Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.PEYGAMBERLER-ASHAB-I KİRAM-ALİMLER.::. > Peygamberler-Ashab-ı Kiram-Alimler > Hz.Muhammed(s.a.v)

Konu Kimliği: Konu Sahibi NUR,Açılış Tarihi:  22 Mart 2009 (22:35), Konuya Son Cevap : 20 Nisan 2018 (21:20). Konuya 57 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 24 Mart 2009, 08:34   Mesaj No:31
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt

Meysere ile Efendimiz dönüşe geçtiler.Bir konak

lama yerine geldiklerinde Hazreti Ebubekr de kendilerine katıldı.

Ebu Bekir radıyallahü anh Meysere'ye:

-Kervanın gelmekte olduğu haberini Hadice hanıma bildirmek lazım; bunu da Muhammed'ül Emin'nin yapması en münasibdir; ne dersin diye bir teklifte bulundu.

-Peygamberimizle Meysere fikri yerinde buldular. Meysere, hemen efendimizin develerini kıymetli örtülerle donatmaya başladı.

Ebu Bekir radıyallahü enh sebebini sorunca Meysere:

-Hanımefendi haberi götürene deveyi üstündekilerle hediye eder; bunu bildiğim için aziz arkadaşımızın iyi bir hediyeye kavuşmasını arzu ediyorum diye cevap verdi.

tam bu sırada Ebu Cehil de yanlarına gelmişti.

Konuşulanları işitince lafa karıştı:

-Muhammed henüz çocuktur daha evvel sefere çıkmadığı için yolları da iyi bilmiyor başkasını gönderin...

Meysere'den önce Ebubekr radayallahü enh atıldı. Kısa fakat manalı cevap verdi:

-Bütün alem onun çocuğu sayılır.

Meysere bir mektup yazarak Hadice anneye verilmek üzere Peygamberimize teslim etti.

Efendimiz yola çıktılar. Bir zaman gittikten sonra uyku bastırdı.

Bu sırada deve yolu kaybetti. Yüce Allah, hemen Cebrail aleyhisselamı göndererek deveyi tekrar yoluna çektirdi ve üç günlük mesafeyi bir anda kat ettirerek Tayyi mekanla Mekkeye ulaştırdı...

...Kervanın dönüşü yaklaşınca Hazret-i Hadice bir grup cariye ile evin damına çıkar gelen olup olmadığına bakardı.

Yine böyle birgün Hazret-i Hadice ile cariyeler bir taraftan konuşup bir tarafatan ufkulaşıp gelen yolları gözlerken birini farkettiler.

Evet; bir gelen vardı ve iki kuş bu gelen yolcuyu yakıcı çöl güneşinden koruyordu.

Gelenin Sevgili Peygamberimiz olduğunu Hadice anne herkesten evvel tanıdı ama belli etmedi...

Peygamberimiz, nihayet yanlarına geldi ve dua ederek mektubu verdi:

Meysere şunları yazmıştı:

"Bu defa çok kar ettik. Muhemmd'ül Emin'in bereketi ile kazancımız umduğumuzdan fazla oldu."

Hadice radıyallahü anha mektubu yazıp, Peygamberimize teslim etti ve deveyi zinetleri ile birlikte alelemlere rahmet olarak gönderilmişe hediye etti.

Resulüllah mektubu alarak aynı gün içindeki kervana yetişti. Böyle bir şey imkansız olduğu için Ebu Cehil sevinerek Meysere'ye:

-Bak beni dinlemedin. İşte yolunu şaşırmış geri geliyor, al bakalım, dedi....

Meyerse, müteessir oldu.Ama biraz sonra Peygamberimiz gelerek cevabi mektubu verince

herşey değişti ve Meysere:

-Ey Ebu Cehil, işte Hadice'nin mektubu.Demek ki sen şaşırmışsın.

Bir kölenin bu sözleri Ebu Cehilin zoruna gitti:

-İnanmıyorum!Bukadar mesafe aynı günde gidip

dönülmez.Ben şimdi işin aslını öğreneceğim.İşte

kölemi gönderiyorum.Yalan söylendiğini ortaya çıkaracağım dedi, ve kölesini Mekke'ye yolladı:

Ebu Cehilin kölesi Hazreti Hadice'ye gelip müjde vererek, müjde istiyince,Hadice anne:

-Muhammedül Emin müjde getirmişti.Sen niçin geldin ki? diyerek hayretini bildirdi.

Köle mahcup halde geri döndü ve Ebu Cehil'in yanına vardığında olanları anlatdı.Ebu Cehil,hakikata teslim olacağına kinini biledi.

......

Kervan kafileyle Mekke'ye girerken Hadice validemiz penceresinden gelenleri görüyordu... İki kuş efendimizin başı üstünde gölge yapıyor ve O alnında gün gibi parlıyan nurla herkesten ayrılıyordu...

Hadice anne Meysere'yi kabul ettiğinde, O'na Efendimizin başı üstünde gördüğünü aslında melek olan iki kuşu anlatınca Meysere:

-Bütün yolculuk boyunca kuşlar başının üstündeydi dedi ve yaşadıkları ilahi hadiseleri, rahibin söylediklerini, develerin iyileşmesini, neler olmuşsa tek tek hanımına bildirdi.

Hazret-i Hadice, Meysere'den bildiklerini saklamasını rica etti.

Son olarak Peygemserimizle Meysere Busra'dan getirdikleri malları da Mekke pazarında satarak parasını Hazret-i Hatice'ye teslim ettiler. Yapılan hesapta, Hadice validemizin gerçekten bu seferde ötekilerden çok kar ettiği anlaşıldı. Ve çok memnun oldu... Para ve hediyelerle hizmeti geçenleri sevindirdi.

.....

Hadice anne, şahid olup işittiklerini tekrar Varaka bin Nevfel'e götürdü.

Varaka:

-Muhammed'ül Emin'in son Peygamber olacağına hiçbir şüphe kalmamıştır. Naklettiklerinin anlanı budur.



HATİCE'TÜL KÜBRA

KABÜL EYLE CİVAR-I İZZETİNDE ÇEKMEYEN GURBET

BİLİRSİN KENDİ ŞEHRİMDE GARİBİM YA RESULALLAH

NAZIM

Hadice, Hüveylid'in kızı. O da Kureyş'in Esed oğullarından.

Hadice, radıyallahü anha, derin ilmi, kültürü, zenginliği güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en üstünü.

Daha evvel iki kere evlenmişliği var. ilk beyi vefat edince ikincisi ile hayatını belirtirmiş. Bu da veba hastalığından ölünce dul kalmış. Bu kocalarından üç çocuk sahibi.

Bir çok talibi var. Çevrenin seçkin erkekleri O'nunla evlenmek istiyorlar. "Evet" demesi için yapmayacakları fedakarlık yok. Ama o, evlenme tekliflerine hep uzak ve menfi...

...Kimseyle evlenme fikrinde değil. Ta ki insanlığın sultanını görene kadar. Şam'a kervan gönderme ile başlayan tanışma ve Peygamberimiz hakkında işittikleri; gördükleri, en üstün kadında yavaş yavaş Muhammed'ül emin'le dünya evine girme fikrini doğrudur.

İslamiyetten önce "tahire", islamiyetten sonra ise buna ilaveten "Kübra" ünvanlı bu zeki ve alim kadın, şimdiden gelecek yılları tahmin edebilmektedir... Zaman, bu ana kadar şahid olmadığı bir büyük inkılabi yaşayacak ve bu inkılabını kahramanı amca himayesindeki Sevgili Peygamberimiz olacaktır.

... İnsanlığın düştüğü şirk ve cehalet bataklığından eşrefi mahlukat mevkiine çekip çakaracak en son ve en mükemmel dinin Peygamberi Muhammed'ül emin'dir.

O halde O'na zevce olmak, ve O'nun kederinde ve neş'esinde yanında ve yardımcısı ve destekçisi omak bir kadının dünyanın kuruluşundan kıyamet kopuncaya kadar kavuşabileceği en yüksek nimettir.

Bunu anladığı andan itibaren Hadice anne, efendimizi adeta gözlerden saklamak, O'na dair sırları gizlemek istemiştir. Olur ki bu hazineyi başka kadınlar da sezer. Bu bakımdan endişeli.

Elbette haklı; bölünmesi paylaşılması mümkün olmayan bir şeref...

Şam seferinin üzerinden üç aya yakın bir zaman geçmiş olduğu halde Hadice validemizi meşgul eden hep bu evlenme planıdır. Akl-ı fikri hep bu işte... nitekim, niyetini akıllı ve tecrübeli bir kadın olan Nefise binti Münebbih sezer ve O'nu konuşturarak gönlünün muradını anlar:

,-Ya Muhammed seni izdivaçtan alıkoyan nedir ki evlenmiyorsun, der.

-Kafi mikdarda param yok...

Nefise'nin maksadı da bu cevabı almaktır.

-Peki öyleyse iffeti, dini diyaneti yerinde, zengin ve güzel bir kadınla evlenmeye ne dersiniz?

-Kim bu hanım?

Nefise kadın, düşündükleri evliliğin gerçekleşeceğine dair ilk işareti almış olmanın memnuniyeti ile cevap verir:

-Hadice binti Hüveylid!

-Kim aracı olacak?...

Nefise hatun bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

-"Bu hizmeti ben yapacağım, dedim ve Hadice'ye koşarak büyük müjdeyi verdim." Hadice, amcası Amr bin Esede ile amcazadesi Varaka ibni Nevfel'li çağırttı. Ve fikrini onlara açarak aile büyükleri olmaları sıfatı ile yardımlarını rica etti...

Hazret-i Hadice'nin amcası ve amcasının oğlu Sevgili Peygamberimiz'e giderek O'nunla görüşüp düğün gününü konuştular ve yanından ayrıldılar. Haber Ebu Talib ve kardeşlerini şaşırttı. Çünkü bir düğün yapacak mali imkana sahip değillerdi...

Onlar, bu endişe ve efkarda iken Peygamberimiz Hazret-i Ebu Bekr'in dükkanına gitti. Niyeti kendisini kırmayacak bu dostundan ödünç para almaktı.

Ebu Bekr radıyallahü anh, aziz efendimizi uzaktan görünce kalbinde sevgi biraz daha kabardı; ve kendi kendine şöyle niyet etti:

"Muhammedü'l emin benim en yakın dostum ve en makbul arkadaşımdır. Eğer bir şey isterse asla geri çevirmeyeceğim."

Sevgili Peygamberimiz, yanına vardığında Ebu Bekr efendimiz, arkadaşını biraz üzüntülü gördü. Sebebini anlayınca kasayı açtı ve:

-İstediğin kadar alabilirsin, diye onu ferahlandırdı. Hazrez-i Ebu Bekr'e:

-Hiç bir işimde yardımını esirgemedin diyerek O'na dua buyurdular ve nikaha davet ettiler.

Seçkin arkadaşları, davete:

-Başım gözüm üstüne, diyerek geleceklerini bildirdiler.

Peygamberimiz ihtiyacı kadar para alarak bununla düğün haırlıkları yaptı.

Nikah, Hadice annemizin konağında yapılacaktı.

Her taraf süslü ve donatılmış. Hadice radıyallahü anha, cariye ve hizmetçilerine bundan sonra hür olduklarını, kendilerini bu düğün hatırına azad ettiğini müjdeledikten sonra ellerine içi altın ve mücevher dolu tabaklar vererek Sevgili Peygamberimiz konaktan çeri girince mübarek ayaklarına saçmalarını tenbih etti.

Efendimiz, amcası Hazret-i Hamza ile nikahın yapılacağı Hazret-i Hadice'nin evine geldiler. Biraz sonra Ebu Talib ve Kureş'in diğer ileri gelenleri de hazırdı.

Hazret-i Hadice'nin amcası Amr bin Esed ve amca çocukları ile kadın ve erkek akrabalar daha önceden gelmişlerdi.

Hadice ikramlık olarak koyunlar kestirip yemekler hazırlatmıştı...

Yemekler yendikten sonra, Ebu Talib, devrin adeti gereği nefis bir konuşma yaptı:

-Allah'a hamdolsun ki bizi İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in neslinden, Maad'ın cevherinden ve Mudar'ın kanından yarattı. Ve Kabe'nin bekçisi, Mekke'nin mensubu ve halkın reisi yaptı... yeğenim Muhammed bin Abdullah her Kureyşli'den üstündü. Kimse onunla mukayese ğdilemez. Gerçi malı azdır ama. Mal değimiz ne? Bir gölge. Bir gün burada, yarın başka yerde. Yemin ederim ki, yeğenimin itibarı bundan sonra daha da yükselecektir. İşte bu genç, şimdi sizden kızınız Hadice'yi helallığa istemektedir. muaccel ve müeccel mehir olarak yirmi deve teklif etmektedir!..."

Ebu Talib'ten sonra da Varaka ibni Nevfel bir konuşma yaparak, Ebu Talib'i tasdik etti. Ve kendilerinin de soylu bir sülele olduklarını ve hısım olmak istediklerini bildirdi ve hazır olanları şahid tutarak kızlarını verdiklerini söyledi. Ebu Talib, Hadice radıyallahü anhanın amcası Amr bin Esed'in de fikrini almak istedi. Amr:

-Şahid olun ki Hadice binti Huveylid'i Muhammed'e verdim, diyerek rızasını açıkladı.

Konuşmalardan sonra herkesi neş'e kapladı. Peygamberimiz iki deve kestirip yemekler vererek velime cemiyeti yaptılar.

Nikahı, İslami usul ve esasa uygun olarak Varaka kıydı.

Efemdimiz yirmibeş, Hadice validemiz kırk yaşında oldukları helde aynı gün Hadice radıyallahü anha ile evlendiler... Hadice annemiz de bütün malını Sevgili Peygamberimize hediye etti ve kendisinin de O'na muhtaç olduğnu arzetti.

Ebu Talib de evinde bir deve kestirerek, Kureyş eşrafını çağırdı ve Sevgli Peygamberimizle hanımını davet etti... teşriflerinde sevincinden ağlayarak bütün üzüntülerinin gitmiş olduğunu söyledi...

Evlilikleri, anlayışlı, müşfik, candan yardımcı Hazret-i Hadice'nin vefatına kadar yirmidört yıl sürdü. O hayatta iken efendimiz başka bir kadınla evlenmedi.

Sevgili Peygamberimiz'in İbrahim ismindeki çocuklarından başka bütün evletları Hadice validemizden dünyaya gelmiştir. İlk çocukları Kasım'dır. Bu sebeple Peygamberimize "Ebül Kasım" denir... diğer çocukları: Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah'dır.

böylece Hadice annemizden ikisi erkek dördü kız olmak üzere altı çocukları olmuştur. Kızların büyüğü Zeynep, küçüğü Fatıma'dır. Babasının gözbebeği yavrusu Fatıma, Efendimiz kırk yaşında iken düyaya gelmiştir.

Küçük Kasım'la Abdullah, Mekke'de olmak üzere bütün çocukları kendileri hayatta iken vefat ettiler. Sadece göz nurları Fatıma anneciğimiz hariç. Bu can yavruları kendilerinin büyük göçlerinden altı ay sona ebediyet alemine yollandılar...

... İşte Sevgili Peygamberimizin bir bir yavrularını kaybetmeleri, Onların böylesine zor bir imtiha tabi tutulmaları bazı müşrikleri zevklendiriyor. Bunlardan As bin Vail ismindeki küstah, "Muhammed'in nesli kurudu. Bundan böyle ebterdir. Soyu bitti" deme cür'etinde bulununca bu ağır sözler yüce Allah'ı incitti ve Kevser suresini göndererek bu sefil söze cevap verdi:

"-Asıl sana ebter diyenlerdir ki ebter olacaktır."

Elbette Rabbimizin buyurduğu oldu ve sevggilisine dil uzatanlar kurumuş ağaçlara dönerken O'nun mübarek soyu Hazret-i Ali ve Hazeret-i Fatıma evletları Hasan ve Hüseyin efendilerimizle devam etti. Hem de yüce Allah bu soya öyle bir bereket verdi ki, başka hiç bir nesilde görülmeyen nve görülmeyecek şekilde Hazret-i Hüseyin çocukları Seyyidler ve Hazret-i Hasan çocukları Şerifler çoğala çoğala bütün yer yüzüne yayıldılar.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:34   Mesaj No:32
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt

ASIL HÜRRİYET

AF EDİP YA RAB BAĞIŞLA CÜRM-Ü İSYANIM BENİM,

HIFZ İLE AHİR NEFESDE SIDK U İYMANIM BENİM

2. Sultan Mustafa Han (İkbali)

Sevgili peygamberimiz, Hadice validemizle evlendikten sonra da ticaret yaptılar. Saib bin Abdullah'ı ortak almışlardı. Hisselerine düşen kazançla fakir ve yetimlere yardım ediyorlardı.

Henüz vahiy gelmesine zaman var. Otuziki-otuüç yaşlarındalar. Gözlerine nur görülüyor ve gaipten kendilerine isimleri ile hitap eden sesler duyuyorlar. Bunları sadece sevgili zevcelerine açıyor; başka kimseye söz etmiyorlar...

Hadice validemiz, bir gün yeğeni Hakim bin Hizam'dan Şam'a gittiğinde kendisine bir köle satın almasını rica ettiler.

Genç, halasının isteğini Zeyd bin Harise'yi satın alarak yerine getirdi.

Zeyd, sekiz yaşlarında güzel bir çocuktu... bir gün annesi ile birlikte akrabalarında misafir olarak bulunurken ev basılmış ve pazar yerine götürülüp köle olarak satılmıştı.

Efendimiz, Zeyd'i Hazret-i Hadice'nin yanında görünce hanımından mbu köleyi kendisine vermesini rica etti.

Aziz kadının Zeyd'i O'na hediye etmesi üzerine alemlere rahmet olarak gelmiş merhamet sultanı, sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyd'i derhal azad etti ve bundan böyle hür olduğnu, istediği yere gidebileceğini müjdeledi.. ma; sevinçler içinde kalan yavrucak onları terk etmedi. Nasip ve hikmet. Allah, öyle takdir etmiş ve o küçücük çocuk her hallerinden iyi insan iyi insan oldukları anlaşılan bu aileden ayrılmamıştı...

Zeyd'in babası Haris'e yanık şiirler söyleyip ağlayarak köşe bucak yavrucuğunu arıyordu.... annesi ise hasretten deli divane olmuştu... Hac zamanı Zeyd'in kabilesinden bazı şahıslar Mekke'ye gelince Zeyd'i gördüler ve O'na ana babasının yana yakıla kendisini aradığını haber verdiler.

Zeyd:

-Biliyorum, dedi. Ebeveynimin yokluğuma ağlayıp beni aradığını biliyorum. Ama artık yorulmasınlar ve benim için oradan oraya deve koşturarak aranmasınlar. Benim şimdi çok kıymetli insanların yanında bulunuyorum, dedi.

Adamlar, memleketlerine dönünce Zeyd'i gördüklerini, bulunduğu yeri ve konuşmalarını babasına anlattılar.

Harise, yavrusunun hala köle olduğunu zannederek yanına fidye parası ve kardeşini alarak Mekke'nin yolunu tuttu.

Günler süren bir yolculuktan sonra Peygamber efendimizi buldular ve yalvaran bir dille:

-Oğlumuz için kapına geldik. makul bir fidye-i necat iste derhal bu kurtulma parasını sana takdim edelim ve can parçamızı alıp yurdumuza gidelim...

Sevgili Peygamberimiz:

-Oğulunuz kim, diye sordular.

-Zeyd! Zeyd bin Harise.

-Paradan başka bir hal tarzı bulsak olmaz mı?

-Ne gibi?

-Zeyd'i çağırarak serbet iradesi ile karar vermesini söyleyelim. Eğer sizinle dönmek isterse fidye-i necat vermenize ihtiyaç yok; alıp götürebilirsiniz. Fakat beni tercih ederse Vallahi ben-beni tercih edene kimseyi tercih etmem

Bu cevap Zeyd'in baba ve amcasını çok rahatlattı; sevindiler ve:

-Adil ve güzel bir usül buldun, dediler...

Efendimiz Zeyd'i çağırttılar.

-Zeyd, bu misafirleri tanıyor musun?

-Evet efendim, şu babam, şu da amcam.

-Pekala... baban ve amcan seni almaya gelmişler.

Beni biliyorsun. sana olan şefkatimi de biliyorsun... istersen beni tercih ederek burada kalırsın; istersen babanla gidersin, karar senin?

Babası ve amcası heyecanla Zeyd'e döndüler:

Zeyd sakin ve yaşının üstünde bir olgunlukla:

-Benim anam da babam da sensin. Ben, kimseyi sana üstün tutamam. Bu mümkün değil!...

Cevap, Harise ile kardeşi Ka'b'ı kalbinden vurmuştu. Neye uğradıklarını anlamıdlar.

Ancak:

-Yazıklar, yazıklar olsun sana!... Demek ki sen köleliği, hürriyete, bana, amcana, annene ve kardeşlerine tercih ediyorsun ha? diyebildiler.

Renkleri kül gibi olmuştu, heyecandan titriyor ve çaresizliğin pençesinde kıvranıyorlardı... son cevap büsbütün yaktı onları:

-Evet!... Hiç bir zaman, hiç bir yerde kimseyi bu zata tercih edemem!...

Elbette Zeyd de ana-baba sevdiklerini üzdüğü için üzülüyordu ama; ana-babaya tercih edilenler de var. Hele o, yakından tanıdığı bu büyük insan olursa... nasıl bırakıp gitsin? Eğer kölelik buysa, hürriyet kaç para eder!...

Allahım bizi de O dünya ve ahiretin; onsekizbin alemin en yükseğine köle et. O'na köle olmak ki asıl hürlüktür...

............

Sevgili Peygamberimiz bir babayı üzerler mi... Kalbi yaralı bir insan o büyük kapıya gelsin de yine aynı yara, aynı dertle geri dönsün; efendimiz buna razı olur mu?

Zeyd'in bu vefasına çok memnun olmuşlardı. O'nu ve babası ile amcasını alarak Kureyşliler'in yanına gittiler. Ve Harise ile Kab'ı bir kere daha şaşırttılar:

-Ey hazır olanlar! Şahid olun ki bundan sonra Zeyd benim oğlum ve mirascımdır.

efendimiz, böylece Zeyd'i evlat edndiler. Ve bu muameleye hazır olan herkes şahid oldu... harise ve kab, bu hareketten çok razı olarak, Peygamberimize teşekkür; evletlarına veda ederek Mekke'den ayrıldılar...

Ahzab Suresi nasil oluncaya kadar Zeyd; "Zeyd Bin Muhammed" olarak anıldı... Bu sure-i şerifin kırkıncı ayeti, evletlıkların öz babalarının ismi ile çağırılmasını emretmesi üzerine bu nasipli gence yeniden "Harise Bin Zeyd" denilir olud...

O, öyle nasipli ki Hadice annemiz ve Hazret-i Ali'den sonra islamiyeti kabul eden üçüncü insandır, radıyallahü anh.

Beyt-i Şerif... Şerefli ev; Kabe.

Kabe'nin duvarları, sel suları, içinde bulunan ve hazine olarak kullanılan kuyudaki kazılar, şiddetli sıcak ve şiddetli soğuk gibi tabiat şartları sebebiyle eskimiş.. yenilenmesi şart.

Ancak; yenilenme, duvarların İbrahim peygamberin kurduğu temellere kadar yıkılarak tekrar inşası iele mümkün...

Kabile temsilcilerinin aralarındaki müzakerelerden sonra vadıkları sonuç bu...

...ama, Kabe duvarlarını eskirmiş dahi olsa yıkmaya cesaret edemiyorlar.Ya başlarına bir gelirse!!!

... kur'a çekerek duvarları paylaşmayı ve bu suretle yıkım faaliyetine başlamayı bir sıkıntı ve hayır gelirse kimsenin bundan istisna edilmemiş olmasını kararlaştırdılar.

...kur'alar çekildi. her kabilenin yeri belli oldu.

Ne var ki beklenmedik bir şey daha oldu. Kabe-i Şerifin içindeki kuyuya yerleşmiş ve kafası oğlak başı kadar olan bir koca yılan, kim, duvarlardan bir parça yıkmak istese süzülüp duvara çıkarak onu öldürmek istiyordu...

Bu hal karşısında kabe'nin tamir edilmesi imkansızdı...

Duası makbul kimseler buldular. bunlar, yılanın defedilmesi ve kendilerine mukaddes binayı imara izin verilmesi için Allahü tealaya yalvardılar.

...Bu sırada yılan, öğle sıcağında duvarlardan birinin üzerine çöreklenmiş uyuyordu.

Cenab-ı Hak, ağzı dualıların yalvarışını kabul etti... aniden bir beyaz kuş görünerek, yılanı kaptığı gibi götürerek Ciyad Dağı'na attı...

Sabileler, kendilerine ait yerleri İbrahim aleyhisselam'ın attığı temele kadar yıkarak duvarları yenilemeye başladılar.

...duvarlar yükselip sıra Hacer-ül Esved taşını yerine koymaya gelince her kabile bu şerefi kendisine mal etmek için diğerine müsaade etmemeye başladı. Münakaşa çok şiddetlendi. Nerede ise kabileler bir birlerine girecek ve şiddetli kan dökülecekti. Velid bin el Mugire yaşlı ve tecrübeli bir ihtiyardı. Zorlukla havayı yumuşattı ve şu teklifte bulundu:

-Yarın Beni Şeybe kapısından ilk girecek olan şahıs, bu ihtilafın hakemi olacak ve hal tarzı onun göstereceği şekil olacaktır.

Herkes teklifi yerinde bulundu.

Ertesi gün mlerakla beklemeye başladılar. Acaba Beni Şeybe kapısı'ndan en önce kim girecekti. Gelecek olanın şahsiyeti çok mühimdi. Böyle bir nizayı halledebilecek kabiliyette biri olcaktı; yoksa bu ieşin altından kalkamayacaktı da kan gövdeyi mi götürecekti?

...herkes, bu ve benzeri kaygılar içindeyken gözlenen kapıdan ilk geçip gelen Sevgili Peygamberimiz oldu...

Aaynı anda da bekleyenlerde büyük bir rahatlama ve yüz hatlarında gevşeme izlenişordu. Zira O, Muhammed'ül Emindi, Ve en adil ve güzel karar vereceğinden şüphe edilemezdi.

Problem, efendimize arzedildi ve çok vahim bir manzara olduğu ilave edildi.

Peyşgamberimiz hemen misk kokukulu hırkalarını çıkarıp yere serdiler ve Hacer-ül Esved taşını üzerine koydular. Sonra da her dört kabileden birer kişi istediler... bui temsilciler Muhammed'ül Emin'in talimetıyla hırkanın birer ucundan tutarak duvara kaldırdılar. Peygamberimiz, mübarak cennet taşını kendi elleriyle alarak yerine koydular.

Resulullahın otuzbeş yaşında bulunduğu sırada cereyan eden tamir işinde bulundukları bsu ince ve manalı çözüm ile Mekke'de bir iç harbi önlenmiş oluyor ve hadise günlerce konuşuluyordu.

..........

Sevgili Peygaberimizin geleceğini müjdeleyenlerden biri de Iyad Kabilesinden Kass İbni Saide. Devrin en iyi hatiblerinden. Arapçayı billurdan kelimelerle çok mükemmel şekilde tasarruf ediyor. Şu an Ukaz Panayırında. Çevresi dinliyenlerle sarılı. Dinliyicilerden bazıları da yine iyi söz ustalarından.

Kass kızıl bir devenin üzerinde;yaşı, yüzü geçmiş.

Kelimeleri seçerek, meneyı ve maksadı en iyi ifade eden kelimenin bütün tesir gücünü hesaplayarak konuşuyor:

-Ey insanlar! Geliniz! Dinlemeye, bellemeye ve ibret almaya ihtiyacınız var!

Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olmacak ollur . Yağmur yağar, otllar biter. Çocuklar doğar; ana ve babalarının yerini alır. Sonra onlar da gider, Vukuatın duru durağı yoktur. Birbirini takip eder. Kulak tutunuz; dikkat ediniz. Haber var gökyüzünde, işaret var yeryüzündde. Yıldızlar yürür, denizler durur.

Gelen durmaz, giden gelmez. Acaba gittikleri yerden hoşnud kaldıkları için mi dönmüyorlar yoksa orada tutulup uykuya mı dalıyorlar.

Yemin ediyorum!...

Allah indinde öyle bir din var ki, şimdiki dininizden daha aziz daha sevgili....

Yemin ediyorum!

Allah, bir Peygamber daha gönderecektir.

Yakında zuhur edecek... gölgesi üstümüze düşmeye başladı.

O Pelgambere iman eden bahtılara ne saadet. O'nu inkar edecek bahtsızlara yazıklar olsun.

Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere.

Ey insanlar!

Hani aba ve ecdat?

Hani süslü kaşhaneler?

Hani taş saraylar sahibi ad ve semud?

Hani tanrılık iddia eden Firavun; ya Nemrud nerede?

Onlar sizden zengin ve kalabalıktı.

Toprak onları değirmeninde öğüterek toz etti. Kemikleri bile kalmadı. Evleri ıssız ve kimsesiz.Yerlerini ve yurdlarını şimdi köpekler şenlendiriyor.

Aman, aman! Onlar gibi kafil olmayın ve onların izinde gitmeyin.

Her şey ölümlüdür.

Baki olan yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak'dır.

Tapılacak sadece Allah'dır.

Doğmamış ve doğurmamıştır.

Evvelkilerden nice nice hikmetler geriğe kald.

Unutmayın ki ölüm ırmağına girecek kıyı çok; fakat kurtulcak yeri yoktur... ister yaşlı, ister küçük, vadesi dolan bir saniye bekleyemeden göçüp gidiyor; bir daha geri gelmemek üzere gidiyor.

Bunlar şüphesiz benim de sizin de akibetiniz.. İyi düşünün, nereden gelip nereye gidiyoruz; niçin varız ve ne olacağız?...

... Kass İbni Saide, Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu. Ama ne tuhaftır kendisini dinleyenler arasında ahir zaman Peygamberinin bulunduğunu bilmeden konuşuyordu.

Bu sözlerden iki üç yıl gibi az bir zaman sonra islamiyet bütün insanlığa tebliğ edilmeye başlandı. Yazık ki efendimiz insanlığı hakikate davet ederken Kass'ın ömrü bu daveti almaya yetmedi. Ölmüştü...

Sevgili Peygamberimiz, İslamiyeti yaymaya başladığında, Iyad kabilesinde Kass'ın yerini yine O'nun gibi bir muvahhid olan Carud almıştı... Carud, bekledikleri son Peygamberin bir güneş gibi zuhur ettiği haber alınca kabilesinin önde gelenlerini yanına alarak huzura çıkıp O'nun getirği dini kabul ettiler.

Bir kabilenin bütünüyle müminler safına iltihakından memnun olan Peygamberimiz:

-İçinizde Kass İbni Saide'yi bilen varmı? diye sordular.

Carud:

- Ya Resulallah; cümlemiz biliriz . Bilhassa ben daha iyi tanırım. Çünkü hep O'nun yolundayım

Efendimiz:

- Kass İbni Saide'nin Suku Ukaz'da kızıl tüylü bir devenin üzerinde olduğu halde, yaşayan ölür, ölen fena bulur, Olacak olur, diye hutbe vermelerini unutamıyorum... daha başka şeyler de söylemişti. Hepsi hatırımda dağil.

Ebu Bekr radıyallahü anh:

- Ya Resulallah. O gün Suku Ukaz'da Kass'ı dinleyenler arasında ben de vardım. Söylediklerinin tamamı aklımda dedi ve konuşmayı aynen tekrarladı. Carud'un bir arkadaşı da izin alarak Kass'dan bir şiir okudu. Şiir çok açık bir şekilde Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu.

Peygamberimiz, kendilerini büyük bir aşkla insanlığa duyurmaya çalışan Kass için şu müjdeyi vererek O'nun dostlarını sevindirdiler.

-Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak, O'nu kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak diriltecek ve bana yolluyacaktır.



BATMAYAN GÜNEŞİN DOĞUŞU

OKU! BÜTÜN MEVCUDATI YARATAN RABBİNİN İSMİYLE Kİ; O,İNSANI KAN PIHTISINDAN YARATTI, OKU Kİ SENİN RABBİN KALEMLE YAZI YAZMAYI ÖĞRETEN, İNSANA BİLMEDİĞİNİ BİLDİREN KERİMLERİN KERİMİ VE İHSAN SAHİBİDİR.

Alak suresi / 1-5

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, ileride kendilerine damat ve yerlerine halife olacak Hazret-i Ali'yi henüz ufacık bir çocukken yanlarına aldılar... doğduğu amdan beri onunla yakından meşgul oluyoırlardı. Ama, çekilen şu kıtlık, himayelerine de almalarını gerektirdi...

Öncekilerden daha büyük bir kıtlık, hali-vakti yerinde olanları bile sarsmış ve herkesi geçim darlığına düşmüştü.

Sıkıntı içinde olanlardan biri de Ebu Talib; Hazret-i Ali'nin babası... Mübarek Peygamberimiz amcasını düşünüyor. Çocukları çok olduğundan eli darda. Bunca iyiliğini gördüğü insanın yükünü hafifletmek için bir çare bulmalı.... Akri halde Ebu Talib yoklukla mücadele ederken O'nun rahat olması mümkün değil.

Diğer amcalardan Abbas'a gidiyorlar:

-Amcam Ebu Talib'in üyük sakıntıda olduğunu biliyorsun. Nüfusu kalabalık. Çocuklardan birini sen birini de ben kendi evlerimize alırsak sanırım yükü hafifler. Fikrime ne dersin?

Hazret-i Abbas, radıyallahü anh teklifi isabetli buldu. Birlikte Ebu Talib'in evine geldiler. Ve geliş maksatlarını O'na izah ettiler.

Ebu Talib, kendisinin düşünülmü olmasına ve gösterilen vefa hissine memnun kalarak:

-Akil ile Talib'i bana bırakın; diğer ikisini siz bilirsiniz, dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Abbas Cafer radyallahü anh'ı Efendimize Ali kerremallahü vecheh'i bakım ve himayelerine aldılar.

...böylece Ali radıyallahü anh efendimiz, küçük yaşlarından itibaren önlerinde örnek ve taklid edilecek insan olarak kainatın baştacını buldular... Bu iri siyah ifözlü buğday tenli, güler yüzlü güzel mi güzel çocuk, hep ona özendi, hep O'na benzemeye uğraştı, O'nun yaptıklarını ölçü aldı vöe daha on yaşındayken Müslüman oldu.

Peygamberimiz otuzdokuz yaşındalar... gündüz vukua gelecek hadiseleri uyku ile uyanıklık arasında iken gece rüyü olarak kendisine gösteriliyor.

Rüyalar aynen çıkıyor.

Böylece insanlığın kurtarıcısı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüz olan bu sadık ve salih rüyalarla pelygamberliğe hazırlanıyor.

Yine bu sıralar "Ya Muhammed" diye sesler duymaya devam ediyorlar.

Büyük an'a; vahyin inzaline; peygamberlik gelmesine altı ay var... bu günlerde yalnız kalmak istiyorlar. Yanlarına bir miktar yiyecek alarak Mekke'ye bir saat uzaklıkta olan Hira Dağı'ndaki bir mağaraya gidiyorlar.

Derin gökler, engin çöl ve ıssız ve sessiz Hira Dağı... Burada İbrahim Aleyhisselamın buyurduğu tarzda Rablerine ibadet ve muazzam tefekkür içindeler.. Bazan Mekke'ye inerek Kabe-i Şerifi ziyaret ve tavaf ettikten sonra evlerine gelip bir müddet kalıp ekmek, zeytin gibi azık alarak yine Hira dağı'na çekiliyorlar....

Bazı kadınlar da faaliyetteler. Hadice Radıyallahü anha'nın kalbine fitne sokmaya çalışıyorlar. Dedikleri şu:

-Bak; sen mal-mülk neyin varsa O'na bağışladın. Kocansa senden uzaklaşıyor. Herhalde seni sevmiyor!

Validemizin bu cahilce sözlere cevabı:

-bunlar benim ne aklıma ne hatırıma gelir. Yanılıyorsunuz. O benle alakasını kesmez. kendisinde saadet nişanları ve Peygamberlik işaretleri var. Yıllardır beklediklerimin yakında ortaya çıkacağını tahmin ediyorum.

-Hadice annenin üstün bir idrak ve sezişle ortaya koyduğu tesbit tamamen isabetlidir.

Ramazan ayının ortaları. Bir gece efendimiz, inzivada bulundukları Hira'dan evlerine dönüyorlar. Safa ile Merve arasına geldiklerinde bir ses ile derinden derine ürperdiler:

-Ya Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de Cebrailim...

Ses gökten geliyordu. Başlarını kaldırdıklarında Cebrail Aleyhisselamı gördüler... İnsan şeklindeydi. Allahın sevgilisi, meleklerin en üstünü ilk defa gördüklerinden tanıyamıdı.

..........

Acaba gördüğü ilahi bir hadise mi idi yoksa cin veya şeytanlar mı kendisiyle uğraşıyorlardı.

Cebrail kaybolana kadar bulundukları yerden kıpırdayamadan hep ona bakakaldılar.

Evlerine doğru yürümeye başladılar. Yol boyunca kendilerine selam verildiğini işitiyorlar. Her tarafa baktıkları halde, taş ve ağaçlardan gayrı bir şey görülmüyor. Taş ve ağaçlar, ahir zaman Nebisine;

-Aleyke Ya resulallah, diyerek, selam veriyorlar. Efendimiz başlarına gelen bu fevkalede halden bayağı endişeye düşmüşlerdi. Bu halin sırrı, hakikatı aslı neydi?

Büyük düşünce ve ızdorapla eve girdiler...

Hemen kendilerini karşılayan zevceleri Hadice radıyallahü anha;

-Yüzünde bu ana kadar şahid olmadığım bir nur müşahede ediyor ve bgüne kadar rastlamadığım bir güzel koku alıyorum, deyince:

-Ey Hadice, bir takım seisler işitiyor ve ışıklar görüyorum, dedikten sonra şimdiye kadar yaşamadıkları bazı haller içinde olduklarını ifade ettiler ve şöyle buyurdular:

-Cinlerin musallat olarak beni kahin yapmalarından korkuyorum. Halbuki ben, putlardan da kahinlerden de nefret ediyorum.

-Allah seni üzmez ve utandırmaz! Böyle deme ve korkma... A llah senin başına böyle birşeyler vermez. Cinler semtine bile gelmez. Çünkü sen, öyle güzel ahlaklısın ki, sözlerin hep doğru, emanete daima riayet edersin. Akrabalarla bağını kesmezsin, misafiri seversin, düşkünlere yardım edersin, başına felaket gelmişlerin imdadına koşarsın... Lütfen sabır ve sebat göster. Bütün insanlığa Peygamber olacağına eminim. Korkma...

Bundan bir gün sonra; Miladi 611 tarihinin Şubatına denk gelen Ramazan ayının 17.gecesi. Güneş henüz doğmamış. Ortalıkta çıt yok.. Dünya bir uçtan öbür uca kadar kalın bir sessizlik tabakası ile kaplanmış gibi. O, Sallallahü aleyhi vessellem, bu ürpertici yalnızlıkla yine Hira Mağarasında itikaf ve ibatdetle meşgulle...

Gece sehere doğru akıyor. İşte tam bu sırada mağarayı bir ışık atomu en dip noktaları dahi aydınlatan bir nur doldurrdu. Sevgili Peygamberimizin karşısında Cebrail Aleyhisselam. Çok güzel bir insan şeklinde. Üzerinde sırmalı atlastan bir cübbe var. Güzel kokular sürünmüş.

Büyük melek konuşuyor. Konuşurken de semadan, dağlardan ve ağaçlardan sesi geliyor Hayret verici bir hal.

Bu an kainatın yaşadığı en kıymetli zaman birimlerinden biridir... Kırk beri tanıyan herkesin üstün ahlak ve yaradılışına tarifsiz bir hayranlık duyduğu Muhammed'ül Emin, Alak Suresi'nin ilk beş ayeti ile Nebi olmaktadır.

Melek , ilahi emri iletiyor:

-Oku / İkra!

Efendimiz şaşırıyorlar:

-Okumuşluğum yok. / Ma ena bi-kari!

Bu cevap üzerine vahiy meleği Peygamberimizi kucaklayarak kuvvetle sıktı ve tekrar :

-Oku! dedi.

Cevap aynı:

-Okumuşluğum yok!

Cebrail, aleyhisselam, bir kere daha sıktı ve yine: -Oku;

Cevap:

-Okumuşluğum yok.

Cebrail, Peygamberimizi üçüncü defa sıkıp bıraktı ve O'nu kalbinde surenin silmeyecek tarzda yer edecek hale geldiğini anlayınca ilahi fermanı nakletti.

-Oku! Bütün mevcudatı halkeden Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kap pıhtısından yarattı. Oku! Ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmedeğini bildiren kerimlerin kerime ve ihsan sahibidir. Peygamberimiz de ayetleri melekle birlikte okumuştu... Yirdmiüç yıl decam edecek olan vahiy başlamış ve ebedi islam güneşi batmamak üzere bu gecenin seherinde doğmuştu.

-Cebrailin görünmesi, O'nu üç kere sıkması ve sureyi ezberlemesi hepsi an bile denmeyecek bir kısa zaman parçası içinde olmuş ve büyük melek gözden kaybolmuştu...

Sevigili Peygamberimiz, gelen surenin mehabeti ile ürpertilerle dolu olarak mağaradan çıkıp evinin yolunu tuttular. Eve varır varmaz :

- Beni örtünüz! buyurarak heyacan ve ürpertileri geçene kadar yatakta istirahat edip sakinleştikten sonra yaşadıklarını Hadice'ye anlattılar. Hala karşılarına çıkan fevkaladeliğin rahmani mi şeytani mi olduğundan emin değiller.

İşin hakikatını tahkik için Varaka Bin Nevfel'e gittiler. Artık gözleri görmez olmuş bu çok yaşlı ve alim zat, işin doğrusunu onlara anlatabilirdi.Varaka efendimizi dienledikten sonra:

-Bahsettiğin, Cenab-ı Hakkın Musa ve İsa Peygamberlere gönderdiği dürüstlük timsali manasında "namus-u ekber" ünvanlı cebraildir. Yemin ederim ki sen İsa Aleyhisselamın haber verdiği son Peygambersin. Yakında ilahi emirleri tebliğ ve cihad buyurulur. Keşki ben de genç olsaydım da seni kavmin Mekkeden Hicrete zorladıkları zaman yardımcı olabilseydim.

Mekke'den mi çıkarılacağım?

-Evet seni yalan söylemekle itham edecekler. Vahiy tebliğ edip de milletinden düşmanlık görmemiş Peygamber yoktur, dedi. Ve iki cihan güneşinin alnından öperek uğurladı.

Efendimizin böylece Peygamber olarak vazifendirildiklerine şüpheleri kalmadıe... Ama ilk vahiyden sonra üç yıl vahiy enmadi. Bu zaman içinde yine meleklerin büyüklerinden Mikail Aleyhisselam gelerek Peygamberimize bazı bilgiler öğretiyordu.

Sevgili Peygamberimiz, bu devrede bazı vakitler üzüntü ve tereddüte düşünce Cebrail Aleyhisselam görünerek:

-Ya Muhammed! Sen , Allah'ın Peygamberisin diyerek O'ndaki üzüntüyü giderir ve huzurunu tazelerdi. Ancak Cebrail aleyhisselam bu görünmelerde yüce Allah'tan vahiy getirmiyordu...
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:35   Mesaj No:33
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt

YA EYYÜHEL

MÜDDESSİR

Ey örtülere bürünüp yatan!

Kalk inzar eyle ve rabbini tekbir et

Müddessir

Ya Resulallah! Biz cahiliyet zamanında yaşamış insanlarız. Putlara tapar, öz çocuklarımızı kendi ellerimizle öldürürdük... bir küçük kızım vardı. Bir gün bunu yanıma çağırdım; oyununu bırakıp sevinerek geldi. Yürümeye başladım; yavrucak da peşimdeydi. Hem cıvıl cıvıl konuşuyor; hemde bana yetişmeye çalışıyordu. Evimizden epeyce uzakta olan kuyunun başına kadar ben önde o arkada olarak yürüdük. Oraya varır varmaz çocuğun kolundan tuttuğum gibi kuyuya fırlattım.

...Boğulmakta olan masumun çığlıklar dolu yalvarışı dağı taşı inletir:

-Babacığım!!! Babacığım!!!

Ama babanın kalbi kalb değil taştır sanki.

Cahiliyet örfü, kalbleri taşlaştırmış, vicdanları köreltmiştir.

Sevgili Peygamberimiz, feci hadiseyi dinleyince teessürlerinden ağlamaya başladılar. İpek kalbleribu müthiş canavarlığı tahammül etmemişti.

Huzurda bulunanlardan biri günahını dile getiren kişiye kızarak:

-Yaptığını beğendin mi? Allah'ın Resulünü hüzünlendirdin, diye çıkışmaktan kendini alamadı.

Efendimiz, dertli babaya:

-Bir daha anlat! buyurdular.

Baba olanları şerha şerha bir yürekle tekrar hikaye edince yeniden ağladılar; göz yaşları süzülüp süzülüp mübarak sakalını ıslatıyordu. Yaşları sildikten sonra pişmanlıktan kavrulan elem dolu adamı teselli ettilery

-Allah, cahiliyet sebebi ile yaptıklarınzı bir daha işlemedikce o zaman bırakır; bugüne getirmez...İslamiyetin vahyedildiği zamanlarda Arabistan ve bütün dünya cahiliyet içinde yüzüyor, başı çeken Arap diyarı... babasının peşinden acaba bir şey mi verecek diye koşan küçücük bir kızı sırf dahi kıpırdamadan sulara atan, diri diri toprağa gömen insanların asrı.

Peygamberimizin islamiyeti yaymalarından evvel esirler canlı canlı yakılıyor, hasımlar işkence ile öldürülüyor, ahlaksızlığın her nev'i işleniyor, içki , kumar, hırsızlık her devirden ilerde bulunuyor, dulların yetimlerin, kimsesizlerin malları gasb edileyordu. Hiç bir ölçü hir bir kayıt kalmamıştı...önceki Peygamberlerden gelen dine ve yüce Allaha iman etmiş. Hanif denen müminlerin hepsi bir avuç... diğerleri, Allaha inanıp ahireti, ceza ve mükafatı kabul etmiyenler, Allah'a ahiret ve cezaya inanıp Peygamberliği reddedenller ve ekseriyette olan putperestler... kendi elleriyle yaptıkları ağaç ve taş veya taş heykellere tanrı diye tapan zavallılar.

Ve islamiyet... O mübarek din, böylesine dehşet verici bir mekana inmek üzere bulunuyordu. O hassasların hassası, incelerin incesi yüce Resul işte bu insanları ve daha nice insaf ve merhametten habersizleri yola getirerek onları insanlığa örnek birer yıldız yapacaktı.

Efendimiz tam kırk yaşında iken Cebrail aleyhisselam Hira dağında O'na gelerek "oku!"diye başlayan ilahi emri bildirmiş; kendisinin Peygamber olduğunu müjdelemiş ama bundan sonra bir daha vahiy getirmemişti... Rabbinden haberin gecikmesi yüce Peygamberi endişeye üzüntülü düşüncelere sevkediyordu... bir gün yine bu halde iken Hira mağarasına çıkmıştı; orada ibadet ettikten sonra evine gitmek üzere dağdan inerken bir ses işittiler. Başlarını kaldırıp baktıklarında Hira'da kendisine gelen melegi altıyşüz kanadı açık olarak müthiş ürperdi veren bir manzara ile yerle gök arasındaki kürsüde oturmuş olarak gördüler.

Efendimizin heyacandan mübarek kalbleri çarpmaya başladı. Diz üstü şere düştüler. Ve derhal kalkarak acele evlerine gelip,

-Beni örtünüz! Beni örtünüz, buyurdular...

Ve örtündüler.Hadice validemiz etraflarında pervane.

Bu esnada kendilerine Cebrail göründü. Müddessir suresinin ilk ayetlerini getirmişti:

Tarihi an; O'na sallallahü aleyhi ve sellem Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmesi için risalet vazifesi tebliğ ediliyor;

-Ey (elbisesine) bürünen Peygamber! Kalk da (kavmini Allah'ın azabı ile) korkut. (İman etmezlerse azaba uğruyacaklarını kendilerine haber ver) Rabbini tenzih et. Elbiseni de temiz tut. Azaba sebep olan şeyleri terketmekde sebat et.

Ayet-i kerime nazil olduğu sırada Peygamberimiz "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdiler ve gelenin cin ve şeytan değil de melek olduğuna mutlak olarak inandılar. Cin ve şeytan tekbir getirilen yerde duramazdı.

Vahiyler; insanlığı kurtaran ebedi güzellikteki sözler... vahiy birkaç çeşit:

-Sadık rüyalar! uykuda görünenler aynen çıkıyor.Sevgili efendimiz kırk yaşına girmeden önceki altı ayda rüyadaki bu vahiylere Peygamberliğe hazırlandılar.

-Cebrail'in görünmeden vahyi Peygamberimizin nur menbaı kalbine ilham yolu ile aktarması... "hiç bir nefs rızkını tamamlamadan ölmez" şeklinde terennüm edilen hadisi şerifin kaynağı bu yoldaki vahye bir misal.

-Cebrail aleyhisselamın, insan kılığında ve mesala anlatılmaz güzellikteki Dıhye, radıyallahü anh, suretinde herkese görünecek şekilde gelerek vahyi sevigili Peygamberimize iletmesi.

Mübarek vahiy bazan korku veren şiddetli sesler biçiminde gelirdi. Bu şekilde geliş vahyin en ağır şiddetli olanı Kış günü dahi olsa Resulullah-ın alnından gül tomurcukları gibi terler dökülür ve yere çökerdi. Mesela Maide suresi nazil olurken insanlığın rehberi bir deve üzerindedir. Hasıl olan manevi ağırlıktan hayvan çöker ve ayakları ufalanır... böyle zamanlarda sevgili Peygamberimiz melek sıfatına girerlerdi.

-Bazan da Cebrail kendi şekli ile; altıyüz kanadı açık ve parıl parıl parlayarak gelip vahyi haber verirdi. İki kere olmuştur. İlki müddessir suresini getirdiğinde. İkincisi de Mirac gecesi Sidretül müntehanın yanında...

Mirac gecesi Allahü tealanın harfsiz, kelimesiz, sessiz, yönsüz ve mekansız olarak ve arada hiç bir melek ve vasıta olmadan efendimiz gökler üzerinde iken O'na vahyetmeleri... beş vakit namazın emredilmesi'nin şekli.

-Bazı vahiyleri de Yüce Allah, arada perde olduğu halde Resulüne doğrudan doğruya bildirmiştir.

... artık vahiyler peş peşe gelmektedir. Sevgili Peygamberimiz ilk zamanlar ayetleri ezberleyip unutmamak için Cebrail, okurken O da tekrarlardı.. fakat vahiy gelerek buna lüzum olmadığı ve" O'nu sana ezberletmek, okutmak bize aiddir. Biz O'nu sana okuduğumuz zaman sen yalnız dinle. Sonra onu anlatmak, öğretmek yine bize düşer" buyuruldu.

Emri ilahi üzerine Sevgili Peygamberimiz meleklerin en üstününü yalnızca dinliyor ve melek gidince de gelen ayetleri hiç bir zorluk ve sıkıntı duymadan aynen eshabına okuyordu.

..........

Sevgili Peygamberimiz o devir arabistanında yaşıyanların çoğu gibi Ümmi... ne okumuşluğu var; ne de yazmışlığı. İşte kendi lisanlarından bu gerçeğin ifadesi:

-Ben ümmi Peygamber Muhammedim. Bendensonra Peygamber yoktur.

Yüce Allah Ankebut suresi kırksekinci ayetinde habibini doğruluyor.

Sen, bu kitap, gelmeden evvel bir kitabı okumadın, yazı yazmadın. Okur-yazar olsaydın "başkalarından öğrendin" diyebilirlerdi.

Evet; Efendimiz hiçbir mektebe gitmediler, tahsil yapmadılar ve öyle esaslı bir seyahatları olmadı.Oniki yaşında Ebu Talip ile Busra'ya onyedi yaşında amcası Zübeyr ile Yemen'e Yirmi yaşında Hazreti Ebubekr ile Şam ve yirmibeş yaşında Hadice annenin mallarını satmak üzere yine Şam'a olmak üzere hepsi hepsi dört defa dış seyahatlari oldu ki bunlarda öyle uzak mesafeler değil.

Allah'ın emirlerini bildirmekle görevli bu asil insanın ümmi olduğu, fazlaca seyahate igitmediği hakikatte bütün herkesce malum. Öyleki müşriklerin arasında O'nun doğduğu günden Nebi olduğu kırk yaşına kadar geçen ömrünü hatta gün gün bilen var. Ama buna rağmen şirkte inat ediyorlar.

Bakınız müşriklerin azgınlıkların Nadr bin Haris, Mekke'lileri başına toplamış ne diyor:

-Ey kureyş! Size öyle birşey çattı ki ne yapsanız boş . Çünkü Muhammed aranızda büyüdü. O, beğendiğiniz bir çocuk, sevip takdir ettiğiniz bir gençti. Sözü en doğru olan O'ydu. En fazla O'na itimat ederdiniz. Şu yaşına kadar kendisine "Muhammed-ül Emin" diyen biz değilmiydik?

...Anlatılanlar küfrün sonunun geldiğine bir ikrar ve itiraftır.

-Kalk insanları irşad et, Azab ile korkut!

Mealindeki ayeti kerime üzerine Sevgili Peygamberimiz en önce durumu muhterem zevceleri üstün insan Hazreti Hadice Radıyallahü anha'ya açtılar. Ve kendisini İslamiyeti kabule davet ettiler.

Hadice annenin sevinçten aklı başından igitmişti Zevkle Kelime-i Şehadet getirdiler:

Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh.

O' nun Allah'ın Resulü olduğunu ilk defa bir kadın kabul ediyor ve buna şahid oluyordu... kadınlara kıyamete kadar yetecek bir iftihar sebebi.

Cenabı Hak, Habibine gösterdiği büyük bir yakınlık ve tertemiz sevgiden dolayı Hazreti Hadice'ye bu şeref ve imtiyazı lütfetti.

Peygamberimiz memnun oldular. Ve imam olarak zevceleri ile iki rekat namaz kıldılar.

Cebrail Aleyhisselam ilk gelişlerinden birinde Sevgili Peygamberimize Yüce Allah'ın selamını bildirmiş ve dinin direği alan ibadeti öğretmişti... Ayağını yere vurunca buradan su fışkırdı. Çıkan sudan önce Melek abdest aldı, sonra Resulullah. Cebrail, imam olarak iki rekat namaza durdular... kıyamete kadar gelecek müminlerin eda edeceği büyük ibadetin ilk ifası ve ilk cemaat.

Peygamberimiz de, Cebrail'den gördüklerini Hadice validemize öğreterek abdest almış ve kendisi imam olarak namaz kılmışlardır... Henüz sadece sabah ve ikindi namazları emredilmiş.

Sevgili Peygamberimizle Hazreti Hadice'yi namazda gören Hazreti Ali, efendimize bu yaptıklarının ne olduğunu sordu. Peygamberimiz Ona İslamiyeti ve namazı anlatıp davetini yapınca henüz on yaşında bulunan ve hiçbir günüha bulaşmamış olan Hazreti Ali, Kerremellahu vecheh, an bile geçirmeden son Peygambere biat etti.

Böylece iman edenlerin ikincisi bir çocuk oluyordu... İslamla şereflenen üçüncü insan Zeyd bin Harise. Azad edildiği halde yüce insandaki yüksek ahlaka hayran kalıp yanından ayrılamayan eski köle. Dördüncü Mümin ise Hazreti Ebubekir Radıyallahü anh... Kureyş'in en itibarlarından. Herkesin büyük hürmet duyduğu, ihtilafları en adil bir şekilde halleden değerli bir insan ve zengin bir tüccar. Hidayete ermeden önce de putlara tapmışllığı ve içki içmişliği yok.

İslamiyetin açıklandığı günlerde iş icabı Yemen'de bulunuyor.

Burada karşılaştığı yaşlı bir zat, kim olduğunu ve nereden gelip nereye gittiğini araştırarak O' nu yakından tanıyınca:

-Şu günlerde sizin Mekke'de bir Peygamber, yeni bir dini ilan ediyor olmalı. O'na bir genç ile olgun yaşta biri yardımcı olacaklardır... Genç ve gayet cesur ve atılgandır; olgun yaştaki adam ise beyaz tenli ve zayıf vücutludur, diyerek Ebubekir Efendimizi tarife başladı...

Ve Peygamberimizi öven şiirler okudu. Sonra bu beyetleri bahsettiği Peygambere arz etmesini O'ndan rica etti.

Hazreti Ebubekr, Mekke'ye dönünce aralarında Ebu Cehil'in olduğu müşriklerin seçkinlerinden bir gurup "Hoşgeldin" demek için ziyaretine geldiler.

Ebubekr, radıyallahü anh:

-Şehirde mühimce bir şey var mı? diye sorunca, zaten bunu kollayan münkirler:

-Şu senin kıymet verdiğin Muhammed-ül Emin var ya; Ebu talibin yetimi. Peygamber olduğunu iddia etmeye başladı. Arada hatırın olmasaydı, işini bitirecektik ama; şimdi sen gerekeni yaparsın..

Bunu işiten akıllı ve zeki insan onları münasip bir şekilde savdıktan sonr:

-Ya Muhammed işittiğime göre sen atalarının dinini terk etmişsin doğru mu?

-Ey Ebubekr! Ben, Allah'ın sana ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberim. Allah'ın birliğini ve benim Peygamberliğimi kabul et!... --Resul olduğuna dair delilin var mı? - -Yemen'de konuştuğun zat...

-Yemen'de birkaç ihtiyar ile görüşüp konuştum Hangisini kastediyaorsun?

-Sana şiir söyleyeni!

Hazreti Ebubekr çok sevinerek;

-Ey aziz dostum. Sana bu haberi veren kim?

-Önceki Peygamberlere gelmiş olan büyük melek.

Bunun üzerine Ebubekr, Peygamberimizin elini tutarak hiç tereddüt etmeden, kalbinin bütün hüçreleri ile Kelime-i şehadet getirip Müsliman oldu... Onun yeni dini seçişi İslamiyete destek ve kuvvet kazandırıyordu.

Her Mü'minin gönlünde iman nuru yanınca ebedi hakikatler meşalesini başka yerlere ve başka insanlara da taşımaya başlıyor. Ebubekr EFendimizin daveti ile Osman İbni Affan, Abdurrahman İbni Avf, Sa'd İbni Ebi Vakkas, Talha İbni Ubeydullah iman ederek Hazreti Ebubekr ile birlikte O peygamberler Peygamberinin; cin ve insan ve herşeyin Resulünün; Dünya ve ahiretin efendisi, Sallallahü aleyhi ve sellemin yüksek huzuruna gelip namaza durdular... saflar oluşmaya başlıyor.

Hadice validemizden sonra islamiyeti kabul eden bu sekiz kişiye ünvanlarının tekrarlanması nasip oldu: İlk müslümanlar, ilk ulvi kıymetler...



BÜYÜK DAVET

-Sana emrolunan şeyi açıkla, baş

Ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma

Hicr/94

Sabikun-u İslam denilen ilk müminlerden sonra müsliman olanlar... Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Seleme Abdullah bin Abdülesed Erkam bin Ebil Erkam, Osman bin Mazun ve kardeşleri Kudame ile Abdullah, Ubeyde bin Haris bin Abdulmuttalib, Said bin Zeyd ve eşi Hazreti Fatıma binti Hattab... her biri bir güneş. O'nun yolunun öncüleri, yardımcıları, fedaileri olan üstün idrak ve muazzam basiret timsalleri...

İlk devirde İslamı seçenler topu topu otuz kişi... bunların da çoğu gençler, fakirler, zayıflar ve kadınlar. İnkarcı bedbahtların gözünde "Ebu Talib'in yetimi ve ciddiye alınmaya değmez bir avuç garip olarak görülen bu ilkler, az zaman sonra öyle bir nur infalakını gerçekleştirecekler ki dünya, bir uçdan bir uca zifiri karanlıktan apaydınlık bir gündüze geçecek zaman bu istihalenin sancılarını yaşamanın eşiğinde.

Bir ağaçtan öbür ağaca hayat taşıyan berrak su akıntısındaki sükunet misali, tebliğ, ilk üç yılında bir gönülden bir gönüle sessizce akıp durdu... namazda bile sureler yüksek sesle okunamıyor. Fakat müminlere ilişen de yok. Çünkü müşriklerin putlarına, Ama söylenecek.

Bi'set denen mukaddes vazifenin bildirilmesinin dördüncü senesinde Şura suresinin ikiyüz ondördüncü ayeti kerimesi:

-Yakın akrabanı ahiret azabı ile korkutarak onları hak dine çağır.

Efendimiz, mesele üzerinde uzunca düşünüp bütün çetinliklerini gözden geçirdiği günlerde Cebrail, emri bir an evvel yapmaya başlamasına dair vahyi indirdi...

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ali'yi yollayarak yakınlarını Ebu Talib'in evinde topladılar. Gelen kırbeş kişinin ikisi kadın, diğerleri erkek. Halası Hazreti-i Safiye'nin tavsiyesine uyarak Ebu Leheb'i davet etmediler. Ama O da hazır gelmiş. Allah'ın Resulü, misafirlere ancak bir kişiye yetecek miktarda bir kab yemek ile bir tas süt çıkartıp onlar sofraya buyur ettiler, ve besmele çekerek önce kendileri başladılar... hayret verici bir şey oluyordu. Herkes yediği halde ne yemek eksiliyordu, ne süt... tamamı karnını doyurdu ama yemek de süt de ilk andaki şekliyle olduğu gibi kaldı.

Bu mucize, akrabaları şaşkına çevirdi.

Yemekten sonra Hakikat Sultanı sallallahü aleyhi ve sellem, onları tam İslamiyeti kabule çağıracaktı ki Ebu Leheb:

-Sihrin de böylesini hiç görmemiştik; sizi güzel büyüledi, iftirasını atarak Hak Resul'e döndü ve yılan ıslığını andıran sesi ile bir sürü hakaret yağdırdı.

...gelenler dağıldılar.

Sevgili Peygamberimiz, Rabbinin emrini yerine getirememenin üzüntüsü ile mükedder oldu. Ebu Leheb'in sözleri O'na çok giran gelmişti... günlerce müsait bir anı beklediler. Cebrail aleyhisselam gelerek kendisini teselli edip cesaret verdi. Ve açık davete başlamakta daha fazla geç kalmamasına dair ilahi arzuyu bildirdi.

Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ali'ye seslendiler....

-Ebu Leheb'in sözlerini duydun. Hakaretleri ile bana fırsat tanımadı. Gelenlerle konuşmama imkan kalmadan yağıldılar. Yine önceki gibi yemek hazırla ve onları buraya topla.

Çağrılanlar, bir bir geldi. Herkes hazır olunca yemek çıkarıldı... Ebu Leheb yine mecliste bir diken gibi göze batıyor.

Peygamberlerin önderi, ayağa kalktılar. Gözler üzerinde... acaba ne diyecek? Geçen defa konuşmamıştı. Ebu Leheb, mani olduğundan geliş sebeplerini bile anlayamadan çıkmışlardı. Şimdi herşey anlaşılacaktı. Kendilerini böyle üst üste toplamasının mutlaka mühim bir sebebi vardı...

Herkes hazır olunca konuşmaya başladılar. İnci gibi bir Arapça, güzel mi güzel bir ses ve mükemmel ahenk. Daha evvel bilmedikleri, duymadıkları şeylerin belagatin en harikası ile takdimi:

-Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Ben, O'na hamd eder; sadece O'ndan yardım isterim. O'na inanır ve O'na dayanırım. Şüphesiz iman eder ve size de bildiririm ki, Allah'tan başka mabud yoktur. Allah bildir ve eşi-ortağı mevcut değildir. Size asla hilaf bir şey söylemiyor ve en mutlak hakikatı tebliğ ediyorum. Gelin bir olan Allah'a iman edin. Ben, Allah'ın size ve tekmil insanlığa gönderdiği Peygamberim. Yeminle söylüyorum ki, siz uykuya daldığınız gibi ölecek ve ondan uyandığınız dirilecek ve hayatınız boyu yaptıklarınızdan hesba çekileceksiniz. İyiliklerinizden mükafat kötülüklerinizden ceza göreceksiniz. Böylece yeriniz cennet ve cehennem olacaktır. İnsanlardan ahiret azabı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.

Ebu Talib:

-En makbul iş sana yardımcı olmaktır. Ben seni himayeye devamedeceğim.

Ama nefsime bakıyorum; eski dininde kalmaya ısrarlı.

Yine Ebu Leheb atıldı:

-Abdülmuttalib oğulları! Bunun yaptığı doğru değil... Bari başkaları durdurmadan biz karşı çıkalım. Yoksa Muhammed yüzümden hepimiz ağır hakarete maruz kalacak ve belki de çoğumuz öleceğiz.

Ebu Leheb'in sözleri, Hazret-i Safiyye'yi harekete geçirdi. Sevgili hala, dayanamamıştı:

-Ben hey kardeşim! Yeğenimizi ve dinini desteklememek; hor görmek, küçültmeye çalışmak sana yakışıyor mu? Alimler, Abdülmuttalib'in soyundan bir Peygamber geleceğini bildiriyor; sen O'nu kötülüyorsun. Bu ne taze böyle? Vallahi O Peygamber işte karşımızda bulunuyor!!!

Ebu Leheb, inat mı inat. Öfke iele bağırdı:

-Seninki ham hayal! Zaten kadın değil misin; ne anlarsın bu işlerden? Bütün işiniz erkeklere ayak bağı olmak! Yarın millet, İsyan ederse biz ne yapabiliriz?

Ebu Talip, hışımla Ebu Leheb'e döndü:

-Korkak!... Son nefesine kadar O'na yardımcıyım; anladın mı? Dedi. peygamberimize:

-İnsanları imana çağıracağın zamanı bildir. Silahlanıp seninle beraber gelelim.

Hava iyice gerginleşmişti.

Yüce Peygamber, söze kaldıkları yerden devam ettiler:

-Ey Abdülmuttalib nesli. Vallahi, benim size getirdiğim bu dinden daha üstün ve daha hayırlısını tebliğ eden olmamıştır. Sizi söylenmesi kolay fakat mizanda sevabı çok yüksek olan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. İşte:" Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed abdühü ve Resuluhu" Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna inanır ve şahid olurum, demek. Yüce Allah, size bunu bildirmemi buyurdu. Bazı mucizeleri de gördünüz. Öyleyse hanginiz çağrıma uyup benimle oluyor?

Resuller Resulünün, hitabeti bitince ortalığı bir sessizlik tuttu. Sanki herşey donmuştu. Çıt yok... başlar önde, kimbilir ne veya neler düşünüyorlar.

Sevgili Peygamberimiz, sözlerini üç defa arka arkaya tekrarlayıp muhataplarını aradılar. Ama nafile... Her üçünde de cevap hep Hazret-i Ali'den geliyor:

-Bunların en küçük ve en zayıfı benim.Ama ben sana yardımcı olmaya hazırım...

İlk iki cevapta efendimiz, Ali kerremallahü vechehi yerine oturtarak öbürlerinden bir ses çıkmasını beklediler. Fakat sözleri üçüncü kere cevapsız kalıp yine Hazret-i Ali aynı şeyi söyleyince elinden tutup akrabalarından uzaklaştılar....

Onlar, ayrılınca kalabalık, Peygamberimizin dedikleri ile alay edip gülüşerek dağıldı...

Herşeyin Peygamberi, hak bildiği yolda yürümeye devam ediyor. Nasibi olanlar bir mbir hidayete ermekte.

Cebrail aleyhisselam ile yeni bir vahiy nazil oldu. Şimdi sadece yakın akrabalar değil; herkes Müslüman olmaya davet edilecek...

İşte Hicr Sure-i Şerif'in doksandördüncü ayet-i kerimesi:

-Sana emrolunan şeyi açıkla. Baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma...

Şanlı Peygamber, Safa tepesindeler. Yüksekçe bir taşın üzerine çıkmış olarak mübarek parmaklarını kulaklarına koyup gür ve billur bir sesle Mekke'ye doğru seslendiler:

-Eyy Kureyş! Koşun. Buraya gelin! Size mühim bir haberim var. Koşun!

Aşağıda sualler:

-Kim mbu seslenen öyle?

-Muhammed'ül Emin.Safa tepesine çıkmış bizler çağırıyor.

-Gitsek mi acaba?

-Bir bakalım. Mühim haberi ne? Belki düşman baskını falan vardır. O, emin insandır. Doğruyu haber verir.

-Hadi öyleyse!

Az sonra nefes nefese bir kalabalık, fahri kainatın karşısına dizilmişti.

-Hayırdır, Ya Muhammed bizi merakta kodun?

Gözler, hep O'nda,Muhakkak önemli bir şey varki bu tepeye çıkarak ahaliyi yanına çağırdı...

Tane tane konuşuyor.Ve İslama gelmeyen bu insanların akıl, vicdan, idrak ve basiretlerindeki pası sökmeye uğraşıyorlar:

-Şu dağın ardından veya şu vadinin içinden düşman atlılarının çıkacağını veya sabah akşam baskına uğrayacağımızı söylesem bana inanır mısınız?

-Elbette, elbette,.. sesleri.

-Sen,hep doğru söyledin. Senden doğruluktan gayrı bir şey ummayız...

Habib-i Ekrem istediği cevabı almıştı... bunun üzerine Kureyş'in bütün ailelerini isim isim sayarak onları tevhide çağırdılar.

-Sizleri kıyamet gününün azabı ile korkutmaya memurum. Sizi "La ilahe illallah vahdehu la şerike leh"/ Allah, tekdir ve kendisinden başka yaratıcı yoktur. diyerek iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm. Eğer dediklerime inanırsanız yeriniz cennet olacaktır. "La ilahe illallah" demezseniz size ne dünyada bir yarar, ne de öte alemde bir imkan temin edemem

Kalabalık şok oldu...

Ebu Leheb...

İlk atılan, ilk söze karışan, kin kusan yine O.Gözleri dışarı fırlamış; Öfkeden yanakları al al; kudurmuş gibi bir taşa sarılıp o güzeller güzeli Efendimize fırlattı. Bir taraftan da bağırıyordu:

-Bizi bunun için mi topladın?!!

Öbürleri birşeycik demezken hem de bir amcanın böyle zalimane davranışı... Kainatın bir tanesine taş atan bu eller kurusa müstehak değil mi?

İnsanlığın baştacına risalet vazifesinde engel olmaya çalışan sadece Ebu Leheb değil; karısı Ümmü Cemil de geceleri Peygamberimizin geçeceği yollara diken dökerek en kötü çeşidinden O'na cefa verip yıldırma gayretinde...

Allahü teala sevgilisine taş atana Tebbet Suresi ile:

-Ebu Leheb'in elleri kurusun; zaten kurudu, dedikten sonra Ümmü Cemil'i "hammaletel-hatab/odun hamalı" olarak aşağıladı. Sure, karı-kocanın kötülükleri sebebi ile inzal olmuştu.

Haklarında hususi vahiy gelip de böyle yerin dibine geçirilmeleri Ebu Leheb'i mecnuna çevirdi:

Derhal oğulları Utbe ile Uteybe'ye koştu ve:

-Kat'i emrimdir! Hemen karılarınızı boşayın! Derhal, hiç vakit kaybetmeden!

Çünkü Sevgili Peygamberimizin kızlarından Rukiyye, Utbe ile Ümmü Gülsüm, Uteybe ile evliydi... murdar adan, gelinlerini boşatarak can yavrularına verilen bu sıkıntı ile Peygamberimizden intikam alıyordu...

Peki; Utbe ve Uteybe, Allah Resulünün kızlarını boşayacaklar mı?

Maalesef!..

Onun damadı olmak devletini bırakıp, babalarının küfrüne destek oldular.

Uteybe, sade boşamakla kalmayıp yüksek huzura koşarak bağıra bağıra:

-Seni sevmiyorum. Dinini de inkar ediyorum. Bu sebeple kızını boşadım, dedi ve Efendimizin yakasına yapışarak gömleğini yırttı.

Sevgili Peygamberimiz çok incindiler ve:

-Ya Rabbi! Onun üzerine canavarlarından bir canavar musallat et, diye beddua ettiler.

Onun duası geri çevrilir mi?

Uteybe, Şam yolunda iken bir arslan tarafından parça parça edilerek berbat bir akıbet ile ölüp gitti...

........

Artık müşrikler için ahir zaman Peygamberinin etrafında toplanan çüğu zayıf, fakir ve kadınlardan oluşan insanlar, ne bir avuç gariptir; ne de ciddiye alınyama layık bulunmayan kimseler... gün gün çoğalıyor. Ve hiç bir baskı, hiç bir tehdit, hiç bir usul, hiç bir vaad onları vahiyle işaret edilen ve Resulullah tarafından gösterilen istikametten çevirmiyor.

Lakaytlık şimdi düşmanlıkla yer değiştirmiştir... münkirler, müşrikler, hepsi öfkeli. Çünkü gelen yeni din, puta tapmayı reddetmekte, putları adi birer madde olarak telakki ve ilan etmekte; o gün için ne kadar semavi din varsa hepsinin hükümsüz kaldığını; tamamının yerini Muhammed nizamın aldığını açıklamakta ve insanları buna iman etmeyi şart koşmaktadır.

Dahası var: Bu din, ırk üstünlüğü, kabile imtiyazı, sülale seçkinliği gibi farkları kaldırarak serveti katar katar bir zengin veya çıplak ayaklı bir köle de olsa aynı imanı paylaşan insanlar arasında öz kardeşlikten daha gerçek kardeşlikler kurmakta.

...üstlerine doğru yuvarlanan kar yumağı şimdilik küçük gibi görünse de belli ki bu bir çığın çekirdeğidir.

...alay edenler için şimdi korku dağları bekliyor. İşte Kureyş büyüklerinden Ute, Şeybe, Ebu Cehil ve daha bir kaç isim, Ebu Talib'in karşısındalar. Tavırları küstah. Rica ile karışık tehdit ediyorlar.

-Sana saygılıyız; bunu biliyorsun. Hep hatırını gözettik. Ancak şimdi huzurumuz kalmadı. Çünkü yeğenin, yeni bir din ihdas ederek dediklerine inanmayanları küfür ve dalalette olmakla itham ediyor. Bunu kabul edemeyiz. Ya nasihatinle bu sevdadan vazgeçer; yahut biz hakkından gelmesini biliriz.

Ebu Talib, kibarlık yaparak bu kuru-sıkı tehditleri aziz yeğenine açmadı...

Bir müddet sonra kafirler değişen bir şey olmadığını anlayınca yine Ebu Talib'e geldiler:

-Sözlerimizin kaale alınmadığını görüyoruz. Biz, senin hatırını incitmek istemedik. Fakat kararımız taviz verilmez kesin bir karardır. Ya O yok olacak veya biz! Artık sabır ve tahammülümüz tükendi...

Ebu Talib, bir fitne çıkmaması için ne kadar uğraştıysa da bir netice alamadı. Bunun üzerine alemlerin efendisi ile konuşma zaruretini duydu.

-Ey yeğenim. Bütün kabile sana düşman kesildi. Akraba arasında husumet iyi şey değil. Kendilerini küfür ve yanlış yolda olmakla itham etmeden kendi dinini yaşamanı istiyorlar. İkinci keredir bana şikayete geldiler.

Bu sözler, bir şey demek istiyordu.

... demek ki amca, destek ve himayesini çekiyor. sevgili peygamberimizde uyanan kanaat budur.Ebu Talib desteğini çekse ne olur ki? En büyük destek, en büyük hami Allah olduktan sonra!..

İşte Sevgili Peygamberimizin cevabı:... bir dava adamının en zor, en tahammül edilmez, en ümitsiz anlarda bile bütün bu menfi şartları hiçe sayıp meydan okuyan çelik irade ve kale duvarı gibi muhkem azmine tarihin en parlak misali:

-Güneşi getirip sağ elime, ayı da sol elime koysalar ve bana bu işten cay deseler yine vazgeçmeyip İslamiyeti yaymaya devam edeceğim. Bu yolda canımı feda etmeye hazırım. Yeter ki Rabbim benden razı olsun!...

Efendimiz, bunları söyledikten sonra dolu dolu gözlerle oradan uzaklaşmaya başladı. Ebu Talib, konuyu açtığına pişman olmuştu. O'na yetişti ve:

-Dilediğini yapmakta hürsün. Hayatta olduğum müddetçe seni koruyup kollayacağım.

........

Kureyşli müşrikler, Ebu Talib'in hala himayeyi sürdürdüğünü görünce önde gelen on kişi Utbe, Şeybe, Umeyyet ibni Half, Ebu Cehil bir Hişam, As İbni Vali, Mutim bin Adiy, Şeybe İbni Haccac, Münebbih El Haccac ve Ahnes İbni Serik, Ebu Talib'in kapısını çaldılar. yanlarında güzelliği ile ünlü İmare de var; Velid İbni Mugire'nin oğlu:

-İmare'yi sana evladlık verelim; sen de Muhammed'i bize teslim et öldürelim! Çünkü O, dinimizi mahvetti; ve kavmimizi başka yerlere sürükledi.

Teklifin densizliği Ebu Talib'in sabrını taşırdı ve O'nu çileden çıkardı.

-Bu kadar akıl ve mantık harici söz olamaz. Ben, oğlumu size verip, sizin çocuğunuzu alacağım. Niçin? Benim evladımı öldürseniz diye. Bu ne saçma laftır. Eşi duyulmamış bir ahmaklık. İşte açıkça söylüyorum. Kulağınızı iyi açın! Kim, Muhammed'e düşmansa, ben de kendisine düşmanım, kim onun dinine düşmansa, ben de ona düşmanım. Anladınız mı? Şimdi varın gidin!!!

Müşrikler tokat yemiş gibi oldular. Hatta daha beter. Süklüm püklüm oradan savuştular.

Ama düşmanlıklarından en ufak azalma yok. Ne yapıp yapıp bu yeni dini köreltmek isteyenler, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukbe bin Ebu Muit, Hakem bin Ebil As, Ümeyye bin Half, Ebu Kays bin Riaf, Asım bin Said, Haris bin Kays, Esved ibni Abdülesed, Asım bin Hişam,... en azgın ve Sevgili Peygamberimizi en çok rahatsız eden ise Nadr İbni Haris ismindeki bir lanetli.

Ebu Talib'ten bu ağır ve kat'i cevabı alınca bu defa Sevgili Peygamberimize koştular:

-Maksadın mal-mülkse istediğin kadar verelim. Hükümdar olmak niyetinde isen başımıza geçirelim. Sana görünen şey bir cin ise en namlı hekimleri çağıralım. Ne dersen yapmaya hazırız. Yeter ki sen, şu Peygamberlik davasından vazgeç! diye değişik bir usülü dendiler.

...tabii boşa nefes tüketiyorlar. Aldıkları cevap:

-Ne mal istiyorum. Ne hükümdarlık; gözüme cin de görünmüyor. Allah, beni size Peygamber olarak gönderdi ve bir de kitap indirdi; ve müjdeleyici ve korkutucu olmamı buyurdu. Rabbimin emir ve yasaklarını size tebliğ ettim ve nasihatte bulundum. Bildirdiklerimi kabul ederseniz bu, dünyada da, ahirette de saadetnize vesile olur. Şayet reddederseniz Yüce Allah aranızda bir hüküm verene kadar, tebliğe devam ile sabretmek vazifem olacaktır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:36   Mesaj No:34
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 4.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 4

Arkadaşlarım, dostlarım, hısım ve akrabam ve kabilem! Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resülullah / Ben, iman ediyorum ki Allah'dan başka ilah yoktur ve Muhammed aleyhisselam, O'nun Peygamberidir. Puta tapmanız ise batıl ve gülünç bir ibadet şekli.

-O nasıl laf öyle ey Cündeb? Sözünü geri al! İlahlarımıza asla hakaret edemezsin! Yoksa sen de biz de onların gazabına uğrarız. Çabuk pişmanlığını dile getir.

- ......?!

-Olmaz! Söyleyen kim olursa olsun! Biz, putlarımıza hakaret ettirmeyiz. "Batıl" dediğin ibadet, atalarımızdan bize tevarüs etti... bu patlara onlar taptılar; gözümüzü açtık bunu gördük; biz de tapıyoruz. Sen şimdi hangi cesaretle ilahlarımıza saldırıyorsun?

Cündeb bin Cünabe, sevgililer sevglisi; can sevgili aziz Peygamberimizin yüksek huzurlarında İslamla şereflendikten sonra alemlerin efendisinin talimatı ile kavmini hidayete kavuşturmak için Gıfar kabilesine dönmüş ve şimdi onları toplanmış olarak en son dini ve onun itikadını bildiriyor ve çığırından çıkmış şu insanları sonsuz saadete davet ediyordu; Kitlenin taşkınlığını Gıfar kabilesi'nin reisi Haffaf yatıştırdı:

-Susun!!! Susun! Önce anlatacaklarını anlatsın. Sonra hükmümüzü veririz. Buyur ya Cündeb!

-... daha müslüman değildim. Bir gün Nuhem adlı putun içmesi için bir tas süt götürüp önüne koydum. Az ayrılıp geriye baktığımda manzara çok çarpıcıydı... bir köpek, sütün tamamını içtikden sonra bacağını kaldırıp Nuhem'i iyi bir ıslattı.

Bu nasıl ilah ki, karnı acıkıyor ve ancak kulların yardımı ile doyabiliyor? Bu nasıl ilah ki, bir köpekten bile sakınamıyor? Sizin tanrı bildiğiniz aslında bir heykelden başka bir şey değil! Aklı olan kendi eliyle yaptığına tapar mı?

Sözler, şimşek gibi çakıyordu. O az önceki kaynayan cemaat yavaş yavaş durulmuş ve son cümleleri, başları önlerinde dinlemişlerdi. Suç üstü yakalanmış insanlara benziyorlar...

Biri sordu:

-İyi de senin Peygamberin nediyor; neden bahsediyor?

-O mu? O, dünya durdukça eskimeyecek, devre geçmeyecek ve her zaman ve her mekanda kıymetini koruyacak olan cihan şümul ve çağlar üstü şeyleri bildiriyor.

Allah birdir... doğmamıştır, doğurmamıştır, yemez içmez ve ölmez. Allah, herşeyin haliki ve sahibidir. Benim Peygamberim, rengi, ırkı, mesleği, serveti, şeceresi ne olursa olsun bütün insanları işte bu Allah'a kulluk etmeye davet ediyor. benim Peygamberim, insanları iyilik yapmaya, zinadan kaçmaya, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten vazgeçmeye, köle, yetim ve fakirlerin hukukuna riayet etmeye ve şurada sayamayacağım daha nice güzelliğe çağırıyor... O, Resul olmadan önce de milleti nezdinde Muhammed'ül Emin olarak şöhret bulmuştur. Emirdir ve doğrudur. Bütün ilahi kitaplar, bütün Peygamberler, O'nun son nebi olarak kainatı şereflendireceğini haber verdiler. Size atalardan da kalsa bozuk bir dini terkederek son ve en üstün din olan İslamiyeti kabule gelin diyorum...

Kısa bir essizlik oldu. Sadece uçuşan kuşlar ve koşuşan hayvanlar duyuluyordu.

Kim bu Cündeb? Veya tam ismi ile Cündeb bin Cünabe? Cündeb, Sevgili Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem müslüman olduktan sonra kendisine "Ebu Zer" künyesini verdikleri büyük sahabi Ebu Zer GIfari radıyallahü anh...

Gıfarlar, Mekke kervanının yolu zerindeki bir yeri yurt ednmiş, gelip geçen ticaret kervanlarını, insanları yağmalayan, ellerinde avuçlarında ne varsa alan putperest ve şerli bir dağlı kabile...

Cündeb, iri-yarı, güçlü-kuvvetli bir Gıfarlı. Cesur ve atılgan biri.

Gücü-kuvveti ve cesareti ile kabilenin en namlı yiğidi... işte bu yiğit adam, hilkatindeki saffet sebebi ile düşüne düşüne, yapılan şu soygun ve çapulculuktan da, ilah zannedilen şu heykellerden de içten içe soğuyarak nefrete başladı. Ve uzlete çekildi. Cündebe göre yaratıcı tek olmalıydı. O yüzden sık sık "Lailahe illahllah diye bir cümleyi terarlıyor. Bu münzevi hayatı üç sene sürdü... Allah'a götürecek rehberi arıyor.

O'nu böyle her şeyden habersiz olarak Allah'tan başka ilah yoktur" dediği günlerde Efendimiz'e de Peygamber olduğu bildiriyor. İslamiyet, nur çemberleri halinde halka halka genişleyerek yayılıyor.

Bir gün Mekke'den, biri, Gıfar kabilesine geldi ve bir tesadüf eseri Cündeb bin Cünabeyi de gördü... Cündeb arada bir "la ilahe illallah" diyor; misafir şaşkın:

-Mekke'de biri var; senin bu söylediğin cümleyi o da söylüyor. Peygamber olduğu iddiasında.

Cündeb pürdikkat adama döndü:

-Hangi kabileden?

-Kureyş...

Şöhretli bir şair olan kardeşi Üneys'i buldu ve hemen Mekke'ye giderek sağlıklı bir haber toplamasını istedi...

Üneys, Mekke'ye vardığında Sevgili Peygamberimizi gördü, sohbetinde bulundu ve ihsanlarına nail oldu... hayranlığı çok büyük ama henüz müslüman değil. Tekrar ağabeyine geldi:

-Neler öğrendin Üneys?

-Çok büyük bir zat. Hep iyilikleri emrediyor ve kötülükleri yasaklıyor.

-İnsanlar O'nun hakkında ne diyor?

-Şair, kahin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar... Ama yalan; çünkü sözlerini bütün şairlerin mısraları ile mukayese ettim; hiç alakası yok. Kahin ve sihirbaz benzetmeleri ise sadece iftira.Tebliği her sözünden üstün. Ve hiç bir söze benzemiyor. Bana kalırsa dedikleri hep doğru...

Öyleyse bizzat gideyim... dedi ve eline değneğini alıp bir çıkına bir miktar yiyecek koyarak yola çıkarken Üneys ikaz etti:

-Aman orada dikkatli davran. Çünkü düşmanları çok azgın.

Gerçekten bu sırada müşrikler, garip, kimsesiz, ve fakir mü'minlere tarihin görebildiği en amansız işkencelere başlamışlardı...

Bu yüzden Cündeb Mekke'ye geldiğinde kimseye birşey soramadı. Kabeye gitti. ve orada beklemeye başladı. Ne yapacağını, O'nu nasıl bulacağını bilmiyordu. Üç gün üç gece burada bekledi. Bu zaman içinde yiyeceği bitmişti. Zemzem içmeye başladı. Hayret! Bu su kendisinin hem susuzluğunu gideriyor hem de doyuruyor. Üçüncü gün Hazret-i Ali ile tanıştı. Ali radıyallahü anh'a itimat edip zarar vermeyeceğini anlayınca geliş sebebini açıkladı...

Hazret-i Ali:

-Doğruyu buldun. Akıllı insanmışsın. Ben şimdi o zata gidiyorum. Sen de beni arkadan takip et. Yolda zararı dokunacak bir kafir görürsem pabucumu düzeltir gibi yapar ve bir duvar dibinde dururum. Sen yoluna gidersin.

Sokağa çıktılar. Oh şükür ki kimsecikler yok.

İşte o an! Cündeb'in üç yıldır aradığı rehberi bulduğu unutulmaz an. Devlethanede ve Allah'ın Resulünün huzurunda:

-Esselamü aleyküm!

...Bu, dinimizde ilk verilen selam ve Cündeb de ilk selam veren insan.

Peygamberimiz:

-Allah'ın selamı senin de üzerine olsun, diyerek kim olduğunu sual buyurdu.

-Gıfar kabilesinden efendim.

-Ne zamandan beri Mekkedesin?

-Üç gün üç gece...

-Ne yiyip ne içtin?

-Azığım bitince zemzemden gayrı bir şey bulamadım. Ondan içtim, hem suya kandım hem karnım doydu.

-Zemzem mübarektir...

Daha sonra Cündeb bin Cünabe, Sevgili Peygamberimizden nasıl Müslüman olacağını sordu. Resulullah, kelime-i şahedet'i okudular. Ebu Zer Gifari de tekrar ederek mü'min ve sahabi olma yüce şerefine kavuştu... hiç bir telkin, davet ve cebir olmadan kendiliğinden islamiyete koşmuştu. Ebu Zer radıyallahü anh, Müslüman olunca da doğru Kabenin yanına vardı ve bağıra bağıra:

-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedün Resulullah!!!

Arının deliğine çöp dürttü... müşrikler, aç kurtlar gibi üzerine atılarak kainatın bir tanesini görmeye ve islamiyeti bulmanın cezbesini yaşayan büyük kahramanı taş, sopa, kemik parçaları ile döve döve kanlar içinde bıraktılar.

Ebu Zer radiyallahü anh'ı ellerinden Abbas güçlükle kurtardı:

-Ne yapıyorsunuz siz? Bu adam, kervan yolumuzun üzerinde bulunan bir kabileden. Bir daha oradan nasıl geçersiniz?

İçindeki aşk ateşi ile hiç bir şeyi görmüyordu. Bir sonraki gün yine aynı yerde bağırarak ilayı kelimettullaha hizmet ediyordu.

Yine kafirlerin hücumuna uğrayıp ağır biçimde hırpalandı... Bu defa da Abbas, imdadına koşmuştu.

....

Sevgili Peygamberimiz, Ebuzer radiyallahü annnh'ı huzura kabul ederek kimseye bir şey belli etmeden artık yurduna dönmesini ve islamiyeti orada yaymasını emrettiler.

Beşeri güç-kuvvet ve cesareti, İslamın aşkı ile hedefin bulan mübarek sahabi Peygamberinden emir ve talimatı alınca doğru kendi diyarına gelmiş ve kabilesini tolayarak onları müslüman olmaya çağırıyordu.

En seçkinlerinden biri olan Cündeb'i dinleyen Gıfarlılar, çarpıcı misallerle dinlerinden ve taptıklarından utanmaya başlamışlardı... bir köpekten bile hakaret gören tanrı! Öyle şey mi olur? En evvel kabile reisi Haffaf, mümin olduğunu açıkladı, ardından Ebu Zer'in kardeşi Üneys ve daha bir çoğu... Ebu Zer'de sevinç büyük, gözlerinin içi gülüyor.

Vurguncu, soyguncu, insan kıymeti bilmez mbir oymaktan gök kubbenin en şahane yıldızları gibi muhteşem insanlara... Kalbe iman nurunu düşmesi ile her şey, her şey değişiyor.

Büyük taktik...

Mekke'de ağır ağır gelişen İslamiyet, Sevgili Peygamberimizin ince startejisi ile çevrede süratle yayılmaya başlıyordu.

LA İLAHE İLLALLAH

BU BİR KİTAPTIR Kİ AYETLERİ İLE EMİR VE YASAKLARI VA'D VE VA'İDLERİ AYIRMIŞTIR. ARABİ LİSANLA ALLAHÜ TEALA'DAN İNDİĞİNE İNANAN KAVİMLERE CENNETİ MÜJDELEYİCİ VE İNANMAYANLARI CEHENNEMLE KORKUTUCUDUR. MÜŞRİKLERİN ÇOĞU O'NU KABULDEN KAÇINIP, CAN KULAĞI İLE DİNLEMEZLER.

FUSSİLET

Ukaz panayırı. Türlü türlü, renk renk mallar alıcıya çıkarılmış. Pazarlık yapanlar, para ödeyenler, yeni mal getirenler... orta yaşta bir insanın hakim ve cesur bir eda ile şöyle seslendiği duyuluyor:

-Ey insanlar! "La ilahe illallah" deyiniz ki kurtulasınız.

Bütün bakışların kendisine çevrildiği bu kurtuluş habercisi münadi Sevgili Peygamberimizden başkası değil... ama O, pazar yerini böyle sokak-tezgah gezip vahyi tebliğ ederken biri de O'nun ardınca dolaşıp,

-Aman ha! Sakın inanmayın, diyor.

Efendimize musallat olmuş bu zulmet elçisi ise Ebu Leheb.

Ebu Leheb; yani insanların ebedi saadete çıkan yollarını kesip felakete sürükleyen bir cehennem hizmetçilerinden biri.

Çevre kabileler, Hacca geliyor. Beytullah'ı tavaf edip yurtlarına dönüyorlar... ama dinlerinin hükümsüz ve batıl olduğundan haberleri yok. Boşa zahmet içindeler. Çünkü; Allah, sevgilisine Kur'an-ı kerim'i indirerek eski dinlerin hepsini fesh etmiş bulunuyor...

Bu sebeple Peygamber efendimiz, Mekke'ye gelen bu ziyaretçileri karşılayarak onlara yumuşak, tatlı, cezbedici bir üslub'la İslamiyeti anlatıyor.

Ve bu yabancılar anlıyor ki şu yüksek ahlak güzelliğindeki bir zat, asla ve asla hakikate aykırı bir şey söylemez. O'nun anlattıkları kalblerini imanla dolduruyor... hep müslüman oluyorlar...

Putları ile Allah'a ortak koşan Mekke kafirleri, durumdan ciddi şekilde rahatsız... kendi içlerine ikilik soktuğu; baba ile evladı ayırdığı yetmiyormuş gibi şimdi de komşu kabileleri bir bir safına çekiyor... bir çare bulmalılar buna; ama nasıl?

Kureyş'in güngörmüşlerinden Velid bin Mugire, müşrikleri kendine çağırdı:

-İçinizdeki en yaşlı benim. Sözüme kulak verin. Şu felakete tez vakitte çare bulmalıyız. Beni dinleyin!

-Aman söyle ey pir!

-...Mekke'ye hacca geliyorlar. Muhammed, bunları kendi dinine çekiyor. Bir bir O'nun tarafına geçiyorlar. Akıbeti iyi görünmüyor. hem içten hem de etraftan sarılıyoruz. Farkında mısınız?... Buna kısa zamanda mani olmazsak iş işten geçmiş olacak. Bir çare düşünmeliyiz.

-Sen daha iyi bilirsin ya Velid!

-Evet bir çare... O'nun için bir sıfat bulalım ve hepimiz bunu kullanalım. Eğer Ebul Kasım için herkes bir şey söylerse bir yabancı buna inanır mı? Siz olsanız inanır mısınız?

-Sen ne dersen o olsun. Mesela "kahin" veya "deli" desek...

-Bırakın bu lafları!.. Öyle bir şey bulun ki tam yerine otursun... ben kahinleri bilirim. Muhammed'in dedikleri ile kahinlerin söyledikleri arasında hiç bir yakınlık yok... deli demekse, deliliğin ta kendisi Sizde hiç akıl yok mu?

-Sihirbaz desek?

Velid, kirli parmakları ile kırçıl sakalını kaşırken gözü bir o yana bir bu yana kayarak karşısında oturmuş olanları süzüyor; manasız bakışları ahmak çehrelerde dolaşıyordu. Bir köpek, şerlerinden kaçar gibi yan yan kaçarak kalabalıktan uzaklaştı... Velid bir iki kere öksürdü ve:

-Sihirbaz; yani büyücü. Ama herkes onu yakından tanıyor. Çok fasih ve beliğ ve mantıklı konuşuyor. Ne yapsak?

-En akıllımız en tecrübelimiz sensin. Senin dediğin olsun.

Velid, kafasını yere eğdi, eliyle başlığını yana iterek saç diplerini kaşıdı. Ve yılgın fakat intikam dolu bir lisanla:

-Evet, evet! Doğrusu yine sihirbaz diyelim. Çünkü O, konuşmaları ile kardeşi kardeşten, babayı evladından, dostu dosttan koparıyor. Fakat "O, sizin bildiğiniz sihirbazlardan değil; bir Babil sahirbazdır." deriz. Ortak sözümüz bu olsun.

Boşa çaba!... ne yapsalar, başlarını hangi taşa çarpsalar boş.

Aciz kalmarı onları daha da kurdurtuyor.

................

Kureyş'in önde gelenleri; servetlerine, asaletlerine, şöhretlerine mağrur bu adamlar, kabe'nin dibine oturmuş. Efendimizi çekiştiriyorlar. Öfkeleri büyük. Kendi kendilerini suçluyorlar. İçlerinden biri yumrukları ile havayı döverken ağzında tükrük kalmamış halde dili damağına yapışa yapışa, boyun damarları şişe şişe bağrıyor:

-Bu ne haldir böyle? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi? O, bizi suçlar tanrılarımıza hakaret eder, dinimizi reddeder ve aramızı açarken biz ne yapıyoruz? Hiç bir şey! Biz ki üstümüze toz kondurtmazdık... bu miskinliktir, miskinlik...

Adam bağırmaktan mosmor kesilmişken, Efendimiz lafın üzerine geldi. Bir anda ortalık buz gibi oldu. Serveri alem, doğruca Hacer'ül Evsed'e giderek huşu ile öpüp tavafa başladılar...

Allah ve Resulullah düşmanları ilk şaşkınlığını üzerinden atınca salyalı ağızları ile Sevgili Peygamberimize hakaretler yağdırmaya başladılar... O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek yüzlerinde üzüntü ve nefret emareleri görülüyordu. Buna rağmen ilk tavafta sükutu tercih ettiler. Ama durmuyorlar; ağır sözlerle itham ediyorlar... bunun üzerine kainatın efendisi, karşılarına öyle muhteşem bir vakarla dikildiler ki, o deminki arslanlar birer uyuz çakala döndü... Peygamberimiz, istikballeri için müthiş bir ihtarda buluyor. Titremeye başladılar.

-Ey Kureyş, beni dinleyin! Nefsim kudret elinde o Allah hakkı için eğer İslam dinini kabul etmezseniz sizi koyun gibi keserim. Elimden kurtulacağınızı sanmayın!..

Rabbim, "asaletmeabları" bir köleden daha zelil hale düşmüştü. Küçük adamlar yalvarıyor:

-Aman Ebul Kasım biz sana ne dedik ki! şey yani... sen bizden birisin zaten. Aman ibadetine devam et. Biz sana nasıl karışırız?..

Efendimiz tavafa devam ettiler.

...Ama müşrikler yalan söylüyor.

Peygamberimizin sözleri ile yıldırımla vurulmuşa dönmüş ve ancak ertesi gün kendilerine gelebilmişlerdi. ve kendilerine gelir gelmez de Sevgili Peygamberimizi buldular. Allahın habibi, yine Kabeyi tavaf ediyorlar.

Ukbe bin Ebi Muit, üzerlerine atılıp yakasına yapıştı. Öyle insafsız sıkıyor ki Peygamberimiz güçlükle nefes alıyor. Hazret-i Ebu Bekir koşuyor; bu defa onun üzerine çullanıyorlar.

Fakat bu hareket gayretullaha dokunmuştu. Saldırganlardan ilahi intikam alıncak ve sonları felaket olacaktır.

İşte:

Müşrik sürüsü, Kabenin yanında toplanmış and içiyorlar:

-Muhammedi gördüğümüz yerde derhal öldüreceğiz. Bu iş buraya kadar gider! Yetti artık!! İlk defa hangimiz görürsek görelim anında öldüreceğiz. And mı?

-Andolsuh, andolsun...

... kötü haber, Sevgili Peygamberimizin sevgili kızları Fatıma, radıyallahü anha, hazretlerine ulaşınca mübarek kalpleri titredi. Ve üzüntüden şaşırmış bir hal ve nemli gözlerle babacığına gelerek işittiğini nakletti.

Peygamberimiz yavrucuğunu teselli ederek, celal sıfatları ile kafirlerin üzerine geldiler ve önlerine dikildiler. Kime baksalar; o müşrik heykel gibi olduğu yere mıhlanıyordu. Hiç bir müşrikte yerinden kıpırdayacak mecal kalmadı.

Resullerin Resulü yere eğilerek bir avuç toprak alıp müşriklere saçtılar...

... bu topraktan kime değdi ise o kafir Bedir savaşında İslam mücahidleri tarafından öldürülerek, canı Cehennemi boyladı.

AŞK BUDUR

EBU BEKR'DEN DAHA ÜSTÜN BİR KİMSENİN ÜZERİNE GÜNEŞ DOĞMAMIŞ VE BATMAMIŞTIR.

HADİS-İ ŞERİF

Allah'ın Resulü, emsalsiz bir sabırla insanları hidayete çağırmaya devam ediyor... Sıkıntılar, çileler ve tek tek müslüman olanlar... O, eziyetleri de rahmet gibi karşılıyor. Daima şükür halinde. Evinde, Beytullah'da ve her müsait yerde Rabbine ibadetle meşgul. Kendisine tevdi edilen insanlığı kurtarma vazifisinde yüce Allah'dan yardım istiyor, metanet diliyor...

İşte, mücessem bir nur gibi Kabe'ye yürüyor. Alemlerin Rabbine iltica ederek yalvarıp dua edecek.

Ama bırakmıyorlar!... Kim? Bir gurup münkir, Kabe çevresine toplanmış günün aktüel meselesi olan islamiyeti tartışıyorlar. Onlara göre; bir adam çıkıyor ve şöyle giden bir cemiyeti tam aksi tarafa döndürmeye uğraşıyor. Yalnız bir insan, asırlardır yerleşmiş olan her şeyi alt üst ederken kendileri ne yapıyor?

Buna kızıyorlar. Pasif kaldıkları; varlık gösteremedikleri inancındalar. Boyun damarları şişe şişe, ağızları köpüre köpüre, yürekleri gayzla dola-taşa konuşuyorlar. Bu aykırı gidişi durdurmanın günü gelmiş de geçmektedir. Daha gecikme felaketi büyütmek olacaktır. öyleyse her imakını kullanarak bu yeni dini söndürmek; hatta Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak lazımdır...

Onlar böyle hararetle konuşurken birden Kabe-i şerifi tavaf etmekte olan efendimizi gördüler... bu görme, aç kurtlar sürüsünün bir ceylanı kırlarda yalnız başına dolaşırken görmesi gibiydi. işte bundan daha güzel imkan, bundan daha müsait fırsat olamazdı ki!...

Kurtlar,O mübarek insana dört bir yandan saldırmak üzere atıldı. Boğmak, öldürmek, kinlerini doyurmak niyetindeler! Ukbe bin Muayt'ın murdar elleri bir çelik kelepçe gibi Sevgili Peygamberimizin boynunu sıkmakta... Bir yandan da yüce nebinin yüzüne tükürüyor... En zor an ve tarihin şansız enstantanelerinden biri; iki cihan sultanı, zor nefes alıyor. Ukbe, işin farkında; az daha sıksa nefesi kesilecek. Hep birden çullanıyorlar... Bir vahşet tablosu. Kendilerini iyiliğe, insanlığa, İslamiyete ve ebedi güzelliğe çağıran hem de soylu, anlı namlı adamların ettiğine bakın... Başlarına problem gibi gördükleri Sevgili Peygamberimizden kurtulmak üzereler... ama kurtulamıyacaklar. Onların dert dediği ebedi saadet, an an, gün gün gelişecek ve nurun aydınlığı bütün cihanı dolduracaktır.

Kafirler, Resulullah'ı böyle mecnun bir çılgınlıkla incitirler ve Ukbe ismindeki canavar, Peygamberimizin nefesini kesmeye uğraşırken; Yüce Allah, bir küçük cilve ile onlara hedef şaşırtır ve sevgilisini ellerinden kurtarır... Hazret-i Ebu Bekir, oradan geçiyor. İtişip kakışmakta olan kalabalığın ortasında efendisi; efendimiz Muhammed mustafa, sallallahü aleyhi ve sellem'i fark etmekte gecikmedi. Farkeder etmez de yıldırım gibi azgınların arasına daldı. Narası, müşrikleri olduğu yerde durdurdu ve baışlar kendine döndü; Ukbe'nin parmakları gevşedi. bu ses de kimin? Bu işe karışan da kim?

-Siz alemlerin Rabbinden ayet getiren ve Rabbim Allah'tır diyen birini mi öldüreceksiniz?

İman, aşk ve ihlasla dolu sual, müşriklerin yüzünde kamçı gibi sakladı. Şimdi öfkeleri daha katmerliydi.

Muhammed'e dinini yaymak için destek olması, atalarının dinini tert etmesi yetmiyormuş gibi şimdi de ona arka çıkıyordu ha!... Peygamberimizi bırakarak O'nun aziz dostuna çullandılar. Sakalını yoluyor, tekme-tokat yağdırıyorlardı. Utbe bin Rabia adlı insafsız, ayakkabısı ile Hazret-i Ebu Bekr'in suratına, suratına vurarak yüzünü gözünü kan içinde koydu. Ebu Bekr, radıyallahü anh, linç edilmek üzereydi ki Teymoğullarından bazıları yetişerek kendisini zor kurtardılar. Evine sedye ile götürdüler.

Teymoğulları, eshabın en büyüğünün kabilesi... O'nu evine bıraktıktan sonrra da bu alçaklığı yapanlara gelip:

-Ebu Bekr'e hele bir şey olsun, kozumuzu o zaman paylaşırız!!! Diyerek içlerine derin korkular saldılar.

Saldırgan sürüsü, kuyruğunu bacak rasına saklayan suçlu köpekler gibi süklüm büklüm oradan savuşup gözden kayboldular.

Efendimiz seçkin arkadaşı, gün batımına kadar komadan çıkmadı... Gün, çölü bir sünger gibi eme eme ve her yeri tunca çevirerek batarken gözleri aralandı ve dudakları kıpırdadı...

Evet; dudakları kıpırdadı... Başındakiler sevinçle karışık telaşda... ne diyor; bir şey mi istiyor? Su mu, tabib mi, ilaç mı? Kulak tutuyorlar.

Sual, derin denizler gibi bereketli bir kalbden havalanan güvercinler gibi. Som aşk, som ihlas ve tam bağlılık:

Ebu Bekr, radıyallahü anh, kafası yarılmış, sakalı yolunmuş, yüzü gözü yara-bere içinde ve bitkin bir halde iken mecalsiz bir sesle soruyor:

-Resulullah nicedir; ne yapar? O'na hakaret etmişlerdi...

İşte islam ahlakı ve işte mü'min. En zor zamanda bile kendi canının değil; canından aziz bildiğinin derdinde. Sanki kendisi yoktur O vardır. Evet; bu yüce sahabi, O'nda fena bulmuştur. Bu sebeple konuşabildiği; hislerini kelimelere söyletebildiği an, efendimiz ve O'nun sağlığını soruyor...kendimi düşünmek arka planda.

Ev iyice tenhalaştı. Gelenler yavaş yavaş ayrılıyor:

Annesi Hazret-i Ebu Bekr'in başında oğlunun yanında eriyen bir mum gibi. Odanın loşluğundan göz yaşları sesiz dökülüp duruyor...

Ordakiler annesine:

-Sor bakalım, diyorlar. Bir şey içmek ister mi?

Anneciği suskun. az bekledi. Gözleri ile oğlunun yüzünü taradı ve yumuşak, tane tane kelimelerle sordu.

-Canın ne ister evladım; karnın aç mı?

Sahabi ahlakında önce can sonra canan değil, önce canan sonra can geliyor... önce; her şeyden önce varlık ve imanımızı borçlu olduğumuz kainatın baş tacı.

Ebu Bekr efendimiz, kirpiklerini aralayarak annesinin üzüntülerin kaynaştığı yüzüne baktı ve sordu:

-Resulullah nicedir; ne yapar?

-Bilmiyorum, dedi Selma binti Sahr; arkadaşın hakkında malumatım yok...

-Hemen Ümmü Cemil'e git. O, Allah'ın Resulü'nü bilir. Efendimin sağlık haberini bekliyorum,

Hazret-i Ebu Bekr'in annesi, az sonra Ümmü Cemil'in evine gelerek oğlunun, Peygamberimizi merak ettiğini soruyor.

Ümmü Cemil radıyallahü anha, mü'mine hanımlardan biri. Hattabın kızı; yani Hazret-i Ömer'e hemşire... Bir mümin basireti ile tedbirli hareket ediyor ve Selma binti sahr'ın geliş sebebini belli etmeden anlamaya çalışıyor. Çünkü, Selma, henüz müslüman değildir. Resulullah'a herhangi bir kötülük yapabilir. Belki de bunun için ağzını arayarak bilgi topluyor. Bu yüzden:

-Bilmiyorum, diyor. Ne oğlun ne de Peygamberinin nerede ve nasıl oldukları hakkında bir şey bilmiyorum.

Selma, oğlunun başından geçenleri anlatınca Ümmü Cemil:

-Haydi öyleyse Ebu Bekr'e gidelim; durumunu merak ettim, diyor.

Ümmü Cemil, radıyallahü anha, büyük sahabiyi ağır hasta görünce:

-Allahü teala, o azgınların yaptıklarını karşılıksız bırakmasın!...diye beddua etti...

Ebu Bekr, radıyallahü anh, Hattabın kızının dediği ile belki de hiç alakadar olmadı. O'nun aklı ve gönlü başka yerde; aşık olduğu insanda.

Ümmü Cemil'e sordu:

-Resulullah ne yapar; hali nicedir?

Misafir hanım, tedirgin ve alçak sesle cevap verdi.

-Anne burada; ya dediklerim duyarsa?

-Korkma! Ondan bir ziyan gelmez, sırrını söylemez!

Bunun üzerine bu yüksek mümine sahabi, Ebu Bekr Efendimizi rahatlatan müjdeyi verdi:

-Çok şükür hayatta ve sıhhati yerinde...

Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, sevindi ve bu güzel haberle kuvvet buldu. Sordu:

-Nerede; kimin evinde?

-Efendimiz, şu an Erkam'ın hanesinde.

Hazret-i Ebu Bekr'in yüzünü bir huzur aydınlığı doldurdu; rahatladı. Hoşnud oldu... Fakat yüksek aşkın söylettiğini dedi:

-Vallahi Resulullah'ı gidip görmedikçe ne yer, ne içerim?

Ya ilahi bu nasıl sevgidir? önce canan sonra can. önce Resulullah, sonra ben diyebilen ebedi misal...

-Sen şimdi kendini toparlamaya bak; istirahat et. El ayak sokaklardan çekilsin. Herkes uykudayken gideriz.

Ve öyle yaptılar. evlerin pencereleri birer birer karanlığa gömülürken büyük dost, annesi ve Ümmü Cemil'in desteği ile Erkam bin Erkam radıyallahü anh'ın evinin yoluna düştü.

Ebu Bekr efendimiz, eve girince Resul aleyhisselam'a sarılıp öptü. Mü'minlerle kucaklaştı.

Peygamberimiz, arkadaş bu büyük müslümana bir hayli üçüldüler.

...her ne hal olursa olsun kainatın efendisi üzülmemeli.

Ebu Bekr, ağır ağır konuşarak Habibullah'ı teselli etti ve:

-Ey Allah'ın resulü, bu yanımda gördüğün dünyaya gelmeme vesile olan annem Selma.Müslüman olmasını istiyorum.Dua buyurmanız halinde sonsuz felaketten kurtulacağına inanıyorum.

Sevgili Peygamberimiz,sallallahü aleyhi ve sellem, Selma binti Sahr'ın hidayeti için Allahü teala'ya yalvardı.Duanın nbereketi ile Ebu Bekr efendimizin annesinin kalbi yumuşadı; imana geldi ve Cehennem ateşinden kurtuldu. Böylece Selma radıyallahü anha da ilk müslümanlardan olma şerefine nail oldu.

YARASALAR

BİZ, ONLARI KIYAMET GÜNÜ KÖRLER, DİLSİZLER VE SAĞIRLAR OLARAK YÜZÜ KOYUN HAŞREDECEĞİZ. ONLARIN VARACAĞI YER CEHENNEMDİR Kİ ATEŞİ YAVAŞLADIKÇA; BİZ, ONUN ALEVİNİ ARTIRIRIZ.

İşte böyle...

Önce dudak büktüler... az evveline kadar; "en emin, çok dürüst, daima doğru sözlü, asla yalan söylemez", dedikleri insanı vahyi tebliğe başlayınca dudak bükerek garipseyerek, söylediklerini gelip geçici bir hal olarak karşıladılar. Cin falan mı zarar vermişti; bir hoş olmuştu bu genç adam... tahminleri boşa çıktı... en sağlam mantık, en güçlü irade, en muhkem akıl, en temiz şuur O'nda görülüyor... bu defa; "bir menfaat koparmak niyetinde herhelde"diye düşünerek teklif üstüne teklif yağdırdılar... kadın, para, mal, servet, liderlik, değer verdikleri ne varsa önüne sermek istediler. Yeterki rahatları bozulmasın; karışanları olmasın, dünyaları değişmesin, sözlerinin üstüne söz gelmesin.

...'ne de tuhaf şeyler oluyor. Veya olabilirmiş. Hele şu Muhammed'e bakın. Bu ne cesaret, ne cür'et? Bu sayılanları da elinin tersiyle şöle bir kenara itiyor ve dediklerini tavizsiz tekrarlıyor:'

Allah, sizin tapındığınız şu zavallı heykeller değildir! Bunlar ne ki; basit bir eşya. İnsan eli ile şekillenmiş madde parçaları... Allah birdir. Ne ortağı vardır, ne benzeri. Doğmamıştır, doğurmamıştır, ölümsüzdür. Bildiğimiz ve bilmediğimiz; insan, hayvan, kuş, sürüngen, deniz mahlukları, kara yaratığı ne varsa, hepsini o, doyurur. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi o, yaratmıştır; yine o, öldürecektir. öldükten sonra bir hayat daha vardır: Asıl ve ölümsüz dünya. Allah, istisnasız herkesi hasaba çekecektir. Peygamberleri ile bildirdiği emir ve yasaklara uyanları, mükafaatlandıcak, o emir ve yasakları çiğneyenler ceza görecektir. Yüce Allah'ın hoşnud kaldıkları cennete, razı olmadıkları cehenneme; yani ateşe atılacak ve azap görecektir... bu dünya fanidir; geçici, bitici ve sonlu...

Ben, işte O Allah'ın habercisiyim; size vahyini tebliğ ediyorum. Uyarsanız kurtulursunuz, düşmanlık yaparsanız Rabbimin buğz ve lanetine uğrarsınız. İnsan, bütün mahlukların en üstünü ve ne şereflisidir. Dediklerimi içinde bulunduğunuz hal, tuttuğunuz yolla bir kıyaslayın. Çünkü akıl denen nimet sadece insana mahsus. eğer vicdanlı davranırsanız yanıldığınızı siz de anlarısınız.

'...kim inanır bunlara canım... asil dedelerimizden beri, asırlardır sürüp gelen dinimizi, tanrılarımızı, alışkanlıklarımızı, örfümüzü kim terk eder ki? Ama o da ne? Ebu Bekir gibi, zengin ve soylular da müslüman oluyor. Bir aysbergin geldiğine şüphe yok. Öylese tehlike büyümeden ateş söndürülmeli, bu ateşin dumanı tütmemeli. Bu ateşten alınan meş'aleler dünyanın dört tarafına koşturulmamalı...'

Evet; ilkin dudak kıvırarak küçümsediler. Sonra halli basit bir mesele olarak ele alıp efendimizin ayaklarına dünya nimetlerini saçtılar. Sonra küçük gözdağları ile korkutmak istediler. O'nu yolundan çekip alamayınca dozu giderek artan kötülüklere başladılar. Yoluna diken dökmeler, kapısının önüne pislik atmalar ve evini taşlamalar:

...Sevgili Peygamberimiz'in devlethaneleri Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebu Muayt'tın evinin arasında iki yobaz adam, o mübarek, o öpülesi, yüz sürülesi eşiğin önüne kendi manalarını ifade eden dışkı, leş vs. getirip atıyorlar. Ebu Leheb, bununla da kalmıyor. Resul aleyhisselamın evini taşa tutuyor... bir adi ve sadist tabiat... Hazret-i Hamza, bir gün bu bayağı hareketin üzerine gelince pislik dolu kabı Ebu Leheb'in kopasıca kafasına döküyor.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:36   Mesaj No:35
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt

efendimizin dediği sadece şu:

-Ey Abd-i Menaf oğulları bu nasıl komşuluk böyle? Bunu diyor ve kapısının önüne dökülenleri süpürüyor.

Ümid ve sabır üzreler...

Bir kişinin daha Muhammedi olduğu işitilince müşrikler, Arabistan çölleri kendilerine mezar olmuş gibi; bunaltan, nefeslerini kesen hislere kapılarak gözü dönmüşlüğün en vahşi nevilerine sarılmaktan imtina etmiyorlar.

Mesela:

...bu, ne her tarafı granitlerle dolu yerleri kazmayla yarmaya benziyor; ne de kumun, bütün sahrayı deniz dalgası gibi doldurduğu bir vasatı zümrüt renkli yeşilliğe döndürmeye. İnsanın kalbini çevirmek, imanını değiştirmek kayaları parçalamaktan; çölleri ormanlaştırmaktan çok daha zor. Bu sorluğu aşmaktaki tek imkan, Allah'ın yardımı... efendimiz, gıtlağına kadar batağa gömülmüş ve bazı hareketleri ile beşer üstünlüğünden uzaklaşıp hayvani derekeye yuvarlanmış şu insanların islamla şereflenmeleri için Kabe'de namaza durmuş... kendisi için hiç bir şey istemiyor... kolları ilerde; avuçları semaya açılmış olarak Rabbine tazarru halinde... dolu dizgin cehenneme at koşturan şu cahiller için yakarıyor.

Kendileri için namaz kılınan, af dilenilen, göz yaşı dökülen yalvarılan, olmadık sıkıntılara katlanılan o insanlar ne yapıyor? İşte bunlardan bir küme... ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe binRebia, Ukbe bin Ebi Muayt'ın da aralarında olduğu yedi kişi, Nebiler Sultanını ibadet halinde görünce yılışık tavırlarla gelerek az ilerisinde yere oturdular. Onu seyrediyorlar. Son Resul, namaz kılarken onlarkaş göz işaretleri, laf atmalarla kendi aşağılıklarını karikatürize ediyorlar. Resulullah ve islamiyete karşı dinmez kinlerin sahibi Ebu Cehil, arkadaşlarına dönerek:

-Kim bir deve işkembesi bularak şu adam, secdeye gittiğinde omuzuna koyabilir? diye sordu ve cevap bekleyen bakışları ile arkadaşlarının yüzlerini yokladı... Bir kaç saniyelik sükutu Ukbe'nin sesi bozdu:

-Ben, dedi ve demesi ile yerinden fırlaması bir oldu. Biraz sonra kanlı bir koca deve işkembesini sürüte sürüte Peygamberimizin yanına vardı.

Ukbe, büyük Peygamber, secdeye gider gitmez işkembeyi iki kürek kemiği arasına bıraktı... zavallı mahluklar, kahkahalardan kırılıyor. Otuz iki dişleri sayılabilir. ne olacaktı; 'şimdi ne olacak; Muhammed nasıl bir reaksiyon gösterebilir?' Attıkları kahkahanın şiddetinden gözlerinden yaşlar akıyor.

Bunlar, kainatın en mümtazını ne zannediyorlar ki? Habis hareketlerine kendi seviyelerinde bir aksül'amel bekliyorlar ama hiç yorulmasınlar. O, İslam ahlakının en zirvesindeki muazzam insan, hep vakar ve ciddiyet halinde... Bir şey olmamış gibi secdede... nurlu alnını sahibinin huzuruna koymuş, başını kaldırmadan öylece bekliyor. Müşrikler, sanki bir zafer elde etmiş gibi katıla katıla tepiniyorlar.

Bu sırada mü'minlerden Abdullah bin Mes'ud, radıyallahü anh, oradan geçiyor... mübarek sahabi, birden çarpılmışa döndü... Olamaz; insan, bu kadar süflileşmez, böyle adi bir hareketi yapacak kadar gözü kararamaz... Fakat bunlar; o Ebu Cehiller, Ukbe bin Muaytlar, şeklen insan; sanki insan! Aslında hayvandan daha beter kimseler... Abdullah bin Mes'ud efendimiz, şaşkınlıktan donmuş gibi ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Olduğu yere mıhlanmış, canından çok sevdiği Peygamberimizi dehşetli bir kederle seyrediyor. İşkembeyi, Sevgili Peygamberimizin omuzundan atmaya yeltense öldüresiye dayak yiyecğine şüphe yok. Çünkü bu Sahabinin arkasında kavmi, kabilesi mevcut değil. O yüzden bu rezilliği işleyenler, anında sırtlan gibi üstüne atılırlar.

Hadiseyi Hazret-i Fatıma işitti. Koşa koşa gelerek mübarek babasının üstündeki necis şeyi fırlatıp attı ve o kötülerinş kötü adamların yüzlerine haykıra haykıra bağırarak beddua ve hakaret etti... Peygamberimiz, hayran kalınacak bir sakinlikle namazını ikmal ediyor; ve:

Bu düşmanlığı yapanları Allahü teala'ya ısmarladı. Hem de üç defa tekrarlayarak.. Sanki yer gök titredi. Kafirler sırıtmayı bırakarak endişelenmeye başladılar.

Dünya ve ahiretin en üstünü konuşuyor:

Allah'ım, Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Rabia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Şeybe bin Rebia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Muayt'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Umeyye bin Helef'i sana havale ediyorum!Allah'ım, Velid bin Utbe'yi sana havale ediyorum! Allah'ım, Umare bin Velid'i sana havale ediyorum!

Bunlar; insanlıktan habersiz, imandan nasipsiz bu zavallı bedbahtlar, Bedir muharebesinde layık oldukları akıbeti buldular... ruhları cehennemi, güneşte kalarak kokan leşleri bir çukuru boyladı...

Peygamberimizin bedduası ile yüzlerinin kanı çekilmiş ve kül gibi olmuşlardı. O mukaddes mekanda yapılan duanın reddolmayacağını biliyorlardı. Lakin buna rağmen, kendilerini bekleyen feci akıbete rağmen Seyyid'ül Mürselin'e sui kast ve sui muameleden geri durmadılar.

Mesela:

Resulullah Mescid-i Haram'da namaz kılıyor... Ebu Cehil yemin eerek açıklıyor ki, "O, secdeye gittiğinde üzerine yürüyerek ayağım ile ensesine basacak ve yüzünü yerlere süreceğim." Guya, düşmanını küçük düşürecek. Orası belli olmaz! Efendimiz, secdeye varınca seyirtiyor. Ama hızı çabuk kesiliyor. Aniden yere çakılmış gibi durup geri kaçmaya başlıyor... kim, o; küçük düşen, mahcup olan, utanan; kim o? O iri iri laflar eden Ebu Cehil, ummadığı bir şeyle karşılaşmıştı. muhammed aleyhisselamla arasında alevlerin kaynaştığı derin bir uçurum görünce önce zınk diye durmuş; sonra da yüzgeri ederek kaçmıştı:

-Ensesine basmaktan niye caydın? diye soranlara; korku ve titreme ile:

-Siz, önümdeki ateş dolu uçurumu görmüyor musunuz? diyerek zelil bir mevkie düştü... düştü ama; ibret alan nerede?

Yenilen bir türlü doymazmış. Ebu Cehil nam bu mağlup adam da öyle. Yenik düşünce küfrü artıyor. Yine başından büyük laflar etmekte:

-Yemin olsun ki bu defa affetmeyeceğim! Kararım kat'idir. Secdeye vardığı an kafasını taşla ezeceğim. Siz de şahid olun.

Şahid tuttuğu Kureyşli müşriklerdi. Gerçekten, onların da hazır bulunduğu bir gün, efendimiz, yine namazda iken bir koca taşla üzerine yürüdü. Bir kaç adım atmıştı ki kaşı kenara fırlatması ile geri kaçması bir oldu. Bu defa üzerine azgın bir canavarın saldırmak üzere olduğunu görüyordu.

Gözleri görüyor ama kalb gözü kör olmuş. Arsızlığı elden bırakmıyor.

Mesela:

Bir gün Ebu Cehil ve Velid bin Mugire'nin başı çektiği bir küffar sürüsü Habibullah'ın canına kıymak üzere O'nu takip ediyor; iz sürüyorlar. İşte kolladıkları fırsat: 'Muhammed namaza durdu; Kur'an okuyor'. Önden Velid'i yolluyorlar. Velid elinde silahı koşuyor... Fakat o da ne? Ortada kimse yok! Sesi geliyor ama kendisi mevcud değil. ne kadar uğraştıysa nafile. Arkadaşlarını yardıma çağırdı. Topluca koştular. İşte ses şu tarafdan geliyor. haydi öyleyse o yana. Vay neler oluyor öyle? Ses şimdi de aksi cihetten duyuluyor. Haydi bu tarafa. Bir o tarafa, bir bu tarafa nereye dönseler Peygamberimizin sesi, aksi tarafdan geliyor... Sıcakta ter topuklarından çıktı; lakin O'nu, Sallallahü aleyhi ve sellem, bulamadılar...

Sevgili peygamberimizin dünyayı nurlandırmalarından evvel başlayarak şu dakikaya kadar mucize üstüne mucize görülüyor:

Mesela:

İns ve Cinnin Peygamberi, bir gün Hacun Yokuşu'nun dibinde oturmuş istirahat ediyorlar.. yanlarında kimse yok. Azgınlardan Nadr bin Haris, Peygamberimizi böyle ıssız bir yerde görünce:

-Tamam, dedi. Şimdi yapacağımı biliyorum. O'nu doğduğuna pişman edeceğim.

Efendimize yaklaşınca gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Mübarek insanın başı üstünde müthiş aslanlar, ağızlarını açmış kuyruk sallayarak satılmak için Nadr'ın yaklaşmasını bekliyorlardı... Mahallenin kabadayısı manzarayı görünce yiğitliği kaçmakta buldu. Hem de öyle bir hızla ki ancak Ebu Cehel'in yanında soluklandı. başından geçenleri anlatınca; Ebu Cehil, sözümona cesaret verdi:

-Aldırma; sihirlerinden biridir.

Kokuşmuş, mihverinden çıkmış dejener bir cemiyetin azgın temsilcileri; batıl adına İslamın ocağını söndürmek için dört koldan saldırmıyorlar. Hedef, doğru sözlülerin en doğrusu; en doğru haberci; muhbiri Sadık, sallallahü aleyhi ve sellem! İslam dini, bir güneş gibi şafağı söke söke Mekke ufuklarına ağarken küfür parasaları, gurubu olmayan bu güneşin habercisine işte bu ve benzeri zulüm ve eziyetler yapıyor ve öldürmeye teşebbüs ediyorlar... yarasalar, bu çabalar içindeyken Ebu Talib ne alemde acaba? Hani sözü vardı. hayatta oldukça yeğenini koruyacaktı... elhak doğru. Ebu Talib, sözünün eri mert bir Kureyşli. Yeğenine kötülük yapıldığını duyunca yerinde duramaz; hemen bunu işleyenlerin peşine düşerdi:

Mesela:

Peygamber efendimiz, yine bir gün Allah'a ibadetle meşgul namaz kılıyor. As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Muttalib, Velid bin Mugire, Esved bin Abdi Yağves, bunu haber alınca çocuk ve kölelerini toplayarak Sevgili Peygamberimizin namazda olduğu yere gelerek mübarek sırtına kanlı kanlı pis bir işkembeyi çocuk ve köleler eliyle koyarak defolup gittiler. tam bir festival şamatası yaşıyorlar.

...bu sırada Ebu Talib çıkageldi...

-Ne buhal yeğenim; kim yaptı bu kepazeliği; çabuk söyle!..

Yüce Resul, bu işe karışanları tek tek saydı... amca, derhal eve koşarak kılıcını ve kölesini aldı ve işkence yapanların arkasına düştü. Kölesi işkembeyi taşıyordu... Şehrin sokaklarından birinde müşriklere yetişti. Henüz dağılmamışlardı. Kılıcını çekti ve:

-Kimse konuşmasın; kellsinin uçmasını istemeyen gıkını çıkarmasın, dedi ve kölesine, işkembeyi bu rezillerin suratlarına sür, hakaret nasıl olurmuş görsünler!!! diye bağırdı.

kahraman çapulcularda şafak atmıştı. Ebu Talib'ten zaten çekinirlerdi. Şah damarının hiddetden parmak gibi öne fırladığı; renginin kızgınlıktan mosmor kesildiği şu ansa ödlerri kopmuştu. kölenin önünde taptıkları heykeller gibi cansız; kımıldamadan durdular. Az sonrra suratları kan ve pislik içinde kalmıştı. İşkembe, hepsinin yüzüne sürüldükten sonra Ebu Talib, onları kovdu; ardlarına bakmadan uzaklaştılar.

......

Uzaklaştılar ama; inadlarından dönmediler. Bunlar ve diğerleri; Sevgililer sevgilisi aziz Peygemberimizi nerede görseler;

-Bakın; Cebrailin kendine de geldiğini söyleyen Muhammed işte burada... efendimiz, bu yılan dili adamların zehir zemberek konuşmalarına çok müteessir oluyor ve iyilikler menbaı mübarek kalbi kırılıyordu... Cebrail aleyhisselam, bu üzgün zamanlarından birinde Peygamberimize gelerek En'am Suresi onuncu ayet-i kerimesini bildirdi:

-Andolsun ki (ey Resulüm) senden önce gönderilen Peygamberlerle de alay edildi. Alay edenleri istihzalarının karşılığı olarak bela ve azap çepeçevre kuşatıverdi.

Resullerin Resulü, teselli bulup, ferahladı. Ne varki küfür, azgın dalgalar gibi üstüne üstüne geliyor. Takip eden günlerde de alaylar, eğlenmeler, sataşmalar durmak bilmezken O, omuzlarında şereflerin en yükseği; son Peygamberlik vazifesi olduğu halde samırla irşada devam ediyor.

Böyle üzgün bir gün tavaf yaparken Cebrail aleyhisselam, geldi ve:

-Alay eenlerin hakkından gelmek için emir aldım, dedi.

Biraz sonra önlerinden Velid bin Mugire geçmez mi? Büyük melek, büyük Peygambere:

-Bu nasıl bir insandır? dedi.

-Kulların en kütülerinden biri.

Cebrail; Velid'in bacağını göstererek:

-Bunun işi tamam, dedi.

As bin Vail göründü.

-Ya bu nasıl biri?

-Bu da kulların en kötülerinden.

Melek, As'ın karnını işaret ederek:

-Onun da cezası tamam, dedi.

Cebrail, Esved bin Muttalip, Abb-i Yağves, Haris bin kays geçerken tek tek isimlerini sordu ve Allah'ın sevgilisinin onlara da kızgın olduğunu anlayınca; birincinin gözünü, ikincinin başını, üçüncünün karnını işaret ederek:

-Allahü teala, mbunların şerrinden seni kurtardı. Yakındra her biri bir belaya duçar olacaktır, haberini verdi.

... gerçekten az zaman sonra bu amansız kafirlerin her biri bir belaya uğrıdı... Velid'in bacağına bir demir parçası saplandı; her tedbir çaresiz kaldı ve kan kaybından öldü, As bin Vail'in ayağına diken battı. İlaçlar, hiç bir işe yaramadı. Ayak, deve boynu gibi şişti.

-Muhammed'in Allah'a beni öldürüyor! diyerek bağıra bağıra can verdi.

Esved bin Muttalib'in iki gözü birden kör oldu. Cebrail aleyhisselam, bunun kafasını bir ağaca çarparak canını cehenneme yolladı. Esved bin Abdi Yağves'in yüzü ve bedeni aniden simsiyah oldu. dehşete kapılarak evine koştu. Öz ailesi O'nu tanımayarak kovdular. kahrından, başını, yüzüne kapanan kapıya vura vura intihar etti...

Haris bin Kays'ın ölümüne ise bir tabak tuzlu balık yolaçtı. Sanki bir kaç tane balık yememiş de koca bir tu dağını yalayarak bitirmiş gibi ne kadar su iştiyse kanmadı. Okyanusu içse susuzluğunun gitmesi imkansızdı; ve bu sebeple suya kanamadan çatlayarak ölüp gitti.

Bunlar olurken ders alınmıyor muydu; ibret nazarı ile bakan yok muydu? Nerede o basiret. Bilakis aksi yapılıyor.

Mesela:

Hakem isminde bir bahtsız, resululalh yolda yürürken onun arkasında ağzını, gözünü, vücudunu oynatarak maymunluk yapıyor. Sevgili Peygamberimiz, Hakem'in bu maskaralığını görünce hep öyle kalması için dua etti. Gerçekten ömrünün sonuna kadar Hakem'in ağzı, yüzü, organları oynadı, durdu. hep öyle kaldı yani. Eden bulur.

.....

İşte böyle...

Dağ dağ sıkıntılar göğüslenerek mesafeler aşılıyor. O, bir sevgili olduğu, ne varsa uğruna halkedildiği halde yine de hakaretler, öldürme teşebbüslerri, zulümler... her şey kendi kaidesi içinde cereyan ediyor. yoksa yüce Allah, elbette beşerin en mükbulüne her imkanı verebilir...

Mesela:

Bir gün, yine, efendimizi üzmüşler. Bir kenarda oturmuş tefekkür ediyorlar. Bu sırada Cebrail aleyhisselam geliyor. Efendimizi selamlayarak O'na sözleri ile kuvvet ve destek veriyor. Aslında Peygamberimizdeki kudretin kimsede olmadığını izaha çalışıyor:

-Şu karşıdaki ağacı yanına çağır, diyor.

Resulullah ağacı çağırıyor; ağaç önlerine kadar geliyor.

-Gitmesini, söyle diyor Cebrail.

Ağaç Peygamberimizin emri üzerine yerine yürüyor.

............

İLK ŞEHİDLER

ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLERE ÖLÜ DEMEYİN! BİLAKİS ONLAR DİRİDİR; FAKAT SİZ BUNU ANLAYAMAZSINIZ.

BAKARA 154

Feyz ve hidayet ocağının kapısında pençe pençe kan lekeleri... Müşrikler, akla gelebilen ve gelemeyen her yolla insanlığın rehberini yıldırmak istiyorlar. Saadet ocağının kapısındaki kanlı izler, bunun son işareti. Kureyşli dinsizler, bir kaba doldurdukları kana ellerini batırıyor ve kanlı pençelerini o kapıya vuruyorlar... Sabah olduğunda Resuller önderinin kapısında pençe pençe kan izleri görülüyor. Aslında kendi ruhlarının fotoğraflarını çıkarıyorlar. Yoksa böyle gariplikler yapmakla ne elde edilebilir ki... ve bir şey elde edemiyorlar da. Bu sebeple bu safhada Sevgili Peygamberimiz'in yakasından düşerek eshabı güzinden arkasız olanları seçip onlara tasalluta başlıyorlar. Fakat kötü bir başlangıç. Küfür, azınlığın azınlığı durumunda olan hak yolun yolcuları üzerine çok fena çullanmış ve dehşetli bir terör estirmeye başlamışlar. Bu şiddetli baskı, yanardağ lavları gibi coşkun imana sahip ilk müslümanları İslamiyetten alamamışsa da başka bir çok insanın müslümanlığını geciktirmiş ve hak dini tercih cesaretlerini kırmıştır.

Ağır ve geçmek bilmeyen günler. ne çileler. Allah'ım ne büyük imtihanlar!... kıpkırmızı bir gonca gül tomurcuğu, çıplak kayayı zorlayıp çatlatarak yol bulmaya çalışıyor. İlk müminler de cansız kayadan daha sert putperest bir cemiyeti zorlayarak ebedi saadetin fenerini yakmaya uzanıyor...

...karanlık bir mağaradan farksız Arabistan; Arabistan değil, bütün yer yüzü ışıl ışıl bir dünyaya çevrilecek. O bir avuç Peygamber bağlısı, fısıltılarla konuşarak, gizlice buluşarak gözden saklı köşelerde bunun imkanını araştırıyorlar. Bir yıldız kümeciği, ayın nurunu kapayan kalın bulut tabakasını delmeye; zorlanıyor..

Ve, bu müslüman öncülerin bayraklaşan hayatları; dünya durdukça söylenecek bir emsalsiz destan:

İsmi: Yasir İsmi: Abdullah

Dini: İslam Dini: İslam

Akıbeti: Şehid Yasir'in oğlu

.... Akıbeti: Şehid



İsmi: Sümeyye İsmi: Ammar

Dini: İslam Dini: İslam

Kocası: Yasir Yasir'in oğlu

Akıbeti: Şehid Akıbeti: Sonsuz

peygamber dostluğu.



Yasir, kimsesiz ve yoksul bir ademoğlu. Bir iş bulmak ümidi ile yollara düşerek memleti Yemen'e elveda ediyor ve günler sonra vardığı Mekke'de Ebu Huzeyfe bin Mugire'yi buluyor; hizmetkar olarak yanında çalışma başlıyor. Efendisi, Yasir'den ziyadesiyle memnun. Bu sebeple cariyesi Sümeyye ile evlendiriyor... Bunların Ammar ve Abdullah isminde iki erkek evlatları dünyaya geliyor. İki nur topu. Çocuklar, büyüyüp yetişiyorlar. Ebu Huzeyfe ve kabilesi Mahzumoğulları, Yasir'leri hep seviyorlar. Ama; bu temelsiz ve çürük bir sevgi. Hangi maksatla olursa olsun nefretle yer değiştirebilen sevgiye sevgi denemez! Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve Sellem, tevhidin ihtişamlı sancağını yükseltince Yasir, zevcesi Sümeyye ve oğulları Ammar ve Abdullah bir ağızdan "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" diyorlar.

Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüdür. Bu söz, ciğerleri dolduran nefes ve kalbden yükselen aşkla hayrırıldıktan sonra yeni bir dünyanın kapısı açılmış ve insanın varolma sebebi gayesini bulmuş demektir. bundan dolayı "buyur" denilen bu saray kapısından giren hiç kimse ve hiç bir sebep geri döndüremez...

Mahzumoğulları, daha nice şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdir. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefslerinin gafletinden olarak felaketlerine sebep olacak işlerin peşindeler.

Ramda adlı kayalık bir gölge. Güneşin en yakıcı olduğu saatler. Isı belki yetmiş-seksen derece belki de daha fazla.

Mahzumoğulları, dört kişiyi kıskıvrak bağlamış, kızgın sacdan farksız bu taşlarda türlü işkencelerle eziyet ederek İslamiyetten vazgeçirmeye çalışıyor... Bunlar Yasir, hanımı Sümeyye ve oğulları Ammar ile Abdulah.. dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden söken kan, ayaklarına doğru yol arıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor ama imandan küfre dönme tekliflerini onlar yine de:

-Derimizi yüzseniz, hatta etimizi dilim dilim kesseniz biz yine İslam dininden dönmeyiz! diyerek nefretle reddediyorlar.

Bir direniş ki, tarihin ender vak'alarından... O gün ölgün ve bitkin hale gelen Yasir ailesi bırakılıyor. Fakat sair günler Lat ve Uzzaya taptırmak için yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyor...

.......
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:37   Mesaj No:36
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt

Bu dört sahabiyi şimdi de Batha denilen yere götürmüşler orada işkence yapıyorlar. Birden Resulullah görünüyor. Eshabına yapılanlardan fevkalede müteessir olarak üç kere aynı şeyi buyuruyorlar:

-Sabredin ey Yasir ailesi, sebredin ve sevinin ki mükafaatınız cennet olacaktır!!...

O'nu görmüş olmak; sesini duymak, zulüm altındaki bu dört sahabiyi biraz ferahlandırıyor. Yasir, merakle soruyor:

-Ya Resulallah! Günler hep böyle mi geçecek?

Sevgili Peygamberimiz, suali bir dua ile cvaplandırıyorlar:

-Allahım! Yasirailesine rahmet ve mağfiretini ihsan eyle...

Hazret-i Resul'ün oradan ayrılmasından bir süre sonra Yasir, radıyallahü anh, insanın tahammül kuderetini aşan, işkencelere dayanamayarak ruhunu "rahmet ve mağfiret" sahibine teslim etti.

İlk şehid!...

İslam, ilk şehidini verdi...

Ebedi hakikat yoluna can feda edildi. Akın akın gelecek şehidler ordusunun ilk neferi şahadet şerbeti içti. O şanlı şehide bin selam olsun!



...Yasir, hanımı ve oğulları önünde işkence göre göre can verdi. Ama zulüm durmadı. Kafirlerin gözleri kan çanağı. Terden sırılsıklam olmuşlar, takatleri kesilmiş; fakat doymaz zalim hınçları ile diğer üç mümini dövmeye devam ediyorlar. İşte atılan bir okla Abdullah da cennete kanat açıyor.

Baş kafir Ebu Cehil, Sümeyye, radıyallahü anha'ya hem vuruyor; hem lisanla hakaret ediyor. Sümeyye hatun, bu çirkin hareketlerden birine cevap verince hayasızca saldıran ebu Cehil kelbi mübarek kadının ayaklarına ip taktırarak beklemekte olan iki deveye bağlatıyor ve hayvanlar, sür'atle zıt istikametlere sürülüyor.

...ve dehşetli an! Tüyler diken diken havada. Sümeyye latun parçalanırken çığlık çığlığa söylediği kelime-i Tevhid, çelik bir kırbaç gibi Ebu Cehil'in yüzünde şaklıyor.

Bu da ilk kadın şehid? Bu alçak muameleye; bu fütursuz kahpeliğe maruz kalan imanımızı borçlu olduğumuz o çilekeş büyük insanlar için sicim gibi göz yaşı dökülse yeridir...

Şehadet mertebesini yaratana şükolsun.

Ölüm acısını duymayan, sorgu sual görmeyenlere rahmet; cesedi çürümeyen, bilmediğimiz bir hayatla diri olanlara selam olsun!

Onlar ki şehid'dir.

Babası, kardeşi ve annesi gözleri önünde öldürülen Ammar'ı hayatta tutan tek kuvvet imanı. Yoksa annesinin o feci ölüm şekline yürek mi dayanır? kendisine yapılan eziyetlerse işkence ismindeki vahşetin tam ifadesi. Bir zırh giydirilerek dehşetli güneşin altında tutuluyor. Sıcaktan kor ateşteki demir gibi yanan zırh, Ammar radıyallahü anh'ı kavurdukça kavurdu ve kemiklerinin içindeki iliği bile eritti... "Öldü!" diyerek çekip gittiler. Bu büyük İslam kahramanı saatler sonra kendine geldiğinde bütün kuvvetini toplayarak binbir zorlukla Resulullah'ın huzuruna çıktı. O dağ gibi babayiğit insan çökmüştü..

-Ya Resulallah! Azabın her çeşidini tattık... dedi ve ağlamaya başladı.

Sevgili peygamberimiz sabrın zirvesindeki bu çileli insanın mübarek göz yaşlarını mübarek elleri ile silerek gönlünü aldıktan sonra dua buyurdular:

-Allahım! Sen de Ammar sülalesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma...

.......

Mü'minler, er an tehlikede. Müşriklerin ne zaman, hangi köşebaşında saldıracakları meçhul. Öyle bir-iki eziyet yapıp bırakmak da yok. Ellerine geçirdikleri yerde ısrar ve tehdiktlerle önce "dininden dön! Muhammede uyma!" tehdidini savuruyorlar. İstekleri reddolununca da gelsin alçakça işkenceler. bunlar, sadece kafir olsa neyse; aynı zamanda kör vicdanlı birer zalim.

İşte yine Ammar radıyallahü anh'ı yakalamışlar. Mübarek sahabi ateşle dağlanıyor.

-Lat ve Uzzaya inan! Muhammed'in Allah'ını inkar et!!! Haydi söyle! İnkar ettiğini de; desene!!! Yoksa ölümlerden ölüm beğen Yemen dilencisi!!!

Bu mümkün mü? O'na arkadaş O'na sahabi olma derecesine kavuşan biri bundan döner mi?

-Hayır!!! Putperestliğe asla dönmeyeceğim! ben artık hak yoladıyım. La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah!

Ucu pul kızarmış demir, vücuduna değdikçe "cazz" diye bir ses; yanık bir et kokusu ve dişlerini birbirini öğütürcesine sıkıp yüzünü buruşturan Ammar'ın "Allah!!!" diye yükselen feryadı. Feryat veya münkirlere verilen en büyük cevap! Bir protesto; muazzam reddiye. Efendimiz, sulmün tam üzerine geldiler. her şeyi çok büyük bir ızdırapla görüyorlar. Kadife gibi yumuşak elleri ile büyük mazlumun başını okşadıktan sonra ateşe:

-Ey ateş! İbrahimi yakmadığın gibi Ammar'ı da yakma! O'na da serin ve selamet ol, buyurdular.

Dua anında kabul edilmiş; işkence demiri buz gibi olmuştu. müşrikler, hayrette; lakin gözleri ile gördükleri mucizeye rağmen imana uzaklar. Bazan da bü yüksek sahabiyi boğulsun diye derin kuyulara atıyor veya güneşin altına yatırarak koca kayaları göğsüne koyuyorlar. Niçin? Müslüman diye; kendileri gibi inanmıyor diye? Bu hangi seviyededir! Bu nasıl insanlıktır? Katmerli cahillik!

Bu sıkıntılar içinde dahi sabahlara kadar namaz kılıyor ve ibadet ediyor... namazın en zor hatta imkansız şartlarda bile terkedilemeyeceğine canlı, çarpıcı ve ibretli misal. Rahat yataklardan çıkıp namaza kavuşmayanlar, hangi müdafaanın çürük gerekçesine sığınabilir?

İşkencelerden kalan yara izleri, ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmedi... en gerçek şeref madalyası.

Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş iltifatlara kavuşurdu:

-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen insan!... Bırakın gelsin.



KÖLELİKTEN SULTANLIĞA

YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ FERAHLANDIR.

HADİS-İ ŞERİF

Bir Mekke gecesi...

Aydınlık ve duru duru bir gece.

Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor dersiniz.

Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı, ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil...

Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde durduğu evin kapısını usulca tıklattı:

-Bilal!

...çıt yok. Karaltı az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi:

-Bilal! Bilal!

Susdu ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi.

Ohh nihayet geliyor.. Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu:

-Kim o?!

Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda cevap veriyor:

-Benim! Ebu Bekr!

Bilal, kapıyı aralarken:

-Hayırdır! dedi, gecenin bu saatinde mühimce bir şey olmalı.

-Seni İslam dinine davet için geldim!

Bilal şaşırdı. Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu:

-Ya Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı?

-Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi lazım..

Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı:

-Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda. Gizli gizli dinini yayıyor.

-Kim? Ben tanıyor muyum?

-Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil ve dürüst zat...

Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor.

-Zencisin diye seni aşağı görüyor ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok. Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins haksızlığa en büyük darbe.

Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden kaldırdı ve:

-Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin?

Bir menfaat peşinde olmasın?!

-Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun.

Bilal, bir müddet sessizce düşündükten sonra:

-Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi.

...Ve, aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi yıdır yıldır yanıyordu...

Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni.

........

Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma nimetine kavuştu.

Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor; ses o kadar güzel ve tesirli...

Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor.

...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler.

Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin de bekçisi.

İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi.

"Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı var mıymış?

Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor.

-Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet, dedikçe büyük sahabinin cevabı:

-Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!!

Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor.

Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir.

Yine "dininden dön" teklifi.

Yine red.

Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi,

-Şu koca taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor:

-Muhammed'i yalanla, diyorum sana!

İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin!

Cevap değişmiyor:

-La ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah!

Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları, kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor:

-Kum atın üstüne!...

Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir gibi nefes alıyor.

Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar:

veya... Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı yok... bilakis alay ediyorlar.

veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler.

Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı görüyoruz.

Umeyye:

-Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan!

Diyerek sövüp-sayıyor.

Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor:

-Allah birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad!

Sanki onlarla hiçt alakası yok.

Bunun üzerine kafirler, üç-beş kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek.

Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı... saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış. Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:

-Allah'ım senden gelen heş güzel...

İşte iman, işte müslüman.

Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım; bizi onlara benzet...

Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar.

Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor!

-Ne olmuş?

-Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor.

Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler, Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı:

-Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz!

Göğüs ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor.

-Hadi inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme!

Cevap, sakin, yumuşak telaşsız:

-Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir...

İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi, ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor.

-Allahü tealanın ismini söylemek seni kurtarır!

Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr, geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil.

-Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın?

Yüzler, Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın.

-Sana satmak mı? Niçin satalım. Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz.

Mesela:

-Kölen Amir ile değiştirebiliriz.

-Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver..

-Al senin olsun!

Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler.

Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma teklifini her defasında geri çevirmişti.

Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor. Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti:

-Bilal'i Allah rızası için azad ettim.

Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu.

Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun müezzini oldu.

Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam vermişti. Ezan okuyor; ne güzel ses Allah'ım! Ferahlandırıcı ve deruni.

O, ezan okurken gözler, yaşla, kalbler nurla doluyor.

BABA'NIN ZULMÜ

DE Kİ: MAĞRİB VE BAŞRIK ALLAH'IN MÜLKÜDÜR. O, DİLEDİĞİNİ DOĞRU YOLA İLETİR.

BAKARA: 142

Ey alemlerin Rabbi olan yüce Allahım; babama hasta yatağından kalkmak nasip eyleme!...

Bir beddua...

Ağza alınması zor, müthiş bir söz.

Bir evladın bababasının canını alması için niyazı.

Bu evlat, hem de eshabdan biri!

Nasıl olur?

Bir sahabi öz babası için nasıl böyle konuşuyor?

............

Halid bin Said, bir rüya görüyor. Korkulu bir düş,.. tasvir edilmez dehşetli ile cehennem.

Ateş, insanı tepeden tırnağa korku içinde bırakıyor. Korkonç bir yer.

Halid, cehennemin kıyısında ve kaynayan, homurdanan ateş, gürül gürül... tam bu sırada arkasında babası Ebu Uhahya beliriyor.

Ama bu adam çılgın... oğlunu cehenneme itekliyor. Halid, düştü düşecek; sallanıyor. Kibirden iki cihan sultanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, zuhur ediyor ve Halid bin Said'i belinden yakaladığı gibi ateşin ağzından çekip alıyor...

...Bir feryatla tavan inip kalkıyor adeta... Halid, Cehennemden kurtarıldığı an kopardığı feryatla uykudan sıçramış ve yatağından doğrulmuş oturuyor...

Hala korkular içinde. Yemin ediyor:

-Vallahi bu rüya aynen doğru!..

Sıkıntıdan boğulacak gibi. Hava almak üzere kendini sokağa atıyor. Gecenin erken saatleri olduğu için tek tük insanlar geçmekte. Bir dost çehresi arıyor. şu karşıdan gelen aşina biri galiba.

Gecenin mavi loşluğunda bunun Hazret-i Ebu bekr olduğunu anlayınca seviniyor... rüyasını anlatabileceği aklı başında bir insanı görmenin memnuyeti.

Hazret-i Ebu Bekr radıyallahü anh'ın önünde duruyor. Hoşbeşden sonra rüyadan bahsediyor.

-Sahih bir rüya görmüşsün. Ebu Kasım son peygamberdir. Koş kendisine tabi ol!

Halid bin said, pür dikkat ve pür heyecan dinliyor:

-Rüyanın tefsirine gelince: Sen Muhammed ül Emin'in dinine girecek ve dava arkadaşı olacaksın. Yani O, seni rüyadaki gibi cehenneme düşmekten koruyacak. babansa maalesef cehennmlik olacak.

-Öyle ise ben hemen O'na gidiyorum.

Mübarek Peygamberimiz bu sırada ecad adlı yerde.Halid, Peygamber aleyhisselam'ın huzuruna çıktı... Heyecanını saklıyamıyor.

-Ya Ebul Kasım, sen insanları neye çağırıyorsun?

-Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeye ve duymayan, görmeyen, fayda ve zarar vermez, kendisine tapanları da, tapmayanrı da bilmeyen taş parçalarına ibadet etmekten vazgeçmeye davet ediyorum.

Peygamber kelamı, Halid'in kalbini pamuk gibi yumuşatmış ve önünde yeni ufuklar açmıştı. Bu ne güzel davet böyle. İnsanı haysiyetine, insanı insanlığını idrake davet, insanı mantıksızlıktan, küçüklükten, basitlikten kurtulmaya davet.

Mevlam bir kere nasip etmiş ya. Büyük devlete elbette kavuşacak... işte ikrarda!

-Allah'dan gayri ilah olmadığına şehadet ederim. Ve yine şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin...

İslamın altın zincirine beşinci halkanın eklenmesi efendimizi çok sevindirdi... Hem de iyi yetişmiş ve kültürlü bir insan.

Halid bin Said radıyallahü anh'ın İslamiyetle şereflenmelerini önce hanımı Ümeyye radıyallahü anla ve sonra kardeşlerinden Ömer bin Said radıyallahü anh takip etti.

Bunlar da "Sabikun-evvel" tabir edilen ilk müminlerden.

İki kardeş, Mekke'nin gözden saklı bir yerinde namazdalar... Huşu içinde ibadet ediyorlar. namazı henüz bitirmişlerdi ki diğer kardeşlerinin yanlarına geldiğini fark ettiler.. Babaları çağırıyordu; Ebu Uhayha. Azgın bir islam düşmanı olan Ebu Uhayha.

Gittiler... baba, sanki barut fıçısı. Bütün kızgınlığının hedefi Halid bin Said.

-Doğru mu? Sen Muhammed'in dinine girmişsin, doğru mu?

Gözlerinde nefret şimşekleri çakıyor. Asil sahabi ise alabildiğine sakin:

-Evet; doğru!

-Çabuk vazgeç ve özür diler! Sen, O'nun dini ile adetlerimize, inançlarımıza, putlarımıza, mazimize hakaret ettiğini biliyor musun?

O- doğru söylüyor. dedikleri hep doğru. Kendisine daha düne kadar 'Muhammed'ül Emin' diyen siz değil miydiniz? Yemin ederim ki islamiyet hak din. Geri dönmem mümkün değil. Dinimden çıkmaktansa ölmeyi tercih ederim! Derdemez Ebu Uhayha, elindeki sopayı Halid bin Said radıyallahü anh'ın kafasına kafasına indirmeye başladı. Bir taraftan da tehdit ediyor:

-Bundan sonra sana aş-ekmek yok! Seni söz dinlemez inadçı evlat seni!

Hazret-i Halid efendimiz, sopalardan korunmaya çalışırken verdiği cevapla tehdidi bir kağıt gibi yırtıp parçaladı.

-Sen nafakamı kessen de Allahü teala, rızkımı ihsan eder!...

-Hala konuşuyor. Çabuk şunu mahzene tıkın!

Ebu Uhayha'nın elindeki sopa Halid radıyallahü anh'ın üstünde parçalanmıştı... kafası yumurta gibi şişler içinde kalan, yüzünden kanlar sızan, mübarek sahabiyi evin havasız, ışıksız ve faerelerin cirit attığı mahzenine hepsettiler..



Ebu Uhayha, diğer çocuklarının onunla konuşmasını yasakladı...

Hazret-i Halid, sıcak Mekke havasında burada üç güç aç-susuz hapis kaldı. Fakat Allah'ın lütfu ile bir fısatını bularak kaçıp firar etti ve şehrin dışında bir yere gizlendi...

Kafirlerin, zulmü iyice azmış ve müminler, efendimizin talimatı ile Habeşistan'a Hicret etme hazırlığına başlamışlardı.

İşte bu sırada Ebu Uhayha, ağır şekilde hastalanarak yatağa düştü. O hasta halinde bile "şu müslüman oldu; falan da müslüman oldu" gibi haberleri aldıkça öfkeleniyor ve:

-İyileşirsem bir kişi bile putlardan başka bir şeye ibadet etmeyecek.Buna fırsat vermiyeceğim, diyordu.

Bu zalim niyet, Halid bin Said'in yani Ebu Uhayha'nın zulmünden kaçan oğlu'nun kulağına geldi...

İman-küfür mücadelesinde baba mı dinlenir? Ya iyileşir de müslümanlara sıkıntı verirse?! Bu sual, büyük sahabiyi huzursut etti. Öyleyse O'nu Allah'a havale etmeli...

Bu şartlarda dua ve beddua eldeki tek silah...

...dua kabul oldu ve yer yüzünden bir müşrik daha eksildi...



DARÜL İSLAM

O KAFİRLER, İMAN EDENLER İÇİN; "EĞER ONDA (İSLAMİYETTE) BİR HAYIR OLSAYDI BU HUSUSDA ONLAR (FAKİRLER, ÇARESİZLER) BİZİM ÖNÜMÜZE GEÇEMEZLER, BİZDEN ÖNCE ONA KOŞMAZLARDI" DEDİLER. HALBUKİ ONLAR, ONUNLA (KUR'AN-I KERİMLE MÜ'MİNLER GİBİ)HİDAYETE KOŞAMADIKLARI İÇİN (KUR'AN-I KERİMİ İNKAR ETMEK İÇİN) "BU KUR'AN-I KERİM (MUHAMMED'İN ORTAYA ÇIKARDIĞI) ESKİ BİR YALANDIR" DİYECEKLERDİR.

AHKAF: 11

Madem ki Kur'an inzal olacaktı; niçin Haşimilerden Abdullah'ın yetimi seçilmişti? Halbuki Mekke ve Taif'de nice büyü zenginler, herkesin hürmet gösterdiği liderler ve güngörmüş ihtiyarlar vardı... bunlar dururken Peygamberliğin ona gelmesi... böyle mbir eyi akılları almıyordu.

Velid bin Mugire ile diğerlerri de böyle düşünmüyor mu?

Velid:

-Muhammed'e gelen şu Kur'an keşke iki memleketten birinin büyüğüne; mesela Ümeyye bin Halef'e inseydi derken; bir islam düşmanı elini arkadaşının omuzuna koymuş başıyla onu tasdik ediyor:

-Doğru diyorsun dostum! Veya senin gibi birine gelmeliydi...

-Teşekkür ederim... kendim için konuşmuyorum ama; mesela Sakif kabilesinden biri Mes'ud bin Amir veya Kinane bin Abdi yalil, Muattib veya Urve, nebi olsaydı daha yerinde olurdu.

Sanki kendilerine sorulacaktı. Cenab-ı Hakkın rahmetini onlar mı bölüşüyor ki bu işe karışırlar?

Kureyş'in bir de eskiden beri ürüp gelen aileler arası rekabet ve iç çekişme meselesi var. eğer Haşimioğullarından bire resul olarak kabul görürse bu aile, diğerleri ile mukayese kaebul etyecek derecede arayı açacak. ebu Cehil ve kafadarları bunun da korku ve kıskançlığını yaşıyorlar. Ebu Cehil, kendi kendine soruyor:

-Haşimilerle hep yarıştık. Onlar, halka ziyafet verdi, biz de verdik. İhtilaflarda diyet ödediler, biz de ödedik. Halka ihsanlarda bulundular, biz de ihsan ettik. haşimioğullarıyla şan şöhret hususunda atbaşı koşturduk durduk. Şimdi ise kendine gökten vahiy geldiğini iddia ettikleri bir Peygamberimiz var, diyorlar. bune denk birini nasıl bulalım? Asla asla! O'na asla inanmayacağız!...

Kalbi mühürlü nasipsiz Ebu Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni müslüman olmuş hherkese koşarak bu mes'ud kimse zengin biri ise "seni batırırız. Servetini yok ederiz", diyerek, şeref ve itibarı yeksekse "seni rezil eder, halkın içine çıkamaz hale getiririz", diyerek, fıakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle islam dininden koparmaya uğraşırdı.

Zinnire radıyallahü anha'nın da ebedi saadet yolunu seçtiğini haber aldılar... 'bu kölelere de n'oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme cesateri gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir böyle!... İster erkek ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cazalara çarptırılmalı ki diğerleri aynı hataya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin'.

Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu ama sahabi imanı karşısında kötülükler güneş altındaki kar gibi eriyor... Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi kimsesi olmayan bir köle.

...İşte, EbuCehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş onu zorla irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hatun'un gözleri dışarı uğramış, rengi uçmuş, vaziyeti perişan olduğu halde:

-Muhammed'in yolundan dön ve Lat ile Uzza'nın ilahlığını kebul et! Tekliflerini şiddetle reddediyor.

Ebu Cehil, yorulunca başka kafirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikayesi böyle. Sıcak güneş altında aç susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama... ve, elhamdülillah, şahane bir irade ve iman mukaveti ile en küçük sarsıntının olmaması. Küfrün ummadığı bir netice. Küfür, aşamadığı dağlar karşısında...

Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor. İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur... Müşriklerin keyfi yerinde... ebu Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor:

-Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl kör etti?...

-Hayır ya Eba Cehil; Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilah diyenlenden haberi var, ne nefret edenlerden. Onlar hiç bir işe yaramaz. Lakin benim ezeli ve ebedi olan Allahım göz nurumu elbette iade edebilir... O her şeye kadirdir.

Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği iman ihtişamına hayret ediyorlar...

Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anha görür oldu. Hem de eskisinden daha iyi görüyor.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:37   Mesaj No:37
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt

Ebu Cehilller imana gelse ya!

-Bu da Muhammed'in sihri. Yahi şu köle bizden daha mı akıllı ki doğruyu buluyor. Dinleri kabule layık olsaydı önce biz inanırdık...

Cenab-ı Hak, bu kibir dolu sözleri Ahkaf suresinin onbirinci ayet-i kerimesi ile cevaplandırdı...

Nehdiye, Lübeyne, Ümmü Ubeys müslüman oldukları anlaşılarak işkence ile küfre dönmeye zorlanan diğerbazı islam hanımları.

...en ağır zulüm, en vahşi işkencelere katlandılar; aç susuz kaldılar, vücutları yaralardan sızım sızım sızladı, ölümü şehidliğe giden yol gördüler ve şehid oldular.. İlahi aşk ve Resululalh sohbeti onları bir anda değiştirdi. Çağlayanlar gibi iman, şaşılacak irade, yorulmayan azimle asla, asla, asla yılmadılar. Çetin imtihanlardan geçerek onlar "eshab-ı kiram" oldular; Peygamberimize arkadaşlık rütbesine ravuştular ki bu rütbeye, bu manevi yüksekliğe sevgili Peygamberimiz'i göremeyen yüksek veliler en büyük alimler dahi varamadı. Ve bu iman ve hayat anlayışı ile kıyamete kadar gelecek müslümanların değişmez rehberi oldular.

İşte altıncı müslümün; ilklerden Habban bin Eret, radıyallahü anh. Kalbi Allah ve Peygamber muhabbetiyle lebaleb dolu... küfür ehli, müslüman olduğunu anlayınca Habbab'a gördükleri yerde çullanıyor ve yeni dininden çevirmek için iknaya uğraşıyor; başarılı olamayınca 'bu da can taşıyor' demeden kuduz köpekler gibi saldırıyorlar... Hele şu manzaya bir bakın;

Büyük sahibinin gömleğini almışlar. Suları fokur fokur kaynatacak kadar sıcak saatler.. Vücuduna ateş gibi taşları basıp basıp çekerken:

-İnat etme gel Lat'ı Uzza'yı tanrı bil, diye bağırıyorlar. Ama O, her defasında kızgın taşlardan ta ciğerine kadar kavrulduğu halde:

-La ilahe illallah Muhammedün Resulullah! diye haykırıyor.

Ve bu mutlak doğru söz, zalimleri şaşkına çeviriyor. şu sıkıntılar içinde bile bir kölenin böylesine yiğitçe direnmesi kendileri gibi, bir dediği iki olmayan Mekke eşrafına karşı gelmesi aıl ve hafsalalarına sığmıyor. Çıldırıyorlar. Çalılar toplayarak Habban'ın vücudunu yukardan aşağıya, ayağıdan yukarıya dikenlerle tarıyorlar. Sivri ve sert dikenlerin açtığı derin çiziklerden yol yol kanlar koşturuyor. Susuzluktan ağzındaki tükrük kurumuş, vücudu taşlarla yakıldıktan sonra dikenlerle tarla gibi sürülmüş mübarek insan, Allah'a şirk koşanlara inat dişlerini sıkıyor ve kalan bütün gücünü topyalarak ünlüyor:

-Allah!...

Müşrikler, netice alamayınca dağılıyor. Hazret-i Habbab, zorlukla evine dünüyor. İstirahat mı edecek? Yaraları mı pansuman yapılacak? Ne gezer! evde başka bir zalim var. Habbab'ın sahibesi Ümmü Enmar adlı kafir kadın.. Eziyetlerden kolu kanadı kırılmış ve o bitkinlikle bir kenara yığılmış kölesine bir kadın vicdanına en aykırı gaddarlıkla zulümler yapıyor... İşte, elinde ateşte kızartılmış demir, kölesinin üstüne yürüyor. Sinsi ve merhametsiz adımlarla yaklaşıp Habbab'ın bışını bir kaç yerden kızgın demirle dağlıyor. Aklı sıra Lat ve Uzza adına intikam almakta. Hırsı tatmin olunca çekip gidiyor.

Kabus ve azaplarla dolu bir gece daha geçiriyor. ama izleyen sabahlarda rahat var mı? Mü'minleri azlık, müminler bir avuç ve çoğu köle, kimsesiz, yoksul. Onun için bir mümin münkirlerin gözüne çarpmaya görsün hemen üzerine üşüşüyorlar... Habbab, yine ellerine düşmüş. Ama o da ne? Eyvah! Bu sefer diri diri yakacaklar O'nu. Meydana yığdıkları odunları ateşlemişler.. merhamet mahrumu insafsız zalimler, bir cinnet anının buhranını yaşarcasına yüzleri sert yaylar kadar gergin ve asabi. Alevler, bir adam boyu yükselince büyük sahabiyi elinden ayağından tuttukları gibi ateşin ortasına fılatıyorlar. Alevler, bir kızı ahtapot gibi avğnğ dört taraftan sarıyor... istiyorlar ki yalvarsın, istiyorlar ki pişmanlığını dilegetirsin, dininden dönsün, el ve ayaklarına kapansın... şaşkınlar! Siz sahabinin ne demek olduğunu bilseniz böyle düşünmezsiniz. İçi Allah aşkı ile dolu olana ateş ne yapar ki. Ateşbile Rahmanın emrinde değil mi, İbrahim aleyhisselam'ı yaktı mı, Ammar radıyallahü anh'ı yaktı mı? Bir düşünseler, bunu bir idrak edebilseler...

Fakat küfrün koyu zulmeti gözlerini bürümüş; kat kat gaflet içindeler. Habbab radıyallahü anh'ın göğsüne basıyorlar ki ateş bir an evvel kavurup kömür etsin... Ama seçilmiş insanın sırtında bir iki yer yandıktan sonra o mübarek vücut, ateşi söndürüyor... kafirlerin aklı almıyor bunu. Bari sussalar. Hayır! Ucuz yorum ve dillerinden düşmeyen yave hazır:

-Bu da sihir!

Akıllarını sihirle bozmuşlar. ne hikmettir? Peygamberlerin Peygamberini bu kadar yakından gör, senelerce üstün ahlakına şahidlik et; sonunda gel onun tebliğine düşman ol.

............

Habbab radıyallahü anh, dua talebi ile yüksek huzurda:

-Ya Resulallah! Beni dışarıda müşrikler ateşe atıyorlar; evede Ümmü Enmar pul pul demirler başımı dağlıyor; işte yaralarım. Şerlerinden kurtulmam için dua buyurmanızı istirham ediyorum.

Sevgili Peygamberimiz, dini için bu kadar eza ve cefa gören aziz sahabiye üzüldüler ve dua ettiler:

-Ya Rabbi! Habbab'a yardım et.. dediler ve devamla:

-Sizden evvelki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri kazılır, etleri soyulurdu. Ama bu işkence onları yine dinlerinden çeviremezdi. Müminleri tepesinden aşağıya testere ile ikiye bölerler, fakat imanından taviz koparamazlardı. Yüce Allah, islamiyeti elbette ikmak edecektir... Fakat siz acele ediyorsunuz...

Bir gün Ümmü Emmar'ın başı şiddetli şekilde ağrımaya başladı... sabahlara kadar ızdırıp çekiyor; inim inim inliyor. Kahin, sihirbaz, ilaç her şey nafile. Neticede, başının ateşde kızartılmış demirle dağlanması öğütleniyor. Bunu yaprsa acıları dinermiş.

Habbab'a çağırdı ve emretti:

-Acılarım azanca bir çubuk kızart ve başımı dağla.. Ağrı krizleri başlayınca Hazret-i Habbab, müşrik kadının kafasını cazır cazır dağlıyor.

Elbette! kim dua buyurmuştu...

.........

Bir avuç aşk ehli eziyet gördükçe, zulüm ve işkence çektikçe birbirine daha çok sarılıyor. Hepsinde örnek ahlak ve yüksek fedakarlıklar. mesela Hazret-i Ebu Bekr; islamiyetin henüz zuhur ettiği o zor günlerde unutulmaz hizmetler veriyor. peygamberimizi kabul eden kadın-erkek köleleri para verip satın aldıktan hürriyetlerine kavuşturuyor... Babası; merak ediyor:

-Oğlum; bu zayıf köle ve cariyelerin diyetlerini ödeyerek azad edeceğine; güçlü-kuvvetli olanlarını satın alsan daha iyi olmaz mı? Seni zor zamanlarda himaye ederler.

-Babacığım; Allah'ın rızasını kazanmak için böyle davranıyorum.

Bütün işkencelere rağmen islamiyeti seçenler çoğalmakta. Mü'minler, çoğaldıkça da müşrikler, köpürüyor. İşkence, şiddet ve sulüm, müslümanlara azgın okyanus dalgaları gibi çarpmakta.

Bunun üzerine Resulullah, eshabını bir araya toplamaya karar veriyorlar. emin bir yerde kuvvet birliği yapılacak. islamiyet anlatılacak; mü'min olmak isteyenler burada imana gelecekti. Bu baksatla ilk müslümanlardan erkam bin Ebil Erkam'ın evi karargah ittihaz edildi. Safa tepesinin doğusunda dar bir sokakta bulunan ve Kabe'yi gören stratejik bir mevki... Mü'minler burada gizlice toplanıyor. efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, sohbet buyururken pür dikkat dinliyorlar. Hiç bir kelimeyi kaçırmadan islamiyeti öğreniyor ve başkalarına da öğretiyorlar. Erkam radıyallahü ahn'ın evi ilk müslamanlar için hem kale, hem mektep, hem mescid, hem dergah. Hazret-i Hamza, Süheyl bin Sinan gibi bazı eshab bu evde kelime-i şehadet getirerek islamiyeti seçti.... Hazret-i Ömer'in hidayetine kadar islamiyet, buradan intişar etti. İlk dar ül islam; ilk islam yurdu burası...Dar ül Erkam müesseseleşmede ilk adım.

Müminlerde böylece cemaat şuuru gelişiyor. Ümmetin ilk nühvesi... işte bu cemaat, bir gün kendi aralarında konuşarak şu ana kadar Peygamberlerden gayri hiç kimsenin kaffirlere ayet-i kerime okuyamamış olmasına hayıflanıyorlar. Abdullan bin Mes'ud radıyallahü anh:

-Bu işi ben yaparım, diyor.

-Ziyan görürsün. Ailen kuvvetli değil. desteğin yok!

Diye yapılan itirazlara aldırmadan Kabe-i Şerife; Makam-ı İbrahime geliyor. Ortılk kafir dolu... Mübarek sahabi zerrece korkmadan yüksek sesle besmele çekerek Rahman suresini kıraate başlıyor.

Münkirler irkiliyor:

Bu ne okuyor böyle, diye birbirlerine soruyorlar.

Muhammed'in getirdiklerini.

Ya öylemi? Şimdi okumak nasılmış görür!

Abdullah bin Mes'ud'a tekme ve tokatlarla saldırıyorlar; fakat büyük mücahid o şartlarda bile okumaya devam ediyor.

Ellerinen kurtulduğunda yüzü gözü şiş ve yaralıydı. Ama ilk defa küfrün üzerine yürünmüştür ve bu yürüyüş, istikbalde çığ gibi yürüyecektir.

Bir gün de Ebu Düb vadisinin ıssız bir köşesinde Sa'd bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdullah bin mes'ud Habbab bin Eret cemaatle namaz kılıyorlar... Bir grup müşrik nasılsa bunu haber almış ve yanlarına gelerek alay etmeye başlamışlardı.

Namaz bitince mü'minler, bu yılışık kafirleri bir güzel tartakladılar. Sa'd bin Ebi Vakkas, eline geçen bir deve kemiğini kılıç gibi kullanarak alaycılardan birinin kafasına indirdi... elhamdülillah, kafirlerden birinin kafası yarılmış kan akıyor. Küfür, kan kaybetmeye başladı... Müminler, Müminler kafirleri önlerine katıp kovalıyarak oradan, def ettiler... küfür, geriye doğru saymaya başlamıştır.

bunun farkında değil. İyi ki de deği!

Ordulaşacak cemaatten ilk işaret...



ALLAH ve RESULÜNÜN

MUHABBETİ UĞRUNA

Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun.

Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli:

Yani:

Mus'ab bin Umeyr.

Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip.

Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor...

Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor...

Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır.

Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok?

Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor.

Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz!

Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor.

Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi.

Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir.

Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor.

... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor.

-Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!

İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı.

Nasihatleri;

Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı.

Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı.

Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle?

Ama ne hepis ne işkence...

-İslamiyetten dön!

Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!!

Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri:

-Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!..

...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!...

Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından.

.......

Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı.

Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine?

Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor.

Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor.

Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için.

Bütün bunlar yok ama; Allah var.

Allah'ın habibi var...

Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında.

Allah var gam yok.

Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...

Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor...

O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur.

Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:

-Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir.



YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI

RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN.

Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar...

Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu.

...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü.

Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu...

-Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen.

Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki...

Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya!

Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!..

Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti.

Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi.

Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu.

Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü...

...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur.

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor:

Boynu bükük olarak halini arz ediyor:

-Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım.

Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım.

Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular...

Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh...

Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak...

Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil.

Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik?

Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı.

Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:39   Mesaj No:38
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 5.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 5



Nübüvvetin beşinci yılı.

Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır; İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.

Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?

Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.

Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini zarurete binaen kabul ederdin...

Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler.

Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler:

-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz?

Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.

On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar:

Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular;

Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha...

Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif:

-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.

Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:

-"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar.

Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra sordu:

-Nereye gidiyorsunuz böyle?

Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti.

Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar:

-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik.

Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in arasında hemen mbir panik koptu.

-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır.

Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar", "ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.

Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.

Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan ibadetlerini yapabiliyorlar...

Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle buyuruyordu:

-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız?

Surenin okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar.

Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur?

İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu:

-Putlar uludur. Onlardan şefaat beklenebilir...

Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar:

-Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.

Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"

Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi:

-İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.

Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler niçin yumuşamışlardı ki?

Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:

-Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra edicidir...

Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun üzerine:

-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!

Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler:

Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.

Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.

Varsın geçsin.

Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir.

......

39

"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun.



Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.

Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet tekrarlanacaktır...

Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:

-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!...

Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek:

-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi?

-İstediğini yapmakta serbestsin!

Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve edepsiz:

-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu göstersene!

Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu:

-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol...

Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya cesaret edebildi:

-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi?

Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi.

-Evet; O, putların içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı.

.........

Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular:

-Gök ehlinden misin, yer ehlinden misin?

-Cinniyim.

-Niçin geldin?

-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...

-İsmin ne senin?

-Semhec.

-Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin?

-Hangi ismi ya Resulallah?

Sevgili Peygamberimiz:

-İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular:

Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.

Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor. Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar:

-Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!

Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.

Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine övüyor?

-İşte bu da Muhammed'in ayrı bir sihri!

...der demez tanrılarını paramparça ettiler. Söz dinlemeyen yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç parçasını iyice kırdıktan sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı tartaklıyor, bazısı taş atıyor; mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri" diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini şaşırıyor?

İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir çift sözden gayri hiç bir şey demediler:

-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben sizin peygamberinizim!

Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına saplamak üzereydi ki ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı. Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.

......

Hamza!!.

Namlı bir insan. Herkesin sayıp çekindiği birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel kılıç kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta tapıcıların, Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi. Sürmeli gözlü bir ceylanın oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan caymasına mani oluyordu. Bir yere geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu yerde durdu ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:

-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama üzerime çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde daha hayırlı bir iş yaparsın!

...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki yanına salınan ellerine aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını kurtardı...

Avcı ise başına gelenden ürkmüş halde karışık bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını söyledi. Hanımı O'na yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret dolu bakışlarla soruyor:

-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?

-Hiç sorma!.. Muhammed'i çok fena dövdüler. Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?

Hamza'nın tüyleri diken diken oldu. Az sonra kopacak bir fırtına gibi.

-Ebu Talib neredeydi?

-Hayvanları kırlara götürmüştü.

-Ya Ebu Lehep!

-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı sihirbazı" diyerek saldırganları kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir amca?

-Peki Abbas'a n'oldu?

-Ellerinden kurtarmak için haylı uğraştı ama...

Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve:

-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek bana haram olsun!

Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı, atına atladı ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz kahramanlar henüz dağılmamışlardı. Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu izliyorlar:

-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin tavafa yönelirse bu öç almak için geldiğini simgeler...

Hamza, yanlarından hışımla geçerek tavafını yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine dikildi.

-İnsafsızlar sizi! Vallahi o sırada burada olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?

Şeytan zekalı Ebu Cehil, hemen lafın önüne geçti:

-Ben!

Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:

-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte ben de Müslümanım ve buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..

Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi şekilde korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış kanıyordu.

Ses-soluk çıkmayınca Hamza, tekrar atını mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde oturuyordu.

-Esselamü aleyke sevgili yeğenim!

Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle konuştular:

-Bu şahıs terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.

Mukaddes insan, böylece amcasına sitem ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?

Hamza teselli etmek için:

-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir kaç yerinden yardım, düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.

-Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah için söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı kana bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç makbul olmaz.

Hamza, duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz da müdafaa kabilinden:

-Müsterih ol. Artık sana ilişemezler.

-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam. İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.

Hamza onun yanına otururken lafı değiştirdi:

-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor. Gökten sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?

-Hiç kimseden. Onlar Rabbim'in sözleri...

-Biraz okusan...

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Ha-Mim suresinin başından bir kaç ayet okudular...

-Efendimiz sustuklarında Hamza:

-Buradan anlaşılıyor ki, senin Rabbin "La ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?

-Evet.

-Galiba bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da kabul ediyor?

-Doğru.

-"La ilahe illallah" demiyenlerse büyük azaplarla korkutuluyor...

Evet.

-Bir miktar da diğer ayetlerden okur musun?

Peygamberimiz, biraz da Taha Suresi'nden okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin altındakiler, hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını kesti:

-Bizim Mekke'de binbeşyüz putumuz var. Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim Rabbimindir"

-Ta kendisi.

-Bu gece bir düşüneyim yarın gelip iman ederim. Şimdilik hoşça kal...

Amcasının Müslüman olma vaadi Server-i alemi sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok kuvvetlendirecekti...

..........

Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra, Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan kötü muamele Yüce Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini arz ettiler.

-Ben, dede birincisi, denizler meleğiyim. Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...

Peygamberimiz:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, dediler...

İkinci melek söz aldı:

-Ben rüzgar ve fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele vereyim...

Peygamberimiz aynı sözü tekrarladılar:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:39   Mesaj No:39
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 5.Cilt

Üçüncüsü:

-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım; cümlesini kavurup kömür etsin.

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Sonuncu melek:

-Ben Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine bırakayım; ne şehir kalsın ne içindekiler...

Mübarek dudaklarda hep değişmez karşılık:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. ve devam buyurdular:

-Ey melekler! Siz benim ricamı kırmazsınız değil mi?

-Elbette ya Resulallah!

-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin" deyin.

Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya başladılar.

-Ya Rabbi! Üzerimden azabı kaldır. Milletimize iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen onlara hidayet ver; azap eyleme.

Melekler hayret içindeler:

-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana güzel karşılıklar versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına koştuğumuzda; onlar beddua eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları için dua ediyorsun?

Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.

-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim, buyurdular.

Melekler sevinerekk ayrıldı...

.........

Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı kalbleri o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.

Peygamber duası, kalbden kalbe aksediyordu. Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden, eşikten atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu. Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam kırk kere Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir halindeki engin bir deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.

...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son gelişinde yeğeninin kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu içeri alıp münasip şekilde ağırladıktan sonra söze girdiler:

-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki oldu. İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...

-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an okusan!

Peygamberler peygamberi Rahman suresinin başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.

-Yeter! En ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...

Evet, beyaz köpüklü o dalgalı denizin gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları makara ipliği gibi çözülecek.

Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı, küfrün cesaretini kırdı. O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi kadar saldıramıyor.

Yarınlar, iman ehline tebessüme hazırlanmakta.



40...veya meydanlar selama dursun!

BENİ BİLEN BİLİR.

BİLMİYEN BİLSİN Kİ

ÖMER İBNİ'L HATTABIM !

Hazret-i Ömer radıyallahü anh



Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın müslüman olma şokunu henüz atlatmış değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere. Bu beklemedikleri şahsın müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.

...........

Ömer, Kureyş'in şöhretli isimlerinden.

İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl gür saçlı, sık sakallı bir insan.

Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var. Ticaretle uğraşıyor...

O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza ilişme. Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!" ihtarını yapacak. Aksi halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.

Hayır! Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor. Asırlık çınar yani Kureyş, yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki aldatıcı canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi nizamla dirilecek.

Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi ve bir kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru, O, Kureyşin söylediği gibi şair"

Niçin şair?

Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o anki mantığına göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar güzellik ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine gelmişlerdi:

"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne az inanır kemselersiniz!"

Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi kendi kendine. "Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama bu yorum da cevabını aldı. Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:

-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an, Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu Kur'an, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam bilginin kesin gerçeğidir. Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini an!"

Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst olmuş ve kalbinin şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki gözlerininyaşlanmasına mani olamadı. Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!... Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları aşarak zulmet bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu kadar yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken küfür yine arayı derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa boğuldu....

.........

İslamın zuhurunun altıncı yılı.

Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı üçgün olmuş, Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi şirk dünyasını kara yaslara boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi değil....

İşte Kureyş büyükleri, aralarında toplanmış çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol hüsrandır.

-O- tanrılarımızı yeriyor. Bizleri tahrik ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik kumaşlar, bol miktarda misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete boğacağım o bahadırı.

Herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap kavuracaktı. Herkes, çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve vaadin parlaklığı kalbinde İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden kapatmış ve onu tekrar eski haşin haline iade etmişti:

-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab gelebilir!...

Kalabalık, bir an ateş yalımına tutulmuş gibi irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:

-Doğru diyorsun Hattaboğlu, dediler, bunu ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen kurtarabilirsin.

Onlar beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O, sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını sürdürdü:

-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen sözünde durmazsan Ebu Cehil?

Zalim kurt, eline geçen böyle bulunmaz bir fırsatı kaçırır mı?

-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim. Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki şüphelerin kaybolsun.

...gittiler; Ebu Cehil, dediklerini yaptı. Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki bu işi bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.

Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak, Ömer İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.

Yüce Allah, buyurdu ki:

-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın; lakin ben O'nun aşkını senin boynuna geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri senin korkunla titreyecekti.

.............

Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili Peygamberimizi arıyor.

Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin Abdullah'la karşılaştı.

Abdullah da yeni dinin mensuplarından. Ömer, bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu şüphelendirdi ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu sezmekte gecikmedi:

-Uğurlar olsun ya Ömer. Nedir bu telaş? Mühimce bir işin olmalı!

-Arap milletinin arasına tefrika sokan, tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe gidiyorum.

Nuaym, haberin korkunçluğundan şöyle bir sendelediyse de hemen toparlandı:

-Zor birişe kalkışmışsın. Tut ki muvaffak oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?

Söz Ömer'in hoşuna gitmemişti.

-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de Muhammedisin. Bari önce senin kelleni uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle kılıcının kabzasını aradı.

Nuaym:

-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana garip birr haber:

-Kardeşin Fatıma ile kocası Said de Müslüman. Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.

Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı, sarardı ve çareyi inkarda buldu.

-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman değil.

-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta değiller ki git sor.

Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden uzaklaştırmak için bu oyalayıcı haberi bir olta olarak kullanmıştı.

..........

Said bin Zeyd'in evi..

Eve yaklaştıkça bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı kerim işitiliyor....

Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan Kur'an-ı kerim öğreniyorlar. Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın okuması.

......

Ömer, bir kaç saniye hiddetle karşısındakinin yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti cezalandırmaya karar vermişti. Said'in evine yaklaşırken o derinden derine işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi içinden ve kapıyı kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış haldeki öfkeli Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı sayfayı da gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe ve renk vermemeye çalışıyorlardı.

-Ne okuyordunuz?

Adımını eşikten içeri atan Ömer'in ilk sorduğu bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki ayağı üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor.

-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne okuyabiliriz ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.

Laf, Said'in ağzında yarım kaldı. Ömer, eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı. Hanımı Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat patladı. Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde şimşekler uçuştu, yıldızlar yanıp söndü.

Kan!...

Pembe bir kan, mübarek kadının dudak kenarından sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir mümineye; ama aslında zulmet duvarı tokatlanmıştı...

Ne de olsa ciğer...

Kardeşini kanlara bulanmış gören Ömer'in kalbine nur huzmeleri sızıyor...

İlk pişmanlık kıpırtıları... Baskına gelen, beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren Ömer, aniden durgunlaştı...

-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor; ayet ve mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı şu belindeki kılıçla kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?

Fatıma, Ömer'in kritik anını çok güzel yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem de bir kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı sözleriyle hurma ağacı gibi silkeleniyordu.

Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.

-Şu demin okuduğunuzu görebilir miyim?

Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu sayfayı getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu içten içe etkiliyordu...

-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında, toprağın altında olan her şey yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince hayretini gizliyemedi.

-Fatıma! Bu kadar mahluk hep sizin ilahın mı?

-Elbette. Şüphen mi var?

-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu halde halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam etti:

-"Sen sözü ister açığa vur, işter gizle dur, birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan gayri tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.

Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir miktar okudu:

-"Göklerde ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur, zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni, göğe yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir. Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size varis ettiği şeylerden Allah yolunda sarf edin. içinizden, iman edip de mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber, Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O, sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz de almıştır."

Ayetler üzerinde tefekkür eden Ömer:

-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla ortaya çıkan Habbab bin Eret:

-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua inşallah senin hakkında kabul olur:

-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla kuvvetlendir" diye yalvardı... Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller açıyrdu.

Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı; kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular. Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının içine bakıyorlardı adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:

-Peygamberi nerede bulabilirim?

...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz, cana yakın bir insan konuşuyordu... Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı. Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden bırakmıyor.

-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen yerini söyleriz.

-Yemin ederek söz veriyorum.

-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile birlikte.

-Habbab! Beni O'na götür müslüman olacağım!...

Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.

Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd olsun.

Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül Erkam'ın yolunu tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de "Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve yüksek sesle küffara karşı haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye dertleniyorlardı.

-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın ismini şu süfli cemiyete avaz avaz haykıralım! Bu hasret içimizde kalmasın.

-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin. Kalbinizi kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı, Musa aleyhisselamı büyücülere galip getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz fukarayı da elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret verdi.

Kalblerde ümid menekşeleri tomurcuklanırken ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:

-Ya ilahi, bu otuzdokuz garip sana iman etmiş ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri hatırına bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu biçare müslümanlarra zafer nasip eyle.

Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi ve:

-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek Ömer'i senin hizmetine verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler defterinden silip saidler defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal etmeye hazırlan, dedi.

Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı çalındı. Kapının aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O, öyle kolay altedilecek bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:

-Boşa telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla kafasını koparırım, dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 08:39   Mesaj No:40
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 5.Cilt

-Ya Ömer! Biz Abdülmuttalip oğullarıyız. Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız. Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!

Konuşmaları içerden duyan Sevgili Peygabembirimiz, kapıya gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı ki sanki kemikleri birbirine geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere kapaklandı; ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman oldu:

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühu.

Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki; saadetinden tekbir getirme özleminden kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren Allah'a şükürler olsun.

Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak yuva bayram yerine dönmüştü...

Bu kureyş ulusunun hidayete ermesi üzerine Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi. "Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde gidenler yetişir."

Hazret-i Ömer sordu:

-Kaç kişi olduk ya Resulallah?

-Seninle beraber kırk kişi...

-Ey Allah'ın Resulü; kafirler Lat ve Uzza'ya hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli yapalım?

...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün cihanın gözü önünde saf saf namaza durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne oluyor.

İşte yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i Hamza, önünde mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi Hazret-i Ömer ve bunları takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm ecmain.

Sert ve heybetli bir yürüyüş...

Müşrikler, Kabe'nin yanında oturmuş laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında da müslümanları görünce bazıları sevindi:

-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu demişler. Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş ışıkları nurlu bir eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.

Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı içinde başını iki tarafa sallayarak sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:

-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o da düşmana iltihak etmiş. Yazık! Kaybımız büyük.

Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı. Ebu Cehil koştu:

-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek anlayamadık?...

Hazret-i Ömer, unutulmaz ihtarını yaptı. Allah düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin içine serin sular serpildi. Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;

-Mü'minlere ilişenin kellesini uçururum. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen şöyle gelsin!!!

O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle namaz kıldılar... mbu ne kutlu öğiedir böyle?

Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla dolu. Peygamberler Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek ayeti okudular:

-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidecektir...



üç çekin yıl

Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum.

Bir başkasının sözüyle bunu değiştiremem.

Büyük ve Kahraman Peygamber

Muhammed aleyhisselam

Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola girmeleri ile İslamiyet kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel çoğalıyordu. O deminki ışık, bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı. Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden güne güçlenmesi karışısında hayli telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa istikbal kendileri için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da tanımıyor"...asıl bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin bir reisi var. Hükümet eden bu "Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor. üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına sığmıyor böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını da durduramıyorlar... Onlara göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır. Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev alev..

Ey Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti. Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana iki teklif, dilediğini seçmekte serbestsin:

1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır olduğu cezayı veririz.

2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.

Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü. İş, hakitaten ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, geldiğinde O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu hemen anlaşılıyordu. Dikkatli kelimelerle söze başladı:

-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen ısrar ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil. benim reisliğim filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.

Zayıf çıra loşluğundan doğan gölgeler Ebu Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini anlamıştı. Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve bu tebliği her türlü şarta rağmen devam edecektir.

Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap verdiler:

-Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum. Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...

Ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki ihtiyar adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş olmaktan korkuyordu...

-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...

...........

Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap alamayan islam düşmanları, aralarında şu karara vardılar:

1- Müslümanlar, onları himaye eden Haşimoğulları ve Abdülmuttalib soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara kız verilmeyecektir.

2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiç bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir.

3- Yukarıda sayılanlar düşmanımızdır. Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını ziyaret etmelerine müsaade edilmeyecektir.

4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.

Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları şartları bağlayıcı bir ahdname haline getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini Mansur bin İkrime Amir yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değil.

Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir zaman sonra felç indi. Şartlar, müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal Müslümanlarla Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet eden yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek, Kureyş kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar. Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı kiramın yardımı ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini kaybettirmek için yer değiştiriyor.

Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatalar vererek rakamları şişriyorlardı...

Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek getiren bir kureyşli yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlar.

Günler, aylar geçti kuşatma kaldırılmadı...

düşmandan çekinmeden serbestçe dolaşabilenler yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek insanlara da diş gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir istediği yerde namaz kılıyor ve müsait olanlarını gizlice imana çağırıyor. Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git gide kötüleşmekte. Bu yüzden Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a göçmelerine için verdi...

Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a vardılar.. Bir gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam düşmanları öfkeden küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı; yılan istediği kadar kıvranıp dursun.

Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib, radıyallahü anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci yollayarak "asi"leri isteye karar verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına nadide hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:

-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara götürdüklerinizi takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica edebilirsiniz; bilahere Hükümdara hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..

Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar. Evvela yüksek dereceli memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı ile Kureyş elçileri Necaşi tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:

-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler, bizim dinimizden çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar. Bizi size arapların en seçkin insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden de nifak ve huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz isyancıları alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.

Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere baktı. Onlar:

-İade etmelisiniz, dediler.

Hükümdar sinirlendi:

-Devletime sığınan insanlar, siyasi suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı da dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir müdafaa yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları araplara geri veririz. Ama üstlerine atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap elçilerine döndü:

-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?

-Muhammed, dediler...

Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye başladı. Son bir dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde olacağını, milletinin onu yaşadığı beldeden hicret etme zorunda bırakacağını biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.

Anladıklarını hiç belli etmedi.

-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları da buraya çağıralım; yüzleşin! Bakalım bizi kim ikna edecek?

Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura getirdiler.. Her biri bir vakar timsali. Eğilmediler ve secde etmediler. Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.

Tahtında oturan Necaşi sordu:

-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek saygılarını sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir? Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.

Cafer radıyallahü anh:

-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan, insanın önünde eğilmez, insan insana secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir hareket haramıdır.

Peygamberimiz "secde yalnız ve ancak Allah'a mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak hareketimiz hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı devletilerini Allah'ın selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin selamlaşmasınında bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten yine Allah'a sığınırız,dedi.

veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:

-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler sizi neden geri götürmek istiyorlar?

-Devletlim,lütfen şu adamlara sorunuz.biz sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize iade edecekler...

Necaşi Amr bin As'a döndü:

-Bunlar köle mi,hür mü?

-Hür insanlar efendimiz!

Hazreti Cafer:

-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir kimsenin

kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine teslim edecekler?

Necaşi:

-Bunlar katil mi?

-Hayır!

Cafer radıyallahü anh:

-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz birinin

malını mı elinden aldık da bizi hak sahibine götürecekler...

Necaşi:

-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya talan gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne olursa olsun ben ödeyeceğim.

-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları var...

Büyük kabul salonunda hiç bir şey kımıldamıyor, hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan kıvılcımlar gibi havada savrulup diğer tarafa düşüyordu...

Necaşi gürledi:

-Öyleyse, siz bu insanlardan ne istersiniz?

-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu bırakarak Muhammed'e tabi oldular, dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların cezasını verecek.

Necaşi:

-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir vurulabilir ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla, zorbalıkla insanları kendiniz gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.

Müşrikler feci bir meydan dayağı yemiş gibi oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.

-Ey Cafer, dininizi niçin terk ettiniz. Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız. Dininden ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz din nasıl bir şey?

-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere tapar, leş yer, elmas yüzlü çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa gömer, akrabalarımızla alakamızı keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet nedir bilemezdik... Peygamberimmizin tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde heykellere tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi, komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi ve daha nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun zaman alacağından sıralamak oldukça zor.

Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve yüce Peygamberin yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak durmaya başladık. Ve ibaedetlerin en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz hak dini mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri islamiyetten dördürmek için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için müslümanları ablukaya alarak onların başka insanlarla görüşmelerini, alış veriş yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız yakaladıkları müminlere yine gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna yurdumuzu yuvamızı terk edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..

Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al olmuştu.

-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz okur musun? Bakalım ne diyor...

Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir hava ile Meryem suresini okumaya başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın gözlerinden boşanan yaşların süzülüp sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce ağlamaya başladılar.

Necaşi:

-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam et...

Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden okudu...

Melik Necaşi, mecliste olanlara hitaben:

-Hiç şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında ancak bir kıl kadar fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve Müslümanlara döndü:

-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem oğlu İsa da O'nu haber veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım... ülkemin istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye güleç yüzü ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap etti:

-Getirdiğiniz hediye kılıklı rüşvetinizi de alarak buradan çıkınız!!!

Doksan kışı rahat bir nefes aldılar; ılık bir gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan ayrıldılar.

........

Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de neler oluyordu?

Ebu Talib mahallesi'nin etrafındaki kuşatma çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...

İnsafdan nasipli olan bazı kureyşlilerin vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin gibi inanmıyor diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor. Bu düşüncenin dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı duymuştu. Hakim'in kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:

-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı çık!..

Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları şişe şişe bağırıyor:

-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere nasıl yiyecek yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter bin Hişam da bir müddettir vicdan rahatsızlığı duyanlardan.

Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe yüklenirken Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an geldi ki Hakim'in cevap vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu kuduz kafirin kafasına indirdi:

-Yetti be, dedi, sen ne merhamet fukarası bir canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek göndermiş. Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?

O sırada Hazret-i Hamza oradan geçiyordu. Ebu Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve pancar gibi bir suratla defolup gitti...

Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek gönderenlerden biri de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır bir meydan dayağı attılar... ve!

-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni öldürürüz, bunu iyi bil!

.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp dağıldılar. Ama adamın içine bir kere nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler bunu da haber aldılar ve Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin onlara Ebu Süfyan mani oldu...

-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz insanın kabahati ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz. Hişam'ın kılına ilişen boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi... Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...

Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı? Hele o iyilik Resulü ile çilekeş ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan sızıları sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.

......

Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı,

Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi. N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı Kureyşliler dekendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.

Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye geldi ve düşüncesini ona açtı.

-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor mu?

Bak sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler. şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?

Bunu içine sindirebiliyor musun?

Zübeyr, onu keskin bir dikkatle dinliyordu.

-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana yardım eden olursa o ahdi bozmaya çalışırım.

-Ben hazırım.

-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz mısın?

Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a gitti; ve:

-Manzara seni rahatsız etmiyor mu? Bak şu gün bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor. Sen ne yapıyorsun? Hiç.

-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim ki?

-Hayır yalnız değilsin! Zübeyr de var. böylece üç kişi oluyoruz, dedi...

Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha eklendi: Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip stratejiyi bir güzel çizdiler... Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir altına almaya çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört ayrı noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi.... Böylece toplum psikolojik bakımdan hakimiyet altına alınarak hedef alınan maksada doğru yönlendirilecek.

Öyle yapıldı. Beklenen günde Kabe'nin önü. Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Aşk bedel ödemektir Ey Sevgili /medineweb MusabBinumeyr Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler 2 22 Şubat 2021 22:48
Sevgili Medineweb.Net Forum'da Emeği Geçenlere Sevgilerimle Gönül_Dostu Taziye-İlan-Selamlaşma 2 18 Ocak 2016 18:22
Nur Yüzlü, Gül Kokulu, Sevgili Peygamberim!" YaŞuHa Hz.Muhammed(s.a.v) 2 19 Ağustos 2011 20:15
ey sevgili en sevgili hoş geldin safalar getirdin... KuM TaNeSi Hz.Muhammed(s.a.v) 0 20 Nisan 2009 20:59
Sevgili Peygamberim.. sessiz23 Şiirler ve Şairler 6 10 Nisan 2008 23:02

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.