Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.PEYGAMBERLER-ASHAB-I KİRAM-ALİMLER.::. > Peygamberler-Ashab-ı Kiram-Alimler > Hz.Muhammed(s.a.v)

Konu Kimliği: Konu Sahibi NUR,Açılış Tarihi:  22 Mart 2009 (23:35), Konuya Son Cevap : 20 Nisan 2018 (22:20). Konuya 57 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 24 Mart 2009, 09:40   Mesaj No:41
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 5.Cilt

Ey Mekkeliler!!!

Bütün başlar sesin geldiği tarafa çevrili ve bütün gözler sesin sahibini arıyor. Zübeyr, yüksek bir yere çıkmış ateşli nutkunu veriyor:

-Bir düşünün! Biz refah içinde yüzerken akrabamız olan insanlar muhasara altında açlıktan neredeyse kırılır duruma geldiler. Onlar tam üç senedir her varlıktan mahrum halde sıkıntıları göğüslüyorlar. Çocukların ne suçu var? Onlar bile çekiyor. bu ağır zulüm artık bitmeli.. bu hata düzelmeli. Ve ben bunu düzelteceğim. "Ahdname" dediğmiz zalim paçavrayı Kabe duvarından alıp parça parça atmeden, bu kararın yürülüğüne son vermeden buradan ayrılmayacağım.

Ebu Cehil, cırtlak sesi ile bakışları kendine çekti:

-Yalan! Yalan söylüyorsun!

-Sen yalan diyorsun! Biz zaten o anlaşmaya ta o günden muhaliftik, baskı altında evet dedik!..

-Asla! Asla! Ahdnameyi istemiyoruz.

-Ona uymayacağız.

Zübeyr'in arkadaşları dört taraftan Ebu Cehil'e cevap yetiştiriyorlardı...

Halkdan beklenen sesler yükselmeye başladı:

-Doğru! Bıktık bu işten. Öz akrabalarımızı kendi ellerimizle esir aldık; baskı altında inletiyoruz.

Bir anda herkes sustu. Ebu Talip, onlara hitap ediyordu:

-Ahdnameyi bana getirin?

..............

Ebu Talip, ahdnameyi ne yapacak, neden istiyor? Kabe önüde deminki tartışmalar olurken Cebrail aleyhisselam, Sevgili Peygamberimiz'e gelerek bahsi geçen ahdnamenin bir güve tarafınndan yendiğini; sağlam olarak sadece "Allah" yazılı olan kısmın kaldığını haber vermişti. Resulullah müjdeyi amcasına duyurdu. Ebu Talip şaşırdır:

Ama, dedi, böyle bir şey varsa sen bunu nereden biliyorsun. Bizim dışarı ile hiç bir irtibatımız yok ki ne biz dışarı çıkabiliyoruz, ne gelen var?

-Cebrail'den öğrendim, buyurdular.

-Sen yalan söylemezsin, diyerek yeğeninin yanından ayrılıp ahdnamenin asılı olduğu duvar dibine geldiğinde münakaşanın bu konuda olduğunu görmüş ve işte o zaman onu istemişti.

Bazıları ümide kapıldı.

-Yeğenini teslim etmeye geldin değil mi? O ölmeden bu ikiliğin bitmesi imkansız.

Ebu Talib:

-Ey Kureyş şu anlaşmayı siz kaleme aldınız ve yine siz mühürlediniz değil mi?

-Evet biz yadık; reislerimiz mühürleri ile tasdik etti...

-Yeğenim, bir böceğin anlaşma metnini yediğini, sadece "Allah" yazılı olan kısmın sağlam kaldığını söyledi. Ben doğru söylediğine inanıyorum. Buna rağmen kağıt sağlamsa O'nu size getireceğim. Şayet dediği olmuşsa ahdnamenin hükmü kalmasın diyorum razı masınız?

Topluluğun önüüleri bir taraftan merdiven kurarak ahdnameye uzanırken bir taraftan da Ebu Talib'in dedikleri ile inceden inceye alay ediyorlardı.

-Böcek, kağıdı yiyecekmiş ama Allah isminin geçtiği yerden korkup orayı öylece bırakacakmış. ne hayal ya! Bunu diyen şiir yazsa bari!

Bu gevezeliği yapan lafını bitirdiğinde ahdnameyi aşağı indirmişti... Herkes merakla başına toplandı.

Muhafaza açıldı ki doğru. Ebu Talib'in haberi aynen vaki! herkes şaşkınlık içinde:

-Aaa! Hayret, imkansız birşey bu...

Ebu Cehil vaziyeti toparlamaya çalıştı.

-Heyret edecek ne var?! Büyü işte anlamıyor musunuz? Benzerlerine kaç kere şahit olduk? Bu da onlardan biri. Hadi Herkes dağlıp işine baksın.

-İşine baksınmış! Hayır. Bu paçavranın kalanı da yırtılmadan; andlaşma yürürlükten kaldırılmadan bir yere gitmeyeceğiz.

-Evet arkadaşlar! Bu iş buraya kadar gider! Akrabamız kuşatma altında bitti artık.

-Böyle bir ahdi istemiyoruz, bu anlaşmaya razı değiliz!..

Bu sesler, Zübeyr ve dört arkadaşına aitti.

Kureyş'in çoğunluğu onlara katıldı. Kağıdı paramparça ettikten sonra kuşatma hattına saldırarak çemberi yardılar... Kimse itiraz edemedi. Zira itiraz, bir isyan; büyük bir iç kavgaya sebep olacak ve belki de müminleri çoğaltacaktı.

Bisetin onuncu yılına girerken müslümanlar, üstün bir sabır ve metanetle açlık ve yokluk imtihanını da vermiş oluyorlar...



ebu talib'in ölümü

O hüzünlü Peygambere

Selât ve Selam Olsun



Ebu Talib Hasta.

O'nun hastalğı, evde her şeyi değiştirmişti. Mekke Reisinin cıvıl cıvıl konağında şimdi dudaklar kilitli gibi. Herkes suskun ve düşünceli. Konuşan, dillerden çok gidip- gelen ayaklar, alıp-veren eller bakışıp anlaşan gözlerdir. Evet; Ebu Talib hasta...

Seksenyedilik ihtiyar çınarın bu defa yenik düşeceği belli....bir fazla söz, yüksekçe söylenecek bir kelime, sanki havanın tılsımını bozacak ve sanki bu yüzden ölüm çabuklaşacaktır.

Varlığı, her şeye hakimiyet ve tesiri öyle tabiileşmiş kihayatı O'nsuz düşünmek evdekileri korkulu ürpertilere itiyor...

Ebu Talib'den mahrum bir hayattan endişe eden sadece oğlu, kızı, hanımı, gelini değil...daha başkaları da aynı kaygıyı yaşıyor.

...Hamza müslüman oldu. Ömer de müslüman oldu. Her gün yeni yeni insanlar müslüman oluyor. Çoğalıyorlar, büyüyorlar, güçleniyorlar. Ebu Talib'in yokluğu yarısı müslüman, öbür yarısı eski yolunda yürüyen toplumu gırtlak gırtlağa getirebilir. Öyle görünüyor ki babanın evlada kılıç çekeceği günler uzak değil. Şu ahled herkes yoluna gitmeli. Barış esas olsun ve herkes dilediğince inanıp yaşasın. İki tarafı da bağlayıcı böyle bir sulhü kim kurabilir? Ancak Ebu Talib. Aralarında Ebu Cehil'in de bulunduğu müşrik mümessilleri hastanın evindeler:

-Geçmiş olsun ya Eba Talib! Sen bizim ulumuzsun. Ölüm döşeğinde bulunman cümlemizi korkulara sevk ediyor. İstikbalden ürküyoruz. Yeğeninle aramızdaki ihtilaf malum. Ölmeden evvel bu meseleyi çözmelisin. O'nu da buraya çağır; hakem ol; aramızı bul. Kimse kimseye karışmasın. O kendi yoluna, biz kendi yolumuza gidelim.

Başı yastığa gömülü olarak yer yatağında misafirleri dikkatle dinleyen Ebu Talib, tane tane konuşarak şunları söyledi:

-Muhammed, emin insan. Hakikate muhalif bir şeyi O'nda bulamazsınız. Benim size yapacağım bütün nasihatleri fazlası ile diyecek olan O'dur. Muhammed'i inkar eden sadece lisandır. Vİcdanın reddiyse imkansız. Söylediklerinin akla aykırı yanı yoktur. Şuna kesin olarak inanıyorum ki milletimizin fakirleri, kimsesizleri, köylüleri sür'atle O'na bağlanacaklar. Çevre ülke insanları da müslüman olacak. Kureyş'in O'na tabu olmayan kibarları, seçkinleri, zenginleri rezil olup sürünecekler. Sağ kalırsam yeğenimi bütün tehlikelerden korumayı sürdüreceğim. Tevsiyem o ki siz Muhammed'e sahip çıkınız!...

...dedi ve bir yakının Sevgili Peygamberimize yollayarak istetti.

Büyük Peygamber, içeri girince emcasına giderek yanıbaşına oturdu. Müteessir olduğu mahzun yüzünden anlaşılıyordu. Bu kadar iyiliğini gördüğü bir insanın imandan mahrum olarak beka alemine göçme ihtimali O'nu elemlere gark ediyordu. Güzel ahlakı en büyük mucizelerinden biri olan Allah Resulünün oturuşu, susuşu, bakışı bile kibar, ölçülü, vakurdu...

Ebu Talib, müşfik nazarlarla yeğenine bir müddet baktıktan sonra doğrudan mezua girdi:

-Gördüğün gibi senin baş düşmanların ve kavmimizin beyleri buradalar... Benden sonra vaziyetin daha da kötüleşeceğinden endişeliler. Bu sebeple "Sen hayatta iken kardeşinin oğlu ile aramızı bul; herkes kendi dininde kalsın; taraflar yekdiğerine müdahale etmesin" teklifini yapıyorlar. "Hakem ol; vereceğimizi verelim, alacağımızı alalım" diyorlar...

Bütün dikkatler O'nda toplanmıştı. Ebu Talip, nefes ala ala konuşurken her şey susmuş ve herkes beklemeye durmuştu.

"Peygamber, muahede teklifine acaba ne diyecek?"; kafalarındaki soru bu...

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem:

-Mümkün, dedi. Onların benden almalarını istediğim sadece bir cümle. Eğer bu cümleyi kabullenirlerse araba ve arap olmayana hakim olurlar.

Ebu Talib hayretle sordu:

-Hepsi bir cümle mi?

-Evet bir cümle!

Ebu Cehil atıldı;

-Aman şunu söyle; biz ona on cümle daha ilave edelim.

Herkes merakla yeni dinin sahibine bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz, barış şartı olan tek maddeyi açıkladı:

-"La ilahe illallah" diyerek; Allah'a ibadet edecek, putlardan vazgeçeceksiniz.

Müşriklerin başından bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldu. Ellerini dizlerine veya birbirine vurarak:

-Ey Muhammed! Sen şu kadar tanrıyı bir tek ilah mı yapacaksın? Şaşılacak şey!... Bir de ümid vadederek olmayacak bir teklifle bizi oyalıyorsun, dediler.

Ebu Talib, sulhün akdedilmemesinden mahzun olmalı ki bir süre sustu ve sonra Peygamberimize hitap etti:

-Şartın hak ve hakikate uygun. Kabulü mümkün şeyler söyledin...

Amcasının bu konuşması Peygamber aleyhisselamı sevindirdi.

-Amcacığım öyleyse sen "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" de. Dedi ki kıyamet günü şefaatçin olabileyim, dedi ve ısrarla ayın sözü tekrarladı.

Ebu Talib, bu ısrar karşısında:

-Eğer "Yaşlandı da bunayarak müslüman oldu" veya "Ölümden korktuğu için Müslüman oldu" demeseler didine girerdim. Ama böyle demelerinden korkarım. O'nun için Kelime-i tevhidi söylemiyeceğim, dedi.

Peygamberimiz, büyük yardım ve himayesini gördüğü fedakarlıklarını hiç bir zaman unutamaycağı Ebu Talib'in ebedi felakete düşmesinden son derece üzülüyordu. Bu yüzden telkine devam etti...hasta az sonra daha da ağırlaşmıştı. Sevgili Peygamberimiz, ölüm döşeğindeki şu ahiret yolcusunu bir kere daha imana çağırdı:

-Amcacığım "La ilahe illallah" de mahşerde mü'min olduğuna şahid ve şefaatçi olayım.

Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebu Umeyye araya girdi:

-Ey Ebu Talib yoksa milletinin dininden vaz mı geçeceksin?

Cümleyi bir ihtar, kınama alay üslubu ile söyleyerek Ebu Talib'in gururunu tahrik ettiler.

Buna rağmen mazdarip ve muazzez yeğeni çırpınıyor; ama, diğerleri de Ebu Talib'in nefsini körüklemeye devam ediyorlar...

Bahtsız Ebu Talib yeğeni ile müşrikleri bir el hareketi ile susturdu ve nihai kararını açıkladı:

-Boşuna yorulmayın! Ben eski dinim üzre öleceğim. Millitemin yolundan ayrılamam. Muhammedi olursam Kureyş kadınlarının "elinde büyüttüğü birine tabi oldu" diye arkamdan gülmelerine korkarım!... Şu var ki seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. İncinmeni istemem. Bunlar, benden sonra sana eziyeti arttırabilirler. Bu sebeple Tai'e, dayın Neccaroğulları'na git...

Allah Resulü

-Ey amca şunu iyi bil ki, Allah tarafından men olununcaya kadar affın için dua edeceğim, karşılığını verdi.

Az sonra Ebu Talib, bir şeyler mırıldanarak öldü. O, bir şeyler mırıldanırken Abbas kulağını kardeşinin ağzına götürmüş ve Sevgili Peygamberimiz'e "dediğin kelimeyi söyledi" haberini vermişti...ancak, Resulullah bunu "ben işitmedim" diyerek reddetti. Üstelik Abbas henüz müslüman olmadığı için şahadeti makbul değil...

O'nun seksenyedi yaşında göç ettiği gün, aziz Peygamberimiz, kırkdokuz yaşından sekiz ay onbir gün almışlardı.

Amcasının böyle gayri müslim olarak dünyasını değiştirmesi inceler incesi rahmeten lilalemin'i büyük kederlere sürükledi... Ve evine kapanarak Rabbine yalvarmaya başladı...bunu gören eshabı kiram da evlerinden çıkmayarak kendi geçmişlerinin affı için gözyaşı döker oldular.

Fakat, Cenab-ı Hak buna razı değil.

Önce Tevbe Suresi yüzonüçüncü ayeti kerimesi gelerek bu hal yasaklandı:

-Peygambere ve diğer müminlere müşrikler için mağfiret talep etmek yoktur.

Sonra da Allahü teala, Kasas Suresi ellialtıncı ayeti kerimesi ile habibine seslendi:

-Muhakkak ki sen sevdiğin kimseye hidayet edemezsin; ancak Allah, dilediğine hidayet eder.

Eshabı Kiram soruyor:

-Ya Resulallah! Ebu Talib'in zat-ı alinize şu kadar hizmeti oldu. Bu hizmetlernin yararını hiç göremeyecek mi?

-Evet, faydasını gördü. Ben O'nu cehennemin derin yerlerinde buldum; daha serin bir yere çıkardım, ateş, amcamın sadece topuğuna kadar çıkabilmekte.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:40   Mesaj No:42
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 6.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 6



Medine, Mekke'nin yol üstü; güzergâh...Mekke, dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların eline geçerse; Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin parmaklarını gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya değil...Medine'de Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs ve Hazreç kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir İslâm beldesi oldu; belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya geçtiler. Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri Mekke'de muhasara altında tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu ihtimal müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese edilmeyecek çapta arttı...Hergün işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet ve aşağılama...

Ne yapıyordu ki bu insanlar onlara? Hiçbir şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar. Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın hikmeti; Müşrikler, kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan kudurtan kendilerine göre bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri gibi soyluları bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi, mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar, bilerek veya bilmeyerek Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına koşuyor. Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak. Herkes koşacak; aklı olan herkes koşacak.

Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu sebeple Efendimizden izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık hür yaşayacakları topraklara gitmek istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin böyle inanıyorsun" demesin; diyemesin...dememeli,

Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların çektiklerinden en fazla üzüntü duyan o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en üstün insan ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi kederlere yolaçmaktadır. O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.

Buna rağmen hicret için müsaade isteyen eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır. Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları bu imtihandan geçiyorlar...

Habibullah, dau ve gözyaşındalar...

...Ve bir gün, büyük sevinçlerle eshab-ı kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:

-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den ayrıldıktan sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan hurmalık Medine şehridir. Medine'ye hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.

....

Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün ve sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama; eshab-ı kiram şimdi, doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda onların izleri, hâtıraları hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı anne, bacı, kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış olanları. Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok daha acı olan Resulullah'dan ayrılmak...

...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını, kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden uzak durmalarını, küçük topluluklar halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...

Müminler, büyük Peygamberin tavsiyelerine aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını Medine'ye; kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir, Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı. Hanımı ile oğlunu O'ndan zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi. O yüzden bu topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne tadması? hücrelerine kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...

Ve ardından kafile kafile muhacir, gece karanlıklarında Mekke dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı insanlardan kaçıyor..

Müşrikler, vaziyeti farkettiler. Bazı muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin önüne çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp ettiler ve sonunda insanca yaşama şartlarına koştular.

Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi işkenceyi yapıyor ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular, mahvoldular, dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.

Hazreti Ömer, radıyallahü anh, belinde kılıcı, üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine dikili nefret dolu bakışlara aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor. Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını yaptıktan sonra kâfirlere dönüyor:

-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve Allah rızası uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum. Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman varsa yoluma çıkabilir...

İslâm düşmanları, kendilerine meydan okuyan bu arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde tam kararlı olduğu ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen insanlar oldu.

.....

Suheyb bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını bulup Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak onları durdurdular...

-Durun bakalım...Nereye?

-Gidiyoruz...

-Medine'ye!

-Evet, Medine'ye gidiyoruz..

-Gidemezsiniz.

-Sebep?

-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de çıkartırsınız..

Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için tek gaye var: Kâfirlerin elinden kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır" diyemiyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:

-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki alacaklarımı size versem bizi görmemiş olur musunuz?

Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet onların oluyordu. Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne baktılar...

-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?

-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun...

-Öyleyse çabuk kaybolun; biz sizi görmedik...

.....

Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki kere tekrarladılar:

-Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı...

Ne güzel bir haber...

.....

İnsanlar gidiyor...

Gece karanlığında, gün ortasında, seher vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...

...gittiler, gittiler, gittiler.

Herkes gitti...

Hazreti Ali,

Hazreti Ebu Bekr,

ve

Hazreti Peygamberden başka nerede ise kimse kalmadı.

Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine taçlanmak üzere.

Az kaldı; Medine'nin taclanmasına az kaldı..

Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes gitti...

Hazreti Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın Resulüne soruyor:

-Ben de gidebilir miyim?

Efendimiz, aziz dostu yanlarından ayırmak istemiyorlar:

-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte hicret ederiz, buyurdular...

Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı bundan daha fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:

-Ah, ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?

Peygamberimiz, aziz arkadaşını daha yüreklendiriyor.

-Evet; mümkün...

Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi dörtyüz dirhemden iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek şimdi gözünde hem hicretin hem de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu gecelerden birinde bir rüya gördü:

...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir noktada ışık saçıp duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama tekrar yere iniyor; fakat bu defa Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha Mekke'ye konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu aydınlıktan nasiplenemiyor; onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye yöneliyor. Bu şehirde Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek kaybolup gidiyor...

Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine, nedense çok tesir etmişti...Bir zaman gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah olunca meşhur bir rüya tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra anlattı:

-Ay, Peygamber, yıldızlar eshabıdır. Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte fakat tekrar Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine işarettir. Ayın Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine, yere süzülmesi ise Medine'de vefat edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.

Mekke'den Medine'ye göç, şu iki kelimenin tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref kazanmalarına sebep oldu:

Muhacirîn...

Ensar...

Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.

Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o müminleri bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli Müslümanlar...

Şimdi, Mekke müşrikleri tedirgin olmaya başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler bir yolunu bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma onları durduramamıştı. Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber de Medine'ye hicret eder ve bir kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse? Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak ve yapılanların hesabını soracaktır.

....

Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp fikir birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du kurultaylarını yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun Nedve.

Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir. Bu yüzden Ebu Cehil başta olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac, Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri Darün Nedve'de toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...

Konuşmalar hararetli şekilde sürerken kapı açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:

-"Hah", dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden faydalanacağımız bir pîri fani"

İblis, sırıttı. Bilmez bir saflıkla ve sanki oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:

-Müşgiliniz nedir? Neyi tartışıyorsunuz?

....

Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini, her birinin düşündüğü çareyi anlattılar. İblis, bunlardan ilk defa haberdar oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof tavrı ile sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak müthiş telkinini yaptı:

-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira O'ndaki güler yüz ve tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten halletmelisiniz!

Ebu Cehil, îmayı derhal anladı. Kendisi de aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını da bu fikre razı etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.

-Öyle anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz; başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...

-Evet, tutacağınız başka hiç bir yolla Muhammedden kurtulamazsınız..

Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:

-Dinlediniz!.. Necdli zat "öldürün" diyor. Ya öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.

Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar donuklaşmıştı. Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.

...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri vakiyi kabul ettirdi.

-Bu gece evinin etrafını saralım. Her kabilenin en iyi kılıç kullananı oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman, o, iyi kılıç çekenler, hemen üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin katlettiği belli olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de kan bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.

İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında teklifin özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.

Putperestler, derhal Mekke'nin en gözüpek cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül Kasım, bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir. Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi, kâfirlerin elinde kim vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme edemiyorlar. Zaten bunu kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını örtmüş.

.....

O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Peygamberimizin saadethanelerine gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra o gece evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi bildiriliyordu.

Emri ilahi üzerine Peygamberimiz, Hazreti Ali'ye:

-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim. Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu; hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana bıraktıkları emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de buluşuruz.

Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp gitti...Bu topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı cehennemi boyladı.

/Yâsîn. O, hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın. Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır ki; ataları azabla korkutulmuş, bu yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana indirilmiştir.

And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten, biz, onların boyunlarına bu kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık görmezler./

Mekke müşrikleri hane-i saadetin önünde böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi. Onlar sebebini söyleyince o adam:

-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil, şu evdeki sakinliği görmüyor musunuz?

Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları bu hesap dışı lafa sinirlenerek yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular. Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin yatağından fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan heybetiyle duruyordu.

Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri; aradıklarını kaçırmış, planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik en zirve noktada. Azgınlar, Allahın arslanını tartaklamak istiyor:

-Ebûl Kasım nerede, nereye gitti, nereye saklandı; çabuk söyle!!!

Hazreti Ali soğukkanlı...

-Bilmiyorum. Siz bana böyle bir vazife mi vermiştiniz...

Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü anh, efendimizi gözaltına aldılar...

....

O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile Mikail aleyhisselama sordu:

-Hanginiz hayatını diğeri uğruna feda edersiniz?

İki büyük melek suali samimiyetle cevaplandırdılar:

-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine bağışlamayız...

Allahü teâlâ buyurdu ki:

-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin hayatını kendi hayatından aziz tuttu. Şimdi zordadır; yardımına koşunuz...

Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali. Yatağımda yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine yabancı olarak denileni yaptı. Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna tam iman etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden korkar... Nezarette bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz da Efendimize bırakılan emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı. O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali emanetleri sahiplerine ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş olan malları sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en olmadık bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün ahlâk.

Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...

Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber veriyor:

-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz olsun...

Ebu Bekr, radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve mırıldanıyor;

-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba niçin bu öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.

Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine sabah veya akşam uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey var ki âdetlerini bozmuşlar.

Hazreti Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:

-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin, şeref verdin.

-Yabancı kimse var mı?

-Hayır ya Resulallah...

....

İçeri girdiler.

Fahri kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi bildirdiler:

-Rabbimden haber geldi; hicret edeceğim.

Sâdık dost, heyecanlandı;

-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme olsun ey Allah'ın Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?

Tebessüm buyurarak yumuşacık cevaplandırdılar:

-Evet.

....

Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı ve:

-Ya Resulallah, develer hazır, dedi. İstediğini alabilirsin.

Peygamberimiz:

-Bana ait olmayan deveye binmem...

Hicretin bütün nimetlerine kavuşmak için kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu sebeple:

-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim. dediler.

Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne diyebilir?:

-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz hoşnud olsun.

....

Evi bir ânda bir heyecandır doldurdu...İşte yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden bir çıkın... Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını bağlamak için bir ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir parçasını tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı sıkıya sardı. Bu güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü anh'ın ismi o günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller fethetmişti. Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli, ne kadar denk.

....

....daha sonra Abdullah bin Üreyket'i çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına rağmen meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi hususunda talimat verilerek yollandı...

Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...

Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin Fehr'e güneş çekilince sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki koyunların sütünden yararlanalar.

Ebu Bekr'in oğlu Abdullah'ın vazifesi ise bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili Peygamberimizle, babasına getirecek.

Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr, yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının yirmiyedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın; nereye gittikleri belli olmasın, diye.

....

Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz yerine Hazreti Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü korkuyorlar; hem de çok korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden, yaptıklarının hesabını sorarsa?

....

Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer kalmadı. Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı yumrukluyorlar:

-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede? Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?

Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı açtı. Müşriklerin karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:

-Efendim?

Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı. Şimdi Ebu Bekr de yoktu. Hakaret edercesine sordular:

-Baban nerede?

Sualin üzerinden kurşun gibi ağır bir-iki saniye geçti:

-Bilmiyorum.

der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli bir tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...

.....

Vaziyet anlaşılmıştı. Ebül Kasım, Ebu Bekr'i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir konuşuyor:

-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr kaçmışlar!

Diğeri lafı kaptı.

-İstikbal iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup geri getirmemiz lâzım.

Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:

-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini bitireceğiz.

Ebu Kürz, kafasından boca edilen bu haberlerle aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.

Azgın bir müşrik, hançeresini yırtarcasına Ebu Kürz'e bağırdı:

-Bre ahmak ne duruyorsun kımıldasana!

-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım, haydi...

Sevr mağarasına yaklaştıklarında Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr, Kâinatın Sultanını sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.

Ay, her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.

Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti.

Mağaranın içinde her hangi bir haşerat görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü anh, gayet pahalı bir kumaştan dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı. Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.

Bu son deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş olan Sevgili Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri âlem böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada bekleyen bir yılan, dışarıya çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı. Gayri ihtiyari akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar ve yarı-ı ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.

-Yılan dedi, Hazreti Ebu Bekr, ayağımı yılan soktu ya Resulallah...

Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek tükrüklerinden birazcık sürdüler; acı derhal dindi.

.....
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:41   Mesaj No:43
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 6.Cilt

Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...

-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ bulamadık.

-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni olduğundan emin misin?

-Şüpheniz mi var?

-Eminsin yani.

-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru çıkıyor. Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden kurtulamaz" diye.

.....

Mekke müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli şekilde yaklaşırken Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:

-Ya İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum. Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice yaklaştılar.

Rabbimizden nida geldi ki:

-Ya Cebrail! Saklamak/settarlık bana mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden saklayacağım.

.....

Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir zamanda kapıyı ağları ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı. Ve kapının önünde âniden "Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...

...derken, Allah düşmanları, yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...

-İşte aradıklarınız bu mağarada olmalı. Daha öteye gidemezler.

-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa mükafatı fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.

-Canım ne yapayım. Ben saklamadım ya...

Sesler yaklaşıyordu.

.....

İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını zaptedemez oldu.

-Niçin ağlıyorsun kardeşim?



-Ya Resulallah, korkum kendim için değil. Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser oluyorum.

Efendimiz Sıddık'ı tesseli buyurdular.

-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle beraberdir.

-İşte mağaranın ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler...

En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve nokta. Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret telkin ediyor. İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz cümle:

-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez..

Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış halde konuşuyor:

-İzler buraya kadar...Ya yere girdiler; ya göğe uçtular. Garip; çok garip!...

-Ee, belki içerdelir...diye fikir yürütenlere

Ümeyye bin Halef,cevap verdi:

-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar yere düşmüş olurdu...

...Bunlar cereyan ederken insan gözünün ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince, Cebrail, kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı almak isterken de benzeri akıbete uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...

.....

-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu, yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....

-Neyim ya?

-Adam olsan izlerini bulurdun.

-Ne yapayım? İzler buraya kadar...

-Kolundan tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu Kürz sus bari...

.....

Ayaklarının altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler...

Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın ve aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih edildiği gibi gündüz Mekke kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor; akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt sağarak iki mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların çukurunda ısıtıyorlar...

.....

Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince İslâmi bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce Allah zikredililyor.

....

Mağaradan sağ salim çıkabilecekleri kanaati hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin Üreyket develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i aldı...

Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi konuşuyor.

-Hiç bir yerde bulamamışlar.

-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip kayboluyormuş..

-Herhalde Muhammedin sihirlerinden biridir..

-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre; başka izahı olamaz.

-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu defa hiç bir şey yapamamış.

-Bu yüzden bizimkiler bayağı tartaklamışlar.

-Eh ne yaparsın. Herkesin canı burnunda. Şu gelen Ebu Cehil değil mi?

-Evet o; hâlâ mağrur...

-Merhaba, kolay gelsin...

-Buyur ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz şenlensin..

-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik olsun. Bir cemiyet altüst oldu...

Şimdi de bulunamıyor. Fakat bulunacak.

-Çok eminsin.

-Çünkü bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz deve ilaveten mal ve para verilecek.

-Ooo, büyük servet...

.....

Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık müşrik tehlikesi kalmamıştı...

Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni ufuklara, yeni yurdlara doğru gidiyorlardı...

Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile derinden bir "ah" çektiler.

-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide en sevgili şehirsin. Eğer beni senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim için en güzel, en makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar edinir mi? Ah Mekke, ah güzel belde...

Cebrail aleyhisselam geldi...

-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?

-Evet..

Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci ayeti kerimesini müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...

.....

Kudeyd'e vardıklarında erzakları tükenmişti. Hazreti Ebu Bekr:

-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı. Bak şu ileride bir çadır var.

-Evet, hemen önümüzde sayılır.

-Kapısında da bir ihtiyar hatun görünüyor.

-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.

-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne varmış...bedelini vermeyi ihmal etme...

-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi ile ileri atıldı.

.....

-Ana, merhaba!

-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu yaptın bakıyorum.

-Ee, ne yaparsın ekmek parası...

-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir insan yüzü görüyoruz..

-Ama bu defaki insanların benzerini görmedin ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını alman şartıyla kabul edebilirim.

Ümmü Mabed sitem etti:

-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler; hem para; Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:

-Ohh...Şu sıra buralar yer demir, gök bakır. Ne Süt, ne et- ne hurma var.

-Sahi mi diyorsun ana...

-Ne yazık ki sahi.. Eli hep vermeye alışmış bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem ile yol arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...

Ebu Bekr:

-Merhaba Hatun. N'oldu Üreyket ne aldın?

Ümmü Mabed:

-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram edemedim. Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.

-Hurma da mı yok?

-Üreyket:

-Bu çevrede kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı bizi yedirip içirmeden, imkânsız, göndermezdi...

Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı olan sıska bir koyun çalındı...Sordular:

-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada bağlı?

-Çok hasta ve zayıf, sürüyle gidemedi...

-Sağmama müsaade eder misin?

-Feda olsun ama; hiç sütü yok ki!

-Olsun. Bir kab rica ediyorum...

Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek bereket vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar; dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana içmişti...

Sonra:

-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı getirir misin?

Buyurdular.

Şaşkınlıklar içinde kalan kadıncağız, denileni yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu da doldurarak sahibine teslim ettiler...

Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün bedelini Ümmü Mabedin ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.

Ebu Bekr:

-Allahaısmarladık Ümmü Mabed. Allah, cömertleri mahrum bırakmaz.

-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle güle...

Yolcular uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf var bu işde". Evet, Ümmü Mabed, haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş; bir mucizeyi görmüştü.

Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat bulmuş koyunla süt dolu göğümü görünce hanımına sordu:

-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun nasıl iyileşti? Bu sün ne?

Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün tafsilatı ile anlattı...

Ebu Mabed, çok heyecanlandı:

-Nasıl biriydi, şekli şemali nasıldı?

Ümmü Mabed:

-Aydınlık yüzlü ve kibar bir insandı. Halinde bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere benzer bir hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...

Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan Peygamber. Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam etti:

-...devem nerede?.. Onları muhakkak bulacak ve getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama farkında değilsin..

...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek hırsıyla izine düşerken bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu. Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize yetişti; hurmetlerini arz ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...

Döndüğünde Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti öğrenerek hidayete erdi.

.....

Resulullaha süt veren o eski sıska koyun mu?

Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı. Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt verdi durdu...

.....

-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..

-Neymiş o herkesin katılacağı mühim toplantı?

-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...

-İşittim...

-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra kendisi de ortadan kaybolmuş.

-N'olacaktı ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?

-Bırak şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.

-Tabii vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.

-Bütün Müdlicoğulları gelecekler. İhmal etmemelisin.

-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...

.....

Süraka bin Malik, Müdlicoğulları aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada yapılacağına göre niçin iştirak etmesindi...

Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten alıkoydu...

Süraka, oradan ayrıldıktan sonra bir kaç dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı ki...bir Kureyşli çıkageldi:

-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve ile giden bir kaç insan karaltısı gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...

-Hayır dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.

-Emin misin?

-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var mı?

Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep olmuştu: "O yüzden bu lafları uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.

Hemen hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını yanına alarak başka bir yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye yere doğru tutuyordu. Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı; efendisine n'olmuştu böyle...

.....

Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!

Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu. Sanki rüzgârla yarışa çıkmıştı...

-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları yakalayalım, hadi, hadi, hadi....

.....

-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi kızım ter içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir. Yaklaşmış olmalıyız. Hadi....Ha...İşte oradalar!

.....
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:41   Mesaj No:44
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 6.Cilt

Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz daha yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak Peygamberimizde hiç bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla baktılar.

...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak kumlara yuvarlandı...Ama hırsla atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı Peygamberin tilavetini işitiyordu.

Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını tutamaz oldu. Efendimiz süal buyurdular:

-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?

-Ey Allah'ın Resulü! Kendim için asla tasalanmıyorum; endişem sizden yana...

Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve peygamberi sükunetle cevap verdiler.

-Düşmandan dolayı gam çekme; dost bizimledir...

Süraka, saldıracak mesafeye girmişti. Bir nara attı ve:

-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye bağırdı...

Peygamberimiz:

-Cebbar ve Kahhar olan Allah!

Dediler ve ellerini semaya açarak dua buyurdular?

-Ya Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile dilersen O'nunla muhafaza buyur.

...der demez Sürakanın atı diz kapaklarına kadar kuma gömüldü.

İşte bu beklenmedik bir şeydi.

Süraka ne kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış; kişneyip duruyordu. Suvari, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden su içinde kalmışlardı.

Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can derdine düşmüştü:

"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi bile hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...

-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim! N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza düştüm kurtarın...

Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet ummanı büyük Peygamber, ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:

-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs eyle...

At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.

Süraka, aziz yolcuların yanına geldi:

-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.

İki cihan sultanı:

-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman olmadıkça hiç bir şeyini kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.

-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir hareketim olmayacaktır. Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim var. Bana lütfen bir aman vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman olabileyim...

Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.

.....

Mekke'nin fethinden sonra Resulullah, Huneyn gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman edecektir.

Peygamberimiz, Süraka, radıyallahü anh'ı kabul ettiğinde:

-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.

O gün Resulullahın bu sözleri anlaşılmamış; Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası ganimet malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken mucizenin sırrı çözülmüştür.

.....

Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup Kureyşli atlıyla karşılaştı:

-Hey Süraka nereden böyle?

-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını arıyorum, malum ya yüz deve mükafat var.

-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee, N'oldu göremedin mi?

-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım. Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...

.....

Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük yolcularının rahat nefes almalırına vesile olmuştu.

....

Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince O'nu hicveden bir kıt'a şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine şiirler karşılık vermişti. Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.

....

Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar. Karınları acıkmıştı. Çobandan süt satın almak istediler;

Çoban:

-Sağılacak koyunum yok. Bir keçi var; onun da sütü kalmadı, dedi.

Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica ettilir. "Acaba ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar; bu defa da kendiler içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...

-Kimsin, daha evvel gördüğüm insanlara benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz tebessüm ettiler.

-Bir şartla. Kimseye söylemeyeceksin!...

-Söylemeyeceğim...

-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...

-Haa! Kureyşin, "dininden döndü" dediği adam.

-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği için öyle söylüyorlar...

-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir Peygamberden sadır olabilir. Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek isterim...

Efendimiz:

-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin, buyurdular.

.....

Amîm mevkiine vardıklarında Büreyde bin Husayb ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline hayran kalarak Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle iltihak ederek onlarla beraber Medine yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle kılındı. Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar öğrendi.

.....

Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü anh,:

-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız girmeniz uygun olmaz.

Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına taktı ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...

...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:

-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin ki orayı kardeşim Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o bölgenin nuru ve oralıların öncüsü olacaksın...

.....

Resulullahın Medine'ye hicret için yola çıktığı işitilmişti. Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin yolunu gözleyip geri dönüyorlardı...

Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622 Miladi senenin 20 Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı Peygamber, yol arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar için Hicri Şemsi yılbaşı oldu.

Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen Muharrem ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması ise Hazreti Ömer zamanında olacaktır...

Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında bulunuyordu.

Bu seneye "senetül izin" izin yılı denilir.

Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın evinde konakladılar...

Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman zarfında Kuba Mescidini yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de Tevbe Suresi'nin 108. ayeti kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.

O Kuba ne kadar bahtiyardır ki ilk mescid kendi toprağında yükselmiştir.

Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya geldiğinde ayakları şerha şerha yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak mecali kalmamıştı. Bunu işiten Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua ettiler.

-İnsanların öyleleri vardır ki Allahü teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.

Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin Hazreti Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya koyması üzerine geldiği söylenmiştir.

....

Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.

Kuba vadisinde Rânûna denilen yere geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu. İlk Cuma namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad buyuruldu:

-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın? O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim, kendisini velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin; onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.

.....

Evet; özet olarak ilk hutbe...

.....

İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi buyurdular:

....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığındık. Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine de kimse hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en güzeli ve en beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz. Allahın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha ibadet ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.

Aranızda kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...

.....

Hutbenin son cümlesi, anlayanlara gerekli işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili Peygamberimiz, Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir hata işlerlerse bu kendilerinin de, insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.

.....

Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi; şimdi birlikte medine'ye dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila getiren bu şiiri Allah'ın Peygamberine takdim etmişti:

Sizden iyisini görmedi gözler asla

Sizden güzelini doğurmadı analar

Her ayıp ve kusurdan uzak yaratıldınız

Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle yaratıldınız.

.....

Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk, çocuk yollara pencereler dökülerek, ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam ediyorlar.

...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu. Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas Medineli O'nu, Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne sultan yapacaktı.

.....

-Geliyorlar... İşte... Resulullah geliyor!

Haberi ile Medine ayağa kalktı.

Herkes koştu en temiz urbalarını giydi, çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı, erkekler atlanıp silahlandı...Medine tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten ağlıyorlar.

Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en güzel bu şiir terennüm ve tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın şu sözü:

-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye girdiği gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.

...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan bahtiyar insanları dinliyoruz:

TALEAL BEDRÜ

Taleal bedru aleyna

Minseniyyeti-l veda'

Vecebbeşşükrü aleyna

Mâdeâ lillahi de'a



Eyyühel meb'usu fîna

Ci'te bilemril muta'

Ci'te şerraftel medîne

Merhaben yâ hayreda'



Ente şemsun, ente bedrun

Ente nûrun âlâ nûr

Ente misbe hassüreyya

Ya habîbi, ya Rasul



Kadle bisnâ sevbe izzin

Ba'de esvâbı-rrika'

Vereda'nâ sedye mecdin

Ba'de ayyâm-iddeya'



Kalet ehmâru-ddeyâcî

Kulli erbâbil İslâm

Küllü men yetbe' Muhammed

Yenbağî en lâ yüdâm



Veteâhednâ cemîen

Yevme eksemne-l yemîn

Lennehûne-l ahde yevmen

Ve-ttehazne-ssadkadîn



Lestü vallahi neziyyen

Mâ yukasihi-l ibâd

Meşheden yâ necme emnîn

Zû vebâin ve vidâd

************************************************** *********



AY DOĞDU ÜSTÜMÜZE

Nerde kaldın sevgili, gözlerimiz yoruldu

Ufuklar haber verin kanadımız kırıldı...



Kuşlar, yalvarıyoruz, bize müjde getirin

Nerde kaldı sevgili, yüreğimiz kavruldu...



Çıkın damlara çıkın, gözleyin dörtbir yanı

Ey gençler, ey çocuklar bekliyoruz o ânı...



Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze

Bu ni'met büyük devlet, şükr vâcib oldu bize...



Şükürler olsun Rabbim, nihayetsiz şükürler

Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze...



Emir ve yasakları insanlara bildirdin

Medine'ye hoş geldin, hoşgeldin safa geldin.



Olmaz olsun şu putlar, cahillikten kurtulduk

Senin yolun ne güzel eskiye pişman olduk.



Bedr doğdu üstümüze; nurlu, parlak, aydınlık

Yırtıldı karanlıklar, hakikati anladık.



Medine Selâma dur, yemin et dönme asla

Tek rehber O'dur ancak sarıl ebedi dosta.



İşte huzurlu günler, şahidsiniz yıldızlar

Tek Rehber Resûlullah sarıl ebedi dosta.

Rahîm Er



Kâinatın Efendisi devesinin üstünde ilerlerken herkes, Kusva'nın yularını tutarak:

-Ya Resulallah, lütfen bize buyurun, diye yalvarıyordu...

Efendimiz:

-Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse oraya misafir olacağım. İnsan bineğinin yanında olmalı, diyorlar ve; bir tarftan da kasideler okuyup tef çalarak kendisini karşılayanlara tebessümle mukabele ediyorlar.

-Beni seviyor musunuz?

Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı çınlatıyor.

-Evet!

-Ben de sizi seviyorum.



"Ben de sizi seviyorum" diyerek gönüller alıyorlar. Yüreklere çiçekler serpiyorlar.



Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler arasında gözleri görmeyin Hazreti Habibe de var.

Bu hanım, Ebu Süfyan'ın kölesi iken İslâmiyetle şereflenmiş. Ne varki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O'nu hak yoldan caydırmak için dayanılmaz baskılar yaptılar. Fakat Habibe, radıyallahü anha, bu baskılara kahramanca dayandı. Bir kadındaki bu akıl almaz mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda o alçaklığı da işlediler: Mübarek kadının gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.

Peygamberimizi karşılayanlar içinde işte bu hanım da var. Soruyarlar:

-Gözlerin görmüyor; sen niçin geldin?

Cevap:

-Görmesem de O'nun kokusunu alırım.

İşte sevginin en muazzam örneği...

Sevgili Peygamberimiz O'nun olduğu topluluğa doğru gelirken sâdık mümineyi uzaktan farkettiler ve seslendiler:

-Sende mi buradasın Habibe?

Mucize işte o ân gerçekleşti:

Hazreti Habibe tekrar görür oldu...

.....

Kusva, önce Sehl ve Süheyl ismindeki iki yetime ait olan boş bir arsaya, sonra da bugün türklerin "Eyüb Sultan" dediği Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari'nin evine yakın bir yere çöktü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam, Peygamberimize gelerek "burada in. Çünkü herkes kendisine misafir olacağın ümidi ile evini süslerken. Halid, "ben fakiri; benim evime gelmez ki" diyerek mahzun olmuş ve tevazu göstermişti haberini verdi. Peygamberimiz deveden inerek "Menzilimiz inşaallah burasıdır" buyurdular. Gönlü kırık mümin, koşup devenin semerini aldı ve Efendimizi buyur etti; Zeyd İbni Harise, radıyallahü anh, Hazreti Halid'e yardım ediyor. Ensarın büyüklerinden Es'ad İbni Zerare, radıyallahü anh, da Kusvayı alıp götürdü. O'nun bindiği hayvanın yemine, tımarına bakmak değil; o mubarek hayvanın bastığı toprağı öpmek bile ne büyük nasip.

.....

Resulullahın misafir kalacağı evi devenin bulmuş olması sebebi ile Ensar'dan kimsenin kalbi incinmedi. Zaten, Ebu Eyyub El Ensari Halid Bin Zeyd, Neccaroğullarından idi; yani hayrül beşerin dayılarından... Efendimiz evin alt katında kalmak istediler. Ancak Hazreti Halid ile hanımı:

-Ya Resulallah biz, üst katta senin başının üzerinde nasıl geziniriz; bu imkânsız bir şey, diyerek yukarı çıkması için çok yalvarıp dil döktüler.

Peygamberimiz:

-Ensar beni ziyarete gelecektir. Giriş kat daha rahat olur.

Dedilerse de ev sahiplerini memnun etmek için üst kata geçtiler...

O gün Medineliler bölük bölük gelip Allah'ın Resulünü ziyaret ettiler; sohbeti ile bereketlendiler. Nurlu nazarları ile ak-pak oldular; yüksek derecelere kavuştular.

...Biri daha ziyaret etti: Abdullah İbni Selâm isminde bir yahudi alimi. Bi şahıs, dikkatle efendimizin yüzüne baktı ve şu sözlerle imana geldi:

-Bu güzel yüzün sahibi elbette muhbiri sadık/doğru habercidir. Şahid olun ki Abdullah İbni Selâm da Müslüman oldu...

.....

Onlar,

Kelime-i Şahadet için,

Kelime-i Tevhid için

Namaz için,

Oruç için,

Haç için,

İslâmiyet için,

Bizler için,

Allah için,

Hicret ettiler

Onlar, zahmetine katlanmamış olsaydı, Hicreti yaşamamış bir dünya hâlâ ilkel şartlarda bocalayıp dururdu.

.....

Onlar, Mekke'den Medine'ye hicret ederek bize îmânımızı armağan ettiler...

Onlar, küfürden ve kâfirlerden hicret ettiler.

Ne mutlu nefs Mekkesinden, kalb Medinesine sürekli hicret edenlere.

Günahın çekiciliğinden hicret ederek sıddıklar ve şehidler derecesine kavuşanlara ne mutlu...
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:42   Mesaj No:45
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 7.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 7



Sevgili Peygamberimizin Medine'ye yerleştikten sonra ilk yaptığı işlerden biri Hicret'den evvel vefat etmiş bir mü'minin kabri başında cenaze namazı kılmak oldu...

Bera bin Marur, Hazreç kabilesinin reislerinden ve Medineli müslümanların önderlerinden.O da Resulullah'a Akabe'de biat etti...ve biat merasiminde ayağa kalkarak veciz bir konuşma yaptı... Yüce Allah'a hamd ettikten sonra O'na, sallallahü aleyhi ve sellem, uymanın, O'nun ümmeti olmanın anlam ve değerine dikkatleri çekiyor ve kazanılan bu nimetin üzerine titremek lâzım geldiğini hatırlatıyordu...

Bera, radıyallahü anh, daha o günden son Peygamberin sevgisini kazanmıştı...

Bütün Medineli müslümanlar, namazlarını Kudüse dönerek kılarken Bera bin Marur Kâbe'ye yöneliyordu.

Bir gün bir Medine kafilesi ile Mekke'ye giderken diğer mü'minlerle aralarında bu Kâbe-Kudüs bahsi açıldı.

Bera:

-Ben sırtımı Kâbe'ye dönerek; Kâbe-i Şerifi arkamda bırakarak Beytülmakdise yönelemem. Bu sebeple namazlarımı Mekke'ye doğru eda ediyorum, dediğinde oradakiler:

-İyi ama; sen, Resulullahın bildirmediği bir şeyi nasıl yaparsın. Ümmeti olduğun Peygamber üstelik Mekke'de hemen Kâbe-i Şerifin yanında yaşadığı halde kıble olarak Kâbe'ye değil de Mescidi Aksaya duruyor; sen aklına uyuyorsun... böyle olur mu?

Israr etti...

-Ben Kâbe'ye sırtımı dönemem...dediAma huzursuz olmuştu.. Ya bu yaptığından Peygamber aleyhisselâm memnun olmazsa... Bu sebeple Mekke'ye gelince doğruca ahir zaman Nebisine gitti ve yolda arkadaşları ile aralarında geçen konuşmaları arz etti...

-Ey Allahın Resulü ben namazlarımı Kâbe'ye dönerek kılmaya devam ettim ama; arkadaşlarımın ikaz ve muhalefetlerinden dolayı içime bir huzursuzluk girdi... nedir bu işin doğrusu?

Sevgili Peygamberimiz cevap buyurdular... kısa, lâkin mânâsı derin, işareti geleceği kucaklayan bir cevap:-Biraz sabretseydin ne iyi olurdu...

Bera, radıyallahü anh'ın ondan sonra bu sözün dışına çıkması mümkün mü? ...anlaşılan daha evvel kıble hususunda Allah Resulünden nakledilen bilgiler kendisine tam ulaşamamıştı...

Sonra, bütün diğer mü'minler gibi o da vefatına kadar namazlarını hep Kudüse doğru kıldı...

Hazreti Berâ, Hicret'den bir ay evvel Medine'de dünyasını değiştirdi.

Hazreç'in reisi hasta yatağında iki şey vasiyet ediyordu:

-Malımın üçte birini dilediği yere sarf etmek üzere Resulullah'a veriniz... Bir de beni, ölünce kabirde Kâbe istikametine çeviriniz. Çünkü Peygamberimize Hac mevsiminde yine ziyaretine gideceğimi vaad etmiştim; ama, görüyorsunuz ki ölüyorum. Sözümde durmam mümkün değil.

Vasiyet edildiği gibi mezarında Kâbe tarafına çevrildi...

ve öylece toprakla örtüldü..

Hicret'ten sonra Sevgili Peygamberimiz, eshabı ile birlikte Bera radıyallahü anh'ın kabrine giderek saf tutup cenaze namazını kıldılar ve Hazreti Bera için:

-Ya Rabbi Bera'yı affeyle. O'na rahmet eyle; O'ndan razı ol!Diye dua ettiler...

İşte ilk cenaze namazı.

O'nu ziyaret etmek isteyen sahabi, araya ölüm engeli girdiği için Peygamberimize gidemeyince; Peygamberi; rahmet ve merhamet kaynağı olan O Sultan, kabri ziyaret ediyor ve cenaze namazını kılıyor...

Mezarında Mekke tarafına uzanarak Peygamber yolunu gözleyen; O'nun hicretini bekleyen Berâ radıyallahü anh... Sevgisiyle Allah Resulünü kabrine çeken Berâ radıyallahü anh.

Kâbe sevdalısı ve Resulullah âşıkı böyle bir Bera bin Murar ölmüş, aradan zaman geçmiş olsa da cenaze namazı kılınmaz mı?

....Hicretten sonra; Mescid-i Nebi yapılırken ensar'dan ilk vefat eden Külsüm bin Hidm oldu.

Sevgili Peygamberimi'zi Kuba'da evinde misafir eden bu aziz insan Hicretten önce iman edenlerdendir. Eşraf'tan biri idi...ama O'na tarihin verdiği yüksek liyakat Medine şereflilerinden olduğu için değil bütün zamanların en büyüğüne gösterdiği hürmet ve hizmet sebebiyle.

İleri bir yaşta müslüman olan ve ayrıca Peygamberini evinde misafir etme bahtiyarlığına kavuşan Külsüm, radıyallahü anh, kavuştuğu nimetlerin huzuru içinde Kuba köyündeki evinde ebedi âleme göçtü...

Az bir zaman sonra da Es'ad bin Zürare, radıyallahü anh, dünyasını değiştirdi...

Hazreti Es'ad, islâmiyeti Medine'ye ilk getiren onu orada ilk yayan insan. Başka bir hususiyeti de Âkabe biatlarının hepsinde bulunmak.

Ölümü boğmaca hastalığından. Son nefesini verirken aziz ve kadirşinas Peygamberi hemen başucundaydı. Mubarek sahabi, kızlarını Allah'ın Resulüne havale etti... Ve O da engin bir huzur içinde ruhunu Rabbine teslim etti.

Cenazesini Sevgili Peygamberimiz yıkadılar üç parçalı bir bürüdle kefenlediler, namazını kıldırdılar ve cenazenin önü sıra yürüdüler ve Baki kabristanına defnettiler.

Es'ad bin Zürare, Cennet'ül Baki'nin mukaddes toprağına gömülen ensarın ilki...

Kureyşli kâfirler, bir ân olsun boş durmuyorlar. Hiç bir şey yapamasalar mü'minleri dilleri ile rahatsız etmekteler.

Etrafında pervane gibi dönen o aziz arkadaşlarını Sevgili Peygamberimizden soğutmak için, insanlığın biricik kurtarıcısı şan ve şerefde eşsiz ve en büyük rehberi karalayıcı laflar ediyorlar...

dedikleri, mü'minler tarafından üzüntüyle Efendimize naklediliyor.

En üstün kul, en üstün Peygamber ve Kâinatın Efendisi, müslümanların mescidi doldurdukları vakitlerden birinde minbere çıkarak ayakta oldukları halde hakikatleri bir bir dile getirdiler. Maksatları övünmek değil. Övünmeye ihtiyaçları yok ki niçin buna niyetlensinler? Onların yüksek arzuları zihinlerin bulanmaması.... Hiç bir mü'min kalbinin yalanlara meyletmemesi. Buna mani olmak istiyorlar.

Yaradılmışların en yücesi, geçmiş ve gelecek zamanların en iyisi, sallallahü aleyhi ve sellem, buyurdular ki:

-Her asırda yaşıyan insanların en seçilmişlerinden dünyaya geldim.

-Allâhü teâlâ, İsmail aleyhisselam evlâdından Kinâne ismindeki kimseyi ve O'nun sülalesinden Kureyş ismindeki zâtı beğendi. Kureyş evlâdından da Hişam oğullarını sevdi. Onlardan da beni süzüp seçti.

Allâhü teâlâ, insanları yarattı; beni, insanların en iyi kısmından vücude getirdi. Sonra bu kısımlardan en iyisini Arabistan'da yetiştirdi. Beni bunlardan vücuda getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyilerini seçip beni bunlardan meydana getirdi. O halde benim ruhum ve cesedim, mahlukların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım, en iyi insanlardır.

Allâhü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Bunların içinde en çok insanları sevdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistan'da yerleştirdi. Arabistan'daki seçilmişler arasından da beni seçti. Beni her zamanki insanların seçilmişlerinde; en iyilerinde bulundurdu.

-Benim dedelerimin hiç biri gayrı meşru yola sapmadı. Allâhü teâlâ, beni iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı; ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum...

...kâfirler, aynı zamanda şiirlerle Resulullahı ve mü'minleri kötülüyorlar. Onların şiirlerine Ensar şairleri de gerekli karşılığı vermeye başladılar.

Kılıçla cihaddan önce kelâmla cihad başlamıştı.

Ensarın üç büyük şairinden Kâ'b bin Malik, bir destan şairi... Allah düşmanlarının iftira ve karalamalarına karşılık Efendimizle mü'minlerin kahramanlıklarını terennüm ediyor.

Abdullah bin Revaha, müşriklerin batıl olan itikat ve amellerini hicvederek yerden yere vuruyor.

Ensarın en büyük şairi Hasan bin Sabit, peygamber düşmanlarının soy sop ve ahlakî ayıplarını dile getirerek onları el içine çıkamaz hale sokuyor.

San'at, islâmın hizmetinde.

Seçilmişlerin en kıymetlisi Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, bu üç aziz dosta, radıyallahü anhüm:

-Mü'min kılıcıyla da, diliyle de cihad eder. Diyerek yaptıklarından memnuniyetlerini ifade buyuruyorlar...

....Yesrib", "fesad" veya "ayıplanmış" demek. Bir Peygamber beldesinin bu ismi taşıması hiç de güzel değil. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, hicret ettiği bu şehrin ismini "Medine" olarak değiştirdi ve bundan sonra Yesrib denmesini yasakladı ve:

-Her kim, bir kere "Yesrib" derse on kere "Medine" desin, buyurdular.

Ve yine buyurdular ki:

-Medine'ye "Yesrib" diyen Allah'dan af dilesin...

...Hatta "Allah'dan af dilesin" cümlesini tam üç kere ard arda tekrarladılar...

Bu sebeple Hicret'den sonra "iki kara taşlık arasındaki yer" Son Peygamberin de orada bulunmasından dolayı "Medine-i Münevvere" oldu... nurlu şehir.

İlk İslam Devletinin ilk Başşehrinin hukuku korunuyordu..

Sıra geldi hududunun tayinine..

İki küçük dağ Medine'nin tabii sınırıydı. Sevr ve Ayr.. Sevgili Peygamberimiz, bu iki dağın arasını harem/yasak bölge ilan ettiler.

Efendimiz buyurdular ki:

-İbrahim aleyhisselam, Mekkeyi haremleştirdiği gibi ben de Medine'nin Ayr ve Sevr dağları arasını haremleştirdim. Her Peygamberin dokunulmaz ve seçkin bir yeri vardır.

Çevresi belli edilen bu bölgede silah taşınması, ağaç kesilmesi, ot biçilmesi ve insana yakışmayan kötü bir fiilin işlenmesi yasaklandı. Yasak Bölge'de her şey izne bağlanıyordu.

Böyle bir fiili işlemeye cesaret edecekler için Resulullah en büyük mânevi müeyyideyi koydular:

-Böyle habis bir iş işleyen veya o suçluları evlerinde saklayanlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun.

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, daha sonra Medine'nin hudutlarının tesbit edilmesini emir buyurdular. Kâ'b bin Malik, radıyallahü anh bu işle vazifelendirildi...

Tâ Nuh aleyhisselâmdan beri çeşitli millet, kavim ve kabilenin kaynaştığı, birbiriyle çekiştiği "nurlu şehir" şimdi tarih içindeki mânâsını buluyordu. Kabile ve aşiretlerin nefsî ve ırkî sebeplerle kavgalaştıkları yerde şimdi İslâmiyet henüz açmış güller gibi renk renk koku koku yeryüzüne yayılacaktı...

Bütün müminler, bu "harem" şartına kayıtsız şartsız bağlılar. O kadar ki...bir çocuk bu bölgede bir serçe kuşu avlasa; "burası harem, sen bilmiyor musun; o kuşu derhal olduğu yere bırak" deniliyor ve çocuk da hakikaten bu ikaz üzerine elindeki avı usulcacık yere bırakarak mahcup mahcup oradan ayrılıyordu.

Eğer bu mutlak teslimiyet olmasa bir avuç insana o muhteşem zaferler nasip olur muydu?

Eshab-ı Kiram, her şeyleri ile örnek insanlar...

Her mü'min için ebedi model işte onlar...

Ensar'dan imkânı olanlar, fazla olan arsa, arazi veya hurmalıklarını muhacirlere verilmek üzere Sevgili Peygamberimize arz ettiler...

Peygamberimiz, bağışlanan bu gayrimenkullerden muhacirlere ev yerleri ayırdı ve ellerine tapuları verildi...

Ancak, Medine'de içecek su sıkıntısı çekiliyor. Şehrin suyu içilebilen tek kaynağı Rume kuyusu.

Kuyu bir yahudinin elinde. Yahudi, bir damla suyu bile parasız vermiyor. Mü'minlerin kuyuya şiddetle ihtiyaçları var... bu ise neticede Yahudinin kesesine yarıyor.

Peygamberimiz:

-Rume kuyusunu müslümanların hizmetine verecek olanın mükafaatı cennet olacaktır, buyurdular...

Suyun müminlerin tasarrufunda olmasının arzu edildiği anlaşılınca Hazreti Osman, radıyallahü anh, yahudiye giderek kuyuyu kendisine satmasını teklif etti. Ama yahudi, bütün ısrara rağmen Rume'nin ancak yarısını elden çıkardı... O da onikibin dirhem gibi yüksek bir bedelle...

Kuyuyu birgün müslümanlar, bir gün bu israiloğulları kullanacaktı...

öyle yapıldı.. Lakin su, müminlere yine yetmiyordu...

Bir zaman sonra yahudi yüksek bir bedelle diğer hissesini de satmaya razı edildi.Hazreti Osman ikinci hisseyi de satın alınca müjdeyi Peygamber efendimize götürdü. Buyurdular ki:

-Allah rızası için vakfet. Zaten bu emri bekleyen büyük ve cömert sahabi Rume kuyusunu derhal vakfetti...

Sonra Sevgili Peygamberimiz, vakıf kuyuya kadar geldiler; suyundan çektirerek içtiler ve bu suyun tad ve lezzetini methettiler.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:42   Mesaj No:46
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 7.Cilt

-Tatlı ve soğuk bir su...

Çarşı-pazar yahudi hakimiyetinde.

Efendimiz, mü'minlerin aldatılmadan alış-veriş yapacakları yerlerin olmasını arzu buyuruyorlar. Her şeyle yakından alakadar olmaktalar.Evvela Nebit Çarşısı'nda inceleme yaptılar:

-Burası mü'minlere yaramaz, dediler. Sonra başka bir çarşıyı tedkik ettiler.

-Burası da münasip değil, buyurdular.

Zübeyr, radıyallahü anh'ın arsasına bir çadır kurdurarak ensar ve muhacirlere:

Ama bir musevi bu çadırın iplerini keserek mü'minleri rahatsız edince; Efendimiz, Kaynuka yahudilerinin çarşısında araştırma ve incelemeler yaptıktan sonra bir arsa beğenerek eshabın çarşı-pazarı buraya kurmalarını emrettiler.

Müslümanlar, böylece yavaş yavaş idari-siyasi istiklâlden sonra iktisadi istiklâle de kavuşuyorlardı...

Sevgili Peygamberimiz, buradaki ticari hayatla çok yakından ilgileniyorlar. Satılanların uygun olup olmadığını, satanların hal ve davranışlarını, alıcıların memnun kalıp kalmadıklarını araştırıyorlar...

bir gün çarşıya uğradıklarında izinsiz kurulmuş bir tezgâh gördüler ve derhal emir verdiler: Kaldırılsın!../Daha sonra gelen Halifeler devrinde de çarşı-pazar disiplini aynen devam ettirildi.

Öyle ki çarşı girişine yine habersiz olarak konan bir su testisini Hazreti Ömer, görür görmez oradan kaldırttılar../Maksat bir kaç...

Hem mü'minleri ticarete alıştırmak, hem onları başka dinden olan insanların ekonomik baskısından uzak tutmak, hem temiz gıda ve giyecek temini. Ölçerken, biçerken, tartarken, yaşanan bu güzel ahlakla alış-veriş eden kimseler ister istemez tanışıyor ve mutlaka tesirinde kalıyorlar...

Ticaret ehline o devirde verilen isim "simsar".Efendimiz, bu kelimeyi ticaret ehline yakıştıramadılar ve onlara "tüccar" olarak değiştirdiler..

Ve dürüst tüccarın, ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacağını müjdelediler...

Sonra da her müslümanı iliklerine kadar titretecek olan sözü ifade buyurdular:

-Aldatan, bizden değildir.

Ve bir ölçü koydular:

-Alış-veriş ederken, alacağını ister veya borç öderken kibar ve yumuşak hareket edenle kolaylık gösterene Allâh, rahmet eylesin.Peygamber Efendimiz, bir yahudiye bir mikdar borçlu..

Paranın ödenmesi gereken tarihe daha bir gün varken yahudi, Resulullah'ın mubarek saadethanelerine çıkageldi...

-Alacağımı istiyorum! Abdülmuttalib oğulları, zaten aldığını zamanında iade etmez; uzatır durur... Bunun için borcunu hemen bugün ödeyeceksin!...

Bu sırada Hazreti Ömer, radıyallahü anh, da Peygamberimizde misafir... Yahudinin ağır sözleri büyük sahabiyi şiddetle rahatsız etti...

Ey habis! Eğer Resulullahın evinde olmasaydık vallahi senin gözünü patlatırdım!!! Bu nasıl ahlaktır böyle?

...Ömer, radıyallahü anh'ı çileden çıkaran musevinin vadesinden birgün önce kapıya dayanıp param da param demesindeki çiğlikti. Oysa o'nun parasının zerresine zarar gelmesi imkânsızdı. Çünkü borçlu olan şu-bu kimse değil Muhammedül Emin, sallallahü aleyhi ve sellem...

Muhteşem sahabinin sert çıkışı yahudiyi sindirdi ise de, Sevgili Peygamberimiz üzüldüler...

Allah, seni affetsin ya Ömer. Biz, senden başka türlü davranmanı beklerdik... bana borcumu üzüntüye sebebiyet vermeden ödememi; o'na da alacağını daha nazikçe istemesini söyleyebilirdin.

Peygamberimiz, yahudiye borcun vâdesine daha bir gün zaman olduğunu; ancak, arzu ederse kendisine hurma verebileceklerini buyurdular...

Alacaklı razı oldu.

Bunun üzerine alacaklıya istediği mikdarda hurma teslim edildi.. Hurmaları alan yahudi, âniden kelime-i şahadet getirdi...

Çünkü O, Resulullah'ı uzun zamandır takip etmekteydi.. ahir zaman nebisi olduğunu beyan eden bu insan, her şeyiyle Tevrat'ta anlatılan son peygambere benziyordu... ama bir tarafını bilmiyordu... sert, öfkeli, çabuk hiddetlenen biri mi, yoksa yumuşak ve sabırlı mı? Tevrat'ta zikredilen resul, yumuşak huyluydu...

Bu sebeple, alacağını kasten bir gün önceden talep etmiş ve Sevgili Peygamberimiz'in böyle bir haksızlığa karşı tavrının ne olacağını anlamak istemişti...

...Ve anladı.

Yumuşak, ipek gibi bir ahlâk...

Musevinin maksadı ne paranın şu veya bugünde tahsili, ne de para yerine hurma almak.

Bu sebeple:

-Şahid olun ki, dedi. Şu bana verdiğiniz hurmalarla, servetimin bir kısmını fakir mü'minlere hediye ettimYüce Allah'ın seçtiği bir bahtlı kul...

.....Bu ne güzel ahlâktır Allahım!

Yumuşak ve sabırlı.

O'nun büyük mirası.

Yahudiler, Peygamberliğin İsrailoğullarından araplara geçmesini kabul edemiyorlar. Bu sebeple mü'minleri engellemek için her yolu kullanıyorlar. Yalan, sihir, nifak..

İşte yalanlarından biri... Hicreti takip eden günlerde çıkardılar..

-Muhacirlerin nesli kesildi. Onlara büyü yaptık. Bundan sonra çocukları olmayacak...

Mü'minler, fısıltı halinde dolaşan bu söze pek inanmıyorlar ama yine de zihinlere bir soru takılıyor. "Ya dedikleri olursa!"Onların bir yalancı oldukları Hazreti Ebu Bekr'in kızı Esma'nın bir erkek çocuğu olması ile anlaşıldı.. Esma, radıyallahü anha, bebeği önce Allah'ın Resulüne getirip kucağına bıraktılar.

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bir hurma istediler. Ve hurmayı çiğnedikten sonra bebeğin damağına sürdüler ve salih, ömürlü ve hizmet ehli olması için dua buyurdular...

...Mü'minler, doğum üzerine rahat bir nefes almışlardı...

......Bu ilk "sihir" sözleri yalandı ama şimdiki sahi:

Resulullah rahatsızlar.

Yapılan araştırma gösterdi ki Efendimiz'e sihir yapılmış...

...Peygamberimizin tarağından düşen bir mikdar saç okunup üflenerek bükülmüş ve buna onbir tane düğüm atılmıştı...

Büyüyü yapan mı?

Zürayk yahudilerinden Lebid bin A'sam.

Bu şahıs, sihir yaptıktan sonra onbir düğüm atılmış saçları bir şeylere sararak Zi-Arvan kuyusuna bırakmıştı...

...Cebrail aleyhisselam geldi:

"Kul euzü birabbil felak" ve "Kul euzü birabbinnas" surelerini getirmişti.

Büyü yapılmış saçların atıldığı yeri bildirdi ve; sihirlenmiş saçlardan bulunarak bu surelerin onlara okunmasını söyledi.

Efendimiz, Hazreti Ali'yi gönderdiler. Ali, kerremallahü vecheh, kuyunun dibinde düğümlenmiş ve bezlere sarılmış saçları bulup getirdiler...

Hemen sureleri okumaya başladılar. Her okuyuşta bir düğüm çözüldü...

...Allahın Resulü rahatladılar..

Mekke, hep sabır dönemi... Müminler az... bu azlık sebebiyle müslümanların sayıca kendilerinden mukayese edilmeyecek kadar fazla düşmanla cihad etmeleri imkânsız...

Bu yüzden çekilen azap, işkence ve zulüm tahammül edilmez noktalara varınca mecburen Hicret vaki oldu... ama Mekke müşrikleri rahat durmuyorlar. Çevre kabileleri, yahudileri, Medine müşriklerini hem tehdit, hem tahrik ediyorlar. Bu korkutma ve kışkırtmaların bir sebebi var: Sevgili Peygamberimiz'in, sallallahü aleyhi ve sellem, hayatına son vermek. Zira O, şimdi üstelik Medine'ye gitmeyi başarmış ve kendine inananların başına geçmiştir.

Mekke kafirleri, tehlikeyi daha da geç kalmadan ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu yüzden tehditler durmuyor. Yolda-belde yakaladıkları müminlere yine eski dinlerine döndürmek için işkenceler yapıyorlar.

Bu mazlum ve mağdur kahramanlar, Peygamberimize gelerek:

-Ey Allahın Resulü işte müşriklerin yaptıkları. Halimize bakın...

Dediklerinde Sevgili Peygaberimiz, acıları kalbine gömerek şöyle buyuruyorlardı:

-Sabredin. Henüz cihad için izin gelmedi...

İfadeden anlaşılan o ki bu iznin gelmesine fazla zaman da yok. "Henüz" dendiğine göre beklenen müsade yakında verilecektir.

Bu sebeple Eshab-ı Kiram duadalar. Gözyaşı döküp yalvarıyorlar:

-Ya Rabbi! Düşmanın olan şu müşriklerle cihad etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyoruz. O müşrikler ki Habibinin Peygamberliğini kabul etmeyerek ana-ata yurdu Mekke'yi terke mecbur ettiler....

Allahım! Ey duaları kabul eden Rabbimiz Mekke müşrikleri ile harbetmemize müsaade buyur.

Sevgili Peygamberimizse sabırla adım adım gidiyorlar:

...Akabe'de Medine müminlerinden söz almak, biat, sonra Hicret, sonra Muhacirleri kendi aralarında kardeş yapmaları, sonra Mekke ve Medine müslümanlarını kardeş yapmaları, sonra Medine'deki gayrı müslim unsurlarla anlaşmalar yaparak onları tarafsızlık konumuna getirmek, sonra devletin sınırlarının tayini, bu sınırları içinde bazı hareketleri izne bağlamak, müminleri ekonomik bakımdan kuvvetlendirecek tedbirler almak...

Düşman, amansız; zalim ve gaddar. Çokluklarına, mallarına-mülklerine zenginliklerine güveniyorlar..

Bir çarpışma olsa müminleri silip süpüreceklerine öyle eminler ki...

Bu kibir kumkumaları, neye nasıl inanır ve güvenirlerse güvensinler... Müminler, o asalet abideleri, Allah'a ve Resulüne inanıyorlar....

Ve işte Cebrail aleyhisselam geldi; vahiy geldi... Cihad müsaadesi geldi...

Bundan sonra yeryüzü şahid olsun, savaş atlar şahid olsun, güneşte yıldır yıldır yanan çifte su verilmiş o yaman kılıçlar şahid olsun ki, savaş neymiş, can neymiş, gaye neymiş, ölmek neymiş... görülsün..

Yüce Allah buyuruyor ki:

-Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlâ'nın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecavüz edip, aşırı gitmeyin. Muhakkakki Allahü teâlâ, aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi siz de onları çıkarın. Onların Allah'a ortak koşma fitneleri adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar mescid-i Haram'da sizinle çarpışmadıkça siz de orada kendileriyle savaşmayın.

Cenab-ı Hak, ayrıca yardım vaadediyor:

-Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeğe her yerde her zaman kadirdir.

Ve şimdi de sıra devletin hudutlarına nöbetçiler dikmekte. Ani bir saldırı vukuunda habersiz kalmamak için düşman gözleniyor..

Hicret üzerine aziz Sahabi Hazreti Ebu Bekr dememişler miydi:

-Onlar Peygamberi zorla Mekke'den çıkardılar. İnna lillah inna ileyhi raciun. Onlar muhakkak helak olacaklardır.

Hudutları nöbetçiler beklerken, beride atlarkıpır kıpır; atlar eşiniyor yeni zamanlara doğru. Gerilmiş yaylar gibi ufuklara koşmak için.

Beş kişiden dörtyüz kişiye kadar olan askeri birliklere "seriyye" deniyor.

Seriyyeler, keşif, takip-baskın küçük çaplı vuruşmalara çıkıyor.

Seriyyelerin akınlarına Sevgili Peygamberimiz iştirak etmiyorlar.

Efendimizin iştirak ettikleri seferlerin ismi "gaza"Efendimiz, yirmiyedi gazaya çıktılar. Bunlardan dokuzunda silahlı mücadele oldu... Bedir, Uhud, Müreysi, Hendek, Kurayza, Hayber, Mekke'nin Fethi, Huneyn, Taif...bu dokuz savaşta bizzat savaştılar.

Abdullah bin Amr, radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimize gelerek:

-Ya Resulallah bana cihadı anlatır mısınız? Deyince,

Efendimiz:

-Ey Abdullah bin Amr! Eğer sen, Allah rızası için sıkıntılara katlanarak çarpışırsan Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir. Eğer gösteriş için, övünmek için, çarpışırsan Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir... hasılı sen Hangi niyetle öldürür veya öldürülürsen Allah da seni o hal üzere diriltir.

Başka birisi de şunu sordu:

-Ey Allahın Resulü! Allah yolunda cihad etmek ne demektir?

La ilahe illallah Muhammedün Resulullah sözünün yeryüzünde daha çok yayılması; Allah isminin daha çok yücelmesi için çarpışmaya Allah yolunda cihad etmek denir, buyurdular.

Bir sahabi de şunu sordular:

-Ya Resulallah! Allah yolunda çarpışan ve aynı zamanda dünya mallarından bir şeyler elde etmek isteyen bir şahıs için ne dersiniz?

Sevgili Peygamberimiz cevap olarak buyurdular ki:

-Ona ecir ve sevap yoktur.

Sualin sahibi sahabi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılsın diye soruyu üç kere tekrarladı. Her üçünde de cevap aynı oldu:

-Ona ecir ve sevap yoktur...

...Gaye açık!Silah ancak ve sadece Allah için çekilir.... ama nasıl kullanılır?

...kime çekilir?

Bir küçük askerî takım veya büyük bir ordu hangisi olursa olsun...

Allahın Resulü asakir-i islamı/islam askerini cihad için uğurlarken nasihat buyuruyorlar:

Sanki zaman durmuş; sanki nefesler tutulmuş herkes, her şey O'nu dinliyor; al atlar, doru atlar, cins arap atları bile.

-Allah'dan korkunuz ve emrinizdekilere adalet ve merhametle muamele ediniz.

-Allah yolunda O'nun ismi ile cihada çıkınız.

-Allah'ı inkar edenlerle çarpışınız.

-Savaşırken haddi aşmayınız.

-Ahdi bozmak, ahde vefasızlık gibi hareketlerden sakınınız... kulak-burun kesmek gibi işkenceler yapmayınız, çocukları, yaşlıları, hizmetçileri, köleleri ve din adamlarını öldürmeyiniz.

Bir yeri fethedince düşmanı önce islama davet ediniz, kabul etmezlerse cizye vermeye razı olmalarını isteyiniz, bunu da reddederlerse ölümü haketmiş olurlar....eğer bir yerde mescid varsa veya bir ezan sesi işitilirse orası bir islam beldesidir. Böyle bir yerde kılıç çekilmez...

Evet; O'nun, aleyhissalatü vesselam, mubarek nasihatlerinden çıkan netice o ki; silah, islam düşmanlarına karşı kullanılır. Ve had aşılmaz.

Sınırlarda nöbetçiler beklerken İslam Devletinin haber alma teşkilatı da çalışmaya başladı.Hicretten altı-yedi ay geçmiş durumda.Tehditleri durmayan ve müslümanlara Hac yolunu kapayan müşriklerin Şam'la irtibatları kesilerek iktisadi bakımdan zayıflatılmaları lâzım.

İşte ilk istihbarat:

Şamdan dönen bir Kureyş kervanı Medine yakınlarından geçiyor.

Peygamberimiz, derhal aziz arkadaşlarını toplayarak aralarında, Hamza bin Abdülmuttalip, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebia, Amr bin Süraka, Zeyd bin Harise, Kennaz bin Huseyn, Mersed bin Kennaz ve azadlısı Enese'nin de olduğu otuz bahadırı ayırdılar...

Efendimiz, Hazreti Hamzaya beyaz bir bayrak vererek onu bu ilk seriyyeye kumandan tayin ettiler...

Ve önce O'na nasihatte bulundular:

-Ey Hamza! Düşmandan değil Allah'dan kork! Emrin altındakilere iyi davran.Mubarek Peygamber sonra askerlere döndüler:

-Allah yolunda O'nun ismini anarak gazaya çıkınız. Allah'ı inkâr edenlerle çarpışınız...

.....Otuz sahabi, derhal silahlanarak bineklerine atlayıp düşman istikametine akmaya başladılar.

Ebu Mersed'in taşıdığı beyaz bayrak en önde rüzgarda dalgalanıyor...

İşte ilk Başkumandan: Sevgili Peygamberimiz.

İşte ilk Kumandan: Hazreti Hamzaİşte İlk Bayraktar: Ebu Mersed bin Kennaz.

İşte İlk Mücahitler: Otuz yaman atlı.

Ve haber alındıki düşman kervanını içlerinde Ebu Cehil'in de olduğu üçyüz atlı ve silahlı suvari koruyor.

Haber, İslâm askerini daha da biledi...

Hazreti Hamza komutasındaki Seriyye, düşmana Sif-ül Bahr'de yetişti...

Hamza, radıyallahü anh, askeri derhal çarpışmak için mevzilendirdi...

Düşman da çarpışma düzenine girdi...ama akıllarının almadığı bir şey vardı:

Kendilerinin onda biri olan bir kuvvet nasıl karşılarına çıkma cesareti gösteriyordu... Buna başta Ebu Cehil olmak üzere hepsi şaşmaktaydı...

Müşrikler, bu şaşkınlıkta iken Mecdi bin Amr el Cüheni, öne çıktı:

-Ya Eba Cehil arap arasında böyle şeyler doğru değildir. Bana izin verin gidip Hamza ile konuşayım. Lüzumsuz kan akmasın...

-Akmasın. Lakin. Görüyorsun işte. Bir ticaret kervanına saldırıyorlar.... Ya muhafızlar olmasaydı... Neticenin bu olacağı belliydi zaten..

Doğru doğru... Fakat bir orta yol bulurum herhalde...

-Git bakalım. Fakat fazla kalma. Meraktayız. Biz çarpışmaktan korkmuyoruz. Bunu da bilsinler!!..

-Gecikmem tasalanmayın...

...Aslında Mecdi, mahsustan böyle konuşuyodu. Aradaki kuvvet dengesizliğinden İslam birliği için endişe etmişti. Müslümanların ağır mağlubiyet alacaklarını tahmin ediyordu... Mecdi bir mümin değildi. Kendisinden arabuluculuk isteyen de olmamıştı ama; her ne hikmetse iki birlik arasında gide gele, gide gele kan akmasının önüne geçti.

Mecdi, Hazreti Hamza'ya:

-Cesaretinizi cidden takdir ediyorum. Ne varki hakikat de ortada Kureyş sizin on katınız..

-Biz düşmanın çokluğundan değil Allah'tan korkarız...

-Siz bilirsiniz. Ancak şunu da düşünmenizi isterim. Daha ilk çarpışmada yenilirseniz müslümanların istikbali tehlikeye düşer...

...işte bu doğruydu.

Müminler, öyle hassas bir noktada bulunuyordu ki ya galip gelecek ya galip geleceklerdi...

Mağlubiyet Medineyi de tehlikeye atabilirdi...

....öyleyse küffara şimdilik bu gözdağı kâfi görülmeliydi.

Dile kolay azap, işkence, zından ve Mekke'yi terk mecburiyetinden sonra silahlanarak düşmanın önüne çıkmak... Öyleyse varılan netice iyidir ve düşmanın huzurunu kaçıracak kadar güzeldir.Hazreti Hamza, müsaade etti de müşrik kervanı ancak yoluna gidebildi..

Bu elbette hamdedilecek bir neticedir...

...Medine'de sefer hakkında Resuller Resulüne malumat verilirken Mecdi'nin yaptıkları da arz edilince Efendimiz memnun kaldılar ve buyurdular ki:

-Hayırlı bir işe vesile olmuş.

Hicretten sekiz ay sonra. Şevval ayı.Bir kervanın Mısır'a gitmek için Mekke'den çıktığı haberi Medine'ye gelince Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, seksen kadar sahabiyi seçerek başlarına Ubeyde bin Hâris'i kumandan tayin ettiler...

Sevgili Peygamberimiz, Ubeyde radıyallahü anh'a da beyaz bayrak vermişlerdi...

Büyük Peygamberden dua, nasihat ve taktik alan müslümanlar, derhal müşriklerin olduğu yere doğru koşmaya başladılar.Rüzgârda uçuşan bayrağın taşıyıcısı / alemdar, bu defa Mıstah bin Üsase radıyallahü anh.
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:43   Mesaj No:47
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 8.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 8



Kureyş kâfirleri, hicret etmiş mü'minlerin Mekke'de kalan mal ve mülklerine el koymuş vermiyorlar. Az sayıdaki Mekkeli müslüman, tam bir ateş çemberi içinde. Müşrikler, bunlara eziyet üstüne eziyet yapıyor; hatta ev ve eşyalarını bile tahrip ederek kullanılamaz hâle getiriyorlar...ama buna rağmen kâfirler için asıl hedef, Mekke'den çıkamamış bu bir avuç garip mümin değil; onlar için düşman ve tehlike Medine. "Medine" denince tüyleri diken diken oluyor. Biliyorlar ki Medine, gün gün devleşmektedir...bu tehlikeyi yerinde ve daha büyümeden boğmak lâzım. Bunun için Medineli yahudiler kışkırtılıyor; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'i ortadan kaldırma planları tezgâhlanıyor, savaşlar tasarlanıyor.

Ancak "savaş" para demek. Parayla savaşılır; parayla zafer kazanılır...öyle zannediyorlar. O halde bir büyük savaşı karşılayacak para nasıl bulunacaktır?

...düşünülen çare şudur:

Ev ev bütün Mekke'den para, eşya veya hayvan ne varsa toplanarak Şam'a büyük bir ticaret kervanı gönderilecektir. ihraç edilerek orada satılan emtia bedeli ile Şam'dan ithal edilip Mekke'de nakde çevrilecek mallardan elde edilecek para, müslümanlarla yapılacak muharebeye harcanacaktır. Başta Mahzumoğulları, Abdi Menafoğulları, Ümmeyye bin Halef, Ebu Cehil olmak üzere kadın-erkek bütün Kureyş'in iştirak ettiği ellibin dinar sermayeli, bin develik bir kervan kısa zamanda hazırlanarak Şam yoluna girdi.

Eşrafdan Mahreme bin Nevfel ve Amr bin Âs da kervanda.

Müşrik kervanına otuz kadar silahlı muhafız eşlik ediyor.

Şam'ın Gazze Pazarı'na gitmekte olan bu kervanın reisi Mekkeli seçkinlerden Ebû Süfyan..

...tam ismi ile Sahr bin Harb. Ebû Süfyan ve Ebû Hanzala iki ayrı künyesi. Amr bin Âs; bu dahi insan gibi o da ileride islâmla ve ayrıca Ümmi Habibe radıyallahü anha anneciğimizden dolayı Resulullah'ın kayınpederi olmakla şereflenecek ve küffar orduları-na karşı yaptığı cihadlardan birinde bir gözünü ve diğerinde de öbür gözünü kaybedecektir...lâkin şimdi büyük bir islâm düşmanı. Hidayete kavuştuktan sonra ne kadar dövünecek; ne kadar gözyaşı dökecek ama maalesef bugün inkâr cephesinin yaman adamlarından biri.

.....

Sevgili Peygamberimiz, kervan haberini alınca bu malumatı daha da derinleştirmek istediler. Bu maksatla bir kaç muhacire vazife tevdi ettiler...görevli sahabiler, Zül Aşire mevkiine geldiklerinde Ebu Süfyan, idaresinde bir büyük Şam kervanının, bir kaç gün evvel buradan Şam istikametine geçip gittiğini öğrendiler.

İstihbarat peşindeki sahabiler, bu malumatı getirince İki Cihanın en üstünü, hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar...anlaşılan ve görünen o ki Kureyş, bir büyük hücûma geçmek için ciddî hazırlıklar içindedir. Bu alış-verişten elde edeceği kazancı silah ve diğer ihtiyaçlara yatırarak Medine üzerine taarruza geçecektir...buna mutlaka, ama mutlaka mani olmak lâzımdır...her ne pahasına olursa olsun düşmanın bu maksadına sed çekilmeli.

İslâm düşmanlarının bu niyet ve faaliyetlerinden gününde haber alınmış olması ilâhî bir lütuf olmuştur. Eğer teşebbüs vaktinde öğrenilmemiş olsaydı müminler, toparlanılması zor ağır bir sarsıntı geçirebilirlerdi...

.....

Efendimiz, emir buyurdular:

-Talha İbni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd, kervanının dönüşünü takip edecektir!...

-Başüstüne ey Allahın Resulü!...

-Başüstüne ey Allahın Resulü!...

.....



Hazreti Talha ve Hazreti Sa'd radıyallahü anhüma, Cebar mevkiine kadar geldiler. Keşdi-i Cehni isminde biri onları misafir etti.

Diğer taraftan Seçkinlerin Seçkini sallallahü aleyhi ve sellem, derhal hazırlığa başladılar.

Danışıp-konuşarak varılan karar:

Düşman kervanına Şam dönüşü el konacaktır.

Kâinatın Efendisi'nin emir ve komutasında dinimizin şan, şeref ve izzeti ve varolması ve yükselmesi için düşmana hücum etmek, esir almak, esir olmak, mecbur kalınırsa öldürmek veya şehid olmak... islâmın karasevdalısı Sahabiler için en büyük arzu...bu sebeple imanları uğruna ecdat yurdu Mekke'yi bırakarak Sevgili Peygamberimiz'in peşinde Medine'ye göçen Muhacirler; Akabe'de Resulallah'a biat eden ve şehirlerine hicret ettiği takdirde kanlarının son damlasına kadar kendisini koruyacaklarına dair söz veren Medineli seçilmişler / ensar....yani çocuklar, gençler, bahadırlar, ihtiyarlar hatta sakatlar, hatta kadınlar...şimdi de sevgililer sevgilisi büyük Nebi'nin etrafında Allah için; ser vermek ve ser almak için toplanıyorlar.

.....

Sefere iştirak etmek isteyenleden biri de Ümmü Varaka isminde bir hanım sahabi; radıyallahü anha... daha sonraki asırlarda hep şanlı numuneleri görülecek olan binlerce arslan yürekli anadan biri. Cephenin gerisinde hizmete; en önünde cihada koşan mubarek kadınların ilki ve öncüsü...

İşte aynı zamanda hafız-ı Kur'an olan Ümmü Varaka Sevgili Peygamberimiz'e istirhamlarda bulunuyor... bütün eshab, yek vücud, yek kalb konuşmaları dinliyorlar. Uzakta rüzgâr, hurma ağaçlarını hışırdatıp geçiyor; iki-üç kırlangıç eshabın ihlasından koklamak için çığlık çığlığa şöyle bir dalış yaparak aynı çığlıklarla göğün uçuk maviliğinde kaybolup gidiyorlar.

-Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Ben de sizlerle gelmek, müminlere hizmet etmek; şehid olmak istiyorum!...

O ne güzel sözdür öyle:

"Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!"

Bir mümin, Peygamberini anasından babasından ve öz canından daha çok sevmedikçe îmânı kâmil değildir. Bu sebeple Ümmü Varaka, en tabii, en içten yalvarışla "anam-babam sana feda olsun" diyor...bir şey daha feda olsun: Can; bu din uğruna şehid olmak için can da fedaya hazırdır.

Eshab-ı güzinin erkekleri bir tarafa kadınlarının bile böylesine kahramanca duygular içinde olmaları Efendimizi çok memnun etti.

Buyurdular ki:

-Ya ümmü Varaka sen burada kal; evinde Kur'an-ı Kerim oku ve bizlere dua et. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, sana şehidliği nasip eder...

Peygamberimiz, şehidlik müjdesi verdiği bu yiğit hanımdan "şehide" diye bahsederlerdi...daha hayatta iken "şehide" sıfatına kavuşan Ümmü Varaka radıyallahü anha hazretleri, Hazreti Ömer zamanında şahadet şerbetini içecektir.

.....

.....

Üç kişi muhacirînden, beş kişi ensardan olmak üzere toplam sekiz sahabi Bedr seferinden izinli. Muhacirlerden izinli olanların ilki Hazreti Osman bin Affan. Hanımı Sevgili Peygamberimizin kızları Rukayye radıyallahü anha ağır hasta olduğu için hizmetinde bulunmak maksadıyla müsaadeli...diğer iki muhacir ise kervanın dönüş gününü öğrenmek için giden Talha ibni Abdullah ve Said ibni Zeyd.

Ensar-ı kiramdan izinli olanlar ise şunlar:

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, namaz kıldırmak için Abdullah ibni Ümmi Mektum'u Medine'de vekil bıraktılar.

Medine'den çıkış tarihi oniki ramazan Pazartesi.



Ruha'ya varıp da mola verince orada da Asım İbni Abdil Ensar'ı bozgun ve ayrılık haberleri alınan Kuba ve Avil denilen köyler üzerine idareci Ebu Lübabe'yi de Medine'ye Vali olarak gönderdiler. Haris İbni Samed ve Havvab İbni Cübeyr ise deveden düşerek kaza geçirdikleri için yola devam edemiyorlardı; bu sebeple bunların da Medine'ye dönmelerine müsaade edildi ki böylece Bedr'den izinli Ensar yekunu beş kişi olmaktadır.

.....

Medine'den bir mil ayrıldıktan sonra Buyütussukya'-nın Ebu Ukbe kapısında Ebu İnebe kuyusu yanında Peygamber Efendimiz'in emriyle çadırlar kuruldu. Allah'ın Resulü eshabını teftiş ediyorlar...hasta, sakat, çocuk ve yaşlılara sefere çıkma izni yok.

Bera bin Azib'le Abdullah bin Ömer'in her ikisi de önüç yaşındalar.. Tabii çok küçük olmaları sebebiyle onlara müsaade edilmiyor. Ve daha başka küçük yaşta olanlarla çok ihtiyar olduğu için Amr bin Cemuh geri gönderiliyor

Fakat bir sahabi, daha onaltısı gibi çocuk sayılacak kadar körpe yaşta olduğu halde O'na izin veriliyor.

İşte manzara:

Umeyr bin Ebi Vakkas'ı ilk müslüman olanların yedincisi; aşere-i mübeşşere'den, bütün gazalarda bulunup kahramanca vuruşan ve islamda ilk ok atma şerefine sahib ağabeyi Sa'd bin Ebi Vakkas'dan dinleyelim:

-Ebu Ukbe kapısında kardeşim Umeyr bin Ebi Vakkas'ı bir kayanın arkasına saklanırken gördüm. "Umeyr ne yapıyorsun orada?" dediğimde; "Resulullah, beni de çocuk sayarak geri gönderebilir. Halbuki ben Allah yolunda şehid olmak istiyorum. O'nun için gizleniyordum" dedi.

-Az sonra o'nu gören arkadaşlarım, Peygamberimize haber verdiler; Efendimiz, Umeyr'i çağırdılar. Resulullah'ın huzurunda ayakta dururken belindeki kılıcın ucu nerede ise yere değiyordu. Yola çıkarken kılıcını kendisi kuşanamamış ben bağlamıştım... Merhamet Sultanı büyük Nebi, Umeyr'e "olmaz, buyurdular. Sen geri dön yaşın daha çok küçük!" Fakat korktuğuna uğrayan Umeyr, ağlamaya başladı. "Ya Resulallah anam-babam sana feda olsun. Lütfen müsaade ediniz. Ben de gelmek istiyorum. Ben de şehid olmak istiyorum! Lütfen beni geri yollamayınız! Şehid olmak istiyorum!"

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu günahsız gencin arzulu yalvarışına; boncuk boncuk akan göz yaşlarına dayanamayarak "peki, dediler, gel"...

.....

O ne coşkun ve parlak îmân ki henüz çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmak üzere iken; onaltı yaşının baharında ölüme koşan; düşmanla çarpışmaya gittiği için değil; gidemediği için billur gözyaşları döken; tarihin kaydettiği en yüksek insan örneklerinden biri ile karşı karşıyayız...Allahım senin ne kahraman kulların var...radıyallahü anh...

.....

Ensar'dan ibni Hiram ve bazı sahabiler Resulullah'ı sevindirmek için şu haberi veriyorlar:

-Cahiliyet zamanımızda yahudilerle çarpışmaya gittiğimiz zamanlarda giderken yine burada; Ebu Ukbe kapısında mola vermiş; kumandanlarımız orduyu denetlemişlerdi. O seferlerden ganimet ve zaferle dönmüştük...inşallah bu defa da biz müminler muzaffer olarak döneriz...

.....

.....

Müslümanların yetmiş deve ve üç atı var.

Atlılar; Mik'dat ibni Esved, Zübeyr ibnil Avvam ve Mersed Ganevi.

Mikdat radıyallahü anh'ın mubarek atının ismi Ba'zce, Zübeyr radıyallahü anh'ınki ise Ye'sub..

Az mü'minde kılıç var. Zırhlı insan sayısı ise onu bulmuyor...

.....

Teftiş bitince yürüyüş başladı. İki üç sahabi bir deveye nöbetleşe biniyorlar.

Fahri Kâinat Efendimiz de bir deveyi Ali bin ebi Talib, Mersed bin ebi Mersed ve Ebu Lübabe ile paylaşıyorlar. Hazreti Lübabe'nin Mekke'ye vali olarak gönderilmesinden sonra O'nun yerini Zeyd ibni Haris aldı. Son Peygamber, iki arkadaşı ile aynı deveyi ortaklaşa kullanıyor; sırası gelince de hayvandan inerek yaya yürüyor... Eshab-ı Kiram efendilerimiz, Peygamberimizden hayvandan aşağı inmemesini; yayan yürüme zahmetine girmemesini istirham ediyorlar.

İşte Âlemlerin Sultanı'nın cevabı:

-Siz yola benden daha çok dayanıklı değilsiniz. Ben de sevaba sizden daha az muhtaç değilim.

.....

Dağlardan Bedr'e varma gayreti ve bu uğurda katlanılan sayısız meşakkat. En münasip yol seçilmesine rağmen bacaklara dolanan dikenli otlar, ayakları kesen bıçak gibi taşlar, dili damağa yapıştıran, ağızda tükrük bırakmayan sıcak hava ve islamiyetin şan ve şerefi için bu zahmetlere severek, gülerek ve bu sıkıntıları nimet bilerek katlanan yüce insanlar.

...bu insanları engin bir muhabbet ve tarifsiz merhametlerle gözden geçiren Allah Resulü dua buyuruyorlar..

-Allahım!

Eshabım aç; yiyecek ver.

Allahım!

Eshabım çıplak; giyecek ver.

Allahım!

Eshabım yaya; binecek ver.

Allahım!

Eshabım fakir; imkân ver...

.....

.....

İslâm istihbarat elemanları Talha ibni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd radıyallahü anhüm, müşrik kervanının iki güne kadar Cebar'dan geçeceğini öğrenince oradan ayrıldılar. Onlar gittikten sonra kervan geldi.

.....

.....

Ebu Süfyan, çevrede müslüman casusu olup olmadığını soruşturuyor. Zira daha Gazze'de iken bazı müslümanların Zül Aşire'ye kadar geldiklerin işitmişti.

Keşdi, bir sır vermediyse de Ebu Süfyan, Cebar'a iki kişinin geldiğini ve meydandaki hurma ağacının altında develerini çökerterek bir mikdar oturmuş olduklarını etraftan öğrendi.

Kervan reisi, denilen yerde inceleme yaptı.

Yerde deve pislikleri vardı. Bunları bir sopa ile karıştırınca Medine hurmalarına ait çekirdekler gördü. "Eyvah demek ki müslümanlar hâlâ kervanı takip ediyorlardı.. Ya beklenmedik bir yerde baskın verip şu koca serveti elinden alırlarsa?" Birden paniğe kapıldı. Mekke'nin her şeyi demek olan bu kervanın Medine'nin eline geçmesi müslümanlara büyük bir maddi güç kazandıracağı gibi, Mekke'yi de iktisadi bakımdan zora sokacaktı.

Hemen Gıfar Aşiretinden Zamzam bin Amr'ı yanına çağırarak vaziyeti anlattı ve eline bir miktar altın tutuşturarak:

-Çabuk Mekke'ye git! Kervanın tehlikede olduğunu; müslümanların bizi takip ettiğini; her ân baskın yapabileceklerini haber ver. Dağ-bayır demeden kestirmeden gitmelisin. Haydi çabuk ol...

.....

.....

Zamzam'ın Mekke'ye gelmesinden üç gün evvel Âtike binti Abdülmüttalip, bir rüya görmüştü; sırlarla dolu bir şey. Sabah kalktığında hâlâ rüyanın tesirinde idi... Abbas bin Abdülmuttalib'e haber göndererek yanına çağırttı.

Abbas:

-Hayırdır; merakta kaldım ya Âtike! Umarım endişe edecek birşey yoktur...

Atike:

-Heyecanın bir faidesi yok kardeşim. Hele önce şöyle bir otur...

-Evet oturdum; seni dinliyorum.

-Tahmin ediyorum ki yakında Kureyş'in başına bir musibet gelecek!

Abbas şaşırdı:

-Bunu da nerden çıkardın durup dururken?

-Hayır kardeşim. Ne durup dururken...Dün gece bir rüya gördüm. Korkunç birşey. Hâlâ tesirindeyim.. Sanki hâlâ o ânı yaşıyorum.

-Korkunç bir rüya! Garip...tez anlat bari. Bir kâhine falan gidelim.. Bir şey yapalım.

-Hayır! Kâhin-mahin istemem. Yalnız kimseye söyleme.

-Söylemem, söylemem çabuk anlat...

-Deve üstünde bir adam gördüm. Deli mi desem, çılgın mı desem, yalancı mı desem. Tuhaf bir insan, üstünde bir acaib kıyafet Ebdah'da durmuş bağırıp çağırıyor: "Ey hayırsız Kureyş! Üç güne kadar savaş meydanında vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!!!" Bu nidayı avazı çıktığı kadar bağırarak üç kere tekrarladı. Kureyşliler başına toplandılar. Sonra adam Mescid-i Haram'a girdi. İnsanlar da onu takip ediyordu. Derken oradan çıktı. Yine aynı şekilde ve aynı sözlerle ve çirkin bir yüzle bağırmaya başladı... Ardından Ebu Kubeys dağının tepesine tırmandı. Malum sözleri ard arda üç kere orada da tekrarladı. Sonra dağın tepesinden şehrin üstüne bir koca kaya yuvarladı... kaya, parçalar saça saça hızla aşağı indi. ...kayadan fırlayan parçaların isabet aldığı her ev çöküyordu.



-Evet müthiş; müthiş bir rüyaymış.. Endişende haklıymışsın.

.....

Abbas, Âtike'nin yanından tuhaf bir ruh hali ile ayrıldı. Rüyanın muamması O'nu da sarsmıştı. Yolda Velid bin Utbe ile karşılaştı. Velid, arkadaşındaki garipliği hemen sezdi.. Abbas, bir şey belli etmemeye çalıştıysa da Velid, O'nu sıkıştırarak meseleyi anladı. Abbas, Velid bin Utbe'den rüyayı kimseye anlatmamasını rica etti. Velid, söz verdi ama; babasına nakletmekten de geri kalmadı..ertesi gün bütün Mekke bu rüyayı öğrenmişti..

Abbas, Kâbe'yi tavaf ederken, Ebu Cehil de bir gurup ahbabı ile ileride oturmuş Âtike'nin dedikosunu yapıyordu..

Abbas'a seslendi:

-Ya Ebel Fadl!! Tavafı bitirince yanımıza gel..

-Olur; geliyorum.

.....

Abbas, Ebu Cehil'in yanına gidince hiç beklemediği bir sualle şaşırdı:

-Şimdi de Abdülmuttaliboğulları ortaya kadın peygamber çıkardı öyle mi ya Abbas?

-Anlamadım! Bu ne demek? Açık konuş..

-Atike'nin şu malum rüya meselesi...

-Ne rüyası?

-Ne rüyasımış! Aranızdan bir erkek peygamber çıkardığınız yetmezmiş gibi şimdi de kadın peygamber safsatası öyle mi?

-Hayır; iftira!

-Âtike, güya rüyada görmüş ki biri: "Ey Kureyş üç güne kadar vurulup düşeceğiniz yerlere yetişin" diyormuş. Göreceğiz eğer doğru söylüyorsa elbette şu günlerde bir şeyler ortaya çıkar. Fakat üç gün geçmesine rağmen herhangi bir fevkaledelik olmazsa ne yapacağımızı biliyoruz...
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:43   Mesaj No:48
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 8.Cilt

-Ne yapacaksınız?

-Arablar arasında Abdülmuttalip kadınlarından daha yalancı insan olmadığına dair bir yazı hazırlatarak bunu her tarafta dolaştıracak ve sonra da götürüp Kâbe duvarına asacağız!!!

Abbas sertleşti:

-Yalancı sen ve kabilen Mahzumoğullarıdır! Aşağılanmaya layık olan da sizlersiniz!..

-Ey Abbas şunu bilki şan ve şerefte biz sizinle yarışıyoruz. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'de zemzem dağıtma işi bizdedir." Biz de diyoruz ki bu bir fazilet değildir. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'nin kapıcılığı ve perdedarlığı bizdedir." Bizim kabile de diyor ki bu övünülecek bir üstünlük değildir. Siz diyorsunuz ki "Meclis toplama işi bizdedir." Biz de diyoruz ki ahaliyi toplayıp yemek ve hurma yedirmek bir şeref değildir. Sonra iddia ediyorsunuz ki "Kâbe ziyaretçilerine ziyafet vermek vazifesi bizimdir." Biz de diyoruz ki biz de insanlara yemek yediriyoruz...

-Bitti mi?

-Şunu kafanıza koyun ki ey Abbas! Biz Abdimenafoğulları, şan ve şerefte Abdülmuttalipoğulları ile aynı seviyeye gelinceye kadar hep yarışacak ve peşinizi bırakmayacağız. Bunu anladığınız için "bizden bir Peygamber çıktı diyorsunuz"...bu bozgunculuğu yapmanız yetmezmiş gibi şimdi de "kabilemizden kadın peygamber de çıktı" demeye başladınız.. Hayır! Lat ve Uzzaya ondulsun ki bunlar doğru değil. Abdülmuttalipoğulları bizi geçerek insanları aldatamaz, onların yalanlarını herkese göstereceğiz!!!

.....

O akşam hadiseyi işiten Abdülmuttalip kabilesinin kadınları Abbas'ın başına üşüştüler. Demediklerini bırakmıyorlar:

-O şeytan yüzlü adam, Abdülmuttalip erkeklerine saldırırken sen sustun ha! Yazıklar olsun ey Abbas! Biz ki seni bahadır bilirdik...

-Sadece erkeklere mi? Ebu Cehil mel'unu Abdülmuttalip kadınlarına da hakaretler yağdırmış. Ama Abbas yine O'na birşey yapmamış..

-Yazıklar olsun! Bir şerefsiz sefil adam bizlere demediğini bırakmayacak da kabilemizin erkekleri sus-pus olup çıt bile çıkarmıyacak!... Vah başımıza.

-Ey ahirete göçmüş Abdülmuttalip oğulları! Mezarınızdan kalkın da Ebu Cehile karşı bizi siz koruyun bari...

Kabile damarları kabaran kadınların sözleri gibi gözleri de şimşek çakıyor; bazıları dizlerini dövüyor; bazıları saçlarını yoluyor.

Beklemediği bir söz taarruzunun altında ezilen Abbas bin Abdülmuttalip ancak şunu diyebildi:

-Ben, O'na yarın ne yapacağım göreceksiniz!... Yeter ki aynı şeyleri bir kere daha desin!

Âtikenin rüyasının üçüncü günü sabahında Abbas kan beynine sıçramış halde Mescid-i Harama gitti. Ebu Cehil oradaydı. Aynı sözleri bir kere daha söylettikten sonra haddini bilmez bu azgına çullanarak esaslı bir meydan dayağı atacaktı.

Abbas, Ebu Cehil'e doğru yürürken O, birdenbire bir sesi dinliyormuş gibi yaparak Sehmoğulları Kapısı'na doğru fırlayarak Mescid-i Haram'dan çıkıp gitti..

Abbas kendi kendine "vay saldırgan korkak vay!.. Niyetimi anlayınca nasıl da bir anda kaçıp kayboldu" diye düşündü..

Ebu Cehil suratsızı, kimseden kaçmıyordu. Abbas, kendine doğru gelirken bir takım sesler işitmiş ve oraya doğru koşmuştu. Sesin sahibini görünce olduğu yerde dona kaldı. İşte meşhur rüyada tasvir edilen adam şurada bağırıp duruyordu.

Üstündeki gömleğin önünü ve arkasını yırtmış, devesinin semerini ters vurmuş Zamzam, sanki o rüyadan ve rüyadaki adamdan haberliymiş ve sanki onun taklidini yapıyormuş gibi aynı çılgın tavırlar ve aynı şaşırtan manzara ile avaz avaz bağırıyor ortalığı mübalağalı bir şekilde velveleye veriyordu...bunlar bir samimiyetin sıcak çığlıklarından çok avucuna sıkıştırılan dinarların iki yüzlü bağırtısı idi.

-Heyy Kureyş! Şam kervanı tehlikede! Müslümanlar, kervanı bastı basacak! Durmayın, çabuk Ebu Hanzala'nın imdadına yetişin! Yetiştiniz yetiştiniz. Yetişemezseniz kervan, müslümanların eline geçecek! İmdat! Durmayın! İmdaaat!!!...

.....

Zamzamın bağırışını işiten yanına koştu.

Hadisenin tafsilatını öğrenmek istiyorlardı.

Ebu Cehil, derhal Mekke'de seferberlik ilan etti. Eli değnek tutan herkes, düşmanın üstüne yürüyecekti.

Süheyl ibni Amr, milletin şecaat damarlarını kabartan şeyler söylemeye başlamıştı bile... Kureyş erkekleri, savaş için toplanmaya başladılar....duracak zaman değildi. Daha evvel de Hadrami'nin kervanını vurmuşlardı ama; şimdi buna izin vermeyeceklerine and içtiler...tabiî bu arada araya büyük bir hadise girmiş olduğundan Abbas bin Abdülmuttalib de Ebu Cehil'i unuttu...

İslâm düşmanları, kısa zamanda Mekke meydanına bir ordu topladılar... Ebu Cehil, o yılan bakışlı kupkuru adam, mevcudu tek tek süzdü; gelmeyenler varsa onları tesbite çalışıyordu...

Evet sefere iştirak etmeyenler vardı:

Ebu Leheb ve Umeyye bin Halef.

Kureyş'in bu iki çok namlı insanı nasıl olur da akından geri kalırlardı?

Ebu Leheb, Atike'nin rüyasından korkmuştu. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'e karşı dinmez kinler beslemesine rağmen; rüyanın kendileri için pek de iyi olmayan şeyleri haber verdiğini sezdiğinden evinde kalmıştı.

Ebu Cehil ve diğer Kureyş reisleri yanına giderek çok ısrar ettiler:

-Sen bu kavmin büyüğüsün! Sen gelmezsen bizim sözümüzü kim dinler.

-Evet Ebu Cehil doğru söylüyor ya Eba Leheb! Sen hepimizin büyüğüsün. Bu hesap gününde aramızda ve başımızda olmalısın..

-Hayır ben gelmeyeceğim siz gidin..

-Ya Eba Leheb senin bu sefere mutlaka katılmanı istiyoruz. Söz almadan şu eşikten dışarı adım atmayız.

-Yemin olsun yerimizden kıpırdamayız.

-Evet günlerce burada kalır yine fikrimizden caymayız.

-Pekâlâ..öyleyse şöyle yapacağız. Ben yine gelmeyeceğim ama yerime adam göndereceğim.

-Kimi?

-Kardeşin Âs bin Hişam'ı ya Eba Cehil. İflas ettiğinden kendisinde olan dörtbin dinarımı alamadım. Söyleyin O'nda olan bu alacağıma karşılık benim yerime sizinle harbe gelsin..buyurun. Maksat hasıl olmuştur.

.....

Ebu Leheb kâfirinin yanından biraz da asabi şekilde ayrılan Ebu Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt'la beraber Umeyye bin Halef'in kapısına vardılar.

Umeyye daha evvel Sa'd bin Muaz'dan Efendimizin bir sözünü işitmiş ve iliklerine kadar titremişti: "Benim ümmetim Ümeyye bin Halefi katleder!"

Bunu diyen asla gerçek dışı konuşmamış ve hiç bir gün olmayacak bir şey söylememiş "Muhammed'ül emin"di. O yüzden Umeyye, Ebu Cehil'i uyutabilirse bir kenarda kalmaya karar vermişti.. Ama ne mümkün! İşte Ebu Cehil, hızla kapıya vurmaya başladı bile. Koşturan Umeyye:

-Geldim, geldim!

-Ya Umeyye...

-Oo siz misiniz ya Eba Cehil. Ukbenin elindeki o ateş dolu tava nedir öyle? İçeri gelmez misiniz?

-Vaktimiz dar ya Umeyye? Bir şeyden haberin yokmuş gibi öyle serin davranma. Müslümanlar, Kureyş hazinesi bir kervanı basarken biz Umeyye'nin evinde rahat sedirlere uzanıp alev renkli şaraplar içip söz dahisi arap şairlerinin şiirlerini mi söyleyeceğiz? Durma çabuk atını, zırhını, kılıcını al ve gel...

-Ama ya Eba Cehil! Ben hem şişman; hem yaşlıyım.

-Yalancı! İşine gelince yaşlı ve şişman olursun. Al öyleyse şu sürmeyi kadınlar gibi evinde otururken gözlerine çekersin. Ukbe ateşe buhur dök de ver ki bizden sonra tütsülensin!..

Umeyye bin Halef; Bilal'i Habeş radıyallahü anh'ın efendisi iken müslüman oldu diye O'na en vicdansızca zulümler yapan kibir putu. Şimdi bu adama kendi dindaşları kadın yerine koyarak alenen hakaret ediyorlardı. Kurnaz Ebu Cehil, en sinirli anında bile muhatabının hassas tarafını tahrik etmesini bilmişti..

Umeyye:

-Hayır ben kadın değilim. Buhur da sürme de size kalsın...ben ömrüm boyunca şerefli ismime leke sürdürmedim. Birazdan orada olacağım, siz gidin!..

.....

Umeyye, hemen evden çıkarak Mekke'nin en seçme ve en sür'atli devesini sahibine bir dolu para ödeyerek satın aldı ve hazırlık için evine geldi. O'nu gören hanımı:

-Hayrolsun ya Umeyye! O kadar bineğin varken bu deve nedir; bu telaş nedir?

-Harbe gidiyorum!

-Ne, ne dedin? Harbe mi? E, peki o Medine'linin dediğini unuttun mu?

-Hayır unutmadım. Ama Ebu Cehil bir bela gibi yapıştı yakama. Söz verdim. Bir mikdar aralarında bulunup ayrılacağım.

-Ayrılacakmış! Sen öyle zannet! Ebu Cehil'in pençesine düştükten sonra artık ayrılamazsın.. Ah Ebu Cehil ah!.

.....

Umeyye Mekke meydanına geldiğinde hayli kalabalık toplanmıştı.

Suheyl bin Amr:

-Ey Kureyş!

İşte kahramanlığımızı gösterecek gün, bugün! Haydi yiğitliğinizi göstermeye! Deve lazım olana işte develer! Ok, kılıç, mızrak isteyene hepsi var. Seçip beğensin. Yiyecek isteyen dilediğinden, dilediği kadar alsın!!!

Diye nida ediyordu. Daha başkaları da Kureyşlilerin damarlarını kabartacak; onları kışkırtacak sözler söylüyorlardı:

Zem'a bin Esved:

-Lat ve Uzzaya andolsun! Bin kere andolsun ki Kureyş kabilesinin başına bundan daha büyük felaket gelmemiştir. Şu işe bakın ki Muhammed'le Yesribli şu basit çiftçiler asil Mekke tüccarlarının kervanına saldırıyor. Kureyş, tarihinde hiç böyle bir zillete maruz kalmış mı? Duracak zaman değil. Kimin ne eksiği varsa işte her şey burada tamamlasın!.. Eğer bu tehlike bugün bertaraf edilemezse; onları yarın Mekke kapılarında da durduramazsınız!

Tuayme bin Adiy:

-Evet Zem'a doğru diyor. Mallarımıza el koymayı mubah sayıyorlar. Bu kervana kadın-erkek bütün Abdi Menaf oğulları katıldılar! Şimdi bu koca servet müslümanların eline mi geçecek? İşte benden ordumuza yirmi deve yükü yiyecek.

Abdullah bin ebi Rebia beşyüz dinar, Huveyt bin Abd'ül Uzza üçyüz dinarlık silah bağışladı.

Tartışmalardan sonra Allah düşmanları şu karara vardılar:



-Bu harbe her Kureyşlinin iştirak etmesi mecburidir. İştirak edemeyen olursa; onlar da yerlerine adam bulup göndermeye mecburdur.

.....

Kureyş kısa zamanda hazırlandı...ancak bir korkuları vardı. Ya Kureyş'in hasmı Bekiroğulları, müslümanlarla çarpışırken kendilerine arkadan saldırırsa!

Kureyş'in ileri gelenleri, Bekiroğullarının ileri gelenleri ile görüştüler...bazı tavizler karşılığı Bekiroğullarının Kureyşe saldırmayacağına dair teminat ve kefalet alındı.

Bunun üzerine, örme zırh ve dövme zırhlara bürünmüş kılıçlı, mızraklı, yerinde durmayan cins arap atları ve soylu develere binmiş müşrik ordusu... arkada tef ve şarkılarıyla orduyu coşturan güzel sesli kadınlar, hürriyetlerine kavuşmuş cariyeler olduğu halde yürüyüş başladı.

Utbe bin Rebia ve Şeybe bin Rebia da Kureyş ordusundaydı...bunlar sefer için kılıç kuşanıp zırh giyerken kendilerini köleleri Addas gördü. Bir fevkaledelik olduğunu gören bu garip mümin merakla sordu:

-Ne oldu? Nedir bu hal? Nereye gidiyorsunuz?

-Hani Taifte iken bizim bağın yanına yorgun ve ayakları kanlar içinde bir adam gelip oturmuştu.

-Evet, benimle üzüm göndermiştiniz.

-İşte O adam ve taraftarları ile savaşa gidiyoruz.

Sanki Addas'ın başından kaynar sular dökülmüştü.

-Ey efendilerim! Sizin "O adam" dediğiniz en son Peygamber.. Yalvarırım gitmeyin. Bir Peygambere kılıç çekilmez. Emin olun savaşa değil; felakete gidiyorsunuz. Gelin bir kerecik de siz beni dinleyin; bu habis işten vazgeçin..

Addas'ın gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu ama Utbe ve Şeybe çıkıp gittiler.



Az sonra oraya As bin Münebbih bin Haccac isminde bir genç geldi...

-Nedir bu gözyaşları ya Addas? Niye böyle rengin uçmuş?

-Felakete gittiler; düşüp ölecekleri yere kendi ayakları ile gittiler.

-Kim?

-Utbe ve Şeybe Resulullahla çarpışmaya gittiler.

-Ya Addas! Muhammed hakikaten peygamber midir?

Soru, bu sağlan iman sahibi mubarek Sahabiyi zangır zangır titretti. Tüyleri diken diken olmuştu:

-Vallahi O bütün insanlara gönderilmiş son Peygamberdir.

.....

.....

Mü'minler Bedr'e doğru yol alıyorlar. Akik mevkiinde iken Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, eshabı arasında Medineli müşriklerden Hubeyb bin Yesâf ile Kays bin Muharris'i gördüler.

Cesur ve mahir bir savaşçı olan Hubeyb bütün yüzünü örtecek şekilde bir miğfer giymiş olmasına rağmen Kâinatın Efendisi, kendisini tanıdılar; ve Sa'd bin Muaz radıyallahü anh'a:

-Ya Sa'd! Sağ tarafında giden Hubeyb bin Yesaf değil mi? Diye sual buyurdular.

-Evet ya Resulallah; Hubeyb ve Kays...

İslama gelmedikleri halde bu iki kişi, islâm saflarında ne arıyordu; onların bu kutlu saflarda, bu üstün insanlar arasında ne işleri olabilirdi? Bir hesapları var ki sonu meçhul bir seferin ortasına dalmışlar? Evet bir hesapları var...nasıl ki bu akında bulunan muhacirin ve ensarın bir hesabı varsa bu iki Medineli gayrımüslimin de bir hesapları var...ancak eshab-ı kiram aleyhimürridvan efendilerimizinki ahiret hesabı; bu iki insanınki dünya hesabı; dünya menfaati... Seçilmiş ve süzülmüş iyiler cemaati eshab'ın hesabı şu:

Sevgili Peygamberimiz'in rızasına kavuşmak. Yüce Allah'ın rızası ancak ve ancak O'nun sevgilisinin sevgisini kazanmakla mümkün... Eshab, can pazarına bu maksatla çıkıyorlar..herşeyin bir bedeli var; bu rızanın en zirve noktadaki bedeli de ölümü hayata tercih etmek..

Hubeyb bin Yesaf ile Kays bin Muharris'in hesapları ise dünyalık...onlar müşrik kervanına karşı çarpışarak bir kaç dünyalık bir şey elde etmek için gelmişler...ne yapsınlar; işin idrak ve özünden haberli değiller...olamazlar da. Ta ki kendilerine hidayet erişene kadar.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, iki yabancıyı yanlarına istettiler:

-Siz ne maksatla bizimle geliyorsunuz?

Cevapları şu:

-Anneniz Halime Hatun tarafından sizinle akrabayız. Ayrıca şimdi de komşuyuz. Tecrübeli birer cengaveriz; iyi dövüşürüz. Saflarınızda Mekke'lilere karşı çarpışmak buna mukabil biz de ganimet malı almak istiyoruz.

Peygamberimiz sordular:

-İslamiyete girdiniz mi?

-Hayır; müslüman değiliz.

-Öyleyse geldiğiniz yere geri dönün. Bir müşrike karşı bir başka müşrikin yardımını kabul edemeyiz. Dinimizde olmayan saflarımızda da olamaz.

Yürüyüş devam ediyor...bir zaman gittikten sonra Hubeyb, Beyda'da bir kere daha Efendimiz'e geldi ve kendilerine de izin verilmesi için ısar etti:

-Benim nasıl bir kahraman muharip olduğumu; düşman saflarında nasıl gedikler açtığımı herkes bilir...müslüman olmamızı şart koşma; sırf ganimet almak için saflarınızda mücadele etmemize izin ver. Hasımlarınla dövüşelim.



Sevgili Peygamberimiz:

-Allah'a ve Resulüne îmân ettiniz mi?

Diye sordular.

Hubeyb:

-Hayır, dedi..

-Öyleyse geri dönünüz..

Geri döndüler...

.....

Eshab-ı Kiram aleyhimürridvan, ilk gün yola oruçlu olarak devam ettiler...ama ikinci gün Resulullah efendimizin emirleri ile ve cihaddan sonra tekrar tutmak üzere ağır tabiat ve iklim şartları yüzünden oruçlar açıldı.

O, yüksek insan da, oruçlarını açmışlardı.

Akik Vadisinden sonra ibni Ezher Deresi'ne kadar ıssız yollar takip edildi. Bu dereye varıldığında mola verildi. Sevgili Peygamberimiz, bir ağacın altına indiler...bu sırada Efendimizin güzel arkadaşı Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh da taşlardan bir küçük mescid yaptı. Resulullah Hazreti Ebubekr'le birlikte bu mescidde namaz kıldılar... Bir kaç gün burada kalındı.

Sonra Zülhuleyfe, Zâ'tül reyş, Türban yolu takip edildi.

Türban'da iken Efendimiz, karşılarındaki dağ yamacında bir geyik gördüler ve Sa'd bin ebi Vakkas'a:

-Ya Sa'd geyiğe bak! Buyurdular.

Hazreti Sa'd, Peygamberimizin muradını anladı; ve derhal nişan vaziyeti aldı. Resulullah, oku kendi mubarek elleri ile Sa'd radıyallahü anh'ın omuzuna yerleştirdi ve:

-At ya Sa'd, dediler ve, Allahım Sa'd'ın okunu isabet ettir, diye dua buyurdular.

Vınlayan ok, Resuller Resulü ve O'nun aziz arkadaşlarına rızık olma nimetine kavuşan mubarek ceylanı boynundan vurarak devirdi.



Sevgili Peygamberimiz tebessüm buyuruyorlar.

Biraz sonra nefis bir kızarmış geyik kokusu tâ uzaklardan bile alınıyordu...

.....

Müslümanlar Ruha'ya geldi. Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:

-Rûhâ arap vadilerinin en güzelidir...

Ruha'da konakladılar.. Hubeyb bin Yesaf, geri dönmüşken tekrar müslümanların yanına geldi ve Resulullahın yüsek huzurlarına çıkmak istediğini bildirdi. Âlemlerin efendisi kabul ettiler. Hubeyb ısrar ediyor.

-İzin ver ben de Mekkelilerle çarpışayım.

-Dinimizde olmayan; saflarımızda da olamaz ya Hubeyb! Önce Müslüman ol; sonra çarpışırsın..

İşte o ân Bedr yolunda islam, bir yiğit daha kazandı; Hubeyb bin Yesaf müslüman oldu; radıyallahü anh..

...böylece Peygamberler Peygamberi, kahraman ve korkusuz bir savaşçı olduğunu beyan eden ve islam saflarında yer almak isteyen birine kılıcı önce küfrüne çektiriyordu...Hubeyb bu cesareti gösterek Hazreti Hubeyb oldu...

Kays bin Muharris ise maalesef gitti...ama hidayet O'na da nasib oldu; islam ordusunun Bedr'den dönüşünde Kays da müslüman olacaktır.

Ebu Lübabe ve Asım ibni Abdil Ensar vazifeli olarak; Haris ibni Samed ile Havvab ibni Cübeyr ise yola devam edemeyecek kadar ciddi bir kaza geçirdikleri için Ruha'dan geri gönderildiler.

.....

Peygamberimiz komutasında yürüyüş devam etti.. Safra köyüne yaklaşınca bu köy solda bırakılacak şekilde bir dirsek yapılarak Zefiran Vadisine girildi ve bir müddet gittikten sonra Safna Vadisine varıldı. Müslümanlar burada Şam kervanı hakkında gönderdikleri habercilerden haber bekleken; Kureyş'in kuvvetli bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrendiler.

.....

.....

Bedr'e yaklaştığı sırada Cebar'da kervanın müslümanlar tarafından takip edildiğini anlayan Ebû Süfyan, Şam-Bedir-Mekke hattını değiştirerek Bedir'i solunda bırakacak şekilde Şam-Kızıldeniz sahil şeridine yöneldi ve bir ân evvel takipten kurtulmak için kervanın sür'atini arttırdı...kervandakilerden bazıları önce vaziyeti kavrayamadıkları için hem gidiş yolunun değiştirilmesi hem de kaçarcasına gidilmesine bir mânâ verememişlerdi? Nihayet tehlike kalmadığına; selamet sayılacak bir yere vardıklarına kanaat getirince Ebu Süfyan bin Harb, hızını kesti ve yanına Kays bin İmr'ül Kays'ı çağırarak:

-Bir tehlike geçirdik. N'olur n'olmaz diyerek Zamzam'ı Mekke'ye yardım getirmesi için yollamıştım.

-Evet ya Hanzala.

-Şimdi böyle bir tehlike kalmadı. Hemen bineğine atla ve Kureyş'i nerede olursa olsun bul ve tehlikenin geçtiğini haber ver. Vazifen gayet mühimdir. Lüzumsuz yere kan dökülmemeli; çabuk olmalısın.

-Derhal!..

Müşriklere gelen Kays bin İmr'ül Kays, Ebu Süfyan'ın haberini vererek.

-Kervan emniyettedir. Ebu Süfyan, hiç kimsenin endişeye kapılmamasını ve bu yüzden sefere çıkılmamasını tenbih etti.

...dediyse de fırsatı bir kere yakalamış olan Ebu Cehil, teklifi reddederek ateşli bir konuşma ile milleti coşturdu:

-Ey Kureyş! İçimizden çıkan biri, inandıklarımızı, geleneklerimizi reddederek kendisinin ahir zaman nebîsi olduğunu iddia etti ve Allah tarafından vazifeli olduğunu söyledi!.. O, bunları söyler ve aramızdan bir takım saf kimseleri müslüman yaparken; biz ne yazık ki gerekli cesareti göstererek O'na hakettiği cezayı veremedik. Bizim zamanında cezasını veremediğimiz O insan, bugün elimizden kurtularak Medine'nin başına geçmiş, kervanlarımızı basarak bizi cezalandır-maktadır. Bu karşımıza çıkan, belki de son fırsattır. Müslümanlar, hergün daha çoğalıyor; her gün biraz daha kuvvetleniyorlar. Bana kalırsa ölmek var dönmek yok diyorum. Bunları kendim için mi istiyorum? Hayır! Ebu Cehil Amr bin Hişam, bu fani dünyada her şeyi gördü ve her şeye kavuştu. Benim korkum bütün arap kabilelerinin müslüman olarak yolumuzdan çıkmaları; nesillerin bozulmasıdır. Eğer; "biz, evlatlarımızın müslüman olmalarına razıyız" diyorsanız; haydi geri dönelim. "Sen bilirsin" diyorsanız. Ben, "Cenk" diyorum. Siz ne diyorsunuz ey Kureyş?

-Cenk! Cenk edelim!!!

.....

Ebu Süfyan'a dönüp gelen Kays, olanları anlattı ve Ebu Cehil'i ikna edemediğini ve bir harbin, adım adım yaklaşmakta olduğunu söyledi.

Bu haber üzerine Ebu Süfyan hayret edilecek kadar doğru şeyler söyledi:

-Kureyş'e yazık oldu. Bunlar hep Amr bin Hişam'ın Kureyş hakimi olma ihtirasının zararları...

.....

.....

Diğer taraftan Ahnes bin Ebi Şerif, reis vekili olduğu Zühreoğullarını harpten caydırmaya uğraşıyordu:

-Bakın kervan kurtuldu. Reisimiz Nevfel'e de zarar gelmedi. Muhammed'le çarpışmaktan vaz geçin. Çünkü sizin çok yakın bir akrabanız. Biraz sabredin; biraz bekleyin. Bunda ne ziyanınız olur ki? Şayet O, hakikaten bir Peygamber ise bu sizin için de bir yüce şeref olur. Eğer Peygamber olmadığı anlaşılırsa zaten başkaları O'nunla harp ederler. Mutlaka geri dönün. Ebu Cehil'in sözü ile amel edilmez. O kara- kuru, sinir küpü adam, insanın ancak başını derde sokar.

Beni Zühre kabilesinden birisi sordu:

-Peki nasıl bir çare bulalım?

-Şöyle yaparız, dedi, Ahnes. Akşam olunca ben kendimi deveden aşağı atarım. Siz "Ahnes'i yılan soktu" diye feryad eder ve ben olmadan sefere gidemeye-ceğinizi söyler ve geri dönersiniz.

Beni Zühre, Ahnes'in bu zekice buluşu ile bir felaketten kurtuldu.. Bu kabile ile birlikte onların müttefiki Ubeyye ibni Şerik en-Nakıy da geri döndü.

.....

.....

Kureyş'in bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Resulullah efendimiz, Eshab-ı Kirama buyurdular ki:

-Kervanı mı takip edelim? Gelen düşmanı mı karşılayalım? Ey eshabım! Siz ne dersiniz; fikriniz nedir?

Bir kısım arkadaşları, Kureyş kervanının takip edilerek kendilerinin Mekke'de kalan ve düşmanın gasp edip bir türlü vermediği mal ve mülklerine karşılık onların kervanına el konulması taraftarıydı...bazıları da düşmanın sayı ve silah üstünlüğünü dile getirdiler.

Hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ömer efendilerimiz, bu gelenlerin Kureyş'in müslümanlara en fazla düşmanlık besleyenleri olduklarını; mağlup edilmeleri halinde islâmın önünden mühim engellerin kalkacağını bu sebeble cihad etmenin isabetli olacağını beyan ettiler.

Mikdat İbni Esved Hazretleri söz aldı:

-Ya Resulallah! Allahü teâlâ, ne emrediyorsa öyle yapınız. Biz, İsrailoğullarının Peygamberleri Musa aleyhisselama dediği gibi demeyiz. Malümâliniz olduğu üzre onlar, O büyük Peygambere "ya Musa git Rabbinle beraber düşmanla savaş" demişlerdi. Biz ise: ey Allah'ın Resulü emrindeyiz! diyoruz.. Canımızı, malımızı; her şeyimizi Allah ve Resulünün yolunda feda etmeye hazırız. Tâ Habeş diyarına gitsen gideriz. Sana bağlıyız ve kararını bekliyoruz...öl dersen ölürüz. Bu can nedir ki senin için vermeyelim?

Sevgili Peygamberimiz, Mikdat Hazretlerinin gönül ferahlatan bu güzel sözlerine çok memnun oldular ve O'na dua ettiler.

.....

Mekkeli müslümanlar / muhacirler, böyle diyordu.

Ya Medineli müslümanlar / ensar ne diyor?

Ensar, Medine'ye hicret ettiği takdirde Resulullah'ı canla başla koruyacaklarına dair Akabe'de söz vermişlerdi; ama Medine dışı için herhangi bir vaadleri yoktu...

Bu sebeple sual buyurdular:

-Eyyühe'n nâs!/Ey insanlar! Siz ne dersiniz?

Medineli mü'minlerden Sa'd ibni Muaz Hazretleri söz aldı:

-Ya Resulallah! "Ey nas" diyerek bizleri ayrı ayrı saymadığınıza ve burada Ensar çoğunlukta olduğuna göre mubarek sözünüz bize olmalı. İşte bütün Ensar hazır; tahmin ediyorum onlar da benim gibi düşünüyorlar.

Ensar, Sa'd hazretlerini tasdik etti.

-Ya Resulallah biz sana îmân ettik! Nübüvvetini tasdik ettik. Her ne getirdi isen hakdır ve doğrudur. Seninle Akabe'de sözümüz var. Her nerede olursa olsun her ne pahasına olursa olsun; canımızı Allah Resulunün uğruna vermeye hazırız. Emrinizin başımız üstünde yeri vardır. "Bir denizin bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız" desen gözümüzü kırpmadan suya atlarız. Harpte elbette sabredecek ve en şerefli şekilde dövüşeceğiz. Arzumuz Allah'ın Resulünü sevindirmektir. Allahın rahmeti, O'nun Resulünün ve yolunda gidenlerin üzerine olsun!..

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bu sözlere de çok memnun oldular. Ve Sa'd'e de dua ettiler.

Ve Eshab-ı Kiram'a müjde verdiler:

-Ey eshabım! Size müjdeler olsun ki Hak teâlâ hazretleri, bana düşmanın iki kafilesinden birini ele geçireceğimizi vâdetti. Ya Şam'a giden ticaret kervanı veya Kureyş ordusu malı-mülkü ile müslümanların olacaktır.

-İnşallah ya Rasulallah!

-İnşallah!

-İnşallah.

......

Yola devam ettiler.



Zefiran'ı takiben Esafir Tepesi, Debbe köyü geçilip Hannan Kum Dağı sağda bırakıldıktan sonra Bedr yakınına vardılar.

.....

.....

Bedir, bu isimdeki birinin açtığı bir kuyu adı. Kuyu etrafında zamanla Bedir Köyü kurulmuş. Medine'nin güneybatısında Mekke-Medine-Şam yollarının kesiştiği bir ortak nokta.

Müslümanlar, dağ yollarını takip ederek Bedr Vadisine ulaştılar. Anayollardan gelen münkirler ise kum tepesinin arka-sındaki Yelyel Vadisinin Bedr'e en uzak yerine kondular.

Vadi, ince yumuşak kum içinde; mü'minler, kumlarda bata çıka yürüyebiliyorlar.

Resuller Önderi, muhacirîn ve ensarı dinledikten sonra açıkça bir şey demedilerse de belliki hava savaş kokuyor...

Allâh'ı inkâr ve O'nun hak Peygamberini reddedenler, müslümanları imha niyet ve kasdı ile gelirken; mü'minlerin kervan peşine gitmeleri hem yanlış olur, hem de küffar, bunu "müslümanlar kaçtı" şeklinde yayardı.

Sevgili Peygamberimiz'in Hicret'ten sonra hakkında bilgi edinmek için zaman zaman Bedr'i sormalarındaki sırrı eshab, şimdi şimdi anlıyor.

Resullullah, yanına Katade ibni Numan ve Muaz ibni Cebel'i alarak deve sırtında etrafı dolaştı. Düşman hakkında malumat elde etmek istiyordu...

Süfyan-ı Zamiri isminde yaşlı bir kimseye rastladılar.

Efendimiz, ihtiyara kendilerini tanıtmadan Kureyş Ordusunu sordular. Süfyan, duyduklarına dayanarak ordunun Mekke'den çıktığı günü ve şimdi muhtemelen bulunması gereken yeri bildirdi. Peygamberimiz, dediklerinin isabetini anlamak için Muhammedîler hakkında bildiklerini de sordu. Medine'den ayrıldıkları tarihi ve şu an bulundukları yeri elifi elifine doğru tahmin etti...demekki ihtiyarın Kureyş hakkında dedikleri de doğruydu.

.....

Sevgili Peygamberimiz, Hazreti Ali, Zübeyr bin Avvam ve Sa'd ibni Ebi Vakkas'ın da aralarında olduğu bazı sahabileri çevreyi tarayarak düşmanın yeri hakkında bilgi toplamaları için gönderdi.

Sahabiler, ayrılmadan onlara şunu buyurdular:

-Şu karşı küçük tepenin arka eteğindeki kuyu başından bazı bilgiler toplayacağınızı zannediyorum.

Buraya gelen vazifeli eshab, düşman sakalarını kuyudan su çekerken buldular. Mü'minleri gören sucuların bazıları develeri ile kaçtılarsa da ikisi yakalandı. Haccacoğullarının kölesi Eslem ile Âs bin Saidoğullarının kölesi Ariz Ebu Yesâr da yakalananlar içindeydi. Sahabiler, yakaladıkları sakaları islâm karargâhına doğru getirirken kaçanlar da son sür'at Kureyş çadırlarına doğru deve koşturuyor-du...ilk yetişen Uceyr oldu. Heyecanla bağırıyordu:

-Nihayet müslümanlar sakalarınıza da saldırdı. Bazı arkadaşlarımız ellerine düştü. Beni duydunuz mu ey Kureyş?

Bu sırada Kureyş ordusu kızartılmış deve etleri yemekteydi. Uceyr'i işiten Hâkim bin Hizam yemeği olduğu gibi bırakarak kalktı ve diğer Kureyş büyüklerine gitti.

.....
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:44   Mesaj No:49
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Sevgili Peygamberim 9.Cilt

SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 9



İşte bütün zamanların en büyük ve en mânâlı savaşı...küfür ve iman orduları, sür'atle birbirinin üstüne yürüyorlar. İman ordusu, üçyüzbeş kişi iken küfür ordusu, bunun üç katından fazla; dokuzyüzelli kişi... küfür ordusu, müslümanların sayı azlığına aldanıyor ve bu aldanışın verdiği emniyetle doludizgin gelmekte...iman ordusu ise yüce Allah'ın kalblerine ilham ettiği muazzam cesaret hissi ile müşrikleri az gördüklerinden onlar da düşmanın üstüne aynı sür'atle yürümekte...sanki iki dağ, yerlerinden kopmuş heybetle yekdiğerinin üstüne yürüyor.

...ama; islâm düşmanları, daha harbin başında zafer sarhoşluğu ve büyük bir dağdağa ile koşarken ilk darbeyi bir mucize ile yediler...onlar, dört koldan oklar atarak islam ordusuna doğru gelirken; bir ânda ortaya çıkan beklenmedik bir kum fırtınası, müşriklerle at ve develerinin ağız, burun ve gözlerine doldu...kum, bakır bir leğene çakıl taşı düşüyormuş gibi ses çıkarıyordu. Küfür cephesi, dehşetli kum fırtınası ile şiddetle sarsıldı. Ne olduğunu; neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek islam ordusuna hücum emrini verirken düşmana yerden aldıkları bir avuç kumu savurmuş ve dua etmişlerdi: "Yüzleri kara olsun! Allahım, kâfirlerin kalplerine korku; dizlerine titreme ver..."

...hepsi hepsi bir avuç bir şeyken şiddetli bir kum dalgası gibi düşmanı sarsan kumlar; daha doğrusu ahir zaman Resulünün mucizesi, düşmanı ta iliklerine kadar ürpertti. Kalplerini ilk "acaba" ve ilk korku hisleri yokladı...dizlerinde bir titreme duydular.

......

...dua desteği ile düşmana fırlatılan bir avuç kumla, umulan bütün fayda elde edilmişti...yalnız o bir avuç kumu çöl fırtınalarına çeviren; bir atan ve attıran vardı... Peygamberimiz, atmış; Allahü teâlâ ise attırmıştı; azı çok yapan; azıcık kumu koca bir ordu ile bineklerinin ağzına burnuna dolduran elbette Allahımızdı. Kur'an-ı Kerim bunu haber veriyor; işte: Sen atmadın; fakat Allah attı.

Mücahidler, düşmana önce ok attılar; sonra taş yağmuruna tuttular...kum fırtınası şaşkınlığını henüz atlatan islâm düşmanları, hemen ardından yeni bir şaşkınlığı yaşadılar; Müslümanlar, onları ta uzaktan taşlarla dövüyorlardı...taşlar, düşman askerleri ile at ve develerinin başına gülle gibi inmekteydi...

...kalkanları ile zor-güç korunarak üzerlerine gelmekte olan peygamber ordusuna mızraklarla hücuma geçtiler. Onların mızraklarla saldırmaları üzerine müminler de mızraklarla savaşa başladı ve bunu amansızca inip kalkan, kılıçlar takip etti... şimdi ok, kılıç, mızrak sesleri birbirine karışıyordu...ama, müslümanlar, sadece sayıda değil binek, ok, mızrak, kılıç ve kalkanda da Mekke ordusundan zayıflar. Hatta zayıf da değil; arada mukayese edilmeyecek kadar fark var...düşman, sayı ve silah üstünlüğüne sahip...mücahidler, bunlarda gayet zayıflar fakat bir şeyde emsalsiz; benzersiz üstünlüğe malikler. Onlar, imanın en yüksek noktasındalar...bir tarafta müslümanlığı daha doğduğu ân boğup yok etmek isteyen bir ordu; bir tarafta Allah askerleri; kahraman mücahidler.

Efendimiz, merkeze ve bütün orduya kumanda ediyorlar...üzerlerindeki zırhla bellerindeki kılıç, Sa'd bin Ubade radıyallahu anh'ın hediyesi. Sağ cenahın/tarafın kumandası Zübeyr bin Avvam, sol cenabın/tarafın kumandası Mikdat bin Esved hazretlerinde... İslâm ordusu, düşman karşısında mübarek bir hilâl güzelliği ile mevzilenmiş... Çarpışma olanca hızıyla devam ediyor... İslâm sancaktarı Mus'ab ibni Umeyr...düşman sancaktarları ise Mus'ab radıyallahü anh'ın kardeşi Zürare ibni Umeyr ile Nadr ibni Haris; Talha ibni Talha...

...iki ordu birbirine girip oklar havada vınlarken ibretli bir şey oldu; Hibbân bin Arika'nın fırlattığı ok, islâm saflarının ta arka taraflarında bulunan; hatta bu esnada su içmekte olan Harise bin Süraka'yı buldu...genç sahabi, düşmanla sıcak temasın ilk şehidi oldu...ancak garip olan, düşman okunun, ön saflardaki sahabileri aşarak Harise radıyallahü anh'ı vurması... demekki ecel gelince insanın safın önünde veya arkasında olması farketmiyordu... gerek bir arkadaşlarını şehid vermeleri ve gerekse şehidin ibretli ölüm şekli mücahidleri, daha da gayrete getirdi... "Allah", "Allah" haykırışları göklere yükseliyor..

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, tesirli bir konuşma ile islâm askerini coşturuyorlar:

- Ey eshabım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allah'a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebat eder ve çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenab-ı Hak, onu mükâfaat olarak elbette cennetine koyacaktır. Bugün şehid olacakları en yüksek cennet; Cennetül Firdevs, hazır olarak beklemektedir.

Efendimizin bu müjdesini işiten Umeyr bin Humam radıyallahü anh, daha bir aşka geldi:

- Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış...demekki cennete gitmek için bir düşman kılıcı kâfi...

Umeyr, bunları der demez, düşman saflarını yara yara ilerlemeye başladı. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da veciz sözler söylüyordu:

- Allah'a maddi azıklarla değil; ancak razı olacağı işler ve O'nun için cihad ederek gidilir. Allah korkusu, doğruluk ve iyilikten başka her şey tükenmeye mahkumdur.

Mübarek, sanki kanı ve kılıcıyla vasiyetini yazıyordu.

......

Ensar'dan Avf bin Haris radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimiz'e koştu:

- Ey Allahın Resulü! Kulun Rabbini hoşnud eden işi nedir?

Efendimiz:

- Bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallamak!

Buyurdular. Bunun üzerine Avf bin Haris, daha çevik hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına daldı.

......

......

...diğer tarafta şehidlik özlemi ile kavrulan Umeyr hazretleri, sürekli kılıç darbesi yiyordu...ama kahraman sahabi, aldığı öldürücü yaralara rağmen çarpışıyordu; ve nihayet aldığı son darbe ile çok özlediği şehidliğe kavuştu ve ruhu cennete kanat çırptı...kılıçla şehid olan ilk mücahid Umeyr bin Humam radıyallahü anh'dır.

......

Bütün islâm askeri, bu harbin ne demek olduğunu; ne mânâya geldiğini çok iyi biliyorlardı... Bu sebeple mutlaka kazanmak azmiyle çarpışıyorlardı..ama ne çarpışma; kendinden geçerek; canını hiçe sayarak yapılan bir cihad..

......

......

Ebu Cehil Amr bin Hişam ise hem savaşıyor; hem de kibirlene kibirlene fazlalığı ile övünüyordu:

- Ey müslümanlar! Harplerin bu en dehşetli gününde en yaman develer, en seçme atlar; en keskin kılıçlarla bile benimle başedemezsiniz. İyi bilin ki anam beni bugün için doğurmuş... Bir büyük yangını bugün söndürecek; inanç ve adetlerimize isyan edenleri, bugün feci cezalara çarptıracağım!!!

Zaferin Mekke ordusunda olacağına öyle inanmıştı ki...şimdiden onun hayal ve sarhoşluğu içindeydi. Bu sebeple "anam beni bugün için doğurmuş" diye şiirler söylerken zaten canavarlar gibi saldıran kâfirleri daha da azdırarak müslümanları bir an evvel imha etmek ve çabucak sonuca gitmek istiyordu.

Azgın kâfirlerden Âsım bin Ebi Avf da yırtıcı bir hayvan gibi saldırıyor ve bir taraftan da küffarı teşvik ediyordu:

-Ey Kureyş! Duracak zaman değil! İşte gün bugün! Fırsat bu fırsat! Akrabalık haklarını hiçe sayan ve milletini böleni affetmeyin. O'na bu harpten sağ kurtulmak nasib olursa bana ölüm nasip olsun!.

Bu büyük lafı ederken Ebu Dücane hazretleri ile karşılaştılar. Kılıçlar havada bir iki kere ağız ağıza geldikten sonra mübarek sahabi, ani ve seri bir hamle ile Âsım kâfirini katletti... Zırhını almaya çalışırken Hazreti Ömer, uzaktan seslendi:

- Ya Eba Dücane şimdi sırası mı? Zırhla değil düşmanla uğraşacak zaman. Bırak onu!

Zırhı bırakmıştı ki Mabed bin Vehb'in savurduğu kılıcı yere çökerek zor savuşturdu ve anında karşılık verdi. Bir bir daha derken geri geri giden kâfir, tökezleyerek bir çukura düştü. Rakibinin üzerine atlayan Ebu Dücane radıyallahü anh, kafasını kesmek suretiyle bu islâm düşmanının da canını cehenneme yolladı.

...ancak aynı anda müslümanlar, Sa'd bin Hayseme'yi kaybediyorlardı; bir kum tepesinin üstünde ve yakıcı güneş altında bir müşrikle Sa'd hazretleri nefes nefese vuruşuyorlardı. Müşrik'in kafasında miğferi ve altında cins ve çevik bir atı vardı...Sa'd bin Hayseme ise sadece çıplak bir kılıca malikti. Bu sebeple Sa'd radıyallahü anh, şehadet şerbetini içerek Allah'ın sonsuz rahmetine kavuştu.

......

Bir mü'mini öldürmenin zevkini yaşayan kâfir, atından inerek Hazreti Ali'ye meydan okudu..

- Ali bin Ebi Talib gel! Gel şimdi de seninle hesaplaşalım!

Hazreti Ali, adamı tanımamıştı ama madem ki kaşınıyordu derhal...

-Derhal ey Allah düşmanı; haydi!..

-Bileğine güveniyorsan durma!..

-Ben bileğime değil o bileği yaratana güveniyorum ey kâfir! İşte buradayım..

Müşrik, Hazreti Ali'ye doğru gelirken Ali radıyallahü anh da kendine şöyle sağlamca dövüşebileceği bir zemine bakındı, O'nun böyle çevresine bakındığını, sağa-sola bir kaç adım attığını gören düşman askeri sordu:

-Ne o kaçıyor musun yoksa?

-Biz kaçmak ne demektir bilmeyiz. Hamle et ya kâfir!

-Al öyleyse!

Hazreti Ali, kalkanını siperleyerek sindi. Bir yılan dili kadar keskin kılıç, Ali radıyallahü anh'ın kalkanına çakılıp kaldı.

Şimdi sıra büyük mücahiddeydi. "Ya Allah!" diyerek var gücüyle kılıcını savurdu. Müşrik'in zırhı omuzundan göğsüne doğru bir bez gibi yırtıldı... O demin böbürlenen Allah düşmanı, sapsarı kesilip titredi. Hazreti Ali, kâfiri öldürdüğünü sandığı dakikada baş ucunda şimşek hızıyla savrulan bir kılıcın havayı yırttığını gördü ve aynı ânda "al bu hamle de benden!" Sesini işitti ve sür'atle yere eğildi; çarpıştığı kâfirin kellesi miğferi ile beraber önüne yuvarlanmıştı. Dinsizin murdar cesedini yere seren Hazreti Hamza radıyallahü anhdı.

......

......

Kureyş ordusu bir taraftan müslümanlara hücum ederken bir taraftan da bir endişeyi yaşıyorlardı. Ya eski düşmanları Kinane Kabilesi, arkadan saldırır da Kureyş, iki ateş arasında kalırsa!.. Ancak onlar, bu tasada iken Kinane Kabilesinin, başlarında reisleri Müdliczade Süraka ibni Malik ile kendilerine yardıma geldiklerini sevinçle gördüler. Şimdi cesaret ve kibirleri bir kat daha artmıştı. Hem arkadan vurulma endişeleri bertaraf olmuş; hem de sayıları çoğalmıştı.

Süraka, daha yaklaşırken ilerden lafa başladı:

- Ey Kureyş! Sizin düşmanınız, Kinane'nin de düşmanı. Düşmanımız aynı. Biz, hasım değil dostuz artık. Zaten paylaşamadığımız ne?..

Ebu Cehil, cevap verdi:

- Ben, hep arkandan demişimdir. Süraka akıllı insandır aslında ama, bir kere öfke basmış yüreğini. O'nun için yüz vermez bize. Bugün; şimdi düşmanlıklar bitti. Şimdi Mekke'nin üstüne dostluk güneşi doğuyor. Hele şu yoldan çıkmış ıslah olmazları tepeleyelim yeni günler açılacak önümüzde Süraka...

- Yâ Eba Cehil! Ey zeki ve kurnaz insan! Ey yaşlı fakat dinç çınar! Bir bak şu manzaraya: Nerde şu bir avuç silahsız, teçhizatsız müslümanlar, nerde bizim azametli ordumuz... Coşan sel önünde tutunamayan ağaçlar gibi yıkılacaklar karşımızda, dize gelecekler.

-Ey söz ustası büyük hatip!.. Mekke 'nin soyluları burada bugün. Kinane'nin asilleri de!.. Muhammedilerin sonu geldi...kırılıp gidecekler önümüzde. Gücümüze güç kattınız. Hoş geldiniz aramıza.

......

......

......

Kahraman mü'minlerden her biri, en az üç kişi ile amansız bir mücadele veriyordu.. Silah ve insan sayısındaki büyük fark, bir ara mü'minlere sıkıntı ve tehlikelerle dolu dakikalar yaşattı. Büyük çilelerin varılmaz sabır kahramanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, dostlar dostu aziz arkadaşı Ebu Bekr radıyallahü anh'la birlikte çadıra geçtiler... Efendimiz dua ediyorlar; yalvarıyorlar, yalvarıyorlar, yalvarıyorlar...ya; kolları hafif yukarı ve dirsekler bükülmeden tâ ilerilere doğru uzanarak avuçlar semaya açılıyor; veya o nurlu alın toprağa değiyor... Savaş bütün harareti ile sürerken Hazreti Ali, bir imkânını bularak üç ayrı kere Resulullah'ı yoklamak için çadıra geldi ve her seferinde de O'nu alnı secdede Rabbine yalvarırken buldu...

-Ya hayyü, ya kayyüm!

Süraka ve avanesinin müşriklere yardıma gelmiş olması yetmezmiş gibi Mekke ordusunun müslümanlarla çarpışmakta olduğunu işiten Kürz ibni Cabir de kabilesi ile düşmana yardım hazırlığına başladı. Bu kuvvet de müşrik cephesinde yer alacaktı. Eğer, Kureyş kâfirleri, böyle bir yardım da alırsa müslümanların işi çok zorlaşacaktı.

......

......

Efendimiz, zaman zaman savaş meydanında zaman zaman çadırdalar. İşte şimdi yine meydanda tarihin en üyük dâvâsını; islâm dâvâsını omuzlamış kahramanlar kahramanı arkadaşlarının arasındalar. Varlıkları ve teveccühleri ile onlara kuvvet ve destek oluyorlar.

Dudaklarında hep aynı dua:

- Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır.

......

......

......

Hücum eden mücahidlerin Allah Allah sadaları, vurulan veya öldürülen kâfirlerin bağırtıları, isabet alan atların acı acı kişnemeleri, öldürücü bir darbe yiyen mü'minlerin kelimei şahadet getirmesi, vınlayan oklar, çarpışan kılıçlar, kalkana çarpan kılıçların çıkardığı sesler, kırılan kemik sesleri, devrilen at veya develer, bağrışmalar, teke tek çarpışanlar; meydan okuyanlar, atların tepelediği insanlar...bir meydan muharebesi ki kıran kırana.

Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Hamza, Hazreti Zübeyr bin Avvam, Hazreti Sa'd bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdullah bin Cahş, Hazreti Ukaşe bin Muhsin, Hazreti Ammar bin Yasir, Hazreti Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazreti Sa'd bin Muaz ...kısacası bütün muhacirin ve bütün ensar arslanlar gibi dövüşüyorlar...

......

Sevgili Peygamberimiz, yine çadıra; yani karargâh merkezine girdiler. Yanlarında yine aziz ve sadık arkadaşları Ebu Bekr radıyallahü anh. Yine iki rekatlık bir namazdan sonra diz üstüler; yine kolları tâ ilerilere uzanmış, avuçları gökyüzüne bakıyor:

- Ya Rabbi bana vaadettiğin zaferi lutfeyle..

Allahü teâlâ'dan yardım ve zafer istiyorlar...tekrar, tekrar, tekrar yorulmadan istiyorlar...kollarını öylesine öne ve yukarı uzatmışlar ki mübarek koltukları görünüyor ve omuzlarındaki örtü usulca sıyrılarak yere yığılıyor... Hazreti Ebu Bekr, örtüyü Efendimizin omuzlarına koyduktan sonra istirham ediyorlar:

- Ey Allah'ın Resulü! Kendini bu kadar yorup yıpratma. Sana elbette imdadı ilahi gelir.. Lütfen üzülme. Senin üzülmen, hepimizi üzer.

Resulullah, o gün ümmeti için havf/korku makamında; Hazreti Ebu Bekr ise reca/ümid makamında idiler... Efendimizin kendini yoracak kadar duayla meşgul olmasının sebebi eshabı kiramda kalb kuvveti hasıl olması içindi. Zira eshabı kiram, aleyhimürrıdvan, efendilerimiz Resulullahın, indi ilahide duasının red olmayacağına iman ettiklerinden O'nu duada görmeleri ilahi yardımın geleceğine ve zaferin müslümanlarda olacağına dair ümid ve kanaatlerini takviye ediyordu.

Peygamber Efendimiz, Ebu Bekr'in bu talebini duanın kabulüne işaret saydılar ve devam etmediler. Çünkü Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh, sözünü tam bir ihlasla söylemişti. Allah'ın Resulü duanın kabul olduğunu buradan anladılar...kendilerini hafif bir uyku bastırdı...az zaman sonra Sevgili Peygamberimiz; göz nurumuz ve kalb dermanımız; iman teminatımız, sallallahü aleyhi ve sellem, neş'e ve tebessümle gözlerini açtılar ve bir haberi müjdelediler.

-Müjde ya Eba Bekr! Rabbim, meleklerini yardıma gönderdi, haberini verdiler.

......

......

......

Ebu Cehil ve diğer Kureyş reislerinin Süraka ibni Malik ve Kinane Kabilesi zannettikleri İblis ve şeytanlardan başkası değildi...bunlar küfür ordusuna yardıma gelmişlerdi. İblis ve şeytanların yardıma gelmeleri yetmezmiş gibi şimdi Kürz ibni Cabir de bir alay insanla Kureyş'e yardım hazırlığına başlamıştı...bunlar olurken diğer tarafta Habibullah, Hak teâlâ'dan vaad ettiği nusreti ihsan etmesi için yana yakıla yalvarıyor ve "Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helak olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır" diye inliyordu.

Allahü teâlâ'nın, kâinâtı yüzüsuyu hürmetine yarattığı son ve en büyük peygamberin duasını kabul etmemesi mümkün mü? Nitekim yüce Allah, meleklere mü'minlerin yardımına koşmalarını, kendileri ile beraber olduğunu emir buyurdu. Hasımla nasıl savaşılacağını; öldürücü kılıç darbelerinin boyun ve mafsallara vurulacağını da yüce Allah öğretmişti. Zira meleklerin bu konuda tecrübeleri yoktu.

Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhisselamlar, alaca atlara binmiş diğer meleklerle beraber ayrı ayrı ânlarda yeryüzüne süzülmeye başladılar. Her büyük melek ve yanındakiler aniden kopan bir rüzgâr ve görünmez kılıç şakırtıları ile iniyorlardı...

Bu sırada Bedir vadisine bakan bir tepeden savaşı seyreden ve yenilen tarafın mallarından bir şeyler almak için bekleyen Gıfaroğullarından iki amca çocuğu, yanlarından ard arda üç kere şiddetli rüzgarın esmesi ve toz duman arasından sesler, kılıç şakırtıları gelmesi ve ilkinde "ileri ya Hayzum haydi!" Diye bir de haykırış duymaları üzerine birinin korkudan ödü patladı; öbürü feci şekilde korktu.

"Hayzum", Cebrail aleyhisselamın atının ismiydi ve ona komut veren de Cebrail idi...

Gökten yere doğru adeta nurdan bir yol üzerinde meleklerin atları ile akması Hakim bin Hizam'ın gözüne göründü. Görünmesi ile müşrik saflarının arka sıralarında bulunan Hakim'in çarpılmışa dönmesi bir oldu. Aklı Kureyş'le müslümanlar arasında bir çıkmaza girmişti. Çareyi kaçmakta buldu. Gizlene saklana kendini Mekke'ye attı.

Cebrail aleyhisselam mü'min saflarının önünde, İsrafil aleyhisselam ve maiyetindeki melekler, Meymene'de ve Mikail aleyhisselam ve yanındaki melekler de Meysere'de yer aldılar. Melekler, insan şeklindeydi; mü'minlere görünüyorlardı. Bir bölükteki meleklerin başlarında kızıl nur, bir bölükteki meleklerin başında yeşil nur, bir bölükteki meleklerin başında sarı nur vardı... atlarının alınlarına perçem sarkıyordu. Meleklerin bazıları savaşan mücahidlere yardım ediyor; bazıları da orada hazır bulunmaları ile müminlere mânen destek oluyorlardı.

İblis, Haris bin Hişamla el ele tutuşmuş vaziyette müşrik saflarını dolaşarak Kureyş askerlerini müslümanlara karşı galeyana getirirken Cebrail aleyhisselamın geldiğini görür görmez sür'atle Haris'in elini bırakarak şeytanlarla birlikte kaçar adımlarla uzaklaşıp kayboldu. Cebrail aleyhisselama yakalanıp rezil olmaktan korktuğu için sırra kadem basıyordu.

...ama müşrikler, hakikkaten gafil oldukları için köpürdüler:

- Ya Eba Cehil gördün mü Süraka'yı? Nasıl kaçıp gitti. Hiç Süraka bin Malik bize yardım eder mi?

- Sen de ne diller döktün O'na ya Eba Cehil! Bayağı da inanmıştık artık dost olacağına hani..

- Ahmaklık etmeyin! Sürakayı; Kinane Kabilesini yeni mi tanıyorsunuz. Maksadım okşayıcı laflarla oyalayıp meşgul etmekti. Yoksa biz O'nun ne desteğine ne dostluğuna muhtacız. Arkadan kalleşçe saldırmasına mani olmak istemiştim...bunu anlayamadınız mı yoksa?

- Şimdi n'olacak peki?

- Düşmanın müttefiki olduğu anlaşılıyor. Müslümanların işini bitirdikten sonra onları Kudeyd'de yakalarız zannediyorum. O zaman Sürakayı da emrindekileri de elimizden kim kurtaracak bakalım!...

- Belki de Muhammediler kurtarır.

- Hadi hadi, eğlenecek zaman değil. Bir tek müslüman sağ kalmayacak! Hepsini imha edeceğiz ki atalar yolundan çıkmaya bir daha kimse teşebbüs etmesin!... Vurun haydi; saldırın, vurun!!! Merhamet etmeyin vurun!!!

......
Alıntı ile Cevapla
Alt 24 Mart 2009, 09:45   Mesaj No:50
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart RE: Sevgili Peygamberim 9.Cilt

Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, çadırın dışına çıktılar. Efendimiz, müminlerin de baş ve göğüslerine tuğ ve nişan takmalarını emrettiler. Bunun üzerine Hazreti Hamza göğsüne deve kuşu kanadı, Hazreti Ali, atların alınlarından sarkan perçemlerden bir beyaz tuğ yaptılar... Zübeyr bin Avvam başına sarı, Ebu Dücane kırmızı, Ukbe bin Amr ise yeşil bir bez bağladılar.

Müminler, meleklerin yardıma geldiğini görünce coştular. Üzerlerine gelen düşman selini yarmaya çalışıyorlardı. Melekler "dayanın; korkmayın düşman zayıf; Allah sizinle!" Diye mücahidlerin kalbine kuvvet veriyorlardı. Daha kılıçlarını savururken kâfirleri vurmaya başladılar. Buna mücahidlerin kendileri bile şaşırıyorlardı. Meselâ Ebu Davud Mazini radıyallahü anh, kaçan bir müşrikin peşine düştü ve kâfire doğru yaradana sığınarak müthiş bir kılıç savurdu...kılıcın kâfire ulaşıp ulaşmadığı belli olmadan adamın kellesi uçtu. Mübarek sahabi bir ân için onu bir başkasının öldürdüğünü sanmıştı. Halbuki melekler yardım ediyordu. Sehl bin Huneyf radıyallahü anh, da benzeri bir çok hadisenin şahidi oldu.

Müminler, Peygamber Efendimizin duası, Allahü teâlanın himmeti ve meleklerin desteği ile bir ara müşrikler karşısında içine düştükleri sıkıntılı vaziyeti atlatmayı başardılar...

Artık kâfirler kırıp geçiriliyor, esirler alınıyor, mallara ganimet olarak el konuyordu. Müminlerin bir kısmı savaşıyor, bir kısmı ganimet malları bekliyor, bazıları da Resulullahın çadırı etrafında muhafızlık yapıyordu...

Ve bir mucize daha:

Sevgili Peygamberimiz, henüz iki ordu karşılaşmadan Bedir meydanını gezerken hangi kâfirin nerede vurulup düşeceğini haber vermişse; o bahtsız, gerçekten bir mücahid kılıcı ile Efendimizin elini toprağa koyarak işaret ettikleri yere vurulup yıkılıyordu.

Müminler, ancak iman uğruna katlanılacak büyük fedakârlıklar içindeydiler. Ebu Seleme radıyallahü anh, kendi kabilesi olan mahzum oğullarına karşı; Ebu Huzeyfe radıyallahü anh, babası Utbe ve kardeşi Velid'e karşı savaşıyordu. Ama en ağır fedakârlığı Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahü anh, gösterdi...küfür cephesinde yer alarak müslümanlara karşı vuruşan babası karşısına çıkınca gözünü bile kırpmadan işini bitirdi.

Bazı kahraman müminler de iki ellerinde iki kılıçla dövüşmek gibi görülmemiş ve gayet zor bir işi başarıyorlardı. Meselâ Hazreti Hamza; meselâ Mâbed bin Vehb radıyallahü anhüma. Bazı yiğitler de yaya iken bir atlı kadar canlı, çevik ve ataktı...iki elde kılıç veya bir binekten mahrum olduğu halde binekliymiş gibi çarpışmak şüphesiz ki ancak Bedr kahramanlarına layık bir üstün meziyet. Hem kırılmakla tükenmeyen; azan saldırılar, hem sıcak iklim şartları ve bu şartlarda böyle bir üstün savaş çizgisi...bu imkânsızlık ancak O'nun sallallahü aleyhi ve sellem mucizesi ile izah edilebilir.

...ve bir başka mucize daha; yerden, derinlerden gelen davul sesleri düşmana hücum nevbeti vuruyor ki bu sesler, muharebe boyunca, sonrasında ve yıllarca Bedr'de işitilecektir.

......

Çarpışma ilk başladığı sırada küfür ordusunun şımarıklarından Nevfel bin Huveylid, müşrikleri türlü cerbezeli sözlerle müslümanlar üzerine sevkediyordu. Zalimin bu gaddarlığı Efendimizin ağırına gitti:

- Allahım Nevfel bin Huveylid'i sana havale ediyorum. O'nun layıkını sen ver!..

......

Ve layıkını buldu:

...işte bir mümin; Cebbar bir Sahr, Nevfel bin Huveylid'i esir almış süre süre götürüyor. Hazreti Ali, onları gördü. Aynı ânda da esir, Ali kerremallahü vecheh'i gördü...gördü ve iliklerine kadar titredi. Çünkü bu islâm kahramanının kendilerine doğru gelişi hiç de hoşuna gitmemişti:

- Ya Cebbar kim bu gelen?

- Ali bin Ebi Talib.

- Bu adam, beni öldürmeye geliyor!

Hazreti Ali, yanlarına varır varmaz seri bir hareketle kılıcını savurdu. Nevfel'e hızla inen kılıç, korunması üzerine kalkanına saplandı; yüksek sahabi aynı hızla kılıcı çekti ve Nevfel'in bacaklarına vurdu ve yere yıkılan kâfirin kafasını kopardı...şimdi Allah düşmanı başsız kalan bir horoz gibi debeleniyordu.

Hazreti Ali karargâha; Resul aleyhisselamın yanına geldiğinde iki Cihan Serveri ortaya sordular:

- Nevfel bin Huveylid hakkında malumatı olan var mı?

- O'nun işini hallettik ya Resulallah!

- Allahü ekber! Allahü teâlâ, duamı kabul etti...ancak her kim Abbas, Talib, Akîl, Nevfel'den biri ile karşılaşırsa onu öldürmeyip esir etsin. Çünkü bunlar Bedr'e zorla getirildiler.

- Başüstüne ey Allahın Resulü! Emredersiniz.

......

...yine hızla arkadaşlarının yanına çarpışmak için koşan Peygamber damadı mübarek sahabi, Âs bin Said'i gördü. Aldığı yaraların acısı ve can havliyle uluya uluya toprağı tırnaklıyordu. Ali radıyallahü anh, bir kılıç darbesi ile bu kâfirin de canını layık olduğu yere yolladı.

Öğlene yakın saatlerde çarpışma tam bir ölüm-kalım savaşı halini almıştı. İki taraf da kazanmak için var gücü ile kavga ediyordu...müminler, şehid veriyor; küffar, ebedi felâkete sürükleniyordu...derken Ebül Yeser radıyallahü anh, Kureyş Bayraktarlarından Ebu Aziz bin Umeyr'i esir aldı.

Şimdi Kureyş'in istiklâl timsali bayrak, adi bir bez parçası gibi müslümanların ayakları altında ve bayraktarları da elleri arkasından bağlı olarak esirleriydi. Hadise müşrikleri adeta çarptı. Zaten Mekke reisleri de birer birer katlediliyordu...düşmanın şaşkınlığı giderek artmaktaydı... Nasıl olur; şu bir avuç insan, neredeyse silahsız oldukları halde karşılarında nasıl tutunabilir; nasıl dayanabilir; kendileri ile nasıl dişe diş mücadele Verebilirlerdi? Ne var ki manzara, eşit mücadele şeklini de aşmış; müslümanlar hakimiyeti ellerine almaya başlamışlardı... Bu sebeple bir tedbir olarak o gün liderleri ve başkumandanları olan Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı gizlemeye başladılar; ama aynı zamanda cephelerinde de fire vermeye başladılar: Halid bin Âlem ismindeki kâfir bir yolunu bulup firar etti. O'nu sırasını düşürdükçe başkaları takip etti. Küffar, ard arda esirler veriyor. Adamları ard arda ölüyordu. Düşmanda şaşkınlık son haddindeydi. Mahzumoğulları, aralarından değişik kimseleri Ebu Cehil gibi giydirerek hedef şaşırtmak istediler fakat yine kaybeden kendileri oldu. Hazreti Hamza bunlardan Ebu Kays, Hazreti Ali de Abdullah bin Münzir'i Ebu Cehil'in gözü önünde katlettiler...

Ebu Cehil, homurdanıyordu:

- Aksilik, Süraka ve adamlarının firarı ile başladı. Onların firarı korkakları daha da adileştirdi. Ben bilirim Sürakaya ne yapacağımı! Hele bir Mekkeye döneyim o zaman görecek harpten kaçmak neymiş. O kaçınca bizim ödlekler de bir bir çözüldü..

- Ya Eba Cehil hani Kürz ibni Cabir de gelmedi?

- Gelmez tabii. Kurnaz adam şu vaziyette ölmeye mi gelsin.

Evet; hakimiyetin islâm ordusuna geçtiğini haber alan Kürz, Kureyş'e yardıma gelmekten vazgeçmişti...

......

......

......

Ukbe bin Ebi Muayt, Hicretten evvel Mekke'de Sevgili Peygamberimiz'e işkence yapan en taşkın kâfirlerden biriydi. Hicret üzerine fahri kâinat aleyhine bir manzume yazmıştı.

Hicret edince Mekke'den

Kurtulduğunu sanma!

Ey Kusva'nın suvarisi

Rüzgârdan hızlı atımla

Tez zamanda olacağım karşında

Mızrağıma kanınla su verecek

Kılıcımla vuracağım boynuna...

Efendimiz bu mısraları işitince:

- Allahım Ukbeyi ağzı üzerine yere çal!

Diye dua ettiler..

İşte meydanı boş bulduğunda uluorta atıp tutan bu zalim; Kureyş ordusu Bedir'de gerilemeye başlayınca kaçmaya ilk davrananlardan biri oldu...ama bindiği at, hırçınlaşarak o'nu üstünden attı. Ağzı üzerine yere çakılmıştı. Abdullah bin Seleme, yetişerek esir aldı ve esirlerin toplandığı yere götürerek muhafızlara teslim etti...

Kahramanların en büyüğü aziz mücahidler, muhacir veya ensardan şehid verdikçe yürekleri kor ateşler gibi yanıyor; azimleri artıyor; her kâfirin katlinde şevkleniyorlardı.. Hatta bazan kılıçlar bile o yiğitlere yetmiyordu... Ükkâşe bin Mıhsan, her sahabi gibi döne döne, vura vura, düşmanın üstüne gide gide dövüşüyordu. Ükkâşe hazretleri, bütün hançeresi ile "Allahü Ekber!" diye bir sayha kopararak kılıcını savurdu. Simâk bin Hareşle'nin kellesi havada helezonlar çizerek toza toprağa bulandı ama.. mübarek sahabinin kılıcı da kabzaya yakın yerden "çınn" diye koptu. O heyecanla koşulacak yere koştu:

- Ya Resulallah kılıçsız kaldım!..

...diğer her mücahid gibi yapış yapış terler ve kan içindeydi... bu kanlar ya kendi yaralarından akıyordu; veya bir şehidi alıp arka saflara taşırken bulaşıyordu veya bir islâm düşmanından sıçrıyordu...

Sevgili Peygamberimiz, yerden bir hurma dalı alarak büyük muharibe uzattılar:

- Bununla devam et...

Ükkâşe bin Mıhsan radıyallahü anh, dalı kaptığı gibi cepheye koştu...'bir hurma çubuğu ile zırhlı ve kılıçlı düşmana karşı ne yapabilirim' fikri beyninin en dip hücresinden bile geçmedi.. Karşısına çıkan ilk kâfire tâ ciğerlerinden kopup gelen bir derin ihlasla "Bismillah!" diyerek elindeki hurma dalı ile hamle yaptı... o ân sevgili Peygamberimizin büyük bir mucizesi gerçekleşti. Ükkâşe hazretlerinin düşmana savurduğu hurma dalı, daha havada iken uzun, parlak ve sırtı sağlam keskin bir kılıca dönüştü ve kâfiri cansız yere serdi.. Ükkaşe radıyallahü anh "El'avn" ismini verdiği bu kılıçla bütün gazalara iştirak etti..

Ubeyde bin Said ise gözleri hariç başdan ayağa zırh içinde olduğu halde atının üstünde övünüp duruyordu. Zübeyr bin Avvamla karşılaştı. Büyük mücahid, yaradana sığınıp öyle bir nişan aldı ki mızrağı kâfirin gözüne isabet ettirdi ve O'nu attan bir demir külçesi gibi yere yuvarladı; kâfir ölmüştü. Zübeyr radıyallahü anh, ayağıyla düşmanın kafasına basarak mızrağı ancak çekip çıkarabildi.

Bütün eshab, şu ân aynı ulvi gaye için yaşıyor veya ölüyordu: İlayı kelimetullah...bu sebeple destanların anlatmaya yetmeyeceği bir kahramanlıkla vuruşuyorlardı... Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Ebu Dücane, Ammar bin Yasir, Zübeyr bin Avvam, Bilâl-i Habeşî, Abdurrahman bin Avf, Suheyb bin Sinan, Abdullah bin Seleme, Zeyd bin Harise, Numan bin Asr, Ebu Huzeyfe, Ubeyde bin Haris, Sabit bin Ciz, Mücezzer bin Ziyad, Muaz bin Amr, Hazreti Ömer, Yezid bin Abdullah, Harice bin Zeyd, Said bin Rebi, Ma'n bin Adiy, Numan bin Malik, Yezid bin Rukayş, Ebu Bürde bin Niyar, Ebül Yeser, Muaz bin Afra, Muavvez bin Afra, Harice bin Zeyd, Hubeyb bin Yesar, Huseyn bin Haris, Osman bin Mazun, Halid bin Bükeyr, İlyas bin Mükeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Malik bin Rebia, Abdullah bin Seleme...ve diğerleri karşılarına çıkan kâfirleri cansız yere seriyorlardı.

Mücahidler, kâfirlerden bazısını da canlı olarak yakalayıp esir ediyorlardı. Aslında müşrikler zor ânlarında kılıçtan kurtulup esir olmayı artık cana minnet bilmeye başlamışlardı...ancak müminler, bu adamlardan neler çekmemişlerdi ki! Bu sebeple Resulullah'ın karargâh muhafızlarından Sa'd bin Muaz, bir kâfir esir alınarak müslümanların eline geçtiğinde "ah keşke öldürülseydi" diye içten içe hayıflanıyordu.. Sevgili Peygamberimiz sual buyurdular:

- Ya Sa'd halinde bir hoşnudsuzluk görüyorum.

- Evet ya Resulallah. Keşke elimize düşen her kâfiri katletsek! Esir olmakla canlarını kurtarıyorlar...

...tabii az da olsa müminler de kayıp; daha güzel söyleyişi ile şehid veriyorlardı...mesela düşmana "bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallayan" Avf bin Haris radıyallahü anh Ebu Cehil tarafından şehid edilmişti. Henüz onaltı yaşında olduğu için sefere kabul edilmeyen; bunun üzerine Peygamberimiz'den yalvararak izin alan Umeyr bin Ebi Vakkas da genç bir kartal gibi kanının son damlasına kadar vuruşmuş ve nihayet Amr bin Abdi Ved tarafından şehid edilmişdi, radıyallahü anh.

......

Meşhur Kureyş reislerinden Tuayme, Safvan bin Beyza radıyallahü anh'ı şehid etti; fakat Safvan hazretlerinin kanı yerde kalmadı. Hazreti Hamza radıyallahü anh da mübarek kılıcı ile kâfirin işini bitirdi. Ebu Cehil'in kardeşi Âs bin Hişam'ı ise Hazreti Ömer ile Yezid bin Abdullah hazretleri katlettiler. Kureyşin en mühim reislerinden bir de Ümeyye bin Halef vardı. Hazreti Bilâl'in efendisi yaşlı ve şişman adam. Bilâl radıyallahü anh'ı Allah'a ve Resulüne imandan vazgeçirmek için tandır üzerindeki sac gibi yakıcı kumlar üzerine yatırıp ağır kaya parçalarını göğsüne koyan; ağzında tükrüğün zerresi bile kalmadığı halde bir damla su vermeyen; boynuna ip takıp çocukların eline verdikten sonra Mekke sokaklarında seyirlik bir mahluk olarak gezdiren ve "ehad / Allah bir" dedikçe işkenceyi arttıran taş kalbli zalim... Bu zalim, yaşlılık ve şişmanlığını korkaklığına maske yapmak istemiş ve fakat Ebu Cehil şirretinin ağır tahrikleri yüzünden istemeye istemeye harbe dahil olmuştu... Yüce Allah, O'nu harbe dahil etmişti; çünkü başına gelecekler vardı. Bu adam ve oğlu Ali, harbin sonuna kadar dayandılar...ama ümidleri kalmayınca can tasası ile her ikisi de eskiden dostları olan Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh'a iltica ettiler...

...fakat tam o sırada Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh'ın gözüne çarptılar. Peygamber müezzini o güzel sesi ile bağırdı:

- Ey Allah askerleri! İşte kefere ve fecerenin reisi Ümeyye bin Halef burada! İslâmın şeref ve izzeti için onu öldürünüz!!..

Muaz bin Harisle ensardan bazıları yetişip kılıçları ile bu islâm düşmanını ortadan kaldırdılar. Oğlu Ali'yi ise büyük ve çilekeş mümin Ammar bin Yasir katletti. Ali, o ân kulakları sağır eden korkunç bir çığlık kopardı. Ki işitenler birân dona kaldılar.

Savaş devam ediyor; fakat küfür ordusu ölü ve esir verdikçe yeisten kahroluyordu...

O meydan okuyan; Mekkeli muhacirleri âsi sayan; Medineli ensarı basit çiftçiler diye hor görenler, arkası arkasına anlı-şanlı arkadaşlarını kaybedince kara ruhlarında korku fırtınaları savrulmaya başladı. Bir kaç saat öncesine kadar kendilerinde kıyas kabul etmez üstünlükte görenler, şimdi 'nasıl yapar da ağır bir hezimet'ten kurtuluruz' diye düşünüyorlardı...halbuki şu meydana ne hayaller ve ne şekilde gelmişlerdi? Hesaplarına göre müslümanların önde gelenleri cezalandırılacak; diğerleri de elleri arkalarına bağlanarak süre süre esir pazarına götürülecekti...müşrikler ise hiç kimsenin burnu bile kanamadan geri döneceklerdi... Ebu Cehil, bu kahredici hesaplaşmayla kendi kendisini yiyip bitirirken asıl, müminler, O'nun işini bitirmek için fırsat kolluyorlardı. Bu meydanda her kâfiri devirmek her mümin için dünya durdukça devam edecek bir ulu şerefti ama; şereflerin en büyüğü küfrün lideri Ebu Cehil'i öldürmekti. Fakat bazı ensar O'nu tanımıyordu.

......

Bu sebeple Bedr'e yedi civanını birden gönderen o yiğit ana Afra Hatun'un çocukları Muaz bin Haris'le Muavvez bin Haris bu ölüm kalım anında Abdurrahman bin Avf'a yaklaştılar:

- Amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?

- Niçin sordunuz?

- O'nunla görülecek hesabımız var.

Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh güldü:

- Her müslümanın o'nunla görülecek hesabı var.

- Doğru ama bizim Rabbimize verilmiş sözümüz var. Ya onu katledecek veya bu uğurda öleceğiz.

- Bakın ta şu ileride kalabalığın etrafını çevirdiği at üstündeki yetmişlik kara kuru adam.

İki genç gösterilen hedefe doğru hızla atıldılar... Hazreti Abdurrahman çok duygulandı:

- Allahım henüz hayatlarının baharında olan bu gençleri umduklarına nail eyle.

İki kardeş kalabalığın ortasına daldı. Kılıçlar, inip kalkıyor; çarpışan çeliklerden ürpertici çınlamalar yükseliyor; bunlara insanların "ah vuruldum" feryatları ile at kişnemeleri katılıyordu. Onlar Ebu Cehil'e vurdukça muhafızlar ve Ebu Cehil de genç müminleri öldürmeye çalışıyorlardı. Mel'un kâfire bir iki darbe de Muaz bin Amr indirdi. Zalim, öldürücü yara almıştı. Ancak, Ebu Cehl'in oğlu İkrime Muaz bin Haris'i kolundan ağır şekilde yaraladı. Aynı anda Ebu Cehil de Muavvez'i şehid etti. Muaz hazretleri, kardeşinin şahadetine aldırış etmeden dehşetli mücadelesine devam ediyordu. Ve sonunda etrafındaki koruyuculara rağmen Ebu Cehil'e son darbeyi vurarak çığlıklarla yere yuvarladı...

......

......

...düşman hattı, bütün cephelerde çöktü ve panik ve kargaşa ile ric'at/geri çekilme başladı. İslam saflarının hilâl şeklindeki iki ucu kapanarak düşmanın bir kısmını esir aldılarsa da çoğunluk ne ağırlıkları varsa arkada bırakarak sür'atle Bedr'i terkediyorlardı... Mücahidler, başta Resulullah olmak üzere düşmanı bir müddet takip ettiler. Hatta Sevgili Peygamberimiz, atını Hazreti Ali'ye verdi; büyük kahraman, bozulmuş orduyu bir müfreze ile takip etti ama düşman, düğüne gider gibi geldiği Bedr'i şimdi kahredici bir ruh hali ile kaçarak terkediyordu. Hazreti Ali ve yanındakiler arkalarına bile bakmadan uzaklaşan küfür ordusunu biraz daha takip ettilerse de toz duman içinde Mekke'ye doğru ufukta eriyip kaybolan müşrikleri takipten vazgeçerek geri döndüler...

...kaçan düşmanın harp sahasından tamamen atılması ile nihai zafer kazanılmış ve islâm sancağı, kıyamete kadar bir daha inmemek üzere yükselmişti.

......

......

......

Alabildiğine bir düzlük ve çöl. Uzakta sıra dağlar. Masmavi bir gök; güneş tam tepede. Yerde telef olmuş veya yaralı at ve develer, ve kara suratlı kâfir ölüleri...yalvararak inleyen, hayatlarının bağışlanmasını isteyen, "su, bir damla su" diye sayıklayan kâfir yaralıları ...beride hasretinde olduğu rütbeye kavuşmanın tarifsiz huzurunu yaşayan nur ve gül yüzlü şehidlerimiz. O bilmediğimiz hayatta bilmediğimiz nimetlere kavuşmuş bu mes'ud şehidlerin yüzlerinde derin bahtiyarlık tebessümleri...sarı çöl; kanlar içinde şehid ve ölüler ve kanlarda şavkıyan güneş hüzmeleri. Derinlerde dâvullarla zafer gümbürtüleri. Meleklerin öldürdüğü ölüler boyun ve eklemlerindeki siyahlıklardan hemen tanınıyorlar.

......

Eshabı Kiram ile müşrikleri takipten karargâha dönen Sevgili Peygamberimiz, süal buyurdular:

- Ebu Cehil'den bir haber var mı? Ölü mü, yaralı mı, kaçtı mı?

Muaz radıyallahü anh:

- Ebu Cehili merhum kardeşim Muavvaz ile birlikte öldürdük ya Resulallah...

Hazreti Ömer, hayret etti:

- Bir yanlışlık olmasın! Biz Ali bin Ebi Talib ile O'nu öldürmüştük.

Hazreti Muaz:

- Hayır Hayır! Hatta O'nu katlederken Muavvez'i de kaybettik.

Ensar'dan Abdullah ibni Mes'ud, söz aldı:

- Ya Resulallah müsaade ederseniz meydanı bir gezeyim, ölü veya yaralı olup olmadığını şimdi öğreniriz.

Efendimiz izin verdiler.

İşte, biraz evvel insan, deve, at, ok, gürz, kalkan ve kılıç seslerinin birbirine karıştığı meydan...O velvelenin, o gulgulenin yerini şimdi derin bir sessizlik almıştı. Abdullah ibni Mes'ud, çöle serilmiş ölü ve yaralıları tek tek yokladıktan sonra aradığı şahsı buldu. Evet; Ebu Cehil Amr bin Hişam; Kureyş kabilesinin bu mühim siması, müşriklerin lideri işte âciz bir şekilde can çekişiyordu. Aziz sahabi, bir ayağı ile islâmın amansız düşmanı baş kâfirin göğsüne bastı ve eliyle sakalından tutarak sarstı:

- Heyy! Sen Ebu Cehil değil misin?

- Evet; ben Ebu Cehilim. Ama sen o yüksek yerde ne arıyorsun ey koyun çobanı! Unutma ki çıktığın yer yalçın bir dağdan daha sarptır.

- Ey mel'un! Cehennemi boylamak üzeresin ama hâlâ kibir nutukları atıyorsun.

- Keşke o göğse Yesribli bir köylü değil de bir Mekke'li çıksaydı.

- Hâlâ mı büyüklenme?

- Zafer hangi tarafta?

- Elhamdülillah ki müslümanların.

- Yaa! Demek öyle!... Git Muhammed'e deki: Bugüne kadar O'na düşmandım. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!

Abdullah ibni Mes'ud'un cevabı, ayağı altında zelil ve hakir bir şekilde acılar çeken korkunç kâfirin yüzüne kırbaç gibi indi:

- Alçak! Kafanı keseceğim senin! Hem de yıllarca belinde gururla taşıdığın şu kendi kılıcınla keseceğim!

- Bari omuzuma yakın yerden kes ki başım heybetli görünsün.

- Zebaniler heybet neymiş şimdi gösterirler sana kibir putu! Al bakalım!!!!

Mübarek sahabi, bir hamlede Ebu Cehil'in kafasını gövdesinden ayırdı. Murdar vücut, kafası koparılan bir horoz gibi bir-iki çırpınıp debelendikten sonra kaskatı kesildi. Yıllarca Allah Resulü ile eshabına olmadık eziyetler çektiren koca zalim, dünyadan yıkılıp gitmişti. Hem de ne ibretle! Kendini beğenmiş ve mağrur Ebu Cehil, ayağa kalktığında ancak oturan bir babayiğidin yüksekliği kadar boyu olan Abdullah ibni Mes'ud'un ayağı altında şerefsiz bir şekilde ve kendi kılıcı ile ...

Aziz sahabi, Ebu Cehl'in zırhını, kılıcını ve bir ipe takarak sürüte sürüte getirdiği kafasını İki Cihan Sultanının mübarek ayakları dibine bıraktı...kafa kan, toz topraktan tanınmaz haldeydi.

- Ya Resulallah! İşte Allah düşmanı Ebu Cehlin başı!..

- La ilahe illallah! Ey Abdullah ibni Mes'ud! Bunun Amr bin Hişam'ın başı olduğuna dair kendisinden gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin eder misin!..

- Evet ya Resulallah! Kendisinden gayrı ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki mübarek ayaklarınız dibindeki bu baş Ebu Cehil'e aittir.

Sevgili Peygamberimiz azgın bir şakînin islâm yolundan çekilmiş olmasından dolayı memnun oldular; iki rek'at şükür namazı kıldıktan sonra sonsuz hamdlere layık olana yöneldiler:

- Allah'a hamd-ü senalar olsun ki kuluna yardım etti; dinini üstün kıldı, buyurdu ve devam etti, Allahım vaadini yerine getirdin; hakkımdaki nimetini tamamla...

...ve İbni Mes'ud ve bir kısım eshabla beraber Ebu Cehlin cesedinin bulunduğu yere gittiler.

Amansız islam düşmanının ölüsü üzerine gelince:

- Ebu Cehil, bu ümmetin fir'avnı idi, dediler ve seslendiler:

- Ey Allah düşmanı! Allah'a hamdolsun ki seni zelil ve hakir etti.

......
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Aşk bedel ödemektir Ey Sevgili /medineweb MusabBinumeyr Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler 2 22 Şubat 2021 23:48
Sevgili Medineweb.Net Forum'da Emeği Geçenlere Sevgilerimle Gönül_Dostu Taziye-İlan-Selamlaşma 2 18 Ocak 2016 19:22
Nur Yüzlü, Gül Kokulu, Sevgili Peygamberim!" YaŞuHa Hz.Muhammed(s.a.v) 2 19 Ağustos 2011 21:15
ey sevgili en sevgili hoş geldin safalar getirdin... KuM TaNeSi Hz.Muhammed(s.a.v) 0 20 Nisan 2009 21:59
Sevgili Peygamberim.. sessiz23 Şiirler ve Şairler 6 11 Nisan 2008 00:02

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.