerçeği kabul eder, onunla tatmin olur, ona boyun eğer. Ancak gerçekle insan kalbinin arasına giren birtakım diğer engeller söz konusudur. İşte bu engellerin mahiyetini yüce Allah, müminlere şu şekilde açıklamaktadır:
"...Hem bilmiyor musunuz ki, eğer onlar (yani kanıtlar ve mucizeler) gelse yine inanmazlar."
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız."
İlk defa meydana gelenin, onları doğru yola girmekten alıkoyanın -mucize geldikten sonra- tekrar meydana gelmesi ve onları bu sefer de doğru yola girmekten alıkoyması mümkündür.
Kuşkusuz inanmaya yöneltici işaretler hem insan kalbinde hem de gerçeğin kendisinde gizlenmiştir: Dış etkenlerle bir ilişkisi söz konusu değildir. O halde bütün çabalar, bu kalbi felâketlerden ve engellerden kurtarmaya yöneltilmelidir.
İkinci gerçek: Hidayet ve sapıklık konusunda son mercii Allah'ın iradesidir. Bu irade, başlangıçta bir süre seçme ve yönelme özgürlüğünü vererek insanı sınamayı, bu süreyi de insanın denendiği ve sınandığı bir süre kılmayı öngörmüştür. Kim bu özgürlüğü, doğru yola, onu bulmaya ve onu azarlamaya yönelik kalbi yönelişte kullanırsa -o esnada doğru yolun nerede olduğunu bilmese dahi- Allah'ın iradesi onun elinden tutmayı, ona yardım etmeyi, kendi yolunu göstermeyi öngörmüştür. Aynı şekilde kim bu özgürlüğü, doğru yoldan kaçmak, gerçeğe götüren kanıtlardan ve işaretlerden yüz çevirmek uğruna kullanırsa, Allah'ın iradesi onu saptırarak yoldan uzaklaştırmayı ve karanlıklar içinde çarpılmış durumda bırakmayı gerektirmiştir. Kuşkusuz, Allah'ın iradesi ve kaderi bütün durumlarda insanı kuşatmıştır. En sonunda her işin dönüşü de O'nadır.
Ayetlerin akışında yer alan şu ifade bu gerçeğe işaret etmektedir:
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini, iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız."
Şu ayeti kerime de buna işaret etmektedir:
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez."
Bu bölümden önce yer alan şu ifade de bu gerçeğe işaret etmektedir:
"Rabbinden sana gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh. yoktur. O'na ortak koşanlardan yüz çevir."
"Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına koruyucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili ve davranışlarının sorumlusu da değilsin." (En'am Suresi: 106-107)
Şu bölümde yer alan aşağıdaki ayette de bu işaret vardır:
"Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak."
O halde her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Onların doğru yolu bulmamalarını dileyen O'dur. Çünkü onlar hidayetin yolunu tutmadılar. Yine onlara, denemek üzere bu kadar serbestlik tanımayı dileyen O'dur. Doğru yolu bulmak için çabaladıkları zaman doğru yolunu gösteren, sapıklığı tercih ettiklerinde de onları saptıran O'dur. İslâm düşüncesinde yer alan ilâhî serbest irade ile insanlara verilen bu kadarlık seçme özgürlüğü ile sınanmaları için kendilerine bırakılan bu alan arasında bir çelişki söz konusu değildir.
Üçüncü gerçek: Allah'ın buyruklarına uyanlarla isyan edenler, O'nun kontrolü altındadırlar. Gücü ve egemenliği karşısında birdirler. Kulların işlerini yönlendirmeye ilişkin yasalarla cereyan eden ilâhî iradeye uygun Allah'ın kaderi olmaksızın onlardan hiçbiri herhangi bir şey yapma imkânına sahip değildir. Ancak müminler, -kendilerine verilen seçme özgürlüğü oranında- kendi içlerinde, hücrelerinin hareketlerinde, organik ve psikolojik oluşumlarında, Allah'ın egemenliğine zorunlu olarak ister istemez boyun eğişleri ile bilgiye, hidayete ve serbestliğe dayalı olarak, kendilerini zorunlu gördükleri isteğe bağlı boyun eğişleri arasında bir uyum meydana getirirler. Bundan dolayı bizzat kendi kendisiyle barış içinde yaşar mümin. Çünkü hem zorunlu, hem de isteğe bağlı yönü tek bir kanuna, tek bir otoriteye, tek bir hakimiyete uymaktadır. İsyan edenlere gelince; onlar Allah'ın fıtrî yasasına uymak zorundadırlar.
Bu yasa onları zorlamakta, ancak onlar bedensel oluşumları ve fıtrî ihtiyaçları bakımından bu yasaların dışına çıkamazlar. Bununla beraber kendilerine serbestlik tanınan alanda, O'nun hayat metodunda ve şeriatında somutlaşan Allah'ın egemenliğinden kaçmaktadırlar. Bu kopukluktan dolayı kişiliklerinde bir bedbahtlık yaşarlar. Bütün bunlara rağmen unlar Allah'ın kontrolü altındadırlar, hiçbir alanda O'nu aciz bırakamazlar. O'nun takdiri olmadıkça hiçbir şey yapamazlar.
Bu üçüncü gerçek, surenin geri kalan kısmında ele alınan sorun açısından özel bir öneme sahiptir ve bu gerçek farklı şekillerde, değişik yerlerde tekrarlanmaktadır. Çünkü tümüyle bu bölüm -daha önce de açıkladığımız gibi- ilâhlık konusunu ve insan hayatı ve insanların uydukları kanunlar üzerinde ilâhlığın egemenliğini ele almaktadır. Bu nedenle surenin akışı, egemenliğin tümüyle Allah'a ait olduğunu belirtme noktasında yoğunlaşmaktadır. Hatta Allah'ın sisteminden ve şeriatından kaçan isyancıların oluşumları üzerindeki egemenlik de Allah'a aittir. Onlar, Allah'ın dilemesi dışında O'nun dostlarına herhangi bir eziyette bulunamazlar. Bir kere onlar kendilerine hakim olmaktan acizdiler, müminlere nasıl egemen olabilirler? Gerek Allah'ın buyruklarına uyanlar, gerekse isyan edenler için dilediğini onunla yaptığı Allah'ın iradesidir her şeye egemen olan.
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileriyle konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez" ayetinin tefsirinde Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi şunları söylemektedir:
(Yüce Allah Peygamberi Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) şunu söylüyor: Ey Muhammed, putları ve heykelleri Rabblerine denk tutan sonra da sana, "Şayet bize bir kanıt gösterecek olursan kesinlikle sana inanacağız" diyenlerin iflah olacaklarından ümidini kes. Çünkü onlar için melekleri indirsek, gözleriyle görseler, sonra bir kez de peygamberliğine bir kanıt oluşturmaları için ölüleri diriltsek de onlarla konuşsalar ve söylediklerinde haklı olduğunu, onlara getirdiğin şeyin Allah katından bir gerçek olduğunu bildirseler ve yine her şeyi biraraya getirsek ve onları senin karşına koysak (Yani "emrine versek) -Allah'ın hidayete ermesini dilediği kimsenin dışında- sana inanmayacaklardır, seni doğrulamayacaklardır, sana uymayacaklardır. "Fakat çoğu bunu bilmez." Şöyle diyor yüce Allah: Ancak bu müşriklerin çoğu bunun böyle olduğunu bilmez. Sanıyorlar ki; inanmak onlara kalmıştır, kâfir olmak onların elindedir; diledikleri zaman inanırlar, diledikleri zaman kâfir olurlar. Durum böyle değildir. Bu benim elimdedir. Doğru yola ilettiğim ve bunda başarılı kıldığım dışında hiçbiri inanamaz. Doğruluktan uzaklaştırıp saptırdığımdan başkası kâfir olamaz.)
Burada İbni Cerir'in açıkladığı bu temel prensip doğrudur, ancak daha fazla açıklamayı gerektiriyor. Nitekim hidayet, sapıklık, Allah'ın iradesi ve insanın çabası hakkındaki Kur'an ayetlerine dayanarak konuya değinmiştik. Kuşkusuz inanmak ve kâfir olmak sonradan olan bir şeydir; ve şu varlık bütününde sonradan olan her şey ancak Allah'ın kaderi uyarınca meydana gelmektedir:
"Şüphesiz biz her şeyi bu kader doğrultusunda yaratmışız." (Kamer Suresi: 49) Falanın inanması, falanın da kâfir olması şeklinde ortaya çıkan kaderin dayandığı temel kanuna gelince; ayetler bunu açıklamaktadır. Buna göre insan, bir miktar serbestlikle yöneliş noktasında sınanmaktadır. Doğru yola yöneldiğinde ve bu uğurda çaba sarfettiğinde, Allah ona yol göstericilik yapacaktır. Hidayete ermesi Allah'ın kaderi uyarınca gerçekleşecektir. Aynı şekilde sapıklığa yönelip, doğru yoldan kaçındığında, Allah onu saptıracaktır. Sapıklığı Allah'ın kaderi doğrultusunda meydana gelecektir. İnsan her iki durumda da Allah'ın kontrolü ve egemenliği altındadır. İnsanın hayatı, Allah'ın serbest iradesine göre hareket eden kader ve yine O'nun serbest iradesiyle belirlediği kanun uyarınca sürmektedir.
Bundan sonra, surenin devam eden akışında iki ayet yer alıyor. Bunlar bir açıdan açıklamayı tamamladığımız geçen bölümün hedeflediği anlam ve gerçekleri bütünlemektedirler. Bir açıdan da yetki, şeriat ve egemenliğe ilişkin inanç sorunlarına hazırlık oluşturmaktadırlar. Nitekim surenin geri kalan kısmında bu sorunlar işlenmektedir.

112- "Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak. "


113- "Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. "

İşte böyle... Tıpkı, inanmalarını mucizelerin gösterilmesi şartına bağlayan, evrende ve insanın içinde yer alan hidayete götürücü kanıtlardan ve işaretlerden yüz çeviren o müşrikler hakkında takdir ettiğimiz gibi, bütün kanıtlar teker teker gösterilse bile onlarda iman olayı gerçekleşmeyecektir.
Aynı şekilde bunlar hakkında da takdir ettik. Her peygamberin insanlardan ve cinlerden oluşan düşmanlarının olmasını takdir ettik. Bunların birbirlerini aldatmak, peygamberlere ve hidayete karşı savaşmak için kandırmak hususunda birbirlerine yaldızlı sözler fısıldamalarını takdir ettik. Ayrıca ahirete inanmayan, bu tür sözlerden hoşlanan, peygamberlere ve hakka düşmanlık yapan, yeryüzünde sapıklık ve bozgunculuk yaymak gibi kötülükleri işleyen grupların bu yaldızlı sözlere kulak vermelerini de takdir ettik.
Kuşkusuz tüm bunlar, Rabbinin iradesi uyarınca O'nun kaderine göre meydana gelmektedir. Şayet Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O'nun iradesi bundan farklı da olabilirdi. Kaderi bütün bu olanlar dışında cereyan edebilirdi. O halde, tüm olup bitenlerde tesadüf söz konusu değildir. Bu olanlar üzerinde insanların bir etkinlikleri olmadığı gibi, buna güçleri de yetmez.
Yeryüzünde peygamberler ve beraberlerindeki gerçekle insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların batıl düşünceleri, yaldızlı sözleri ve gururları arasındaki bu bitmez tükenmez savaş böylece açıklandığı zaman... Yeryüzünde süren bu çatışmanın Allah'ın iradesi uyarınca ve O'nun kaderi doğrultusunda gerçekleştiği açığa kavuşunca, yeryüzünde meydana gelen bu olayın mahiyetini ve arka planındaki gücü kavradıktan sonra, müslümanın bunun ötesindeki hikmeti düşünmeye yönelmesi gerekmektedir:
"Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler."
İrademiz ve takdirimiz doğrultusunda her peygambere kimilerini düşman yaptık. Bu düşman, insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanlardır. Şeytanlık; azdırmak, saptırmak ve kötülüğe yönlendirmektir ki, insanlar için geçerli olduğu gibi cinler için de geçerli bir sıfattır. Cinlerden azgınlık yapan, kötülüğe ve sapıklığa yöneltenler şeytan diye nitelendirildikleri gibi, azgınlaşan, insanları kötülüğe ve sapıklığa yönelten insanlar da şeytan diye nitelendirilirler. Ayrıca kötü huylu, inatçı ve zararlı olan hayvanlar da bu şekilde nitelendirilirler. Nitekim: "Siyah köpek şeytandır" denmektedir.
Yüce Allah'ın her peygambere düşman olmalarını takdir ettiği -insanlardan ve cinlerden oluşan- bu şeytanlar, birbirlerine vahyettikleri (fısıldadıkları) yaldızlı sözlerle bazısı bazısını aldatmaktadır. Valıyin anlamlarından biri; sözün bir canlıdan diğer bir canlıya içsel bir etkenle aktarılmasıdır. Bu şeytanlardan bazısı bazısını kandırıp birbirlerini azgınlığa, sapıklığa, kötülüğe ve günaha teşvik ederler.
İnsanlardan oluşan şeytanların durumu bizce bilinmektedir. Yeryüzünde yaptıklarını görmek her zaman mümkündür. Bunların örnekleri her peygambere ve peygamberin beraberindeki gerçeğe ve müminlere karşı takındıkları düşmanca tavrın numuneleri bilinmektedir. İnsanlar bunları her zaman görebilirler.
Cinlerden şeytanlara -ayrıca tüm cinlere- gelince; bunlar Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedirler. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği gaybın anahtarları katında bulunan Allah'ın bildirdiklerinden başka hiçbir şey bilmiyoruz bu konuda. Şu evrende insandan ve yeryüzünde bilinen diğer canlı türlerden ve cinslerden farklı yaratıkların varlığı prensibi açısından... Prensip açısından biz, "Allah'ın bunlar hakkında söylediklerine inandığımızı, açıkladığı sınırlar dahilinde haber verdiklerini doğruladığımızı söylüyoruz. Bu konuda yüce Allah'ın bildirdiği gerçekleri inkâr etmek için "bilim"i kalkan edenlere gelince; doğrusu bunların neye dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü beşeri bilimler, dünya gezegeninde yer alan tüm canlı türlerini kuşattığı iddiasında değildir. Hem bu bilimler, diğer gök cisimlerinde neler bulunduğunu bilme imkânına sahip değildir. Bu konuda tüm söyleyeceği, yeryüzündeki hayat türünün bazı gezegenlerde ve yıldızlarda olabileceği veya olamayacağı varsayımlarını ileri sürmektir. Dolayısıyla bu varsayımlar ispatlansa bile, diğer bir hayat türünün, başka bir canlı çeşidinin evrenin bir başka köşesinde yaşıyor olabilecekleri düşüncesini çürütemez. Çünkü `bilim' bu konuda herhangi bir şey bilememektedir. O halde herhangi birinin "bilim" adına bu değişik canlı alemlerin varlığını inkâr etmesi despotluktur, küstahlıktır.
Tıpkı insanların kimisi gibi, bir kısmı şeytanlık yapan, kötülük ve sapıklığa teşvik eden -iblis ve soyu gibi- ve cin diye adlandırılan bu topluluğun mahiyeti açısından... Evet cin adı verilen bu topluluğun mahiyeti açısından, Allah'dan ve O'nun Peygamberinden (salât ve selâm üzerine olsun) gelen doğru haberlerden başka bir şey bilmiyoruz.
Bu topluluğun dumansız ateşten yaratıldığını ve bunların yeryüzünde olduğu kadar yerin içinde ve dışında yaşama gücüyle donatıldığını, bu alanlarda insanlardan daha çabuk hareket etme yeteneğine sahip olduklarını, salih müminleri olduğu kadar azdırıcı şeytanlarının olduğunu, bunlar Ademoğulları'nı görebildikleri halde insanların onları oldukları şekilde göremeyeceğini -zaten insanları görüp de insanların göremediği daha nice yaratıklar var- aynı şekilde bunların şeytanlarının insanoğluna, yoldan çıkarmak ve saptırmak için musallat olduğunu biliyoruz. Bunlar bilmediğimiz bir yöntemle insanlara vesveseler ve çeşitli kötü düşünceler aşılama gücüne sahiptirler. Allah'ı anan müminler üzerinde bu şeytanların bir egemenliği söz konusu değildir. Mümin Allah'ı andığı zaman şeytan ortaya çıkar ve birtakım vesveseler verir. Allah'ı anmakla mümin, şeytanın zayıf hilesinden çok daha güçlü bir konuma gelir. Cinler alemi tıpkı insanlık alemi gibi Allah'ın huzurunda toplanıp yaptıklarından dolayı sorgulanacaklardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi cennete veya cehenneme gideceklerdir. Cinler meleklerle karşılaştırıldıkları zaman, hiçbir gücü ve etkinliği bulunmayan son derece zayıf bir topluluk olarak belirirler.
İşte bu ayetten anlıyoruz ki yüce Allah, insanlardan ve cinlerden şeytanları her peygambere düşman kılmıştır...
Kuşkusuz yüce Allah -dileseydi- böyle bir şey yapmamalarını sağlayabilirdi. İnsanları azdırmamalarım, kötülüğe teşvik etmemelerini, peygamberlere düşmanlık yapmamalarını, müminlere eziyet etmemelerini ve insanları Allah'ın yolundan saptırmamalarını sağlardı. Yüce Allah onları hidayete zorlayabilirdi. Ya da doğru yola yönelmeleri durumunda onları doğru yola iletebilirdi. Ya da onları peygamberlere, gerçeğe ve ona inananlara karşı çıkmaktan aciz bırakabilirdi. Ancak yüce Allah bu kadarlık ve serbestliği onlara bırakmıştır. Allah'ın iradesinin öngördüğü ve O'nun kaderinin belirlediği oranda Allah'ın dostlarına eziyet etmelerine izin vermiştir. Ayrıca yüce Allah, dostlarını düşmanlarının işkenceleriyle sınamayı takdir etmiştir. Tıpkı düşmanlarını kendilerine verdiği serbestlik ve güç oranında sınadığı gibi. Dolayısıyla bunlar, Allah'ın takdir ettiğinin dışında O'nun dostlarına işkence, eziyet yapamazlar.
"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı."
Bu açıklamalardan hangi sonuçları çıkarabiliriz?
a) Öncelikle, tüm peygamberlere düşman konumunda olanların, peygamberlere uyanlara baskı yapıp işkence edenlerin "şeytanlar" olduğunu, insanlardan ve cinlerden şeytanlar olduğunu anlıyoruz. Aynı zamanda (insanlardan ve cinlerden oluşan) bu şeytanların tek bir görevi yerine getirdiklerini, hep birlikte insanları azdırma, yoldan çıkarma ve Allah'ın dostlarına düşmanlık yapma görevini üstlenirken bazısının bazısını kandırıp saptırdığını da anlıyoruz.
b) İkinci olarak, bu şeytanların saydığımız durumların hiçbirinde herhangi bir şey yapmadıklarını, kişisel güçleriyle peygamberle düşmanlık ve onlara uyanlara eziyet yapamadıklarını anlıyoruz. Onlar, Allah'ın kontrolü altındadırlar. Allah dostlarını arındırmak, kalplerini temizlemek ve kendilerine emanet edilen gerçeği savunmada dirençlerini, sabırlarını denemek gibi dilediği bir şey için bu şeytanlar aracılığıyla dostlarını sınamaktadır. Sınavı başarıyla geçtiklerinde yüce Allah, onlardan tabi tuttuğu denemeyi kaldırır. Bu düşmanları onlardan uzaklaştırır. Bu düşmanlar, Allah'ın takdir ettiğinin ötesinde onlara herhangi bir eziyet verme gücünden yoksundurlar. Sonuçta Allah'ın düşmanları omuzlarına günahlarını eksiksiz bir şekilde taşır durumda, büyük bir zaaf içinde rezil olarak O'na dönerler.
"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı."
c) Üçüncü olarak, insanlardan ve cinlerden şeytanların şeytanlık yapmalarını -ki onları verdiği serbestlik ve güç oranında sınamaktadır- ve bir müddet dostlarına eziyet etmelerini gerektiren yüce Allah'ın özgür hikmeti olduğunu anlıyoruz. Yüce Allah böylece dostlarını denemektedir; acaba sabrediyorlar mı? Batıl üzerlerine çullandığı ve etraflarını sardığı zaman sahip oldukları gerçekte diretiyorlar mı? Kendilerine pay çıkarmaktan kurtulup, gerek zorlukta, gerek darlıkta, gerek tasada, gerek kıvançta bir defada kendilerini Allah için feda ediyorlar mı, bunu görsünler. Yoksa yüce Allah, tüm bu olanların olmamasına kadirdir.
d) Dördüncü olarak, insanlardan ve cinlerden şeytanların, onların kurduğu tuzakların ve müminlere verdikleri eziyetlerin kendilerine özgü bir güçten kaynaklanmadığını ve yüce Allah'ın onların eliyle gerçekleşmesini dilediği şeyin dışında herhangi bir şey yapamayacaklarını anlıyoruz. Bütün bunları takdir edenin, meydana gelmesine izin verenin yüce Rabbi olduğunu bilen bir mümine yakışan, görünüşteki güçleri ve haksız egemenlikleri ne kadar görkemli de olsa şeytanları (düşmanları) önemsiz görmesidir. İşte bu noktada Allah'ın yüce elçisine yönelik şu direktif yer alıyor:
"Onları asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak."
Onları yalanlarıyla başbaşa bırak. Onları arkadan yakalamaya kadirim ben. Onların cezaları hazırlanmıştır.
e) Burada şeytanların sınanması ve müminlerin denenmesi dışında, diğer bir hikmet de söz konusudur. Yüce Allah bu düşmanlığın, bu fısıldaşmanın, bu sözlü gurur ve aldatmanın bir başka hikmete yönelik olmasını dilemiştir: "Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye." Yani ahirete inanmayanların kalpleri bu aldatmalara ve fısıldamalara yönelsin diye... Çünkü bunlar tüm ilgilerini dünyayla sınırlandırmışlardır. Bunlar, bu dünyada şeytanların tüm peygamberlere tuzaklar kurduklarını, her peygamberin takipçilerine eziyetler verdiklerini ve bazısının diğerlerinin söz ve davranışlarını süslü gösterdiklerini görüyorlar ve yalancı yaldızlarına, aldatıcı güçlerine kanıp şeytanlara boyun eğiyorlar. Sonra da bu fısıldamaların gölgesinde ve bunlara kulak vermelerinden dolayı yaptıkları günah, kötülük, fuhuş ve bozgunculuğu işliyorlar.
Bu, yüce Allah'ın böyle olmasını dilediği ve bu şekilde takdir ettiği bir şeydir, ötesindeki arınma ve denemeden dolayı... Herkese yapabileceğini yapma fırsatı verilmesi ve cezasını adilce ve ölçülere göre hak etmesi için...
Sonra... Hayatın kötülüklerinin savmakla temizlenmesi, kesin ayrılıkla hakkın iyice ortaya çıkması, iyiliğin sabırla belirginleşmesi ve şeytanların kıyamet günü günahlarını eksiksiz yüklenmeleri için... Ve her işin Allah'ın iradesi doğrultusunda meydana gelmesi için; hem düşmanlarının hem de dostlarının işi... Allah'ın iradesi böyle. O, ne dilerse yapar.
Bir açıdan insanlardan ve cinlerden şeytanların diğer açıdan tüm peygamberlerin ve takipçilerinin arasındaki çatışmaya, üçüncü bir açıdan da Allah'ın her şeye egemen iradesine ve yürürlükteki kaderine ilişkin Kur'an-ı Kerim'in çizdiği bu sahne... Evet bu sahne her yönüyle bir miktar üzerinde durmamızı gerektirecek önemdedir!
Bu savaşta tüm şer güçler biraraya geliyor... İnsanlardan ve cinlerden şeytanlar... Dayanışma ve uyum içinde belirlenmiş bir plan uygulamak için biraraya geliyorlar. Kararlaştırılan plan, peygamberlerin mesajlarında somutlaşan hakka düşmanlık ve savaş açmak... Yöntemleri de belirlenmiştir bu planın. "Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler." Bazısı bazısına aldatma ve saptırma yöntemlerini gösterir. Bu arada kimileri de birbirlerini aldatırlar. Hakka ve taraftarlarına savaş açmış her kötülük kampında bu tür görüntülere her zaman rastlamak mümkündür. Kuşkusuz şeytanlar aralarında yardımlaşırlar. Aynı zamanda sapıklıkta da bazısı bazısına yardım eder. Zaten onlar hiçbir zaman birbirlerine doğru yolu göstermezler. Ancak birbirlerine hakka karşı düşmanlık beslemeyi, ona savaş açmayı, onunla uzun bir çatışmaya tutuşmayı süslü gösterirler.
Fakat bu, tamamen başıboş bir tuzak değildir. Allah'ın iradesi ve kaderi tarafından kuşatılmıştır. Bu konuda şeytanlar, Allah'ın dilediğinden ve kaderi doğrultusunda meydana getirdiğinden başka bir şey yapamazlar. Bu noktada tuzak -bunca görkemine ve evrensel şer güçlerinin etrafında birikmesine rağmen bağlı ve kilitli olarak beliriyor. Hiçbir bağ, hiçbir sınır olmaksızın dilediği gibi serbestçe hareket edemez, sorgusuz, takipsiz dilediği kişiye isabet edemez. Nitekim tağutlar, kalplerini arzularına ve iradelerine bağlamak için kendilerine kulluk yapan insanları böyle bir korku ortamına atmak isterler. Asla!.. Onların iradeleri Allah'ın dilemesine bağlıdır, güçleri Allah'ın kaderiyle sınırlıdır. İmtihanın sınırları içinde olmak üzere Allah'ın dilediğinden başka O'nun dostlarına bir zarar dokunduramazlar. Kuşkusuz her şey sonuçta Allah'a dönecektir. Hak taraftarları, şeytanların kararlaştırdıkları bir plan etrafında biraraya gelişlerini canlandıran sahneye iyice dikkat etmelidirler. Planın mahiyetini ve yöntemlerini öğrenmeleri için bu gereklidir. Aynı şekilde yüce Allah'ın iradesinin ve O'nun takdirinin şeytanların plan(arını ve taktiklerini kuşattığını gösteren sahnenin, hak taraftarlarının gönüllerini bağlılık, güven ve kesin inançla doldurması, kalplerini ve bakışlarını üstün güce, yürürlükte olan kadere ve varlık üzerindeki temel ve gerçek egemenliğe yöneltmesi, hak taraftarlarının vicdanlarını şeytanların istedikleri ya da istemedikleri şeylere bağlılıktan kurtarması ve onların kendi içlerinde ve hayatlarında inşa ettikleri gibi hakkı insanların pratik hayatlarında inşa etmek için yollarına devam etmeleri açısından da son derece önemlidir. Şeytanların düşmanlığına ve kurdukları tuzaklara gelince; onları da her şeyi kuşatan iradeye ve yürürlükte olan kadere bıraksınlar.
"Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak."
Şu anda, surenin geri kalan kısmının ele aldığı ve surenin akışında sürekli zihinlerin hazırlandığı soruna gelmiş bulunuyoruz. Bu hazırlığın sonuncusu da büyük akide davasına, geçen iki ayette yer alan uzun inanç savaşının realitesine, bütün peygamberlerle insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki savaşta meydana gelen her şeyin Allah'ın mutlak otoritesi ve kontrolü altında olduğunun belirlenmesine, hidayet ve sapıklığın kurallarına; sapıklık ve hidayetin dayandığı ilâhi yasalara ve geçen sayfalarda sunduğumuz konulara ilişkin gerçeklerin ifade edilmesine yönelik olmuştu.
Şimdi tüm bu ön açıklamaların kendisine temel oluşturduğu soruna gelmiş bulunuyoruz; üzerinde Allah'ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanın helalliği ve haramlığı sorununa... Bu sorun bir açıdan önemini, İslâm'ın ilk ilkesini belirlemesinden almaktadır: Mutlak egemenlik hakkının tek başına Allah'a ait olması ve insanların böyle bir hak iddia etmekten ya da her ne şekilde olursa olsun, böyle bir çaba içinde olmaktan soyutlanması ilkesi... Sorun bu ilkeye ilişkin olunca, ilkenin gerçekleşmesi ya da iptal edilmesi bakımından olayın küçüğü de büyük gibidir. Artık işin, kesilen bir hayvanın yenilip veya yenilmemesine ya da kurulan bir devlete veya yerleştirilen bir toplumsal düzene ilişkin olmasına bakılmaz. İlke bakımından da bu diğeri gibidir çünkü. Bu da diğeri gibi tek başına Allah'ın ilâhlığını tanımak ya da bu ilâhlığı reddetmek anlamına gelmektedir.
Her münasebette açıklamak için Kur'an'ın ifade metodu çok kere özellikle bu ilkeye dayanmaktadır.,Büyük küçük her meseleye ilişkin hükümlerin öncesinde yeri geldikçe bunu tekrarlamaktan usanmaz. Çünkü bu ilke inancın, dinin ve İslâm'ın kendisidir. Bunun ötesinde din olarak sadece uygulamalar ve ayrıntılar kalır. ,
Surenin bu bölümünde -sonuna kadar olduğu gibi- bu ilkenin, cahiliye hükümlerinin ve geleneklerinin sunulması münasebetiyle çeşitli şekillerde defalarca açıklandığını göreceğiz. Burada cahiliyenin bu hüküm ve geleneklerinin şirkle ve İslâm'a karşı büyüklük taslamakla ilişkili olduğu, Allah'ın ilâhlığından başka bir ilâhlık belirlemek noktasından kaynaklandığı açıklanmaktadır. Kur'an'ın çeşitli yöntemlere başvurarak bunca sert hamleyle soruna eğilmesi ve sorunu bu kadar sıkı sıkıya itikad, iman ve İslâm'ın temeline bağlaması bu yüzdendir. HAKİMİYET ALLAH'INDIR
Ayetlerin akışı -kesilen hayvanların helâl ve haramlığı noktasında egemenlik merciini belirlemeye bir giriş olması için- kulların tüm işlerinde egemenlik merciini açıklamakla başlıyor. Kesilen hayvanlar sorununda müşrikler Allah'a iftira ederek, O'nun otoritesine tecavüze yeltenerek egemenlik hakkı iddia ediyorlardı. Bu konuda ele alınan ayetlerin akışından da anlayacağınız gibi konuyu ele almak için uzun bir hazırlık yapılmaktadır:


114- "Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma. "


115- Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir. "


116- "Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinde giderler, sırf tahmin yürütürler. "


117- "Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir. "

Tüm bu ön açıklamalar, pratik ve hazır olan ayrıca kendisi için hazırlıklar yapılan bu konuya girmeden önce yer almakta, ardından konuyu doğrudan doğruya iman ya da küfür sorununa bağlamaktadır.
"Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz."
"Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı..." (En'am Suresi: 118-119)
Tüm bu hazırlıklardan sonra sunulan helâl veya haramlık konusu tamamlanmadan önce, emir, yasaklama, açıklama ve azaba ilişkin kuvvetli etkenler içeren diğer direktifler ve değerlendirmelerle iki bölüm birbirinden ayrılmaktadır:
"...Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir."
"Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir."
Ardından yeniden helâl ve haram kılma konusundan söz açılmakta ve konu doğrudan doğruya İslâm ve şirk sorununa bağlanmaktadır:
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bundan sonra, söz içinde küfür ve imanın özelliğine ilişkin diğer bir bölüm başlıyor. Sanki bu bölüm helâl ve haram kılma işinin bir değerlendirmesi olarak yer alıyor. Ayrıca bu sıralamada, bu ilgi kurmada ve bu vurgulamada günlük hayatın problemlerindeki yasama ve hakimiyet sorununa ilişkin İslâmî bakışın mahiyeti somutlaşmaktadır.
"Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
Bu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) diliyle ifade edilen red amaçlı bir sorudur. Genel anlamda herhangi bir işte Allah'tan başka bir hakeme başvurmayı reddetme amacına yöneliktir. Ayrıca tüm işler için hakimiyet merciini belirleme ve bu merci bu hakta tartışmasız birleme amacı güdülmektedir. Böylece hayatın herhangi bir meselesinde hükmüne başvurmak için Allah'dan başka birine yönelmenin mümkün olabileceği savı tümden tuhaf karşılanarak reddedilmiş oluyor:
"Allah'ın dışında bir hakeme mi başvurayım?"
Sonra... Bu reddin ve Allah'dan başkasını hakem edinmeyi son derece çirkin ve garip bir olay olarak gözler önüne seren koşulların ayrıntılarına geçiliyor. Kuşkusuz yüce Allah hiçbir şeyi kapalı bırakmamıştır. Kullarını hayatta karşılaşacakları problemlere ilişkin hükümler belirlemeleri için başka bir kaynağa muhtaç durumda bırakmamıştır.
"Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmiştir..."
Bu kitap, insanların ayrılığa düştükleri konularda aralarında adaletle hükmetmesi ve bu işlerde Allah'ın hakimiyetini ve ilâhlığını temsil etmesi için indirilmiştir. Sonra bu kitap, bir bütün olarak tüm hayat düzeninin dayanacağı temel ilkeleri içerir bir şekilde ayrıntılı olarak indirilmiştir. Aynı zamanda bu kitap, ekonomik, bilimsel ve top yekûn pratik durumları ne düzeyde olursa olsun, insan topluluklarında yer etmesini istediği sorunlara ilişkin ayrıntılı hükümleri de kapsamaktadır. Bu ve öteki nedenlerden dolayı bu kitap, hayatın herhangi bir probleminde Allah'dan başka birinin hükmüne ihtiyaç bırakmamaktadır.
Yüce Allah'ın kitabı aracılığıyla bildirdiği gerçek budur. Bundan sonra dileyen, "insanlık büyük bir gelişme gerçekleştirmiştir, artık bu kitaba ihtiyàcı kalmamıştır" desin, ancak beraberinde bu dine inanmadığını, kâfir olduğunu ve alemlerin Rabbinin sözünü yalanladığını da belirtsin. (Allah korusun).
Sonra çevrelerinde, herhangi bir işte Allah'dan başkasını hakem edinmeyi çirkin ve garip bir durum olarak ortaya koyan başka şartlar da söz konusudur. Kuşkusuz daha önce kendilerine kitap verilenler, bu kitabın Allah katından indirilmiş olduğunu bilirler. Onlar kitabı iyi bilirler. Çünkü onlar kitap ehlidirler.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler."
Kuşkusuz yüce Allah'ın müşriklere bildirdiği bu şartlar, hem Mekke'de hem de Arap Yarımadası'nda mevcuttu. Yüce Allah'ın gönüllerini İslâm'a açtığı kimilerin yaptığı gibi ehli kitap da, ister açıkça belirtsin, ya da bazılarının yaptığı gibi gizlesin, inkâr etsin farketmez. Her iki durumda da mesele birdir. Bunu Allah bildiriyor ve doğru olan O'nun bildirdiğidir. Buna göre kitap ehli, Kur'an'ın hak içerikli olarak Allah katından indirilmiş olduğunu bilmektedir. Bu kitabın içeriği hak olduğu gibi Allah'dan indirilişi de haktır.
Kuşkusuz kendilerine kitap verilenler (yahudi ve hristiyanlar) günümüzde de bu kitabın hak içerikli olarak Allah katından indirilmiş olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda bu dinin gücünün, kendisini saran gerçekten ve içerdiği haktan kaynaklandığını çok iyi biliyorlar. Tüm bu bildiklerinden dolayı da bu dinle ve bu kitapla kesintisiz bir savaşa girişiyorlar. Bu savaşların en şiddetlisi ve en ağırı da, hakimiyeti bu kitaptan kaynaklanan şeriattan alıp, insan ürünü diğer kitaplardan kaynaklanan yasalara vermek ve Allah'dan başkasını hakem pozisyonuna getirmektir. Allah'ın kitabı yaşanmamış, O'nun dini varlığını sürdürmemiş olsun ki; bir zamanlar ilâhlığın tek başına Allah'a ait olduğu, Allah'ın kitabından kaynaklanan şeriatının egemen olduğu, diğer yasaların katkılarının söz konusu olmadığı, Allah'ın kitabının yanında (toplum sisteminin ve yasamaya ilişkin temellerin ondan alındığı ve tıpkı müslümanların Allah'ın kitabına ve ayetlerine başvurduğu ve şahit tuttuğu gibi, başvurulan ve içeriği şahit gösterilen) başka kitaplara itibar edilmediği ülkelerde, başka ilâhlıklar kurulsun! Bütün bunların arkasında -siyonist ve haçlılardan oluşan- ehli kitap vardır. Bunun gibi iğrenç hedeflerin gerçekleşmesi için ortaya atılan her sistemin ve her hükmün arkasında yer aldıkları gibi.
Ayetlerin akışı, bu kitabi yüce Allah'ın ayrıntılı olarak indirdiğini ve kitap ehlinin bu kitabın Allah katından hak içerikli olarak indirilmiş olduğunu bildiklerini açıklarken, Hz. Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) dahası kendisine inananlara yönelmekte, müşriklerin tarafından gördükleri yalanlama ve tartışmanın ve kimi kitap ehlinin tarafından gördükleri gizleme ve inkârın ağırlığını hafifletmektedir:
"O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne kuşkuya düşmüştü ne de tereddüt etmişti. Yüce Allah kendisine:
"Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor. Kuşkusuz sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın kuşkuya kapılanlardan olma" (Yunus Suresi: 194) ayetini indirdiği zaman, Hz. Peygamberin "Ne kuşkuya kapılırım ne de sorarım" buyurduğu rivayet edilmektedir.
Ancak bu ve benzeri direktifler, gerçek üzerinde kalıcı kılma amaçlı uyarılar Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ve beraberindeki müslüman ümmetin karşı karşıya kaldığı tuzakların, sıkıntıların, yalanlama ve inkârın boyutlarını, ayrıca bu direktif ve destekle hem ona hem de müslümànlara yönelik Allah'ın rahmetinin büyüklüğünü göstermektedir.
Ayetlerin akışı bu yönde devam ediyor ve Allah'ın kesin sözünün tamamlandığını, hileleri hangi düzeyde olursa olsun, yaratıkların davranışlarının bunu değiştiremeyeceğini belirtiyor.
"Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir."
Söyleyip belirlediklerindeki doğruluk, yasalaştırıp hükmettiklerindeki adalet bakımından Allah'ın sözleri eksiksizdir. Bundan sonra, inanç, düşünce, temel ilke, değer ve ölçü hakkında herhangi birinin söz söylemesine gerek kalmamıştır. Şeriat, hüküm, gelenek ve görenek noktasında hiç kimsenin bir şeyler söylemeye hakkı yoktur. Allah'ın hükmünün bozulması söz konusu değildir. Kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur O'nun.
"O her şeyi işitir ve bilir."
O, kullarının söylediklerini işitir ve bu sözlerinin ardındaki niyetlerini de bilir. Ayrıca onların yararına olana ve İslah edecek şeyleri de bilir.
Yüce Allah'ın indirdiği kitabın "hak" içerikli olduğu belirtilirken bir de insanların benimsedikleri ve yararlı gördükleri şeylerin kesinliği söz konusu olmayan zanna uymaktan başka bir şey olmadığı, bunun ise sadece sapıklıkla sonuçlanacak bir tutum olduğu belirtilmektedir. Bir de insanların bu biricik ve kesin kaynağa başvurmaları durumu müstesna hiçbir zaman gerçeği söylemeyecekleri, onu gösteremeyecekleri vurgulanmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, sayıları ne kadar çok olursa olsun, insanların kendi kendilerine belirleyip gösterdikleri bir şeye uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü sapıklığın takipçileri ne kadar çok olursa olsun, cahiliye aynı cahiliyedir.
"Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler."
Yeryüzünde yaşayanların -tıpkı günümüz gibi- çoğunluğu cahiliye mensubuydu. Tüm işlerinde Allah'ı hakem yapmıyorlardı. Allah'ın kitabında bildirdiği şeriatı bütünüyle kanun edinmiyorlardı. Düşüncelerini ve fikirlerini, düşünce ve hayat metodlarını Allah'ın yol göstericiliğinden ve direktiflerinden almıyorlardı. Bu yüzden -tıpkı günümüz gibi- cahiliye sapıklığına dalınışlardı. Gerçeğe dayanan, gerçekten alınan bir görüş ileri sürmeleri, bir söz söylemeleri mümkün değildi. Kendilerine uyanı, yollarını, takip edeni sapıklıktan başka bir şeye yöneltmezlerdi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi kesin bilgiyi bırakıp zan ve sezgilere uyuyorlardı. Oysa zan ve sezgi olsa olsa sapıklıkla sonuçlanırdı. Bu nedenle Allah'ın yolundan sapmaması için yüce Allah peygamberini onlara uymaktan, onları takip etmekten sakındırıyor, hem de bu şekilde genel bir ifadeyle. Ayetlerin akışında ele alınacağı gibi, söz konusu edilen konunun bazı kesilen hayvanların helâl ya da haram oluşuyla ilgili olmasına rağmen.
Ardından, şu doğru yoldadır, şu da sapıklıktadır diye kullar hakkında hüküm verenin tek başına yüce Allah olduğu belirtilmektedir. Çünkü kulların gerçek mahiyetini sadece yüce Allah bilebilir, neyin hidayet, neyin sapıklık olduğunu ancak O belirleyebilir:
"Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
İnsanların düşünceleri, değerleri, ölçüleri, davranışları ve hareketleri üzerinde egemen olacak temel bir kuralın varlığı zorunludur. Bütün bunlardan hangisinin gerçek hangisinin batıl olduğunu belirlemek için temel bir kural kaçınılmazdır. Böylece sorun, insanların değişken arzularının ve kanıtlanmış bir bilgiye dayanmayan çıkarlarının sorunu olmaktan çıkar. Sonra tüm bu sorunlar için ölçüler koyan ve insanların kullar hakkındaki hükmüne başvurdukları, değer yargılarını aldıkları bir mercinin bulunması zorunludur.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:06   Mesaj No:19
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

İşte burada yüce Allah ölçü koymaya, insanları buna göre, değerlendirmeye, kimin doğru yolda, kimin de sapık yolda olduğunu belirlemede sadece kendisinin hak sahibi ve yetkili olduğunu belirtmektedir.
Kuşkusuz değişken yargıları doğrultusunda bu hükümleri belirleyecek olan "toplumun" kendisi değildir. 'Toplumsal yapının ve maddi dayanaklarının değişmesiyle değer ve hükümleri değişen toplum bu konuda söz sahibi değildir. Çünkü tarıma dayalı toplumun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı, sanayi toplumunun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı olacaktır. Kapitalist burjuva toplumu için ayrı değer yargıları ve ahlâk kuralları olduğu gibi, sosyalist ya da komünist toplum için de farklı değer yargıları ve ahlâk kuralları söz konusu olacaktır. Ardından bu toplumların yargılarına uygun şekilde insanların davranışları için farklı ölçüler konacaktır.
İslâm bu esası tanımaz ve onaylamaz. İslâm kendine özgü bir değer yargısı tayin eder. Onu da yüce Allah belirlemiştir. Aynı zamanda bu değer yargısı toplum biçimlerinin değişmesiyle değişmeyen bir esastır. Bu değer yargısı dışına çıkan toplumun İslâm literatüründe adı bellidir. Bu toplum İslâm dışı, cahilî bir toplumdur. Allah'a ortak koşan bir toplumdur. Çünkü bu toplum değer yargıları, ölçüler, düşünceler, ahlâk kuralları, düzen ve sistemler hakkında Allah'ın bildirdiklerinin dışında Allah'tan başka -insanlardan- birtakım kimselere yetki tanımaktadır. İslâm'ın toplumlar, değer yargıları ve ahlâk kuralları için tanıdığı tek bölünme şekli budur. İslâmî olma ya da İslâm dışı olma... Ya İslâm ya da tüm şekil ve görünümleriyle cahiliye...
HELÂL VE HARAM

Birtakım açıklamalar içeren bu uzun hazırlıktan sonra yine bu açıklamalı uzun hazırlık bölümünün yerleştirdiği temel kura(dan hareketle kesilen hayvanlar sorunu ele alınmaktadır:


118- "Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz. "


119- "Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir. "


120- "Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir. "


121- "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz. "

Fıkıh açısından bu hükümlerin ayrıntılarına dalmadan önce, ayetin belirlediği temel itikadî ilkeleri açıklamayı son derece önemli görüyoruz.
Ayet, üzerinde Allah'ın adı anılan şeyleri yemeyi emretmektedir. Allah'ın adının anılması, yönü belirlemekte ve yönelişi sınırlandırmaktadır. Ayrıca insanların imanını, Allah'dan kaynaklanan ve kendilerine yönelik olan bu emre uymalarına bağlamaktadır:
"Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz."
Sonra onlara, neden Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerini yemekten kaçındıkları sorulmaktadır. Oysa Allah bunları helâl kılmıştır. Ayrıca zor durumda kaldıkları sürece yemeyecekleri haram etleri de açıklamıştır. Dolayısıyla bu açıklamayla beraber, bunların helâl ya da haram oluşu, yenmeleri ya da bırakılmaları konusunda söylenecek her şey bitmiştir.
"Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı..."
Bu ayetler o günkü ortamda rastlanan fiili bir durumu dile getirdiğine göre -nitekim müşrikler Allah'ın helâl kıldığı bazı hayvanların etlerini yemekten kaçınıyor, haram kıldığı bazı hayvanların etlerini de yiyorlardı. Üstelik bunun Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürüyorlardı- ayetlerin akışı, Allah'a iftira ederek birtakım hükümler koyanların durumunu açıklamaktadır. Buna göre bunlar hiçbir bilgiye, hiçbir dayanağa uymaksızın keyfi arzularına göre hüküm koymaktadırlar. Kendi kendilerine uydurdukları bu hükümlerle insanları saptırmaktadırlar. Birer kul oldukları halde ilâhlığın özelliklerini iddia etmekle Allah'ın ilâhlığına ve hakimiyetine tecavüz etmektedirler:
"Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir."
Aynı zamanda yüce Allah, gizli-açık tüm günahları terk etmelerini emretmektedir. Keyfi arzularına uyarak ve bilgisizce insanları saptırmaya çalışmaları, Allah katından gelmeyen yasalara onları yüklemeleri, sonra da bunlar Allah'ın şeriatıdır demeleri bu günahlar arasındadır. Bu arada işledikleri günahın sonucundan da sakındırmaktadır onları.
"Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir."
Ardından müşriklerin, Allah'ın adını anmadan üzerlerine tanrılarının adlarını anarak kestikleri ya da kumar için kesip fal oklarıyla bölüştükleri veya haramlığı konusunda müslümanlarla tartıştıkları murdar hayvanların etlerini yemeleri yasaklanmaktadır. Müşriklere göre murdar hayvanı Allah kesmiştir. O halde elleriyle kestikleri hâyvanların etlerini yedikleri halde müslümanlar neden Allah'ın kestiğini yemiyorlardı? Bu, her cahiliye toplumunda rastlanan saçma ve tutarsız cahiliye düşüncelerden biridir. Aynı zamanda bu, ayetlerin işaret ettiği kesilmiş hayvanlar konusunda müslümanlarla tartışmaları için -insan ve cin- şeytanlarının yardakçılarına fısıldadıkları bir vesvesedir.
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bu dinde hakimiyet, itaat ve uyma konusunda gösterilen kesinliği ve açıklığı iyice kavrayabilmemiz için son açıklamanın önünde biraz duralım.
Bir müslümanın Allah'ın şeriatından kaynaklanmaksızın, hakimiyeti tek başına O'na özgü kılmaya dayanmaksızın herhangi bir insanın koyduğu en ufak bir hükme uyması... Bu ufak noktada müslümanın ona uyması kendisini Allah'a teslim olmuşluktan (müslümanlıktan) çıkarıp O'na ortak koşmuşluk (müşriklik) konumuna getireceğini Kur'an ayeti kesin ve net bir şekilde ifade etmektedir.
Bu konuda İbn-i Kesir şöyle diyor:
"Yüce Allah'ın şu sözüne gelince: "Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de müşrik olursunuz." Yani siz Allah'ın size emrettiği şeylerden ve sizin için belirlediği şeriatından sapıp, ondan başkasının sözüne uyarsanız ve başkasını O'na tercih ederseniz şirktir. Tıpkı şu sözünde belirlediği gibi: "Din bilginlerini ve ruhbanlarını Allah'dan başka Rabbler edindiler." (Tevbe Suresi: 31)
Tirmizi ayetin tefsirinde Adiy b. Hatem'den şöyle rivayet etmektedir; Adiy, Resulullah'a şöyle dediğini anlatır:
-Ya Resulullah onlar din bilginlerine ve ruhbanlarına ibadet etmiyor, dedim. Resulullah:
-Evet, ibadet ediyorlar. Din bilginleri ve ruhbanlar haram şeyleri onlara helâl, helâl şeyleri de haram kıldılar. Onlar da bunlara uydular. İşte bu durum sonucu, onlara ibadet ediyorlar demektir, buyurdu.
Aynı şekilde İbn-i Kesir, "Din bilginlerini ve ruhbanlarını Allah'dan başka Rabbler edindiler" ayeti hakkında Süddi'den şu sözleri nakleder:
"Adamların öğütlerine uyup Allah'ın kitabını kulak ardı ettiler, bu yüzden yüce Allah, "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı" buyurmuştur. Yani haram kıldığı şey haram olan, helâl kıldığı şey helâl olan, şeriatına uyulan ve hükmü uygulanan bir tek ilâh...
Bunlar Süddi'nin dedikleri onlar da İbn-i Kesir'in... Her ikisi de Kur'an ayetinin ve aynı şekilde peygamberin tefsirinin kesin, net ve açıklığına dayanarak; küçük bir ayrıntıda da olsa, bir insanın kendi kendine koyduğu bir şeriata uymasının açık ve kesin bir şekilde müşrik olmasına neden olacağını belirtmektedir. Şayet bu adam müslüman olur da böyle bir davranışta bulunursa, İslâmdan çıkıp, şirke girmiş demektir. Allah'dan başkasına başvurduğu, O'ndan başkasına itaat ettiği sürece diliyle, "Allah'dan başka ilâh bulunmadığına tanıklık ederim = Eşhedû en lâ ilâhe illellah" demesinin hiçbir değeri yoktur.
Bu kesin açıklamaların ışığında yeryüzünün bugünkü durumuna baktığımızda, cahiliye ve şirk tarafından sarıldığını görürüz. İlâhlık özelliklerini iddia eden yeryüzü Rabblerine karşı çıkıp da zorlama sınırları dışında onların hiçbir yasalarını ve hükümlerini kabul etmeyen Allah'ın koruduğu kimselerin dışında, cahiliye ve şirkten başka bir şey bulunmadığını anlarız.
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır" ayetinden çıkarılan fıkhî hükümlere gelince; Allah'ın adının anılması ve anılmaması durumunda helâl ya da haram olan kesilmiş hayvanlara ilişkin hükümleri İbn-i Kesir tefsirinde şöyle özetlemektedir:
"Kesen kişi müslüman da olsa, Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın helâl olmayacağını ileri sürenler bu ayeti kanıt göstermektedirler."
İmamlar- (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bu konuda üç ayrı görüş ileri sürmüşler;
1) Kimisi; Allah'ın adı ister bilerek, ister unutularak terkedilmiş olsun bu şekilde kesilen bir hayvanın helâl olmayacağını kabul etmiştir İbn-i Ömer'den, kölesi Nafi'den, Amir eş-Şa'bî'den ve Muhammed b. Sirin'den bu şekilde rivayet edilmiştir İmam Malik'den, Ahmed b. Hanbel'den de aynı rivayet vardır. İbn-i Hanbel'in ilk kuşak ve son kuşak bazı arkadaşları bu rivayeti desteklemiştir. Ebu Sevr ve Davud ez-Zahirî'nin tercihi de budur. Bu kuşak Şafiî fıkıhçılarından olan Ebul Futûh Muhammed b. Muhammed b. Ali et-Taî "el-Erbain" adlı kitabında bu görüşü tercih etmiştir. Bu görüşlerine hem bu ayeti hem de av ayetini delil getirmişlerdir.
"Onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerinde Allah'ın adını anın." (Maide Suresi: 4) Sonra bu görüş "Çünkü bu Allah'ın yolundan sapmaktır" ifadesiyle de güçlendirilmiş oluyor. Buradaki zamir yeme eylemine dönüktür denmiştir. Kimine göre de bu Allah'dan başkası için kesilen hayvana dönüktür. Ayrıca bu görüş Adiy b. Hatem ve Ebu Sa'lebe'nin hadisleri gibi hayvanın kesimi ve av esnasında Allah'ın adının anılmasını emreden hadislerle desteklenmektedir. "Eğitilmiş köpeğini salarken Allah'ın adını anmışsan yakaladığını ye." (Buhari, Müslim) Rafî b. Hadic'in hadisi de şöyle: "Allah'ın adı anılıp da kanı akıtılanı yiyiniz." (Buhari, Müslim)
2) Bu konudaki ikinci görüşe gelince; bunlara göre Allah'ın adının anılması zorunlu değildir. Sadece hoş karşılanan (müstehap) bir durumdur. Gerek bilerek, gerek unutarak bunun terkedilmesi hiçbir zarar vermez. İmam Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ve tüm arkadaşları bu görüşü kabul etmiştir. Hanbel'in İmam Ahmed'den naklettiği bir rivayet de bu doğrultudadır. İmam Malik'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Eşheb b. Abdülaziz buna ilişkin bir açıklamayı İmam Malik'in arkadaşlarından nakleder. İbni Abbas, Ebu Hureyre, Ata b. Ebu Rabah'dan da benzer sözler anlatılmıştır. En doğrusunu Allah bilir.
İmam Şafiî, "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır" ayetinin Allah'dan başkası için kesilen hayvanlara ilişkin olduğu görüşündedir. Nitekim, Sapıkça Allah'dan başkası adına boğazlanan hayvanlardan..." (En'am Suresi: 145) söz edilmektedir. İbn-i Cureyc Ata'dan şöyle nakleder: "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz" ayetiyle, Kureyş'in putlar adına kestiği ve Mecusiler'in (ateşe tapanların) kestikleri hayvanların yenmesi yasaklanmıştır. İmam Şafiî'nin benimsediği sağlam görüş budur.
"Allah'ın adı anılmayarak kesilen, hayvanların etlerinden yemeyiniz" ayeti hakkında İbn-i Ebu Hatem şöyle der: Bize babam anlattı, bize Yahya b. Muğire aktardı, bize Cerir, Ata'dan, o da Sa'd b. Cübeyr'den İbn-i Abbas'dan şöyle nakletti: Burada kastedilen murdar hayvandır. Ebu Davud'un mursel hadis olarak aktardığı ve Sevr b. Yezid'in, Ebu Hatem b. Habban'ın "güvenilir kişiler" kitabında anlattığı tabiinden biri olan Süveyd b. Meymun'un kölesi Salt ve sûdîsî'den rivayet ettiği hadis bu görüşe kanıt gösterilmiştir. Resulullah şöyle buyurmuştur! İster Allah'ın adını ansın ister anmasın müslümanın kestiği hayvan helâldir. Çünkü müslüman andığı zaman Allah'dan başkasının adını anınız." Bu mursel hadis, Darekutni'nin İbn-i Abbas'dan rivayet ettiği hadisi destekler mahiyettedir: "Bir müslümanın kestiği, üzerinde Allah'ın adı anılmamış olsa bile yensin. Çünkü müslüman mutlaka Allah'ın isimlerinden birini kişiliğiyle yansıtır."
3) Üçüncü görüş: Hayvan kesilirken unutarak besmeleyi terketmek zarar vermez, ancak bilerek terkedildiğinde hayvanın yenmesi helâl değildir. İmam Malik'in ve Ahmed b. Hanbel'in bilinen görüşleri budur. Ebu Hanife ve arkadaşlarının İshak b. Raheveyh'in görüşleri de bu doğrultudadır. Hz. Ali, İbn-i Abbas, Sa'd b. Museyyeb, Ata, Tavûs, Hasan Basrî, Ebu Malik, Abdurrahman b. Ebu Leylâ, Ca'fer b. Muhammed ve Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan bu görüş anlatılmıştır.
İbn-i Cerir şöyle der: "Bu ayet hakkında bilginler arasında görüş ayrılıkları vardır; acaba ayetin içerdiği hükümden herhangi bir şey neshedildi mi? Yoksa böyle bir şey söz konusu değil mi diye?.. Kimisi, hiçbir şey neshedilmemiştir, belirlediği tüm hususlar muhkemdir, demiştir. Mücahid ve alimlerin geneli bu görüştedir. İbn-i Ahmed Yalıya b. Vazıh'dan, o da Hüseyin b. Vakid'den o da İkrime ve Hasan Basri'den şöyle rivayet eder: İkrime ve Hasan Basri şöyle demişler: Yüce Allah, "Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz." buyurmuştur, sonra da "Allah'ın adı anılmayarak kesilen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır" buyurmuştur, ardından aşağıdaki ayette bu ayeti neshetmiş ve konuyu bu hükmün dışında tutmuştur; "Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." (Maide Suresi: 5) Ebu Hatem, bâna Abbas b. Velid b. Yezid anlattı; bize Muhammed b. Şuayb nakletti; bana Nu'man -yani İbn-i Münzir- İbn-i Nekhûl'den şöyle haber verdi: Yüce Allah, "Allah'ın adı anılmayarak kesilen hayvanların etlerinden yemeyiniz" buyurdu. Sonra bunu neshetti, müslümanlara acıyıp şöyle buyurdu: "Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir" diye yukarıdaki ayeti neshetti. Böylece kitap ehlinin yiyeceklerini helâl kıldı. Sonra İbn-i Cerir diyor ki; doğrusu, ehli kitabın yiyeceklerinin helâl oluşuyla, üzerinde Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanların haram oluşu arasında bir çelişki söz konusu değildir. İbn-i Cerir'in bu sözü doğrudur. Bu ayetin neshedildiğini söyleyen kimi selef (ilk kuşak) fıkıhçılarının amacı da konuyu özelleştirmekdir. En iyisini yüce Allah bilir... "İbn-i Kesir'den yaptığımız alıntı sona erdi."

ÖLÜ VE DİRİ

Bundan sonra, küfür ve imanın özelliklerine, her şehirde büyüklenenlerin tuzaklar kuran suçlular olmasını gerektiren Allah'ın kaderine, büyüklenen bu suçluların içinde depreşip duran ve onları İslâm'a girmekten alıkoyan kibirlerine değinen detaylı bir bölüm yer alıyor. Bölüm, yüce Allah'ın kendisine göğüsleri açtığı imanın ve gönülleri daralttığı, nefesleri sıkıp zorlaştırdığı küfrün durumuna ilişkin göz kamaştırıcı gerçek bir tasvirle son buluyor. Bölümün tümü, uygulamaya ilişkin ayrıntının temel kurala bağlanması gibi, kesilen hayvanların helâl ve haramlığı konusuna bağlanıyor. Ayrıca bu ayrıntının köklülüğüne ve büyük temele olan güçlü ilgisine de işaret etmektedir.


122- Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü.


123- Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslındà onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.


124- Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız" derler. Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.


125- Allah kimi doğru yola iletmek isterse göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkum eder.

Hidayet ve imanın tabiatını tasvir eden bu ayetler realist bir gerçeği realist ve gerçekçi bir yöntemle ifade etmektedirler. Kuşkusuz ifadede beliren benzetme ve mecazlar bu gerçeği canlı ve etkileyici bir şekilde somutlaştırma amacına yöneliktir. Ne var ki, ifadenin kendisi de bir gerçektir.
Bu ayetlerin ifade ettiği gerçek türü, başvurulan bu tasvir etkenlerini zorunlu kılmaktadır. Evet bu bir gerçektir, ancak ruhsal ve düşünsel bir gerçektir. Sadece deneyimli tadılabilecek bir gerçek. İfade, sadece bu deneyimin zevkini gözler önüne serebilmektedir. O da, bu zevki fiilen tadanlar için elbette.
Bu inanç, ölmüş kalplere yeniden canlılık verir. Karanlıktan sonra kalbe bir ışık bahşeder. Bu hayatla birlikte daha önce hiç bilmediği bir şekilde her şeyden bambaşka bir duyguyla tad alır, her şeyi değişik tasvir eder, farklı değerlendirir. Bu ışığın aydınlığı altında ve etki alanında, imanın aydınlattığı bu kalbin daha önce göremediği bir şekilde her şey yepyeni bir görünüm kazanır.
Bu deneyimi sözcüklerle ifade etmenin imkânı yoktur. Sadece tadanlar bilebilir. Bu deneyimin gerçek mahiyetinin en güçlü taşıyıcısı kuşkusuz Kur'an ifadesidir. Çünkü Kur'an, bu deneyimi aynı cinsten ve aynı özelliklere sahip renklerle tasvir etmektedir.
Küfür; yok olmayan, bitmeyen, kaybolmayan, öncesiz ve sonrasız gerçek hayattan kopmadır. Ölümdür küfür. Varlık bütününde faaliyet gösteren etkin güçten yoksun olmadır. O halde küfür ölümdür. Fıtratın alıcı ve verici hızlarının işlemez hale gelmesidir, körelmesidir. Demek ki ölümdür küfür.
İman ise bağlılıktır, istemektir, vermektir, kısacası hayattır...
Küfür ruhun açılmasını ve doğmasını engelleyen bir perdedir. O, karanlıktır... O, organlara ve duygulara vurulan bir kilittir. O halde karanlıktır o. Şaşkınlık içinde şaşkınlıktır, sapıklıktır küfür. Kısacası karanlıktır.
İman ise; derin anlayış ve görüştür. Kavrayış ve dengedir. Bütün anlamlarıyla nurdur iman...
Küfür büzülüp, taşlaşmaktır. Çünkü, o, sıkıntıdır. Fıtratın kolay yolundan ayrılmaktır. Çünkü zorluktur. Güvenilir bir himayenin verdiği huzurdan yoksun olmadır. Kısacası bunalımdır, küfür.
İman ise; genişlik, kolaylık, huzur ve yayılmış bir gölgedir.
O halde kâfir nedir? Şu varlık toprağında bir kökten, bir damardan yoksun zavallı bir bitkidir. Varlığın yaratıcısıyla bağları kopmuş bir fertten başka birşey değildir. Bu yüzden varlık bütünüyle de bağları kopmuş durumdadır. Bireysel varlığının sınırlı bağlarının dışında bir bağla ilgi kuramamaktadır. O da en dar sınırlar içinde gerçekleşebilmektedir. Hayvanların yaşadığı sınırlar içinde... Duygulardan ayrıca, duyguların varlığın dış görünümünden algıladığı şeylerden oluşan sınırlar..
Kuşkusuz Allah'a bağlanmak ve Allah için kenetlenmek ölümlü, fani bireyi öncesiz ezele ve sonrasız ebede bağlar. Sonra onu sonradan meydana gelmiş evrene, görülen hayata bağlar. Ardından iman kafilesine, çağlar boyu ardarda gelen ve zamanın derinliklerine kök salmış biricik ümmete bağlar. Kendini birçok kökün, sonsuz bağların ve varlıkların içinde bulur. Coşkun, uzayıp giden, sürekli ve sınırlı ömrünün bitmesiyle tükenmeyen bir varoluştur.
İnsan bu nuru kalbinde bulunca, bu dinin gerçeklerini, davranış ve hareket metodunu olağanüstü bir şekilde karşısında bulur. Bu nuru kalbinde bulduğunda karşılaştığı bu sahne göz kamaştırıcı, olağanüstü bir sahnedir. Bu dinin tabiatında ve gerçeklerinde yer alan harikulâde ve kapsamlı uyum sahnesidir. Bu dinin hareket metodundaki ve yayılış yöntemindeki son derece güzel ve ince evrim sahnesidir. Bu din, artık birtakım inanç ilkeleri, ibadet şekilleri, yasalar ve direktifler yığını olarak belirmez. Aksine birbirine girmiş, birbirine dayanmış, uyum içinde ve birbirine karışmış bir plan olarak belirir. Bu din canlı, fıtratın ihtiyaçlarına cevap veren, derin bir yakınlık, güvenilir bir doğruluk, sevgi ve şefkat içinde fıtratla uyuşur bir konumda belirir.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman varlık bütününe, hayata ve gerek evrende, gerekse insanlık aleminde meydana gelen olaylara ilişkin gerçekleri açık seçik görür. Yine olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnede görür tüm bunları. Önü ve sonu sağlam bir düzen içinde belirlenmiş titiz, ancak fıtrata uygun ve kolay evrensel yasaların sahnesi... Bu evrensel yasaların arka planında yer alan ve onları işlemek için sürükleyen her şeyi kuşatıcı, serbest ve her şeye gücü yeten ilâhî iradenin sahnesi... Bu evrensel yasaların çerçevesinde yer alan insanların ve olayların oluşturduğu sahne...
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman her işte, her hususta ve her olayda bir netlik görür. Kendi içinde, amaçlarında, düşüncelerinde, planlarında ve hareketlerinde bir açıklık görür. İster yürürlükteki evrensel ilâhî kanunlarda olsun, ister insanların hareketlerinde, amaçlarında, gizli-açık planlarında olsun, çevresinde olup biten şeylerde bir açıklık görür. Gerek kendi içinde ve aklında, gerekse çevresindeki olgularla bir kitabı okur gibi olayların ve tarihin yorumunu bulur.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman, düşüncelerinde, duygularında ve düşlerinde bir aydınlık, aklında, durumunda ve eğiliminde bir rahatlık görür. İşlerin olmasında ve meydana gelmesinde, olayların öncesinde ve sonrasında yumuşaklık ve kolaylık bulur. Her durumda ve her anda huzur, güven ve kesin inancın rahatlığı içinde bulur kendini.
İşte Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı, ilham yüklü etkenleriyle bu gerçeği bu şekilde tasvir etmektedir:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde bocalayıp aradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir?"
Bu din gelmeden önce bu durumdaydı müslümanlar. Ruhlarına iman üflenip diriltilmeden önce, yani canlılık, hareket, doğmak ve ortaya çıkmaktan oluşan bu olağanüstü enerji bahşedilmeden önce böyleydiler. Kalpleri ölüydü. Ruhları karanlıklar içindeydi. Sonra kalplerine birden iman serpildi ve kendilerine geldiler. Ruhlarında bir nur doğdu, birden aydınlanıverdiler. Ruhlarından nur fışkırmaya başlamıştı. İnsanlar arasında bu nurla yürüyor, sapıklara onunla yol göstericilik yapıyorlardı. Yoldan ayrılan kaçkınları topluyor, ürkeklere güvence veriyorlardı. Köleleştirilen insanlara özgürlük bahşediyorlardı. İnsanlık için yolun işaretleri belirmiş ve yeryüzünde yeni bir insanın doğuşu duyurulmuştu. Özgür ve aydın insanın... Sadece Allah'a kul olmak suretiyle kullara kul olmaktan kurtulmuş insanın...
Allah'ın, ruhuna hayat üflediği, kalbine aydınlık bahşettiği bir kimse, karanlıklar içinde bocalayıp bir türlü oradan çıkamama durumunda olan birisi gibi midir?
Bunlar birbirinden çok uzak iki ayrı alemdir. O halde çevresinde her tarafı aydınlatan nura rağmen karanlıklar içinde bocalayanı engelleyen nedir?
"İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici geldi."
İşte sır buradadır... Küfrün, karanlığın, ölümün çekiciliği ve süslenmişliği söz konusudur. En başta bu çekiciliği doğuran Allah'ın iradesidir. İnsan fıtratını hem aydınlığı, hem de karanlığı sevmek gibi çift yetenekli kılan O'dur. Böylece karanlığı; ya da aydınlığı seçmekle insanı sınamaktadır. Karanlığı tercih ettiği zaman, Allah'ın iradesi bunu kendisine hoş gösterir, çekici kılar. O da sapıklıkta inat eder, giderek karanlıktan çıkamaz ve geri dönemez olur. Sonra birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldayan ve kâfirlere yapa geldiklerini süslü gösteren ve çekici kılan insanlardan ve cinlerden şeytanlar vardır. Hayattan, imândan ve ışıktan-kopmuş durumdaki bir kalp, karanlıklar içinde ancak vesveselere kulak verir. Hiçbir şey göremez, duyumsayamaz, bu koyu karanlıkta doğru yolu sapıklıktan ayırdedemez. İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü...
İşte aynı yolla, aynı nedenlerden ötürü ve bu kurallara dayanarak yüce Allah her şehrin büyüklük taslayan suçlularının komplolar düzenlemelerini diledi ki; imtihan tamamlansın, kader uygulansın, hikmet gerçekleşsin, herkes kendisi için kolaylaştırılan yolda yürüsün ve yolculuğun sonunda herkes yaptığının karşılığını görsün...
"Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslında onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler."
Her kentte -büyük kent ve başkentte- büyüklük taslayan suçlulardan bir grubun Allah'ın dinine karşı düşmanca bir tavır takınmaya yatkın olmaları her zaman için geçerli olan bir kuraldır. Çünkü Allah'ın dini ise, bu büyüklük taslayanların insanlara haksızlık aracı yaptıkları iktidardan, insanları kendilerine kul konumuna getirdikleri Rabblıktan ve insanları köleleştirmek için kullandıkları hakimiyetten soyutlanmaları noktasında başlamaktadır. Tüm bu nitelikleri Allah'ın dini, tek başına insanların Rabbı, insanların sahibi ve insanların ilahı olan Allah'a vermektedir.
Yüce Allah'ın peygamberlerini gerçekle birlikte göndermesi fıtratın özünde yer eden bir kuraldır. Bu gerçek sayesinde ilâhlık taslayanlar ilâhlıktan, Rabblıktan ve egemenlikten soyutlanırlar. Bu yüzden Allah'ın dinine ve O'nun peygamberlerine düşmanlıklarını açığa vururlar. Sonra da kentlerde çeşitli komplolar kurarlar. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Hak ve doğruluğa karşı başlattıkları savaşta batıl ve sapıklığın yayılmasında ve görünüşte korkutucu olan komplolarla insanları değersiz hale getirmekte, cinlerden şeytanlarla yardımlaşırlar.
Bu, her zaman için geçerli bir kuraldır... Ve çarpışma kaçınılmazdır. Çünkü bu savaş, Allah'ın dininin başta gelen ilke -yani egemenliği bütünüyle Allah'a özgü kılmak- ile kentlerdeki suçluların ihtirasları, hatta bizzat varlıkları arasındaki eksiksiz çelişkiye dayanmaktadır.
Bir peygamberin girişmekten başka seçeneği yoktur bu savaşa. Peygambere inananların da savaşa girişmekten ve sonuna kadar bu savaşı sürdürmekten başka yapacakları bir şey yok. Bu arada yüce Allah dostlarına güvence veriyor: Büyüklük taslayan suçluların komploları ne kadar büyük ve sürekli olursa olsun, sonuçta kendilerinden başka kimseye bir şey dokunduramayacaklardır. Kuşkusuz müminler bu savaşa tek başlarına girişmiyorlar, bu savaşta yardımcıları ve dostları Allah'tır. O kendilerine yeter. Ve O komplocuların komplolarını başlarına geçirir.
"Aslında onlar kendilerine komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler."
O halde müminler kendilerinden emin olsunlar.
Sonra Kur'an'ın akışı Allah'ın peygamberlerine ve O'nun dinine düşman olanların içlerinde yer eden kibirin mahiyetini gözler önüne seriyor. Bu kibir onları İslâm'a girmekten alıkoyuyor. Çünkü onlar, herkes gibi Allah'a kul olmaktan korkuyorlar. Bu yüzden avam içinde özelliklerini koruyacak kişisel ayrıcalıklar istiyorlar Peygambere inanmak, ona teslim olmak ağır geliyor onlara. Yurttaşlara karşı Rabblık makamında bulunmaya, onlar için kanunlar koyup bunların kabul edilmesini görmeye, emirler yağdırıp buna karşılık itaat ve boyun eğmelerini istemeye alışmışlar. Bu yüzden Allah'ın peygamberlerine verilenler bize de verilmediği sürece kesinlikle inanmayacağız türünden iğrenç olduğu kadar aptalca da olan lâflar edip duruyorlar:
"Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız" derler."
Velid b. Muğire şöyle demişti: "Şayet peygamberlik bir hak olsaydı, ben senden daha çok bunu hak ederdim. Çünkü ben yaşça senden daha büyüğüm. Malım da seninkinden çoktur." Ebu Cehil de; "Ona geldiği gibi bize de vahiy gelmediği sürece hiçbir zaman ondan hoşnut olmayacağız, ona uymayacağız" demişti.
Nefislerdeki bu büyüklenmenin, büyüklük taslayan bu adamların yurttaşlar arasında özellikli olmayı istemenin... Bu özelliğin belirtisi de kendilerinin emir vermeleri, yurttaşların da uyup itaat etmeleridir... Evet bunun nedeninin içlerindeki küfrün ve peygamberlere ve dine düşmanca tavır takınmalarının kendilerine hoş görünmesi olduğu gayet açıktır.
Yüce Allah bu iğrenç ve aptalca sözlerine karşın, önce mesajını iletecek, peygamberi seçme işini ve bu evrensel ve önemli görevi yerine getirmeye kimin lâyık olduğunu belirlemenin kuşatıcı bilgisine bırakıldığını belirtmekle, ikinci olarak da tehditle, küçümsemekle ve kötü sonlarını hatırlatmakla karşılık vermektedir onlara:
" ..Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Kuşkusuz peygamberlik son derece ürpertici ve önemli bir iştir. Öncesiz ve sonrasız ifadenin kullardan bir kulun hareketine bağlandığı evrensel bir görevdir. Burada, yüceler alemi insanın sınırlı dünyasıyla, gök yerle, dünya ahiretle birleşiyor. Peygamberliğin temsil ettiği gerçek, bütün insan kalbinde, insanlığın pratik hayatında ve tarihin sürecinde somutlaşıyor. Burada insan bünyesi tamamen Allah'a özgü olmak için kişisel payından soyutlanır. Bu soyutlanmanın, sadece niyet ve davranışta olması yeterli değildir. Bu önemli fonksiyonun doldurduğu yerin de bütünüyle arınmış olması gerekir. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, bu gerçekle kaynağının doğrudan ve eksiksiz bir bağ kurduğu bir buluşma noktası konumundadır. Peygamberin kişiliği, sadece bireysel bir unsur olarak doğrudan ve eksiksiz bir buluşmanın hiçbir engel ve kayıtla karşılaşmaksızın meydana gelmesine uygun olmasından dolayı bu bağı kurabilmektedir.
Mesajını nereye bildireceğini, milyonlarca insan arasında, "Sen bu ürpertici ve önemli görev için seçilmişsin" denecek kişiyi seçmeyi sadece yüce Allah bilir.
Peygamberlik makamına ulaşmak isteyenler ya da peygambere gelen vahyin kendilerine de gelmesini isteyenler... Esasen bu iş için uygun olmayan özelliklere sahip kimselerdir. Bir kere bunlar kişiliklerini evrensel varlığın ekseni konumuna getiriyorlar. Peygamberler ise daha başka bir tabiata sahiptirler. Gelen mesajı teslimiyetle karşılayan, kendini feda eden ve kişiliğini unutan bir tabiattır bu. İstemeden ve beklenti içinde olmadan verilir peygamberlik. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, "Sen bu kitabın sana verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir." (Kasas Suresi: 86) denmektedir. Bütün bunlardan sonra, bu adamlar bu korkunç görevin önemini kavrayamayan bilgisiz kimselerdir. Sadece yüce Allah'ın bu işe uygun birini seçebileceğini bilmiyorlar.
Bu nedenle onlara oldukça kesin bir cevap veriliyor:
"Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir."
Allah mesajını bildiği kişiye vermiştir. Yarattıklarının içinde en üstün ve en içten olanını seçmiştir. Allah'ın yarattıklarının en iyisi ve peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e kadar peygamberlerini ulu bir kafile kılmıştır. (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun.)
Ardından Allah katında aşağılanmaya, alçalmaya ve onur kırıcı şiddetli azabla ilgili tehdit yer alıyor:
"Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Allah katında aşağılanma; yurttaşlara karşı ululanmanın, gerçeğe karşı büyüklenmenin ve peygamberlik makamına göz dikmenin karşılığıdır. Ağır azab ise; zorlu komplolar kurmaya, peygamberlere düşman olmaya ve müminleri işkence etmeye karşılıktır.
En sonunda sözünü ettiğimiz bu gezinti, gönüllerde ve ruhların derinliklerinde hidayet ve imanın durumunu tasvir etmekle bitiyor:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder."
Allah kime doğru yolu takdir ederse -doğru yola ulaşmayı isteyen ve deneme amacıyla kendisine verilen seçme özgürlüğü arasında O'na yönelen kişiye ilişkin geçerli kural uyarınca- "göğsünü İslâm'a açar" ufkunu genişletir, kolaylıkla ve istekle İslâm'ı kabul etmesini sağlar. Onun hareketlerini yönlendirir, ona güven verir. Böylece İslâm'la huzur ve rahata kavuşur.
Kimin içinde sapıklık dilerse -doğru yoldan kaçan ve fıtratını ona kapatan kimsenin sapmasına ilişkin geçerli kural uyarınca- "göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar." O doğru yola kapalıdır, duyu organları körelmiştir, bu yüzden İslâm'ı kabul etmekte zorlanır, sıkılır; "Sanki göğe çıkıyormuş gibi." Bu göğe yükselirken meydana gelen nefesin daralması, göğsün sıkılması ve baygınlık geçirilmesi gibi somut bir şekilde ifade edilen psikolojik bir durumdur. Hafs okuma tarzında olduğu gibi " "çıkıyor" kelimesinin yapısı da bu zorluğu, tıkanmayı ve çabayı ifade etmektedir. Vurgusu da tüm bunları akla getirdiği gibi gözler önüne serilen sahne pratik durum ve bir tek melodideki bu sözlü ifadesiyle de uyum oluşturmaktadır.
Sahne yerinde bir değerlendirmeyle son buluyor
"Bunun yanısıra Allah inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder."
İşte böyle... Yüce Allah'ın kaderinin doğru yola ulaşmasını istediğinin göğsünü açmak ve sapıtmasını istediğini zora sokmak, çabalatmak ve eziyet etmek şeklinde cereyan etmesi gibi... Allah inanmayanları bu şekilde azaba mahkûm eder. Ayette geçen "Rics" kelimesinin bir anlamı, azap olduğu gibi biri de iğrençliktir. Her ikisi de sahnede yer alan azaba renk katmaktadır. Bu sahne giderek azaba bulaşmakta, ona dönüşmekte, en sonunda, ondan ayrılmaz bir duruma gelmektedir. İfadede verilmek istenen mesaj da budur zaten.
Bununla beraber, "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm eder." Ayeti üzerinde biraz daha açıklamada bulunmak gereğini duyuyorum. Gerek bu ayetin, gerekse yüce Allah'ın iradesi ile insanların yönelişleri arasındaki karşılıklı iletişim ve ilgiye, insanların payına düşen hidayet ve sapıklığa, bunun ardından karşılaştıkları ceza, cevap ve sorgulanmaya ilişkin Kur'an'da yer alan benzeri ayetlerin dile getirdikleri bu gerçeği iyice algılayabilmek için, zihinsel mantığın alanının dışında, beşeri kavrama mantığından tamamen farklı diğer bir mantığı devreye sokma gereği doğmaktadır. Bu konu etrafında gerek İslâm düşünce tarihinde (özellikle mu'tezile, ehl-i sünnet ve mürcie arasında) gerekse teoloji ve felsefe tarihinde meydana gelen tüm tartışmalar ileri sürülen tüm önermeler ve bunlar etrafında geliştirilen tüm yorumlar zihinsel mantığın mührüyle damgalanmıştır.
Kuşkusuz bu gerçeği algılayabilmek için beşeri kavrama mantıklarından farklı, zihinsel mantığın alanının dışında diğer bir mantığı kullanma zorunluluğu vardır. Aynı zamanda "yaşayan realite" ile karşılıklı iletişim kurmak gerekir, zihinsel önermelerle değil. Çünkü Kur'an, her insan bünyesinde, hem de varlık olgusunda yer alan pratik bir gerçeği tasvir etmektedir. Bu gerçekte, hiçbir zihinsel mantığın kavrayamayacağı kapsayıcılıkta Allah'ın iradesi ve kaderi ile, insanın iradesi ve hareketleri arasında bir birliktelik göze çarpmaktadır.
İnsanı hidayete ya da doğru yola zorlayan Allah'ın iradesidir denecek olursa, bu realiteyi ifade etmeyecektir. Aynı şekilde her konuda sonucu belirleyen insanın iradesidir denecek olursa, bu da realiteyi dile getirmeyecektir. Kuşkusuz bu pratik gerçek, ilâhî iradenin özgürlüğü ve etkin otoritesi ile kulun seçme özgürlüğü ve isteğe bağlı yönelişi arasındaki ince ve aynı zamanda gaybi bir orandan oluşmaktadır. Bunlar arasında bir çelişki bir çatışma söz konusu değildir.
Ancak bu "pratik" gerçeği, zihinsel mantığın sınırları içinde kalarak, zihinsel önermeler ve insanların bu önermelere ilişkin yorumları şeklinde kavramak mümkün değildir. Çünkü konuyu ele alış metodunu ve yönelme yöntemini belirleyen gerçeğin türüdür. Bu nedenle zihinsel mantık yürütme metodu ve diyalektik önermeler bu konuda hiçbir yarar sağlayamazlar.
Aynı şekilde bu gerçeği realist bir olgu olarak kavrayabilmek için eksiksiz ruhsal ve aklî deneyimi tatmak gerekmektedir. Kuşkusuz fıtratını İslâm'a yönelten kişi göğsünde ona karşı bir açılma bulacaktır. Tabii ki bu, kesinlikle Allah'ın eseridir. Göğüsteki açıklık sonradan meydana gelen bir olaydır ve bu da ancak Allah'ın takdiriyle olabilir. Bunu yaratan ve ortaya çıkaran O'dur. Fıtratını sapıklığa yönelten de, göğsünde bir daralma, tıkanma ve zorluk bulacaktır. Bu da kesinlikle Allah'ın eseridir. Bu olay da sonradan meydana gelmiştir. Fiilen var olması, Allah'ın yarattığı ve yürürlüğe koyduğu takdir sonucudur. Her ikisi de kula yönelik Allah'ın iradesinin ürünüdürler. Ancak bu irade zorlayıcı değildir. Bu sadece, insan denen yaratığın bu kadarlık bir iradeyle denenmesine ve bu kadarlık iradeyi hidayet ya da sapıklığa yönelişte kullanması sonucu meydana gelmesi gerekeni oluşturması için Allah'ın kaderinin cereyan etmesine ilişkin yürürlüktedir ve etkin kanunu belirleyen iradedir.
Zihinsel bir önermenin' karışına yine zihinsel bir önerme konduğu, bu iki önerme arasındaki iletişim gerçeğin gizli yönlerine yönelik dokunuşların ve realist bir iletişimin varlığı olmaksızın beraberliği gerçekleştiği zaman, bu gerçeğin eksiksiz ve doğru bir şekilde kavranması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. İslâmî tartışmalarda ve diğer konularda uygulanan yöntem hep bu olmuştur.
O halde başka bir metoda başvurmak ve bu büyük gerçekle doğrudan doğruya iletişim kurmanın tadına varmak kaçınılmazdır.
Ardından yine Kur'an'ın akışına dönüyoruz.
Bu ayetler grubu bir bütün olarak, sanki daha önce açıklanan kesilmiş hayvanlar konusu üzerine yapılmış bir değerlendirme olarak yer alıyor ve bunu da diğerine bağlıyor. Böylece bu, akışta, bilinçte ve bu dinin yapısında tek bir demet oluşturuyor. Çünkü kesilmiş hayvanlar sorunu kanun koyma sorunudur. Kanun koyma sorunu ise, hakimiyet sorunuyla ilgilidir. Hakimiyet konusu da imana ilişkindir. Bu yüzden de burada bu şekilde imandan söz edilmesi konunun gereğidir ve yerindedir.
Sonra bu bölümde yer alan en son değerlendirme yapılıyor. Bu değerlendirme, bu bölümü ve ötekini son noktaya bağlıyor. Bu da, o da Allah'ın doğru yoludur. Bunlardan birinin dışına çıkmak, bu doğru yolun dışına çıkmak demektir. Her ikisine birlikte uymak, inanç ve şeriat olarak, insanı esenlik yurduna ve yüce Allah'ın öğüt alan kullarına yönelik dostluğuna götüren yolu takip etmektir.


126- "Bu, Rabbinin doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık. "


127- "Onlar için, Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır. İşledikleri iyi amellerden ötürü O, onların dostudur. " '

İşte yol budur. Rabbinin yolu... Sağlamlığıyla, insana güvence veren, insanı duygulandıran, sonucu bakımından bir muştu niteliği taşıyan bu bağlantı ile... O'nun, doğru yola ve sapıklığa ilişkin yolu işte budur. Budur O'nun helal ve haramla ilgili yasası... Her ikisi de Allah'ın ölçüsünde eşittirler. Bu durum, O'nun Kur'an'ında birbirlerine yakın ifadelerle dile getirilmektedir.
Kuşkusuz yüce Allah ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklamış, duyurmuştur. Ancak hatırlayanlar, unutmayanlar, bunlardan habersiz olmayanlar bu duyurudan ve bu açıklamadan yararlanan kimselerdir. Çünkü mümin kalp hatırla= yan ve asla unutmayan bir kalptir. Açık, geniş ve rahat bir kalptir. Alan, aldığına karşılık veren diri bir kalptir.
Öğüt alanlar için, Rabbleri katında esenlik yurdu vardır. Huzur ve güven yurdu. Bu, Rabbleri katında hazırlanmış ve kaybolması mümkün olmayan bir mükafattır. Onların dostu, yardımcısı, gözeticisi ve koruyucusu O'dur. Tüm bunlar yaptıklarından dolayıdır. Bu, imtihanda başarılı olmanın karşılığıdır.
Bir kere daha kendimizi bu inancın temel gerçeklerinden önemli bir gerçekle karşı karşıya buluyoruz. Allah'ın doğru yolu hakimiyet ve şeriat olarak somutlaşmaktadır. Bunların da ötesinde iman ve akide olarak. Bu, yüce Allah'ın belirlediği şekliyle bu dinin temel özelliğidir.
Okuyacağımız bölüm bütünüyle geçen dersten ayrı değerlendirilemez. Onun devamı sayılır. Bu da geçen ders gibi peş peşe gelen ardışık ve aynı türden mesajları kapsamaktadır. Bu bölüm bir açıdan -Allah'ın yoluna uyanların sonları açıkladıktan sonra- insanlardan ve cinlerden şeytanların sonlarını tekrar açıklamaktadır. Bir açıdan da surenin bu yerinde ele alınan hakimiyet ve şeriat sorunu münasebetiyle söz konusu edilen iman ve küfür sorununu tekrar ele almaktadır. Ayrıca bu sorunu, İslâm inancında yer alan diğer temel gerçeklere bağlamaktadır. Bunlar arasında, -uyarı ve müjdelemeden sonra- dünyada kazanılanlara karşılık verilmesi, dostlarıyla birlikte şeytanları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirme gücüne sahip Allah'ın otoritesi ve Allah'ın azabı karşısında bütün insanların zayıflığı gerçeği yer almaktadır. Bütün bunlar inanca ilişkin gerçeklerdir. Daha önce kesilmiş hayvanların helal veya haram oluşu söz konusu edilirken hatırlatılmışlardı. Sonraki halkada meyve, hayvan ve çocuklardan adaklara, bu konulardaki cahiliye gelenek ve düşüncelerine ilişkin açıklamalar yer almıştı. Bütün bu sorunlara ilişkin açıklamalar birbiri ile bütünleştirilmekte, dinin belirlediği doğal konumuna yerleştirilmektedir. Bunun nedeni, tüm bunların aynı düzeyde inançla ilgili sorunlar olmalarıdır. Yüce kitabında belirlediği şekliyle Allah'ın ölçüsünde bunlar arasında bir fark gözetilmez.
Geçen parçada, yüce Allah'ın göğüslerini İslâm'a açtığı, dolayısıyla kalpleri uyanık kalan ve gerçeklerden habersiz olmayan, böylece esenlik yurduna doğru yol alan ve sonuçta Allah'ın dostluğuna ve koruyuculuğuna kavuşanlara ilişkin uzun bir açıklama yer almıştı. Şimdi de "Kıyamet sahnelerinin" sunulmasında genelde Kur'an'ın başvurduğu yöntem gereği sahnede karşıt bir tablo gözler önüne seriliyor. Aldatmak, kandırmak ve yoldan çıkarmak için kimisi kimisine yaldızlı sözler fısıldayarak hayatlarını geçiren, tüm peygamberlere düşmanlıkla birbirleriyle dayanışma içinde bulunan ve Allah'ın kendileri için koyduğu helal ve haram noktasında müminlerle tartışmak için bazısı bazısına ilham veren insanlardan ve cinlerden şeytanlar sunuluyor. Bunları, son derece hareketli, canlı, karşılıklı konuşma, itiraf, azarlama, hüküm ve değerlendirme kapsayan ve Kur'an'da yer alan kıyamet sahnelerinin içerdiği canlılık fışkıran bir sahnede canlandırıyor.


128- Allah, insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün, "Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız" der. Cin/erin insandan yardakçıları da, "Ey Rabbimiz birbirimizi kul/anarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk " derler. O da "Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna" der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.


129- İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız.


130- "Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi an/atan ve bu günle karşı/aşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi?" On/ar da "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.


131- Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin, gerçeklerden habersiz olan bir kentin ha/kını haksız yere as/a helâk etmez.


132- Herkesin, yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.

Sahne gelecekte tümüyle toplanacakları günde başlıyor. Ancak dinleyen için olmuş bitmiş bir olay haline dönüştürüyor. Karşısında görebileceği bir duruma getiriyor. Bu da ifadede bir tek sözcüğün yutulmasıyla gerçekleşiyor. Cümlenin takdir edilen şekli şöyledir.
"Allah insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün" -şöyle der-: "Ey cinler... ile insanlar..." Ne var ki, ifadede -der- sözcüğü yer almıyor. Bu ise, ifadeyi uzak bir olayın tasvirinden çıkarmakta ve akışı beklenen geleceğin anlatımından çıkarıp gözle görülen realitenin ifadesine dönüştürmektedir. Bu da Kur'an'ın eşsiz tasvir özelliklerindendir.
O halde canlandırılan hareketli sahneyi izleyelim:
"Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız."
Size uyan, kışkırtmalarınızı dinleyen, vesveselerinize itaat eden ve adımlarınızı takip eden birçok insan buldunuz. Bununla sadece haber verme amacı güdülmüyor. Çünkü cinler, birçok insanı ayarttıklarını biliyorlar. Burada suçun tescili amaçlanıyor; nerdeyse sahnede göreceğimiz büyük topluluğu saptırma suçu... Bu kalabalık içinde belirtileri biraraya getirilen suçtan dolayı azarlama amacı güdülüyor. Bu yüzden cinler, bu söze karşılık herhangi bir şey söylemiyorlar. Fakat şeytanların vesvesesine kapılmış gururlu ve cahil insanlar cevap veriyor!
"İnsanlardan yardakçılar; "Ey Rabbimiz birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk! derler."
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Eylül 2008, 21:07   Mesaj No:20
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Bu cevap, şeytanları takip edenlerin gerçeklerden habersiz oluşlarını ve hafifliklerini ortaya çıkarmaktadır. Aldatma yurdundayken şeytanların ruhlarına etki ettikleri noktayı da gözler önüne sermektedir. Cinlerin aldatması ve süslü göstermesi sonucu kendilerine hoş gösterdikleri fikir ve düşüncelerden, pohpohlama ve eğlencelerden, gizli-açık günahlardan yararlanıyorlardı. İşte bu yararlanma gediğinden, şeytan içlerine girdi. Bu kibirli aptallardan yararlandılar. İblisin insanlık alemindeki amacını gerçekleştirmek için onları eğlendiriyor, aşağılıyor ve alaya alıyorlardı. Bu aptal ve basit kimseler de bunun karşılıklı yararlanma olduğunu, hem kendilerinin, hem de onların yararlandığını sanıyorlardı. Bu yüzden şöyle diyorlardı:
"Ey Rabbimiz birbirimizi kullandık."
Bu oyalanma hayat boyu sürdü. Ta ki, süre doldu. Bugün kendilerine süre tanıyanın sadece yüce Allah olduğunu, oyalanırken bile O'nun kontrolü altında olduklarını biliyorlar:
"Bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk."
Bu noktada kesin hüküm geliyor ve adil cezayı bildiriyor:
"Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesnadır."
Ateş bir sığınaktır, bir barınaktır. Kalınacak bir yurttur, hem de sürekli kalmak için. "Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna." Amaç, itikadî düşünce üzerinde egemen olan serbest ilahî irade olduğu gibi kalsın... İlahî iradenin serbestliği bu düşüncenin temel kurallarından biridir. Bu irade tutsak edilemez, bağlanamaz. Sonuçlarında bile...
"Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."
İnsanlara ilişkin kaderi, bir hikmete ve bilgiye göre gerçekleşir. Hikmet ve bilgi noktasında hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tektir. Sahnenin tamamlanması için karşılıklı konuşmalara yeniden başlamadan önce, sahnenin son kısmı üzerine bir değerlendirme yapmaya başlıyor ayetlerin akışı.
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan ötürü işledikleri kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri, yöneliş ve hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen sonucun bir oluşu gerekçesiyle, bazısını bazısına dost kılarız. Bu genel bir kuraldır. O günkü gerekçenin sınırlarını aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun mahiyetini ele almaktadır. Çünkü zalimler -bunlar herhangi bir şekilde Allah'a ortak koşan kimselerdir- hak ve doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere ve onlara inananlara karşı düşmanlıkta birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın aynı karaktere sahip olmalarının yanında, insanlar üzerindeki Rabblık hakkını gasbetmekte ve aynı şekilde Allah'ın hakimiyetinden kaynaklanan bir sınırlama olmaksızın azgın ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı paylaşmaktadırlar.
Çıkarları bakımından didişmelerine, ihtilafa düşmelerine rağmen bunları, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olan bir kitle olarak görürüz. Özellikle Allah'ın dinine ve O'nun dostlarına karşı savaşmada... Aralarındaki karakter ve hedef birliğine dayanmaktadır bu dostluk. İşledikleri kötülük ve günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz gibi!
Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar, siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan şeytanların arasında önemli birleşmelere şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara rağmen bu paktlar, İslâm'a saldırmada ve tüm yeryüzündeki İslâmî diriliş hareketlerinin doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir.
Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm'a savaş açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin ve şeytanî komplonun amaçlarına uygun olarak hareket etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm'ın hakim olduğu bölgede kullanıma hazır araçların yanında, onlarca asrın tecrübesinin devreye sokulduğu bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah'ın şu sözünün işareti belirginleşiyor: "İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız." Ayrıca yüce Allah'ın peygamberine verdiği güvence de bu işarete uymaktadır: "Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak." Ancak bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu dine ve müminlere karşı girişilen savaşta O'nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir topluluğun var olmasını gerektirmektedir.
Ayetlerin akışıyla birlikte sahnenin son bölümüne dönüyoruz:
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve tescil etmek amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah, dünya hayatındaki durumlarını biliyordu. Bu soruya karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu cezayı hak ettiklerini belirtiyorlar.
Hïtap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de yöneliktir. Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi, cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir? İnsanlara görünmeyen bu yaratıkların durumunu ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin, peygamberlere indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları uyardıkları şeklinde yorumlanabilir. Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında Kur'an'da anlatılanlar gibi.
"Kur'an'ı dinleyecek cinlerden birtakımını sana yöneltmiştik. Onlar Kur'an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine; "susun" dediler. Kur'an'ın okunması bitince, herbiri birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler."
"Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik."
"Ey kavmimiz, Allah'a çağırana uyun ve O'na inanın, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun."
"Allah'a çağıran kişiye uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklıktadırlar." (Ahkaf Suresi: 29-32)
Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla birlikte cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla beraber konu yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini kurcalamanın hiçbir yararı söz konusu değildir.
Her neyse... Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar, sorunun bu kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme, aynı zamanda azarlama ve tehdit etme amacına yönelik olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine her şeyi itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi aleyhlerine tescil ediyorlar:
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler."
Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve şöyle diyor:
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları aldatmış, gurur onları küfre sürüklemiştir. Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine şahitlik ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı yoktur. İnsanın kendisini böylesine sıkıntılı bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç olabilir mi? Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi, savunma amacıyla tek söz söylememesi...
Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği seyredilen olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı uzak mazi gibi gösterirken Kur'an'ın başvurduğu eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.
Kur'an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur'an, kıyamet sahnesini hazır ve yakın bir olgu olarak sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak gözler önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü gerçekleşeceğini unutup olduğu gibi karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur'an uzak tarihten söz eder gibi dünyadan söz ediyor.
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden biridir.
Sahnenin bitmesi üzerine, insanlardan ve cinlerden şeytanlara verilen cezaya, bu yığınların ateşe sürüklenişlerine, ayrıca kendilerine peygamberlerin geldiklerini, Allah'ın ayetlerini kendilerine anlattıklarını ve bugünkü karşılaşma konusunda uyarıda bulunduklarını kabullenmelerine ilişkin verilen hükmü değerlendirmek için ayetlerin akışı hitabı peygambere -salât ve selâm üzerine olsun O'nun ötesinde müminlere ve tüm insanlara yöneltmektedir. Bir de sahne ve içinde olup bitenler üzerine, uyarmadan Allah'ın azabının hiç kimseye dokunmayacağı, ayrıca gafletlerinden uyandırılmadan, kendilerine Allah'ın ayetleri okunmadan ve uyarıcılar tarafından uyarılmadan yüce Allah'ın kullarını zulümlerinden (yani ortak koşmalarından) dolayı sorgulamayacağı değerlendirmesi yapılmak istenmektedir.
"Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez."
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti, peygamberler göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından dolayı onları sorumlu tutmamayı gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği gerçek Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar sapıtabilir- ve kendilerine bahşettiği akıl ve kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı altında akıl yoldan çıkabilir- ve apaçık evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini göremez hale gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış tozlardan silkelemek, insan aklını sapmaktan kurtarmak, bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma görevi peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir. Azaplandırma da duyuru ve uyarıdan sonra meydana gelen yalanlama ve kâfir olmaya bağlı kılınmıştır.
Bu gerçek, yüce Allah'ın insana yönelik rahmetini ve lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan oluşan insanın algılama organlarının değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca dayanmadıkları ve dine bağlı olmadıkları sürece bu organların kendi başlarına sapıklıktan korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve arzuların baskısına dayanamayacaklarını belirtmektedir. (Daha geniş bilgi için "Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakının.)
Daha sonra ayetlerin akışı hem müminlere hem de şeytanlara verilecek ceza ve mükâfat konusunda diğer bir gerçeğe değinmektedir!
"Herkesin yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı dereceler... Şeytanların da dereceleri var; birbirinden aşağı dereceler... Tümü de yaptıklarının karşılığıdır. Yapılan her şey saklı tutulmaktadır, hiçbir şey kaybolmaz:
"Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara ihtiyacı yoktur. İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem dünyada hem de ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı şekilde, isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok edebildiği ve yerlerine başka bir nesil getirebildiği halde, onları oldukları gibi bırakması da yüce Allah'ın rahmetinin belirtisidir.

133- "Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir ve merhamet sahibidir. O eğer dilerse sizi yok edip arkanızdan yerinize istediği başkalarını geçirebilir. Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan türettiği gibi. "

O halde insanlar, Allah'ın rahmeti sayesinde yerlerinde durduklarını, durumlarının Allah'ın iradesine bağlı olduğunu, ellerindeki gücü Allah'ın kendilerine verdiğini, asıl güç sahibinin kendileri olmadığını, bağımsız bir varlığa sahip olmadıklarını, hiç kimsenin kendi yaradılışında ve varlığında bir müdahalesinin bulunmadığını, kimsenin kendisine verilen şeyler üzerinde bir etkinliğinin, bir yetkisinin söz konusu olmadığını unutmamalıdırlar. Kendilerini yok edip, yerlerine başkalarını getirmenin Allah için kolay olduğunu bilmelidirler. Tıpkı kendilerini diğer bir neslin soyundan varettiği ve kaderi gereğince onların yerine yerleştirdiği gibi.
Bunlar son derece etkin yöntemlerdir. Komplolar hazırlayan, boyunlarından büyük işlere kalkışan, haramlar ve helaller belirleyen, koydukları yasalarla Allah'ın şeriatına karşı mücadeleye girişen insan ve cin şeytanlarından zalimlerin kalplerine yönelik sarsıcı uyarılardır. Onlar da Allah'ın kontrolündedirler dilediği gibi tutmaktadır onları. Ne zaman isterse yok edebilir onları, yerlerine de dilediği kimseleri yerleştirebilir. Ayrıca bu mesajlar, şeytanların komplo ve tuzaklarından, suçluların işkence ve düşmanlıklarından çok eziyet çeken mümin topluluğun gönüllerine güven ve huzur duygularını serpmekte, kalplerini sağlamlaştırmaktadır. Çünkü yeryüzünde zorbalık taslasalar ve komplolar tertip etseler bile Allah'ın kontrolü altında, oldukça zayıftırlar düşmanlar.


134- "Size va'dedilen akıbet kesinlikle yerine gelecektir. Siz onun önüne geçemezsiniz."

Siz Allah'ın elinde ve kontrolündesiniz. O'nun iradesinin ve takdirinin mahkûmusunuz. Başıboş ya da serbest değilsiniz. Az önce bir sahnesini seyrettiğiniz toplanma günü bu andan itibaren sizi beklemektedir. Bugünün geleceğinden hiçbir kuşkuya yer yoktur. O günden kaçmanız mümkün değildir. Son derece güçlü ve kuvvetli olan Allah'ın iradesinin önüne geçemezsiniz.
Bu değerlendirmeler, kalpler üzerinde oldukça derin ilham ve etkisi bulunan ve birbirine girmiş diğer bir tehditle son buluyor:


135- "De ki; Ey kavmim, tutumunuzu devam ettiriniz, ben de kendi tutumumu devam ettireceğim. Dünya yurdunun sonunun kimin lehinde olacağını ilerde anlayacaksınız. Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler. "

Bu beraberindeki ve arkasındaki gerçeğe, gerçeğin kendisinde ve ötesinde yeralan kuvvete güvenmeden kaynaklanan bir tehdittir. İşlerine karışmayacağına, çünkü kendisinin bağlı bulunduğu gerçekten, hareket metodu ve yolundan emin olduğuna, aynı şekilde kendilerinin içinde bulundukları sapıklıktan ve en sonunda varacakları sonuçtan emin olduğuna ilişkin Hz. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir tehdittir:
"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."
Bu, değişmeyen bir kuraldır. Buna göre Allah'dan başka dostlar edinen müşrikler kurtuluşa eremezler. Çünkü Allah'dan başka dost ve yardımcı yoktur. Allah'ın yol göstericiliğine uymayanlar da... O'nun yol göstericiliğinin dışında koyu sapıklıktan, apaçık zarardan başka bir şey yoktur.
Surenin akışıyla birlikte yeni bir bölüme geçmeden, üzerine Allah'ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanların hükmüne ilişkin konuyla meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklara ilişkin konu arasında yeralan bu bölüm üzerinde seri bir şekilde bazı gerçeklere değinelim. Saf inancın temel gerçeklerinden bunca gerçeği içerdiği gibi, iman ve küfrün tabiatına, insanlardan ve cinlerden şeytanlarla Allah'ın peygamberleri ve onlara inananlar arasındaki savaşın mahiyetine ilişkin sahneleri, tabloları ve açıklamaları da kapsamaktadır bu bölüm. Nitekim geniş boyutlarıyla büyük akide gerçeklerini karşılayan ve gözler önüne seren surenin akışında yeralan benzerleri gibi bunca duygulandırıcı mesajı da içermektedir.
Bu arada bölümün üzerinde kısaca durmamız; Kur'an'ın sunuş yönteminin bu pratik olgulara ve insan hayatındaki bu uygulamalı ayrıntılara ne kadar önem verdiğini, bunların Allah'ın şeriatına uygunluğuna ve dayanmaları gereken temeli belirlemeye, yani Allah'ın hakimiyetini ya da diğer bir ifadeyle O'nun Rabblığını açıklamaya ne kadar özen gösterdiğini görmemiz içindir.
O halde Kur'an'ın sunuş yöntemi bu soruna neden bu kadar önem veriyor?
Önem veriyor, çünkü ilke açısından İslâm'da "inanç sistemi" sorununu özetlemektedir, "Din" sorununu özetlediği gibi, İslâm'da "inanç sistemi" `Allah'dan başka ilâh olmadığına tanıklık etme" temeline dayanmaktadır. Bu tanıklıkla birlikte müslüman, kullardan herbirinin ilâhlık iddiasını kalbinden söküp atar ve ilâhlığı Allah'a özgü kılar. Dolayısıyla herbirinin hakimiyetini reddedip, hakimiyeti tümden Allah'a verir. Küçük bir konuda hüküm belirlemek, büyük bir konuda hüküm vermek gibi hakimiyet hakkını iddia etmektir. Dolayısıyla ilâhlık hakkını iddia etmektir. Müslüman Allah'ın dışında herkesin bu iddiasını red eder. İslâm'a göre din, -kalpteki inanç konusunda olduğu gibi- kulların pratik hayatlarında tek bir ilâhlığa, yani Allah'ın ilâhlığına boyun eğmeleri ve pratik hayatlarında Allah'dan başka ilânlık taslayan kullara uymaktan kaçınmalarıdır. Herhangi bir konuda hüküm verme, ilâhlık iddiasında bulunmaktır. Bu hükme boyun eğmek de ilâhlık iddiasını benimsemektir Bu nedenle müslüman, bu konuda ilâhlığı tek başına Allah'a özgü kılar. Allah'ın dışında ilâhlık taslayan kulların dinine boyun eğmeyi reddeder, bundan kaçınır.
Kur'an-ı Kerim'in tümünde bu inanç temellerinin belirlenmesine bu kadar önem verilmesi ve Mekke'de nazil olan bu surenin akışında gördüğümüz şekilde konuya bu denli ağırlık verilmesi bu yüzdendir. Yedinci cüzde bu surenin tanıtım kısmında da değindiğimiz gibi, Kur'an'ın Mekke'de indirilen kısmı, müslüman kitlenin hayatındaki düzen ve yasalar sorununa değinmiyordu. Sadece inanç ve düşünce sorununu ele alıyordu. Bununla beraber hakimiyet konusundaki inanç temellerinin belirlenmesine surenin bu kadar önem vermesinin derin ve büyük bir anlamı vardır.
Önceki bölüm ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerle birlikte Kur'an'ın Mekke'de indirilen kısmında yeralan bu Mekki surenin akışında sunulan önümüzdeki bu uzun bölümün tümü... (Bilindiği gibi Kur'an'ın Mekke'de inen kısımının konusu inançtı. İnançla ilgili temellerini yerleştirmenin dışında, şeriatla ilgili herhangi bir şey sunmuyordu. Çünkü o zaman İslâm şeriatını uygulayacak bir devlet henüz yoktu. Böylece yüce Allah, bütünüyle İslâm'a girmiş, kendilerini tamamen Allah'a teslim etmiş, şeriatına uymak suretiyle Allah'a kullukta bulunan bir toplum oluşmadan, bir toplumun insanlar arasında pratik olarak şu şeriatla hükmeden, bu dinin tabiatında ve hareket metodunda olduğu gibi hükmü bilmeyi uygulamayla eş anlamlı kılan, bu şekilde İslâm'a ciddiyet, canlılık ve vakar kazandıran egemen bir devlet kurulmadan bu şeriatı konuşma malzemesi ve etüd konusu olmaktan korumuştu...
Biz diyoruz ki, Mekke'de indirilen bu surede yeralan bu uzun bölümün tümü kanun koyma ve hakimiyet konusunu ele almaktadır, bu konunun mahiyetine işaret etmektedir. Çünkü bu bir inanç sorunudur. Bu sorunun dindeki önemini göstermektedir, çünkü bu, en başta gelen sorundur.
Ayetleri ayrıntılı biçimde karşılamaya girişmeden önce, konunun içeriğini, anlam ve işaretlerini özet bir şekilde görebilmemiz için genel anlamda Kur'an'ın gölgesinde yaşayalım istiyoruz.
Konu meyveler, hayvanlar ve çocuklar konusunda -yani ekonomik ve toplumsal konularda- ileri sürdükleri cahiliye düşünce ve iddialarını sunmakla başlıyor. Bu düşünce ve iddiaların şu şekilde örneklendiğini görebiliriz:
1- Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları, kendileri için yarattığı ekin ve hayvanları iki kısma ayırmaları: Bir kısmını Allah'a ayırıyorlardı. -Üstelik Allah'ın bu şekilde hükmettiğini iddia ediyorlardı.- Diğer kısımını da Allah'a ortak koştukları tanrılarına ayırıyorlardı. -Bunlar, Allah'ın dışında canlarına, mallarına ve çocuklarına ortak ettikleri sahte tanrılardı.
"Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" dediler."
2- Bundan sonra onlar Allah için ayırdıkları paya tecavüz ederek bir kısmını alıp ortak koştukları tanrıların payına katıyorlardı, tanrılarına ayırdıkları kısım üzerinde böyle bir şeye asla girişmezlerdi:
"Fakat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı ortaklara geçebiliyor."
3- Ortak koştukları tanrıların çekici göstermeleri sonucu çocuklarını öldürüyorlardı. Bunu yapanlar, kâhinler ve kendi aralarında hükümler koyan fertler, bir taraftan toplumsal baskı diğer taraftan dinsel hurafelerin etkisiyle boyun eğerlerdi. Bu, çocukları öldürme olayı, fakirlik korkusu ve namus nedeniyle kız çocuklarını ilgilendirirken kimi zaman da adak amacıyla erkek çocuklarını da ilgilendiriyordu. Nitekim Abdulmuttalip şayet Allah, kendisini koruyacak on erkek çocuk verirse, birini kesmek üzere tanrılara adamıştı.
"Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar."
4- Bazı hayvanları ve ekinleri yasaklamışlardı. Allah'dan özel bir izin olmadan bunların yenilmeyeceğini iddia ediyorlardı. -Evet aynen böyle iddia ediyorlardı.- Nitekim bazı hayvanlara binmeyi de yasaklamışlardı. Keserken ya da binerken bazılarının üzerinde Allah'ın adını anmayı yasaklamışlardı. Hac'da Allah'ın adı anılıyor gerekçesiyle o sırada bu hayvanlara binmezlerdi. Üstelik tüm bunların Allah tarafından emredildiğini ileri sürüyorlardı:
"Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır" dediler. O'na iftira ederek..."
5- Ana karnındayken bazı hayvanları erkekleri için ayırıyorlardı ve bunları kadınlarına haram kılıyorlardı. Ancak yavru ölü doğacak olursa, kadınları ve erkekleri ortak kabul ediyorlardı. Bu arada böylesine gülünç bir hükmü Allah'a dayandırmaktan da geri kalmıyorlardı:
"Yine onlar, "Bu hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa, her ikisi de O'na ortak olur, dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz, O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."
İşte cahiliye döneminde Arap toplumunu kaplayan ve bu konudaki hükmü vermek, ruhları ve gönülleri onlardan arındırmak, aynı şekilde toplumsal hayatta geçersiz kılmak için Mekke'de inmiş bir surede Kur'an'ın uzun akışında ele aldığı düşünceler, iddialar ve geleneklerden bir demet...
Kur'an-ı Kerim ağır, uzun ve titiz adımlarını atarken, şu metodu takip etmiştir.
a) Önce bilgisizcé ve ahmakça çocuklarını öldürenlerin ve Allah'a iftira ederek kendilerine verdiği rızıkları haram kabul edenlerin büsbütün kaybettiklerini belirtmiş ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah'a dayandırdıkları bu düşünce ve iddialarıyla kesin sapıklıkta olduklarını duyurmuştur.
b) Sonra üzerinde bu tür bir tasarrufta bulundukları malları yüce Allah'ın kendileri için varettiğine dikkatleri çekmiştir. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri var eden, onlar için bu hayvanları yaratan O'dur. Rızıkları veren, tek başına verdiklerinin sahibidir de. Aynı zamanda insanları rızıklandırdığı bu mallara ilişik hükmü de sadece O verebilir. Bu aşamada ekinlerin, meyvelerin, çardaklı ve çardaksız bahçelerin sahnelerinden, kimisine bindikleri, yüklerini vurdukları, etlerini yedikleri, derisinden, yününden ve kılından yararlandıkları hayvanlar aracılığıyla verdiği nimetlerden oluşan son derece duygulandırıcı, etkileyici mesajlar kullanılmıştır. Nitekim, Ademoğulları'yla şeytan arasındaki köklü düşmanlığın hatırlatılması da bir etken olarak kullanılmıştır. O halde nasıl şeytanın adımlarını takip ederler? Açıktan açığa düşman olduğu halde vesveselerini dinlerler?
c) Bundan sonra, özellikle hayvanlara ilişkin düşüncelerinin saçmalığı ve tümden mantık dışılığı ayrıntılı biçimde sunulmuştur. Olanca tutarsızlıkları, saçmalıkları ve tuhaflıklarıyla ortaya çıkarmak için düşüncelerindeki karanlıklar üzerine ışık tutulmuştur. Bu. sahnenin sonunda da, her türlü kanıttan ve mantıktan yoksun bu hükümleri verirken neye dayandıklarına ilişkin bir soru yöneltilmektedir: "Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?" Bu sadece sizin bildiğiniz bir sır mıdır? Sırf söze yönelik bir direktif midir? Bu arada Allah'a iftira etmek suçu ve insanları bilgisizce saptırma girişimi son derece çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Ayrıca bu olay konu içinde kullanılan değişik etkileyici mesajlardan biri haline dönüştürülmektedir.
d) Burada kanun koyma hakkına sahip otorite belirtilmektedir. Bu arada bu otoritenin müslümanlara, özellikle de yahudilere haram kıldığı ve müslümanlara helal kıldığı yiyecekler açıklanmaktadır.
e) Sonra, her ikisi de anlam ve yasama niteliğiyle Allah katında diğerinin düzeyinde olan Allah'a ortak koşma ve Allah'ın helal kıldığını haram sayma eylemlerinde somutlaşan cahiliyeye dayalı hayatlarını Allah'ın iradesine bağlamaları ile "Eğer Allah dileseydi ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şey yasaklardık" demeleri tartışılıyor. Ayrıca bu söylenenlerin daha önce gelmiş geçmiş tüm kâfir yalancılar tarafından söylendiği de belirtilmektedir. Yalancılar böyle söylemişlerdi, Allah'ın azabı gelene kadar. "Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar." Allah'a ortak koşmak, O'nun şeriatına dayanmaksızın bir şeyi haram kılmak gibidir. Her ikisi de Allah'ın ayetlerini yalanlayanların ayırıcı özellikleridir. Bu arada belirlediğiniz bu prensipleri neye dayandırıyorsunuz? şeklinde ayıplayıcı bir soru yeralıyor:
"Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz."
f) Bu konuda onlarla girişilen tartışma, onları şahit getirmeye ve kesin ayrılığa çağırmakla son buluyor. -Tıpkı surenin başlarında inancın temeline ilişkin konuda yapıldığı gibi- Sorunun aynı sorun olduğunu vurgulamak için aynı ifadeler, aynı nitelemeler, hatta aynı sözcükler kullanılıyor:
"De ki; Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma." Ayeti kerimede sahne, ifade ve sözcük birliğinin yanında bu hükümleri koyanların keyfi arzularına uyduklarını, Allah'ın ayetlerini yalanladıklarını, ahiret gününe inanmadıklarını görüyoruz. Çünkü şayet, Allah'ın ayetlerini onaylamış, ahiret gününe inanmış ve Allah'ın yol göstericiliğine uymuş olsalardı, Allah'ın hükümleri dışında hem kendileri, hem de insanlar için hüküm koymaya kalkışmazlardı. Allah'ın izni olmadan haramlar ve helaller belirlemeye yeltenmezlerdi.
g) Bölümün sonunda Allah'ın gerçekten neleri haram kıldığını açıklamak için onlara bir çağrı yapılmaktadır. Burada toplumsal hayatın temel ilkelerinden bir kısmını görüyoruz. En başta da tevhit yer alıyor. Gerisi da birtakım emirler ve yükümlülükler. Ancak haramlar çoğunlukta ve tüm saydıklarımızın başlığı durumunda...
Allah, kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır. Anne ve babaya iyilikle davranılmasını emretmiştir. Fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamış, bunun yanında rızıklarının verileceği güvencesini vermiştir. Kötülüğün gizlisine-açığına yaklaşmasını yasaklamıştır. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayı yasaklamıştır. Erginlik çağma erişmeden, iyilikle almanın dışında yetimlerin mallarına dokunmayı yasaklamıştır. Tartı ve ölçüyü adaletle yerine getirmeyi emretmiş, konuşmada -tanıklık ve hüküm vermede- yakınları hakkında da olsa, adil davranmayı emretmiştir. Allah için verilen tüm sözleri. yerine getirmeyi emretmiştir. Surenin akışı bunların tümünü, emir ve yasakla ilgili her cümlenin sonunda tekrarlanan Allah'ın direktifi haline getiriyor.
Ayetlerin akışında bu şekilde biraraya gelen, adeta birbirleriyle kaynaşan ve tek bir cümlede sunulan inanç temeli ile şeriat ilkelerini kapsayan bu emir ve yasaklar yığını bir kütle konumundadır. Açıkladığımız metod uyarınca Kur'an'a inceleyenlerin gözünden kaçmaz bu anlam. Uzun bölümün sonunda bu emir ve yasaklar bütününe ilişkin olarak şöyle denmektedir:
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Bunun nedeni, bu bölümün tüm akışında gözetilen anlamı iyice açığa kavuşturmak; tek, açık ve kesin bir ifadede şekillendirmektir.
Şirk ya da İslâm sıfatının belirginleşmesi noktasında bu din nazarında şeriat da inanç gibidir. Hatta bu anlamda bu dinin şeriatı inançtan bir parçadır. Hatta ve hatta bizzat şeriat inançtır. Çünkü şeriat inancın realitedeki tercümanıdır. Nitekim bu temel gerçek Kur'an metodu uyarınca sunulan Kur'an ayetlerinde gayet net bir şekilde belirginleşmektedir.
İğrenç, cehennemi yöntemlere başvurularak asırlardan beri süregelen bir şekilde bu dine mensup kişilerin gönlünde dinin anlamından çekip koparılmak istenen gerçek budur işte. Öyle ki-dinlerine gereken özeni göstermeyen laubaliler ve düşmanları bir yana- bu dine sağlam sarılanların çoğunluğu dahi hakimiyet sorununu inanç sorunundan ayırır olmuşlardır. İnanç konusunda olduğu gibi, bu konuda galeyana gelmiyorlar. İnanç veya ibadette olduğu gibi hakimiyet konusunda Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri, dinden çıkmış saymıyorlar. Oysa bu din inanç, ibadet ve şeriatı birbirinden ayrı kabul etmez. Fakat bu, uzun asırlardır bilinen araçlara başvurularak meydana getirilen bir ayırımdır. Öyle ki, bu dinin en hareketli savunucularının düşüncesinde bile hakimiyet sorunu böylesine şaşılacak bir duruma gelmiştir. İşte -konusu düzen, şeriat olmadığı, yalnızca inanç konusuyla ilgilendiği halde- Mekke'de inmiş bu surenin bunca üzerinde yoğunlaştığı, bu kadar etkenleri devreye soktuğu ve bütün bu açıklamaları yaptığı sorun budur. Oysa konusu, toplumsal hayatın uygulamalı basit, bir alışkanlığı ortadan kaldırmaya yönelikti. Çünkü bu sorun en büyük temelle ilgilidir. Hakimiyet temeli... Çünkü bu büyük temel bu dinin temeli ve gerçek varlığıyla ilgilidir.
Puta tapan hakkında şirk hükmünü verip de tağutun hükmünü benimseyenlere bu hükmü vermeyenler, birinciden tiksindikleri halde ikinciden tiksinmeyenler... Bunlar Kur'an-ı okumuyorlar. Bu dinin tabiatını bilmiyorlar. O halde Allah'ın indirdiği şekliyle Kur'an-ı okumalı ve Allah'ın şu sözünü ciddiye almalıdırlar:
"Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bu dini koruma çabasında olan kimi insanlar da hem kendi kafalarım, hem de insanların kafalarını uygulanan şu kanunların, ya da uygulamaların veya söylenenlerin İslâm şeriatına uyup uymadığını ortaya çıkarmakla uğraştırıyorlar. Orada burada göze çarpan kimi aykırılıklara karşı amansız bir saldırıya geçiyorlar. Sanki İslâm bütünüyle ayaktaymış da, bu varlığını ve egemenliğini gölgeleyen birtakım aykırılıkları ortadan kaldırmaktan başka yapılacak iş yokmuş gibi.
Bu dinin şu gayretkeş koruyucuları, aslında bilmeden bu dini incitiyorlar. Bu gülünç ve yararsız özenleri sonucu insanların içinde yer eden inanç enerjisinin kalıntılarını yok ediyorlar. Onlar bu halleriyle cahiliye sistemleri lehine tanıklık etmiş oluyorlar. Cahiliye toplumunda İslâm'ın ayakta olduğunu ve birtakım aykırılıkların düzeltilmesinden başka bütünlüğü bozucu bir durumun söz konusu olmadığına tanıklık etmiş oluyorlar. Oysa din bütünüyle hayattan koparılmış demektir. Kulların dışında hakimiyeti tek başına Allah'a veren düzen ve sistemde temsil edilmediği sürece...
Kuşkusuz bu dinin varlığı Allah'ın hakimiyetinin varlığına bağlıdır. Bu temel ortadan kalkınca bu din de kendiliğinden ortadan kalkar. Bu dinin günümüzde yeryüzünde karşılaştığı problem, Allah'ın ilâhlığına tecavüz eden, O'nun otoritesini ele geçiren, can, mal ve çocuklar hakkında serbestler ve yasaklar koymak suretiyle kendilerinde kanun koyma hakkını gören tağutların ortaya çıkmasıdır. İşte bu, Kur'an-ı Kerim'in bunca etken, prensip ve açıklama yığınıyla ele aldığı, sonra ilâhlık ve kulluk sorununa bağladığı, iman veya küfrün belirtisi, cahiliye ya da İslâm'ın ölçüsü kabul ettiği problemin aynısıdır.
İslâm'ın varlığını duyurmak, gerçekleştirmek için giriştiği savaş, dinsizlikle girişilen savaş değildir. Ta ki, bu dini koruyanların çabaladığı gibi salı `dine girmek"ten ibaret olsun. Toplumsal veya ahlâki bozulmalara karşı başlatılan savaş da değildir. Bunlar bu dinin varlığı açısından sonradan gelen savaşlardır. İslâm'ın varlığını gerçekleştirmek için giriştiği ilk savaş "hakimiyet" ve hakimiyetin kime ait olacağı savaşıdır. Mekke'de bunun için böyle bir savaşa girişmişti. Daha inancın temellerini atarken ve henüz düzen ve şeriata değinmezken bu savaşı başlatmıştı. Hakimiyetin Allah'a ait olduğunu vicdanlara yerleştirmek için girişmişti bu savaşa. Müslüman hakimiyeti kendisi için iddia etmez. Böyle bir iddiada bulunanın müslümanlık iddiasını da kabul etmez. Mekke'deki müslüman topluluğun gönüllerinde bu inanç iyice yerleşince yüce Allah Medine'de pratik uygulamasının yollarını açtı. O halde bu dini korumaya çalışanlar bir kendi durumlarına bir de olmaları gereken duruma baksınlar. Tabii bu dinin gerçek anlamını kavradıktan sonra...


136- Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "ßu Allah'ın bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" derler. Fàkat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar. "

Ekin ve hayvanlara ilişkin cahiliyenin düşünce ve geleneklerini anlatırken ayetlerin akışı, kendileri için bu ekin ve hayvanları var edenin yüce Allah olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla Allah'ın dışında insanları yerden ve gökten rızıklandıracak bir kişinin varlığı söz konusu değildir. Bu açıklamanın ardından yüce
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylere ne yaptıkları anlatılıyor. Bunlardan bir payı Allah'a ayırıyorlar, put ve totemlerine de bir pay ayırıyorlar. (Doğal olarak bu son pay put bekçilerine gidiyor)... Bundan sonra onlar, ayetin belirttiği gibi Allah için ayırdıkları paya tecavüz ediyorlar...
İbn-i Abbas şöyle diyor: Yiyecekleri topladıkları zaman deste yaparlardı ve iki kısma ayırırlardı. Bir payı Allah'a, birini de tanrılarına ayırırlardı. Şayet rüzgâr, tanrılarına ayırdıkları taraftan eser de bir kısmını Allah'a ayırdıkları paya katsaydı, bunu geri alıp tekrar yerine koyarlardı. Yok eğer rüzgâr Allah için ayırdıkları payın tarafından esip bir kısmını tanrılarının payına katsaydı bunu olduğu gibi bırakır, eski yerine bırakmazlardı. Bu nedenle yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Ne kötü hüküm veriyorlar."
Mücahid diyor ki; ekinlerden Allah için bir pay, put ve tanrıları için bir pay ayırırlardı. Rüzgârın Allah'a ayırdıkları paydan alıp tanrılarının payına kattığını bırakır, tanrılarının payından Allah'ın payına götürdüğünü de geri alırlardı ve şöyle derlerdi. "Allah'ın buna ihtiyacı yoktur." Hayvanlardan ayırdıklarına da Saibe ve Bahire adını verirlerdi.
Katade şöyle der! Sapıklık taraftarlarından bazısı ekin ve hayvanlarından bir payı Allah'a, birini de ortak koştukları tanrılara ayırırlardı.
Allah'ın payından bir şey tanrılarının payına karıştığında olduğu gibi bırakırlardı, tanrılarının payından bir şey Allah'ın payına karışacak olursa hemen geri alırlardı.
Kuraklık olduğu sene, Allah'ın payından yararlanır ortak koştukları tanrılarının payına el sürmezlerdi. Bunun için yüce Allah "Ne kötü hüküm veriyorlar" buyurmuştur.
Süddî'den şöyle rivayet edilir: Mallarından bir pay ayırıp, bu Allah'ındır derlerdi. Bir ekin eker, Allah'a ayırırlardı. Bunun benzerini ortak koştukları tanrıları için de yaparlardı. Ortak koştukları tanrılarının payını onlar için harcarlardı. Allah'ın payından da sadaka verirlerdi. Sahte tanrılarının payı biter de Allah'ın payı fazla olursa, "Tanrılarımıza infak etmek zorundayız" derlerdi. Allah'ın payından alıp sahte tanrılarına infak ederlerdi. Allah'ın payı tükenip, ortak koştukları tanrılarının ki çok olursa, o zaman da "Şayet Allah dilese kendisine en güzelini ayırırdı" der ve tanrılarının payından bir şey Allah için vermezlerdi. Bu nedenle yüce Allah "Ne kötü hüküm veriyorlar" derken, şunu demek istiyor: Şayet paylaştırmada doğruysalar, o zaman çok kötü hüküm veriyorlar. Çünkü benden alıyorlar ama bana vermiyorlar.
İbn-i Cerir şöyle der! Yüce Allah'ın "Ne kötü hüküm veriyorlar" sözüne gelince; burada yüce Allah nitelikleri belirtilen bu müşriklerin davranışlarını şu şekilde haber vermektedir: Benim payımdan ortak koştukları tanrılara verdikleri halde onların payından bana vermemekle çok kötü hüküm veriyorlar. Aslında yüce Allah, bununla onların bilgisizliklerini, sapıklıklarını, doğru yoldan sapmalarını haber vermektedir. Kendilerini yaratan, besleyen ve sayılmayacak kadar çok nimet veren yüce Allah'ı kendilerine hiçbir zarar ve yarar dokunduramayanlara denk tutmaları, öyle ki kendi kafalarına göre yaptıkları paylaşmada sahte tanrılarını ondan üstün tutmalarını dile getirmektedir.
Hayvanlar ve ekinler konusunda müminlerle tartışmaları için insanlardan ve cinlerden şeytanların dostlarına telkin ettikleri bunlardı. Şeytanların dostlarına çekici kıldıkları bu tür düşünce ve uygulamalarda çıkarları söz konusu olduğu gayet açıktır. Kâhinlerden, mabet bekçilerinden ve liderlerden oluşan beşeri şeytanların çıkarına gelince; öncelikle takipçilerin ve yardakçıların gönüllerine egemen olmada, batıl düşünceler ve bazı inançların çekiciliği uyarınca keyfi arzularına uymalarını sağlamada somutlaşmaktadır. İkinci olarak, bu çekiciliğin ve insan toplumlarının aldatılmışlığın ötesinde gerçekleşecek maddi çıkarda somutlaşmaktadır. Bu da ahmak ve cahil kimselerin ortak koştukları tanrılara ayırdıkları kısımdan kendilerine düşen kazançtır. Cinlerden şeytanların çıkarına gelince; Ademoğulları'na yönelik aldatma ve vesvesede somutlaşmaktadır. Hayatlarının bozulması, dinlerinin karmaşaya dönüşmesi, sonuçta onları dünyadayken aşağılık bir yokolmaya, ahirette de ateşe sürüklemesidir, onların beklentileri.
Arap cahiliyesinde görülen bu olayın benzerleri diğer cahiliye toplumlarında, Yunan-İran-Roma toplumlarında da görülmüştür. Hindistan'da, Afrika ve Asya'da görülmektedir. Sözkonusu edilen konular, malı uygulamalara ilişkindir sadece. Ancak cahiliye sırf bunlardan ibaret değildir Modern cahiliye de Allah'ın izin vermediği şekilde mallar üzerinde birtakım uygulamalarda bulunmaktadır. Bu durumda eski cahiliye düşünceleriyle şirk noktasında buluşmaktadır. O temel ve kural açısında buluşmaktadır. Çünkü cahiliye, insanların işlerinde Allah'ın şeriatına dayanmaksızın birtakım uygulamalarda bulunan her sistemin adıdır. Bundan sonra bu tür uygulamanın somutlaştığı şekillerin farklılığının hiçbir önemi yoktur. Bu farklılıklar yalnızca şekilden ibarettir:


137- "Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak. "

Yüce Allah şöyle buyuruyor: Ortak koştukları sahte tanrılar ve şeytanlar malları üzerindeki bu tür uygulamaları kendilerine çekici gösterdikleri gibi öz çocuklarını öldürmeyi de onlara çekici göstermişlerdir. Bu durum, kimi zaman rızık korkusu (-ya da esirlik ve kız babası olmaktan dolayı utanç duyma duygusu)- ile kız çocukları diri diri toprağa gömmek, kimi zaman da erkek çocukları sahte tanrılara adamak şeklinde meydana geliyordu. Nitekim Abdulmuttalip'in şayet Allah, kendisini koruyacak ve saldırılarda yardım edecek on erkek çocuk verecek olursa, birini kesmeyi adadığına ilişkin rivayetler vardır.
Bu ve ötekini emredenin cahiliye geleneği olduğu açıktır. Bu geleneği insanlar yine insanlar için koymuşlardır. Burada anılan şeytanlar, kâhinlerden, tapmak bekçilerinden ve başkanlardan oluşan insanlar ve vesveseci cinlerden oluşan şeytanlardır. Bunların arasında sıkı bir yardımlaşma ve dostluk vardır.
Ayet bu çekici göstermenin arka planında gizli hedefi şöyle açıklamaktadır:
"Fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar diye..."
Onları yok etmeyi, dinlerini bozmayı ve ondan kaynaklanacak net bir düşünceye dayanmayacakları şekilde karmaşık hale getirmeyi amaçlamışlardır. Bu yok oluş, öncelikle öz çocuklarını öldürmelerinde somutlaşmaktadır. Son olarak sosyal hayatın tümden bozulmasında ve insanların yolunu yitirmiş sürülere dönüşüp keyfi arzuları ve çıkarları uyarınca diledikleri gibi güden bozguncu çobanların eline düşmelerinde somutlaşmaktadır. Öyle ki, canları, çocukları ve malları hakkında ölüm ve yok olma hükmünü verebilecek duruma gelirler. Bu şaşkın koyunlar boyun eğmekten başka seçenek bulamazlar. Çünkü din, inanç -ve bunlara ilişkin konulardaki karmaşık düşünceler- tüm ağırlıkları ve derinlikleri ile birlikte, yine bu düşüncelerden kaynaklanan toplumsal geleneklerle bir dayanışma içine girerler. Böylece son derece açık dine bağlanan ve tüm işlerini kalıcı ölçüye göre düzenleyenlerin dışında hiç kimsenin karşı duramadığı ezici bir baskı meydana gelmiş olur.
Bu kapalı ve karmaşık düşünceler ve bunlardan kaynaklanan dayanılmaz baskısıyla kitleleri ezen şu toplumsal gelenekler, sırf eski cahiliye toplumların= da bilinen şekliye sınırlı değildir. Çağdaş cahiliyede daha açık bir şekilde görebiliyoruz bugün. İnsanların hayatında korkunç bir ağırlık olan ve kimsenin bir kaçış yolu bulamadığı gelenekler, töreler... İnsanların bir zorunluluk olarak gördükleri ve kimi zaman altından çıkılmaz harcamalarda bulundukları, hayatlarını ve değer yargılarını yiyip bitiren, ahlâklarını ve yaşayışlarını altüst eden, bununla beraber boyun eğmekten başka bir şey yapamadıkları şu moda ve törenler... Sabah, öğleden sonra ve akşam modaları... Kısa, dar ve gülünç giysiler... Çeşitli süsleme, güzelleştirme ve makyaj yöntemleri... Daha nice aşağılatıcı kölelikler... Tüm bunları kim yapıyor? Kimdir bunların arkasında? Bunların arkasında moda evleri bulunuyor. Üretici firmalar yer alıyor. Faizini almak için paralarını sanayiye yatıran banker kuruluşları ve bankalar yer alıyor. Dünyaya hükmetmek için insanlığı mahvetmeye çalışan yahudiler vardır bunların arkasında. Ancak bunlar görülen silahlar ve ortada ordularla bulunmuyorlar. Kendilerinin geliştirdiği düşünceler ve değerler, yerleştirdikleri görüşler ve kültürlerle meydanda yer alıyorlar. Sonra da bunları toplumsal örf adı altında baskı aracı olarak insanların üzerine salıyorlar. Onlar, egemen düzende, sosyal kurumlarda ve birbirine girmiş dalları ve kökleri ile birlikte karmaşık hale gelmesinden dolayı insanların tartışma konusu yapmadıkları toplumsal geleneklerde temsil edilmedikleri sürece görüşlerin tek başına yeterli olmayacağını biliyorlar.
Bunlar şeytanların işidir... İnsanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların... Bu, değişen görünüm ve şekillerine rağmen, kökleri ve kaynakları aynı, temelleri ve kuralları benzeşen cahiliyedir...
Biz Kur'an-ı okuduğumuzda onun sadece geçmişte yaşanmış cahiliye toplumlarının hikâyecilerini aktardığını anlıyorsak, onu çarpıtmış oluruz. Oysa Kur'an hayatın sürdüğü tüm çağlarda yaşanan her türlü cahiliye düzeninden söz etmekte, her zaman için bozulmuş realiteyi ele alıp Allah'ın doğru yoluna yöneltmektedir.
Komplonun ürkütücü boyutlarda olmasına, realitenin baskısına rağmen, Kur'an'ın akışı cahiliyeyi küçümsemekte ve bu dış görünümün örttüğü büyük gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla şu şeytanlar ve dostları Allah'ın kontrolü ve otoritesi altındadırlar. Onlar işledikleri şeyleri kişisel güçleriyle yapmıyorlar. Ancak uzun ipin kendilerine bırakılmış az bir tarafı ile Allah'ın iradesi ve takdiriyle yapıyorlar. Tabii ki, yüce Allah'ın kullarının sınanmasına ilişkin hikmetini gerçekleştirmek için. Şayet yüce Allah yapmalarını istemese hiçbir şey yapamazlar. Ancak yüce Allah denemek için bunların yapılmasını istiyor. Dolayısıyla bu konuda peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve müminlere bir sorumluluk söz konusu değildir. O halde yollarına devam edip şeytanları, Allah'a yönelik iftiraları ve komplolarıyla Allah'a bırakmalıdırlar.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Fizilalil Kuran Tin Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 2 30 Nisan 2012 08:50
Fizilalil Kuran Fil Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 1 18 Ekim 2009 21:57
Fizilalil Kuran Nas Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 1 18 Ekim 2009 17:54
Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 5 08 Ekim 2008 12:03
Fizilalil Kuran Nur Suresi Tefsiri-Medineweb MERVE DEMİR Fizilalil Kur'ân 7 08 Ekim 2008 11:56

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.