Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.PEYGAMBERLER-ASHAB-I KİRAM-ALİMLER.::. > Peygamberler-Ashab-ı Kiram-Alimler > Hz.Muhammed(s.a.v)

Konu Kimliği: Konu Sahibi HakikaT,Açılış Tarihi:  02 Ocak 2011 (01:29), Konuya Son Cevap : 02 Ocak 2011 (01:29). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 02 Ocak 2011, 01:29   Mesaj No:1
Medineweb Aktif Üyesi
HakikaT - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:HakikaT isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 10886
Üyelik T.: 04 Ekim 2009
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Memleket:ArzdaN SeMaYa ÜmmeTiN OlmaK İçiN DuaDayıM...
Yaş:37
Mesaj: 203
Konular: 22
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Bilinmeyen yönleriyle peygamberimiz(sav)

Bilinmeyen yönleriyle peygamberimiz(sav)


BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE PEYGAMBERİMİZ(SAV)
bir Bedir’de Hz. Peygamber ile ashabının sergilediği benzersiz tavırdan haberdar olanlarımızın kaçta kaçı, Bedir sonrasında henüz müşrik olan Cübeyr b. Mut’im’in kalbinin ilk kez imana ısındığı şu manzaradan haberdardı ki... Akşam üzeri. Güneş kırmızı bir tepsi suretini almış, son huzmelerini hurmalıkları arasından Mescid-i Nebevîye gönderiyor. Resûl-i Ekrem, kendi ifadesiyle ‘susması tefekkür, konuşması zikir, bakışı ibret bakışı’ olan bir güzel örnek olarak, fikir-zikir-ibret hâli üzere. Etrafındaki sahabiler ise, yeni bir günün dağların arasından kaybolmaya başladığı bu büyük dönüşüm vaktini az sonra okunacak ezanın akabinde namazla karşılamak üzere, abdest için koşuşturuyorlar... Böyle bir akşam üzeri manzarası var mıydı Asr-ı Saadet’e dair zihinlerimizde? Başka bir akşam üzeri, yanında bir sahabisi olduğu halde gurub eden güneşi seyreden bir Resûlullah manzarası...


Bu akşam vakti, yanındaki Ebu Zer’e “Yâ Eba Zer! Biliyor musun, güneş nereye gidiyor?” diye soracaktır Peygamber(a.s.m.). Ebu Zer, o güzelim sahabi edebiyle, “ALLAH ve Resûlü daha iyi bilir” diyecek, bunun üzerine Resûlullah kendi sorusunu şöyle cevaplayacaktır: “Arşın altında Rabbine secde etmeye...” Kâinatın içinde insanoğlunun çıplak gözle gördüğü en büyük şeydir güneş.

Ve onu seyre dalan Peygamber, güneş gibi en büyük bir cirmi dahi Rabbinin emrine tâbi sâcid bir âbid olarak seyretmektedir. Bir akşam üzeri güneşi bu nazarla seyrederken, hepimize ‘her sabah başını secdeden kaldırıp Rabbinin huzurunda kıyama duran, ikindi vakti rükua eğilen, akşam vakti tekrar secdeye kapanan bir güneş tasavvuru’ sunarak hepimize kâinatı seyrin adabını öğretmektedir o.

Onun bu şekilde seyrettiği tek nesne değildir güneş. Ashabından Abdullah b. Selam’ın haber verdiği üzere, “Resûlullah aleyhissalatu vesselam oturup konuştuğu zaman çok sık nazarını semaya çevirirdi” ve nazarını semaya çevirdiğinde gördüğü şey hilâl olduğunda da, doyumsuz tefekkür örnekleri sergilerdi. Bir keresinde, yeni hilâli görüp seyrederek, “(Ey hilâl!) Benim de, senin de Rabbin ALLAH’tır” buyurmuştu meselâ. Bir diğer vakit, yine yeni hilâle yüzünü dönüp, “Seni yaratan ALLAH’a inandım” buyurmuştu.

Onun yıldızlı bir gecedeki gökyüzü manzaraları karşısında nasıl bir tefekkür hâli yaşadığını gören tek insan, daha önce zikrini ettiğimiz amcasının oğlu Abdullah değildir bu arada. Bir sefer esnasında gece vakti Resulullah’ın hâlini merak eden bir sahabi de, uyandıktan sonra yüzünü göğün ufkuna çeviren, daha önce zikrettiğimiz âyetleri okuyan, sonra abdest alıp namaz kılan, sonra yatan, biraz sonra tekrar uyanan, sonra tekrar göğe bakıp yine tefekkür âyetlerini okuyan, sonra tekrar namaz kılan bir güzel örnek görür o kudsî nebînin gecesinde. Hz. Âişe ise, bu hâli Resûlullah’ın gece tefekkürüne dair umumî bir hal olarak rivayet etmekte, onun ilgili tefekkür âyetlerini okuduktan sonra, şöyle dediğini de zikretmektedir: “Bu âyeti okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay hâline!” Resulullah’ın karanlık gecede yaldızlı ve yıldızlı gökyüzünü seyredip tefekkür edişine dair başkaca hadisler vardır.


Gündüz vakti yine yüzünü göğe çevirip bulutları, kuşları yahut yağmuru seyredişinden haber veren hadisler de o kadar çok sayıdadır. Gök gürleyip şimşek çakınca, dudağından, “ALLAH’ım bizi gadabınla öldürme, azabınla da helâk etme. Bundan önce bize afiyet ver” duası dökülür Resulullah’ın. Rüzgâr estiği zaman ise, “ALLAHım! Senden bunun hayrını ve bunda olan hayrı ve bunun gönderiliş maksadındaki hayrı istiyorum.

Bunun şerrinden, bunda olanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden de sana sığınıyorum” incileri sıralanır diline. Yağmur yağdığında ise, göğsünü yağmura açan bir Resûlullah manzarasını tekrar tekrar görür sahabiler. “Bunu niye yaptınız yâ Rasulullah?” diye soran ashabına verdiği cevap müthiş derecede güzel, müthiş derecede öğretici ve anlamlıdır: “Bu, az önce Rabbiyle beraberdi.” Yahut: “Bunun Rabbiyle ahdi yeni!” Resulullah’ın kâinatla içiçeliğine, kâinat içinde kâinatı tefekkür âyetlerini tefekkür ve tezekkür edişine dair en çarpıcı tablolardan biri ise, onun bahçeler ve hurmalıklar içerisinde sergilediğidir.

Ensârdan herhangi bir zâtın bahçesine tefekkür için giden Resûlullah tablosu, biz bundan habersiz de olsak, ashabından gizli değildir. Yalnız Ebu Talha’nın bahçesinde ve yalnız Beyruha kuyusu başında görmüş değildir onu sahabiler. Meselâ Ebu’l-Heysem et-Teyyihan, bahçesine su çevirdiği bir vakit Resûlullah’ın bahçesini şereflendirmesi gibi bir lezzeti yaşamıştır.

Keza Kuba köyündeki, Gars kuyusunun bulunduğu bahçeye zaman zaman gittiğini bilir sahabiler. Yahut Eris kuyusunun bulunduğu bahçeye. Ki, bir gün Resûlullah’ı arayan ve ne evinde ne mescidinde onu bulamayan Ebu Hureyre onu Neccar oğullarına ait bir bahçede tefekkür hâlinde bulduğu gibi, Ebu Musa el-Eş’arî de bir gün Eris kuyusunun kenarına oturmuş, ayaklarını kuyuya sarkıtmış, bahçe içindeki ilâhî sanat tablolarını seyredip tefekkür eder halde bulmuştur Resulullah’ı. Ve yazık, çok yazık, çok çok yazık ki, bizim zihnimizden gizlenen, hadislerde açıkça yazıldığı halde gözümüzden ırak düşen bir tablodur bu: bir bahçede tefekkür eden, öyle ki, sıcak bir günde ayaklarını kuyuya sarkıtmış halde tefekkür eden bir Resulullah...

Ne kadar kuşatıcı ve sıcak; ama bizim hayal ve havsalamızdan ne kadar da uzak! Biliyordum, bu örnekler, kimileri için hâlâ daha, bu ‘kâinat içinde Peygamber’ tablosunu hayal ve havsalaya yaklaştırmada yeterli olmayabilirdi. Biliyordum, zira kendi içimde de bu yönde itirazlar geliştiren biri olagelmişti durmaksızın. Ama, vesveseye düştüm diyen bir sahabisine “İmanını vesvese düzeyine çıkaran ALLAH’a hamdolsun” buyuran sevgili Peygamberin bu hadisinde dikkat çektiği şekilde, içime üflenen bu şüphe Hz. Peygamberin(a.s.m.) kâinatla içiçeliğine dair yeni, yepyeni yüzlerce delille daha tanıştırmıştı beni: kıyaslar.

Zira, Resul-i Ekrem(a.s.m.), zihinlerin hakikate yaklaşmasında bir köprü işlevi gören kıyaslar içerisinde, zımnen, kâinatı nasıl da dikkatle gözlemlediğine, neleri nasıl gördüğüne dair deliller de sunuyordu nazarımıza. Meselâ, ALLAH’ın kulları üzerindeki merhametinden bahsederken, “At, yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır” buyuruyordu o. Yahut, “Kalb, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi, şekilden şekle girer” buyuruyordu. Veyahut, ALLAH’ın sadakayı nasıl büyüttüğünden bahsederken, “Tıpkı” diyordu, “Tıpkı sizin bir tayı veya bir yavru deveyi büyütmeniz gibi.” Mü’min ile münafıkı anlatırken kullandığı misal, hurma ve çam ağaçlarıydı. Kulların ettiği tesbihatın Arşın etrafında nasıl döndüğünü anlatırken kullandığı misal ise, “kovan etrafındaki arıoğulu’ misaliydi.


Şu temsiller de, onun kâinatı nasıl gözlemlediğine ve kâinat üzerinden nasıl bir tefekkür hasıl ettiğine dair güzelim örneklerdi; ama yegâne örnekler değil: “Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.” “Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcırböcekleri ve pervaneböcekleri düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” “Kur’ân okuyan mü’minin misali portakal gibidir. Kokusu güzel, tadı hoştur. Kur’ân okumayan mü’minin misali hurma gibidir.

Tadı hoştur, fakat kokusu yoktur. Kur’ân’ı okuyan facirin misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur’ân okumayan facirin misali ebucehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.” “ALLAH’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar.

Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.” Siz ALLAH’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler.” “Şüphesiz ki, ALLAHu Teâlâ sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat parçalayan erkeklere buğzeder.” “SübhanALLAHi velhamdulillahi ve lâ ilahe illALLAHu vALLAHu ekber demeyi tavsiye ederim. Zira bu kelimeler günahları döker; tıpkı ağacın yaprakları dökmesi gibi...” Hz. Peygamberin(a.s.m.) aklı bir hakikate yaklaştırmak için kullandığı böylesi kıyas ve temsiller ile farkına vardığım bir diğer özelliği de vardı: gündelik hayatın içinde sergilediği tefekkür hâli... Meselâ, Medine için, “Burası Taybe’dir.

Deccal’i sürer çıkarır—tıpkı körüğün demirin pasını çıkardığı gibi” buyuruyordu o. Tutulduğu sıtmaya söven bir kadına ise, “Sakın hummaya sövme. Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir—tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi” buyurmuştu bir keresinde. Bir başka sözünde, yine ‘körük’ misali vardı: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.” O, o zaman, hatta şimdi bile çok insanın gördüğü bir gündelik hayat manzarasından bu hakikatleri devşirmişti işte.

Bir demirci dükkanında gördükleri, birbirinden güzel böylesi hakikatlere misal olmuştu onun dünyasında. Evet, âyetin söylediği üzere, müşrikler çatlasa da, patlasa da, ‘çarşı pazarda dolaşan’ bir kudsî nebiydi o. Ve, çarşı pazarda dolaşırken gördüğü bir manzaradan çıkardığı bu güzelim derslerle, gündelik hayatın içinde her hâlükârda çarşı pazarda da bulunan bizlere, ‘gündelik hayat’ı tefekkür konusu yapmanın dersini veriyordu. Gözünü sevdiğim, özünü sevdiğim, sözünü sevdiğim o şanlı nebînin gündelik hayatın içinden çıkarıp devşirdiği başka öylesi misaller vardı ki bizimle hakikat arasında bir güzel köprü olan. Hangisini seçip koysaydım ki? Hepsi güzeldi.

Galiba, en doğrusu, birkaçını zikredip, gerisini meraklı nazarların hadis yolculuklarına havale etmekti: “Haset hayırları yer bitirir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi...” “ALLAH’a yemin ederim ki, ALLAH’ın kulunun tevbe etmesinden dolayı duyduğu hoşnutluk, herhangi birinizin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha büyüktür.” “Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” “Benim dünyayla alâkam ne kadar ki?

Ben bu dünyada bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” “Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır; ALLAH’ın koruluğu da haramlarıdır...” Susması fikir, konuşması zikir, bakışı ise ibret bakışı olan kudsî nebi, gündelik hayatın içinden böylesi fikirler ve ibretler çıkarıp sunmuştu bize. Böylece, en önemlisi, gündelik hayatı tefekkür ve ibret konusu yapmanın yolunu ve usulünü sunmuştu. Onun gündelik hayatın içinde sunduğu ve ne yazık ki yeterince bilinmeyen bir husus ise, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ olarak yaşadığı mütevazi hayatta.

Yamalı pabuç giymekten erinmeyen, sert arpa ekmeği yemekten çekinmeyen, evini süpürüp söküğünü dikmeyi ar edinmeyen bir büyük tevazu timsaliydi o. Medine’nin çocukları ise, yeni gelmiş turfanda meyveleri en önce kendilerine ikram eden, oyunlarını seyredip zaman zaman tezahüratta bulunan, kendilerini devesinin terkisine almasıyla şereflendikleri bir nebi olarak tanımışlardı onu. On sene hizmetinde bulunan Enes ise, onu, diğer çocuklardan çok daha fazla tanıyordu. Ana bir kardeşi Abdullah’ı doğduğunda ona götürdüğünde, kendisini devesine katran sürer halde görmüş ve bu tevazu tablosunu hiç unutmamıştı. Kuşlarla oynayan bir diğer kardeşi Ebu Umayr’ın bir kuşunun ölümü üzerine duyduğu üzüntüye mukabil, Hz. Peygamberin onu taziyeye gidişini de. Hiç mi hiç unutamadığı ise, on senelik hizmeti boyunca, unuttuğu veya yanlış yaptığı şeyler de olsa, kendisinden asla bir çirkin söz veya bir azar duymamış olmasıydı.

Nasıl duyabilirdi ki? Onu, Ensârdan bir zâtın bahçesine girdiğinde kendisini farkedip inleyen ve gözlerinden yaşlar akan bir devenin yanına gidip, devenin gözyaşlarını silen, sahibine ise bundan sonra ona iyi davranmasını emreden biri olarak da tanıyordu. Deveye bu kadar şefkat eden bir nebi, insana, hele Enes gibi bir gence, hele Ebu Umayr gibi bir çocuğa neden şefkat etmesindi ki? O ki, bir diğer genci, Zeyd b. Erkam’ı gözündeki bir ağrı sebebiyle ziyaret edendi. O ki, Sabit b. Kays b. Şemmas’ın hasta iken yanına gidip, “Ey insanların Rabbi! Sabit b. Kays b. Şemmas’tan acıyı kaldır” diye dua edendi.

O ki, bir Yahudi gencinin hastalandığını duyduğunda ziyaretine giden, başucunda oturan, İslâm’a davet eden, yanında duran babasının da onay verdiği bir atmosferde gencin şehadet kelimelerini söyledikten sonra vefat etmesi üzerine de, “Onu benim vesilemle ateşten kurtaran ALLAH’a hamdolsun” diyendi. O ki, yirmi gün boyunca yanında bulunan Malik b. Huveyris gibi bir grup genci, anne-babalarını özlediklerini anlayınca, özledikleri yere gönderirken, “Resulullah(a.s.m.) çok merhametli ve şefkat dolu bir kimseydi” diye bir iz bırakmıştı dünyalarında. Şefkati, merhameti ve nezaketi o derece idi ki onun, defaatle uyarmıştı sahabilerini: Bir meclisin içinden geçerken, sırtınızda veya elinizde ok varsa, okun demir kısmını tutun ki, birine zarar vermeyin.

Birine kınından çıkmış kılıç uzatırken, kabzasını tutabileceği şekilde uzatın ki, eli zarar görmesin. Bir mecliste size meselâ hurma ikram edilmişse, arkadaşlarınızdan izin almadan hurmayı ikişer ikişer yemeyin. Gündelik hayatın içinde, tefekkürüyle birlikte, böylesine incelikli, böylesine nezaketli, böylesine latif, böylesine şefkatliydi o. Öyle ki, ona ikramda bulunmak, hiç kimseye ağır gelmez; zira hiç kimse, onun hiçbir vakit bir yemeğin aleyhine laf ettiğini görmezdi.

Yemekte de, yapanda da kusur aramazdı o. Üvey oğlu Hind’in söylediği üzere, “Ne kadar ince olursa olsun nimete saygı gösterirdi. Nimetin hiçbir şeyini kınamazdı.” Sirke ve ekmekten başka birşeyin olmadığı sofralar, “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!” diye tekrarladığına şahit olmuşlardı onun. Etrafında cüzzamlı bir kimsenin bulunduğu bir sofra, cüzzamlının elinden tutarak, kendisiyle birlikte elini tabağa koyup “ALLAH’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!” buyurduğuna şahit olmuşlardı onun. Yemek yemekte zorlanan bir hasta, yumuşaklığına binaen, “Kek ister misin?” diye sorduğuna şahit olmuştu onun.
O ki, sahabisi İbn Ebi Evfa’nın anlattığı üzere, “Dul ve miskinlerle beraber yürümekten ar duymazdı.” O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o, yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almıştır. Öyleyse, yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” buyurandı. O ki, kendisine gelip “Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diye soran bir adama, “Her gün yetmiş kere affet!” buyurandı. Böylesi nice örneğin şahitliğinde, rahmet peygamberiydi o. “İnsanlara merhametli olmayana ALLAHu Teâlâ merhamet etmez” diye de uyarandı. Onun merhameti, insanlarla sınırlı da değildi ayrıca.

Bir sefer esnasında, sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan görmüştü de, bir sahabisine, herkes geçinceye kadar orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretmişti. Develer, karıncalar, kuşlar, hatta haşerat bile, onun rahmet yüklü tavsiyelerinden hissedar olan mahluklardı. Mahlukat için, “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında ALLAH’tan korkun!” buyurandı o. “Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı (atışlarınıza) hedef ittihaz etmeyiniz” buyurandı. “Haksız yere bir kuş veya daha küçük bir hayvan öldüren insana ALLAH mutlaka onun hesabını soracaktır” buyurandı. Bütün bu tavsiyelerinin ardında ise, şu hikmet vardı: “ALLAH, merhametli olanlara rahmetle muamele eder.

Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler.” O kudsî nebinin nazarımızdan bir derece saklı kalan bir özelliği ise, Rabbimizin küllî rububiyetine karşı sergilediği eşsiz ubudiyet hâliydi. Bu noktadaki dikkatine ve hassasiyetine işaret eden o kadar sözü ve o kadar hatırası vardı ki... Mutruf b. Abdullah’ın babası bir örneğini zikrediyordu bunun. Kendileri, Benî Âmir heyetiyle İslâm’ı kabul niyetiyle Hz. Peygambere gidip ona “Sen bizim efendimizsin” diye hitap ettiklerinde, “Efendi, ALLAH’tır” cevabıyla karşılaşmışlardı.

Abdullah b. Büsr ise, kendisinin hazırlayıp Peygamber meclisine getirdiği genişçe bir yemek kabının etrafında biriken sahabiler arasında diz çöküp otururken görmüştü Resûlullah’ı. Ne ki, orada bulunan bir bedevî, garipsemişti bunu. Bir Peygamber, nasıl böyle mütevazi bir halde yemeğe iştirak etsindi ki? Cevap, onun gibi bir peygambere yakışandı elbette: “ALLAH beni mütevazi bir kul olarak yarattı, kibirli, kasılan biri yapmadı.” “Yâ RasulALLAH! Benim övmem bir yüceltme, yermem de alçaltmadır” diyen Akrâ’ b. Hâbis ise, Resulullah aleyhissalâtu vesselamın cevabı karşısında müthiş derecede sarsılmıştı: “Böyle yapmak ALLAH’a mahsustur.”

Benzer şekilde sarsılan bir diğer kişi, Rübeyy binti Muavviz’in düğününde hamasî şarkılar söyleyen cariyeydi. Resûlullah’ın o ortamda varlığını farkedince, “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” diye bir söz eklemişti şarkısına cariye. Resûlullah’ın cevabı bir ubudiyet zirvesiydi: “Gaybı ancak ALLAH bilir.” Devesinin kaybolduğu bir sefer ânında, münafıkların “Bu ne biçim Peygamber! Devesinin yerini bile bilmiyor” diye dolaştırdığı laflar kulağına geldiğinde söyledikleri de, manidardı: “Ben bilmem; ben bana bildirileni bilirim.” Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o: “Dünyada yükselen birşeyi alçaltmak, ALLAH’ın değişmez kanunudur.”

O böyle diyebilirdi, zira, Rabbini teşehhüd ile selâm arasında “Öne geçiren de Sensin, geride bırakan da Sen” diye tesbih eden bir nebiydi o. “Bir kul ALLAH rızası için mütevazi olur, alçalırsa, ALLAH onu mutlaka yüceltir” diyen nebiydi. “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir” buyuran ve çokça secdede bulunan bir kudsî nebi olarak, “Ben ona günde yüz kere tevbe ederim” de buyurandı.

Zira, sergilediği benzersiz ubudiyete rağmen, Rabbine, “Seni lâyık olduğun şekilde sena edemem. Sen kendini sena ettiğin gibisin” diyerek yalvaran ubudiyet zirvesi oydu. Onun ‘herhangi bir günü’ne baktığımızda, karşımıza, kâinata, gündelik hayata ve de insanın kendi iç dünyasına tam bir dikkat ve rikkatle bakan bir tefekkür ve ubudiyet örneği çıkıyordu karşımıza velhasıl.
__________________
Henüz Resmedilmemis Bir Hüznün Çizgilerini Tasir Suretim...
İste Bu Yüzdendir İçten İçe Döküntülerim...
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi HakikaT 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Rahmet Yaşları Nasip Et. Şiirler ve Şairler HakikaT 0 1762 07 Mayıs 2011 22:54
Hangi ayrılık hangi kavuşma... Makale ve Köşe Yazıları talibetün 3 2222 07 Mayıs 2011 02:43
Musab Bin Umeyir video izle Videolar/Slaytlar 1453- 2 1906 06 Mayıs 2011 23:54
İblisin Ağladığı An.. Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler HakikaT 0 1725 04 Mayıs 2011 12:15
Lanet Hadis-i Şerif kamer34 9 2394 29 Nisan 2011 01:16

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Az Bilinen veya Bilinmeyen Kelimeler taha/ Edebiyat 0 13 Mart 2018 03:12
R4bia Selamının Bilinmeyen 34 Anlamı FECR Bilgi Dağarcığı 1 29 Ocak 2014 02:03
Lozan antlaşmasının bilinmeyen yönü ... bilinmez Videolar/Slaytlar 0 30 Eylül 2012 19:38
Bilinmeyen mucize TAT İnceSızı Tıbbı Nebevi ve Alternatif Tıp 0 24 Mart 2012 10:54
Güllerin Efendisi'nin Bilinmeyen isimler... TÜRKcan Hz.Muhammed(s.a.v) 0 05 Ağustos 2008 17:01

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.