Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İlitam 3.Sınıf Dersleri

Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi:  23 Aralık 2013 (15:43), Konuya Son Cevap : 17Haziran 2014 (14:28). Konuya 19 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme: Değerlendirme: Toplam 1 oy almıştır,  ortalama Değerlendirmesi 5,00 puandır.
Alt 23 Aralık 2013, 15:49   Mesaj No:11
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

11. HAFTA

TOPLUMSAL BİR İHTİYAÇ OLARAK DİN:
1. TOPLUMSAL VE MANEVİ BİR İHTİYAÇ OLARAK DİN:
Din sosyolojisinin öncüleri olan pozitivistler, dinin modern toplumlarda da etkili olacağını fakat geleneksel dinlerin modern topluma uyum sağlayamayacağı kehanetinde bulunmuşlardır. Zaman onları haksız çıkarmıştır. Daha sonra gelen din sosyologları geleneksel dinlerin de toplum için bir ihtiyaç olduğunu vurgulamışlardır. Bu çerçevede Ziya Gökalp’in görüleri de konumuz açısından önemlidir:
Gökalp’e göre din hem toplum hem de fertler için manevi bir ihtiyaçtır. Hatta değerler piramidi açısından bakıldığında din; en önemli ferdi ve sosyal olgudur.
Gökalp, pozitivist din teorisinin savunduğu modern dönemde dinin bütün toplum katmanlarında önemini kaybedeceği görüşüne katılmaz. Gerçi o da dinin özellikle siyaset alanından çekilmesi gerektiği kanaatindedir. Ama bu, dinin toplumdan tamamen soyutlanarak vicdanlara hapsedilmesi anlamına gelmez. Çünkü böyle bir durum ferdi ve sosyal problemlerin doğmasına sebep olur.
O halde insanları mes’ud eden, maddi ihtiyaçların
tatmin olunması değil, mefkürelerin tatmin ve tebcil edilmesidir. İnsanları bedbaht edip intihara sevkeden
de mefküresizliktir. Ona göre, insanın manevi hayatı
gereği gibi yaşayabilmesi için asgari düzeyde de olsa
maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekir. Bunu sağlayamayan birisi mefkürelerin peşinde koşamaz.
Gökalp’e göre Doğu ve Batı toplumlarının dine olan ihtiyacı da birbirinden farklıdır. Ona göre din, Doğu toplumları için daha fazla önem taşımaktadır.
Manevi Hayat ve Din:Gökalp’e göre değerler ve mefkürelerin tam anlamıyla yaşanabilmesi için insanların manevi hayatı yaşaması gerekir. Ona göre manevi hayat bir idrak melekesidir. Gökalp’e göre manevi hayatta din çok önemlidir. Bu durum milli kültür açısından da büyük önem taşımaktadır: “O halde deruni hayat, bilhassa dini, ahlaki, bedii bir hayat yaşamak demektir. Deruni hayat, muhtaç olduğu içtimaları da bu üç içtimai faaliyetin teşkilatlarından alır. Dinin içtimaları, ayinler, ibadetler ve bayramlardır.
Ahlakın içtimaları aile meclisi, siyasi meclisler, harp zamanında ordunun tecemmuu; inkılâp tecemmuları, kongreler, mitingler, grevler ve milli yahut sınıf bayramları.
Sanatın insanlara bahşettiği içtimalar da konserler, tiyatrolar, düğünler ve eğlencelerdir. Hangi milletlerde
bu gibi içtimalar kuvvetli ve canlı ise orada deruni hayat derin ve samimidir. Ona göre manevi hayatta vecdler çok önemlidir. Bunu yaşamak için maddi unsurlar o kadar gerekli değildir:
Gökalp, manevi hayatta kuru bilginin yeterli olmadığını savunmaktadır. Maddi dünyada bilmek belki yeterli olabilir fakat manevi dünyada önemli olan uygulamadır. O dünyada uygulama maddi dünyadaki bilgi gibi bir şeydir.
Bundan dolayıdır ki mefküreler ve kıymetler sahasında, bilmek yapabilmek değildir, belki yapabilmek, bilmektir.”
Gökalp’e göre dini hayat derinlemesine de yaşanmalıdır. Dini hayatı sadece şekli ya da mekanik bir şekilde yaşamak yeterli değildir. Nice insanlar vardır ki dini hayatı yalnız ilmihal bilgisiyle ayin mekanizmalarından, ahlaki hayatı yalnız an’anelere riayet etmekten, bedii hayatı yalnız sanatıntekniklerine vukuftan ibaret sanırlar.
O halde bu kimseler yalnız harici bir hayat yaşarlar:
Din, ahlak ve sanat ise bu bünyevi ve mihaniki hadiselere sığabilmekten münezzehtir.
Ona göre din, ancak toplumsal ayinlerde zirve noktasında yaşanmaktadır. Bu tarz toplantılardan istifade eden fertler de bir toplum için yaşayan hazinelerdir. Bu kimseler toplumsal mefküreleri de en yüksek perdeden yaşayan kimselerdir: “Din, ahlak ve sanat kökü içtimai vicdanda olan bir tuba ağacının üç feyizli ve velud dalıdır.”
Manevi hayatı itikâf açısından da ele alan Gökalp’e
göre, itikafa giren kimse yaygın görüşün tam aksine toplumdan kaçmaz. Ona göre tam tersine, inzivaya
çekilen kimse ferdilikten topluma kaçmaktadır
Bu teşrihler gösteriyor ki mutekif, ferdi ruhuna taalluk eden ne kadar hadiseler varsa ruhunu onlardan tecride çalışıyor. Bir ruhtan uzviyyen ruhi hadiseler çıkarılınca, orada içtimaiyen ruhi hadiselerden başka bir şey kalır mı? Demek ki mutekif içtimailikten ferdiyete kaçan bir mahlûk değil, belki ferdilikten içtimaiyata kaçan bir mevcuttur.
Bu mevcut artık içtimai şe’niyeti harici müesselerde değil, kendi ruhunun derinliklerinde görür, tadar ve yaşar. Bundan dolayıdır ki bu gibilerin ıttıla vasıtalarına mükaşefe, zevk, hal adları verilir. Bunların yaşadığı hayata da deruni hayat namı verilir. Gökalp’e göre toplum hayatında yaşayan bir kimse, gönlünü kişisel arzularına kaptırmazsa bu kişi de bir çeşit münzevi sayılabilir: “Cemiyet içinde yaşayan
bir adam da ferdi arzularına, mihaniki kaidelere gönül bağlamazsa bir nevi mutekif demektir. Hatta din sahasında bile bu nevi mutekifle mevcuttur. Nakşiler’in -halvet der encümen- dedikleri hal bu nevi itikâftan ibarettir.”
Gökalp’e göre manevi hayatla mefküre ve değerler arasında çok yakın bir bağ vardır. Bunlar birbirlerini gerektiririler:İnsanlarda, manevi hayat, yani mefküreler ve kıymetler şe’niyeti olmasaydı deruni hayat da vücuda gelmeyecekti. Fakat deruni hayat da mevcut olmayınca, manevi şe’niyetler bünyevi müesselerde tebellür eden
yeni bir mefkürenin zuhuruna kadar cansız kemikler halinde kalır. Demek ki bu iki hayat birbirinin lazım
ve melzumudur.”
Manevi Problemlerin Çözülmesinde Din: Gökalp, ruhi rahatsızlıklarla mefküre arasında bağ kurmaktadır. Yapılan bazı araştırmalardan hareket eden Gökalp, mefküresizlik dönemlerinde ruhi rahatsızlıkların arttığı kanaatindedir:
“Tecennün vakalarının mefküresiz devrelerde artması, mefküreli devrelerde azalması da bu hakikati müeyyiddir.” Ona göre ruhu idare eden asıl güç, mefküresizlik yüzünden zayıflar ve bundan dolayı birçok ruhi problem doğar. Bu problemler yüzünden insanlar içki, kumar, uyuşturucu
gibi birçok zararlı alışkanlıklara yakalanırlar. Ona göre
ruh zayıflığının en iyi ilacı mefküre sahibi olmaktır. Gökalp, gençlik döneminde yaşanan gençlik problemlerini de din ve pozitif bilimler arasında luzümsuz yere yaşanan çatışma ile izah etmektedir. Ona göre bu durumdan kurtulmanın yolu; mefküre, pozitif bilim ve din arasında uyum sağlanmasıdır.
2. SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN:
Gökalp’e göre bir toplumun çimentosu manevi duygulardaki birlikteliktir. O bu noktada ahlaka özel fonksiyonlar yüklemektedir. Ahlak ile din arasında çok sıkı ilişkiler olduğunu savunan Gökalp, aile ve devlet hayatının temelinin de ahlaka dayandığını savunmaktadır.
Demek ki içtimai zabtı rabtın kuvveti de ahlakın salâbetine tabidir. Bir yerde, ahlak kuvvetli değilse, hukukun, kanunların kuvveti de az olur. Zira kanun fertleri korkuttuğu için değil, umumun vicdanından doğduğu, milletin ahlakına uyduğu için mukaddes ve mutadır. Ahlak, irademizin banisi olduğuna binaen, terbiyenin de esasıdır.
Dini Gün ve Gecelerin Toplumsal Önemi: Gökalp, mefkürenin tazelenmesi bağlamında dini günlere büyük önem vermektedir. Fakat ona göre bu günlerin daha sosyal hale getirilmesi gerekmektedir. Gökalp, bayramlar gibi Cuma, Ramazan ve Kandil gecelerinin de daha sosyal hale getirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Gökalp, gerek dini gerekse milli günlerin daha sosyal hale gelmesi için bazı somut öneriler de getirmektedir
Bu içtimai günleri canlandıracak vasıta mev’ize, konferans, müsamere, temsil, konser, koşu, spor
oyunları gibi vecdli içtimaların tertibidir. Dini, ahlaki,
bedii içtimaların hepsi feyizlidir.
Gökalp, dini kutsallar üzerinde de durmuştur. Bu kutsal değerlerin toplumsal bütünlük açısından kıymeti vardır. Dolayısıyla bu kutsalların değeri çok büyüktür ve bu değer de onlara atfedilen manevi önemden gelmektedir.
Ona göre dini mukaddeslerin maddi karşılığı olamaz: “Mesela bir Mushaf-ı Şerif’in satın alındığı zaman bedeli kaç kuruştur, denilmez. Hediyesi kaç kuruştur denilir.”
3. SOSYAL DEĞİŞME VE DİN:
Gökalp, sosyal değişmede dinin çok önemli bir faktör olduğunu kabul etmektedir. 1911 yılında yazdığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” isimli makalesinde yeni bir hayat için siyasi ve sosyal bir inkılâbı gerekli görmektedir. Bu noktada biz, Avrupa’yı olduğu gibi taklit etmemeliyiz. Onlardan istifade ederek yeni medeniyetimizi kendimiz inşa etmeliyiz.Ona göre bizler, Türklük ve Müslümanlığımızı tamamen muhafaza etmek kaydıyla Batı Medeniyetine girmeliyiz. Bu gün Batı medeniyetine girmekten başka çaremiz yoktur, aksi takdirde esirlik kaçınılmazdır.
Ona göre, Batı Medeniyetini almamızın dini açıdan
hiçbir sakıncası yoktur: “Avrupa medeniyeti müsbet ilimlerden ve sınai tekniklerden, içtimai teşkilatlardan ibarettir… Avrupa’nın kuvveti, yegane faikiyeti medeniyetindedir. Müslümanları mağlup etmesi ve bütün cihana hakim olması yalnız medeniyeti sayesindedir.
Gökalp’e göre Batı Medeniyeti aslında bizim dedelerimizin kurduğu Eski Akdeniz Medeniyeti’nin devamından ibarettir. Dolayısıyla bu medeniyet bize o kadar ters ve uzak değildir.
Akdeniz Medeniyetinin ilk müessisleri dedelerimizdir. Sonradan Müslüman Araplar, Acemler ve Türkler medeniyeti yükselterek barbar Avrupalılara öğrettiler…
O halde, bu kadar büyük hizmetlerle alakadar olduğumuz Garp medeniyetine büyük bir emeğimiz, binaenaleyh büyük bir istihkakımız vardır. Gökalp, bu bağlamda Avrupa medeniyetinden ne alacağız, sorusunu da sormakta ve buna şöyle cevap vermektedir: “Avrupa medeniyetinden
ne alacağız? Şüphesiz ondan milli bir lisan almayacağız.
Çünkü halkımız arasında konuşulan milli bir lisanımız var. Fakat lisaniyat ilmine dair usullerimiz yok. O halde ondan lisan değil, lisaniyat ilmini alacağız… ŞüphesizAvrupa’dan milli bir ahlak da almayacağız. Zira halkımız arasında milli ahlakımız da var.
Fakat ahlakiyat ilmine dair taharri usullerini bilmiyoruz.
O halde ondan ahlak değil, ahlakiyat ilmini alacağız.
Ona göre, Avrupa’dan kesinlikle din de almayacağız.
Ancak; Avrupa’dan diniyat ilmini (din bilimlerini) almamızda da hiçbir mahzur yoktur. Çünkü diniyat, bütün dinlere aynı nazarla bakan bir ilimdir ve yalnız dinlerin nasıl tetkik edileceğine dair müsbet ve objektif usulleri gösterir.
Biz Avrupa’dan daha çok usul almalıyız: “Şu ifadeler de gösteriyor ki biz Avrupa’dan hatta müsbet ilimlerin oralardaki neticelerini bile almayacağız. İlmi hakikatları kendimizde bulmak üzere yalnız ilimlerini usullerini alacağız, hatta tekniklerin fenlerin de mahsullerini değil kendilerini alacağız. Mesela, Avrupalı musikişinasların bestelerini değil, halkımız arasında terennüm edilen melodileri armonize edecek usulleri alacağız.
4. DİN VE İKTİSAT:
Değerler piramidinde iktisadı en az kıymetli bir değer olarak tarif eden Gökalp, din ve iktisat ilişkisi üzerinde
de durmuştur. Ona göre iktisat da önemli bir değerdir.
Bundan dolayı temel sosyal değerler arasında yer almıştır. Ona göre iktisat sadece maddi refahı sağlayan
bir unsur değildir. İktisat toplum için zaruri kurumların oluşmasında son derece önemlidir. Gökalp’e göre
dini hayat için de iktisat son derece önemlidir. Fakat iktisada gereğinden fazla rol biçilmesi de doğru değildir.
O, bu noktada K. Mark’ı ve E. Demolen’i eleştirmektedir.
O, Marksistlerin sosyal gerçekler arasında sadece iktisadı görüp diğerlerini gölge olarak algılamalarını doğru bulmaz.
Gökalp’e göre bütün sosyal değerler birer gerçekliktir. Bunların iktisada indirgenmesi mümkün değildir.
Aralarında karşılıklı ilişkiler vardır. Gökalp, iktisada sadece maddi üretim açısından bakan Edmon Demolen’i
de eleştirmektedir. Çünküm manevi üretim de bir çeşit üretimdir. Gökalp’e göre iktisadi alandaki işbölümü sosyal yapıdaki gelişme ile yakından ilgilidir. Ona göre tam anlamıyla gelişmemiş toplumlarda hukuk, siyaset,
ahlak, felsefe, sanat ve ilim; dinden ayrılıp kendilerini gösterememişlerdir. Ona göre modern toplumlardaki işbölümü bunların birbirlerine olan saygısını da sağlar.
Çünkü bunların hepsi bağımsız değişkendir ve faaliyetlerini kendileri için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bunların hiçbiri diğerine alet edilmemelidir.
Gökalp, din ve iktisat bağlamında bazen İslami prensiplere de temas etmektedir. O bu yönüyle bazı
İslami referansların sosyolojik yorumunu yapmaktadır.
Bu bağlamdaki yazılarından birisi “Ticaret” isimli makalesidir. O bu makalesine “El-Kasib…”başlığıyla başlamaktadır. O daha sonra bu çerçevede bir ayeti
de yorumlamaktadır.
Gökalp, dünya için çalışmanın aynı zamanda dini bir vecibe olduğunu vurgulamaktadır. O, dindar insanları dünya için daha çok çalışmaya ve daha çok hayırlı işler yapmaya teşvik etmektedir. Ona göre böyle yapanlar hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtaracaklardır. O, bu yönüyle Weber’in Protestanlarda gözlemlediği ilahi takdir öğretisini hatırlatmaktadır.

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 15:50   Mesaj No:12
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

12. HAFTA

İSLAM’IN SOSYOLOJİK YORUMLARI:
1. ÖRF VE DİN İLİŞKİLERİ:
Gökalp’in üzerinde durduğu en önemli kavramlardan birisi de örftür. O bu kavramı Montegut’tan almış ama ona farklı manalar ve fonksiyonlar kazandırmıştır: O, örfü zamanın temel paradigması anlamında kullanmaktadır.
Bu paradigma, belli bir toplumun ya da insanlığın genel birikimi neticesinde oluşmuştur. Ona göre her sosyal dönemin ve yapının kendine göre örfleri vardır. Bunları mutlaka nazara almak gerekir.
Gökalp, toplumların geçirdiği tarihi merhalelerle
onların örfleri arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır.
Her toplumsal merhalenin kendine göre bir örfü vardır.
Gökalp, an’ane, adet ve teamülün örfe uygunluğu nispetinde hayat bulacağını vurgulamaktadır.
Ona göre semiye (kabile, aşirer) dönemlerinde belki kan davaları varlığını koruyabilir. Fakat farklı bir toplumsal ilişki olan devlet sistemine geçildikten sonra artık kan davaları ortadan kalkmalıdır. Çünkü devlet yapısının örfü, problemlerin hukuken çözülmesini gerekli kılmaktadır.
2. İSLAMDA ÖRF:
Gökalp’e göre örfün gerçek manası Kur’anı Kerim’de ortaya konmuştur. Gökalp, örf açısından İslam tarihindeki bazı uygulamaları da ele almaktadır:
“İslamiyetin ilk asırlarında, dinin saffet ve tamamiyeti yalnız Arap kavminin tesanüdüne dayanıyordu. Çünkü İslamiyete, kılıç korkusuyla yeniden yeniye girmekte olan diğer kavimlerin dindeki samimiyetlerine o zaman tamamiyle itimat edilemezdi. İşte böyle bir devirde tafdil’
ül Arap fikrinin maruf görülmesi gayet tabii ve faideliydi.
Bu örfün tesiriyledir ki, Hazreti Ömer, bir taraftan hurrelerin, yani Arap kadınlarının küfüvleriyle, yani
yalnız Araplarla evlenmelerini emretti; diğer cihetten
de cariyelerin hurrelere mahsus olan cilbab ile tesettür etmelerini nehy eyledi. Çünkü bu devirde Arabın gayri kavimlere mensup olup da, İslamiyeti kabul etmiş olanlara mevali yani azatlılar namı veriliyor; binaenaleyh tamamıyla hür ve asil addolunmuyorlardı.”
Gökalp’e göre İslam tarihinin ilerleyen yıllarında Hz. Ömer’in uyguladığı yukarıdaki örf anlayışı değişmiştir.
Gökalp’e göre bu yeni örf, belli oranda İslam Hukukunu da etkilemiştir: “Binaenaleyh, yeni örf fıkha da tesir icra ederek muhtelif tecellilerini orada gösterdi. Abbasiye devrinin en büyük fakihlerinden olan Sufyanu’s-Sevri
ve Kerhi namındaki zatlar, Hazreti Ömer’in -küfüvlerin gayriyle izdivacın memnuniyeti- hakkındaki emrinin tamamiyle zıddı olarak -nikahda nesebi küfviyetin muteber olmadığı- hakkında fetvalar verdiler. Yine bu devrin büyük fakihlerinden olan Hasan Basri ile İbnül Katan, Hazreti Ömer’in nehyine muhalif olarak cariyelerin cilbab örtmelerine dair fetvalar verdiler.”
Gökalp’e göre bu fakihlerin verdiği fetvalarda ırki
bir etki aramak doğru değildir. Bu durum sosyal ruh ve sosyal hayattaki değişimle ilgilidir: “Bu büyük fakihlerin içtihatlarını kavmi asabiyetlerine hamletmek doğru değildir. İmamı Azam, mevaliden olduğu halde, Emeviye devrinde iftaya başladığı için, Hazreti Ömer’in tarikini tutarak nesepte küffiyeti iltizam etti.

Hâlbuki Sufyanu’s-Sevri, halis Arap olduğu halde, nesepte küfviyetin aleyhinde bulundu. Demek ki, bu fakihlerin içtihatları tamamiyle bi-menfaat ve hasbiydi, yani, bu fetvalar bi-menfaat ve layuhti olan zaman
örfünün bir sadasından ibaretti.
Bu yeni fetvalar, artık İslam âleminde içtimai vicdanın Araplar ile Arap olmayan Müslümanlar arasında bir fark görmediğini gösteriyordu. Demek ki, içtimai ruhta esaslı bir inkılâp husule gelmişti. İşte, nice siyasi, hukuki, ahlaki, birçok neticeler doğuran bu hakiki inkılâp, içtimai bünyenin ve onun neticesi olarak örfün değişmesiyle husule gelmişti.
Gökalp’e göre İslamın ilk devirlerinde Hazreti Ali
gibi kimseler bu durumu savunmuşlardı ama görüşleri zamanın örfüne uymadığı için başarılı olamadılar.
Siyasi Otorite ve Dini Düzenlemeler: Gökalp, velayeti amme olarak isimlendirdiği siyasi otoritenin dini hukuk alanında yeni düzenlemeler yaptığını savunmuştur. Ona göre bu düzenlemeler, dönemin sosyal ve kültürel yaşantısıyla yakından ilgilidir. O, velayeti ammenin
hukuk alanında yaptığı yeni düzenlemelerle ilgili
şu uygulamalardan da bahseder:“Hazreti Ömer’in
vaz ettiği bir kanun da Arap kızlarının nesepçe küfüvleri olmayan erkeklerle izdivacını menediyordu. Arap kadınları hürriyetlerini tehdit eden bu kaidenin naslara muhalif olduğunu beyanla şikâyet ettiler. Hazreti Ömer bu şikâyete ehemmiyet vermedi. Hazreti Ömer, şerefen neseben kendilerine küfüv olmayan erkeklere nikahı men edeceğim, buyurmuştur. Bu ise sultanın nikâhlarda yedi tasarruf ve velayeti olduğunu bildirir. Çünkü Hazreti Ömer, men’i şeriata değil, kendi nefsine muzaf kılıyor. Şeriat menetmemiş olduğu halde ben menedeceğim demek istiyor. Bu da saltanatın nikâhta velayeti ammesinden başka bir şey değildir.” Ona göre bazı sosyal şartlar
dini düzenlemeleri etkilemiştir.
Gökalp, bütün bu örneklerden hareketle gerek siyasi otorite yoluyla gerekse de karşılıklı anlaşma yoluyla
İslam aile hukukunda köklü düzenlemeler yapılabileceği kanaatindedir.
3. TOPLUMSAL TABAKALAR VE DİN:
Gökalp, bazı toplumsal tabakların dinle olan ilişkilerine de temas etmiş; aydınların, lider şahsiyetlerin, kadınların dinle münasebetlerini sosyolojik açıdan tahlil etmeye çalışmıştır.
Aydınlar ve Din: Gökalp’e göre, milli kültür kavramı içinde dini duygular da vardır. Dolayısıyla ona göre birbirinden farklı bir milli ve dini alan yoktur:
“Halkın dini, ahlaki duyguları da bedii duyguları
gibi orijinaldir. Bir millette halkın dini, ahlaki, bedii duygularının mecmuuna milli hars (milli kültür) adı verilir.
Bir milletin mütefekkirleriyle sanatkârları dini, ahlaki, bedii duygularda halkın temsilkar fertleri olursa onlara
milli güzideler (milli aydınlar) namı verilir. Milli güzideler
vücuda gelince, onların da eserleri orijinal olur.”
Ona göre, Batı aydını kendi halkının değerlerine dayandığı için millidir. Onun eğitim seviyesi yükseldikçe ahlakı da yükselir. Bizim aydınımız ise kendi milletinden habersiz olduğu için milli değildir. Onun eğitim düzeyi artıkça ahlakı yükselme yerine düşüklük gösterir.
Gökalp, zaman zaman aydınların dine bakışıyla ilgili tipolojiler de yapmıştır. Bunlardan birisi İslamiyetin
modern çağa uyum sağlayıp sağlayamayacağı ile ilgilidir:
“… İslamiyetle medeniyeti asriyenin tamamiyle kabili itilaf olduğuna itimattır. Memleketimizde öteden beri bu kanaata malik zevat eksik değildi. Bunların başında Namık Kemal ile Cevdet Paşa’yı zikredebiliriz. Fakat bu fikrin aksine inanan bir zümre de mevcut idi. Bu zümrenin zu’muna göre, İslamiyet hiçbir zaman medeniyeti asriye
ile itilaf ve imtizaç edemeyecekti.
O, İslam ve modern çağ konusunda ifrat ve tefritte toplanan aydınları “Avrupa mutaassıpları” ve “medrese mutaassıpları” diye ikiye ayırmaktadır.
Gökalp, bu iki görüş ve aydın tabakasının sosyal gerçeklere uymadığı kanaatindedir. Ona göre, bu
iki ana düşünce telif edilmelidir.
Gökalp, bizdeki aydınların niçin dini yaşamadıkları konusunda da bazı tespitlerde bulunmaktadır: “Din, yakınlı itikatlarıyla ve feyizli ibadetleriyle ruha büyük bir vecd, samimi bir saadet verir. Dini hayat, bu vecdleri yaşamak, bu zevkleri tatmaktır. Bazılarına göre din,
siyaset içindir. Hakikatte ise, din yalnız kendisi içindir.
Dine gerçek kıymetini verenler dinin itikatlarına ve ibadetlerine kıymet verenlerdir. Yoksa dinin başka bir
gaye için iyi bir vasıta olduğunu kabul edenler değildir.
Ona göre halk kültüre aydınlar uygarlığa sahiptir. Halk ile aydın arasındaki bu ayrımı ortadan kaldırmak, her iki kesimi birbirine yakınlaştırmaktan geçmektedir. Aydınlar uygarlığın taşıyıcısı olarak onu halka götürmek, anlatmak
ve benimsetmek zorundadırlar.
Diğer yönden aydınların kültürel yönleri zayıftır; kültürden uzak ve kozmopolittirler. Halka uygarlık götüren aydın, halktan da kültür almak zorundadır. Kültürüne kavuşan aydın uygarlıkla kültür arasında bir denge kuracak ve köksüzlükten kurtulacaktır. Böylece kültürle uygarlık, halkla aydın arasındaki uçurumlar da giderilecektir.
Bu noktada Gökalp’e göre, halk kültürünün en önemli unsurlarından birisinin din olduğunu hatırlamak gerekir.
4. LİDER ŞAHSİYETLER VE DİN:
Gökalp, kendisinin büyük adamlar dediği lider şahsiyetleri iki sınıfa ayırmaktadır: “Benim fikrimce bu müstesna insanları iki sınıfa ayırmak muvafıktır. Müceddid: Reformateurs’ler. Mübdi: İnventeurs’ler. Mücedditler; din mübeşşirleri, büyük fatihler, büyük inkılâpçılar, büyük kahramanlar gibi tarihte umumi cereyanları açmağa muvaffak olan kavi imanlı ve şedit iradeli zatlardır. Mübdiler: Marifet ve medeniyetin her hangi bir
şubesinde keşif, ihtira yahut ıslah suretinde büyük teceddüt ve terakki husule getirenlerdir.”
O, tarihte yaşanan olağanüstü olaylarla mefküre kavramı arasında bağ kurmaktadır. Bu olaylar ve bu olaylarda öne çıkan lider şahsiyetler bazı mefküreler sayesinde bunları başarmışlardır. Gökalp’in burada
İstiklal Savaşı’nın kazanılmasında ilahi darbeden bahsetmesi son derece dikkat çekicidir.
O, toplumda yenilik yapan lider şahsiyetlerin toplumda yenilik dalgası oluşturmadığını tersine yenilik dalgasının
bu şahsiyetleri ortaya çıkardığını savunmaktadır. Buna dini liderler de dâhildir. Gökalp,tarihe Fil Vakası olarak geçen ve dini bir yönü de olan olayı aynı bağlamda yorumlamaktadır.
Ona göre lider şahiseyetler, toplumda zaten meydana gelmekte olan bir milletleşme hamlesini ruhlarında yaşayan kimselerdir.
Gökalp, bizde meydana gelen Tanzimat, Meşrutiyet
vb. akımları da aynı çerçevede değerlendirmektedir:Bunun içindir ki, bizdeki milliyet cereyanı da Tanzimat, Meşrutiyetçilik, İttihadı Anasır ve İttihadı İslam timsalleri gibi garip istiareler altında tezahür etmiş, müceddit ve kahramanlarımız ellerinde bu sancaklar olduğu halde mücahede meydanına çıkmıştır.”
Gökalp, mübdileri de aynı çerçevede değerlendirmektedir.
Gökalp, bu yenilenme hareketlerinin de büyük şehirlerde özellikle de başşehirlerde olduğunu iddia etmektedir.
O, lider şahsiyetlerle milli şuur arasındaki etkileşimi Namık Kemal örneğinden hareketle izah etmektedir. Ona göre Namık Kemal’de milli şuur, ümmet ve devlet şuuru şeklinde tezahür etmişti. Çünkü o dönemde daha millet mefküresi net bir şekilde doğmamıştı.
Gökalp, aynı zamanda serbest ortam kavramına da vurgu yapmaktadır. Ona göre İslam dünyasında daha önce yetişen büyük âlimler, serbestlik ortamında yetişmişlerdir:
“İslam âleminde büyük âlimlerin tarzı neş’eti; kadim medresenin serbesti tedris ve tederrüs usulünü takip etmesi sayesinde olduğu gibi Avrupa darülfünunlarının sebebi feyzi de bu usulün vücudundan naşidir.”
5. KADIN VE DİN:
Gökalp, yazılarında kadın ve erkek eşitliği üzerinde durmuştur. Ona göre kadın ve erkek eşitliği demokrasi
ya da halkçılığın temel prensibidir: “O halde, halkçılığın birinci umdesi, ırkların müsaviliği, ikinci umdesi milletlerin müsaviliği olduğu gibi, üçüncü umdesi de kadınla erkeğin müsaviliğidir.” Ona göre tarihte kadınları erkeklerin gerisine düşüren sebepler dini olmaktan çok sosyaldir. Dolayısıyla bu sebepleri koyan toplum olduğu gibi onları kaldıracak olan da toplumdur. Gökalp, ilkel toplumlarda kadının yeriyle ilgili tahlillerini Durkheim’den alıntılarla yapmıştır. İkel toplumlarda kadınlar bazı yasaklarla sınırlanırlardı: “İptidai cemiyetlerde kadın -tabu- addolunmuştu. Bilhassa adet ve lohusalık zamanlarında, kadınlar tabu olurlardı. Bu zamanlarda, kadınlar, kendi semiyyelerinden olan erkeklere görünmezler, onlarla aynı tencereden, aynı kaptan yemek yemezlerdi. Güneşle temas edemezler, toprağa ayak basmazlardı. Erkeklerin yattığı odalardan uzak, altı otla samanla yükseltilmiş karanlık kulübelerde yaşarlar, ayrı tencerede pişmiş yemek yerlerdi. Bunların hizmetine adetten kesilmiş bir kocakarı bakardı.”
Gökalp, Durkheim’den yapmış olduğu alıntılarda,
ilkel toplumlarda kadınların örtünmesiyle tabu kavramı arasındaki ilişki üzerinde de durmaktadır:
“Durkheim’e göre iptidai cemiyetlerde kadınların tabu olması, adet ve lohusalık zamanlarında kendilerinden kan gelmesi idi. İlk cemiyetlerde semiyyeler maderi olduğu için, totemlerin kanı, kadınlarda mevcut addedilirdi. Totem ve bilhassa kan tabu olduğu için bunların yüzünden kadınlar da tabu oldular… İptidai cemiyetlerde görülen muhtelif tesettür ve ihticap şekilleri harem, mahremlik ve namahremlik kaideleri hep bu tabu itikadının neticeleri olduğu gibi, kadının hukukça ve selahiyetçe erkekten dun bir mevkie düşmesi de, erkeklere ait vazifelerin kadınlar için haram sayılmasından ileri gelmişti.”
Gökalp, bu alıntılardan hareketle kadının toplum hayatındaki geriliğinin sosyal sebeplere dayandığı
sonucuna ulaşmaktadır.

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 15:50   Mesaj No:13
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

13. HAFTA

İSLAM’IN SOSYOLOJİK YORUMLARI:
1. DİNİ CEMAAT: “ÜMMET”
Ziya Gökalp, dini cemaat anlamında daha çok
ümmet kavramı üzerinde durmaktadır. Ona göre ümmet, peygamberlerin oluşturduğu dini yapıdır. Ümmet yapısı bazen milli yapılardan daha kuvvetli olabilir:
“Dini camianın bazen milli cemiyetten daha kuvvetli olduğunu aşağıdaki vakıalar ispat eder. Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise, siyasi bir cemiyet halinde yaşayamıyorlar. Arnavutluk’ta Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar bir millet haline giremedikleri gibi, Suriye’deki Müslüman ve Hıristiyan Araplar da bir millet mahiyeti alamadılar. Yugoslavya’daki Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar ayrı lisan ve harsa
malik, aynı milliyete mensup oldukları halde bir millet
gibi beraber yaşamaya bir türlü alışamıyorlar.”
Gökalp, ümmet bağının ne kadar güçlü bir bütünleştirici olduğu yolundaki tezini kuvvetlendirmek için, farklı milletten olmalarına rağmen aynı ümmette mensup olan bazı toplumların aynı devlet çatısı altında yaşadıklarını söylemektedir: “Bilakis aynı ümmetten oldukları halde, milliyetleri ayrı olan zümreler, müşterek bir devlet hayatı yaşayabiliyorlar. Büyük Biritanya Adalarında Katolik olan İrlandalılar, Protestan olan İngilizlere karşı bu kadar kanlar dökerek İstiklal mücadelesine atıldıkları halde, yine Protestan olan İskoçyalılarla Galilerin isyan bayrağına sarılmaması, ümmet rabıtasının kuvvetini gösterir.
Belçika’da da, her ikisi de Katolik olan Valon kavmiyle Flaman kavmi sakindir. Bunların birincisi Fransızca konuşur ve Fransız cinsine mensuptur. İkincisi ise bir nevi Cermen lisanı tekellüm eder ve Cermen ırkına mensuptur. Bunları da, milliyet ihtilafına rağmen birleştiren, ümmet rabıtasıdır. İsviçre’de de Fransız, İtalyan, Alman milliyetlerine mensup üç unsur hepsi Protestan olmaları hasebiyle, müşterek bir devlet hayatı yaşamaktadırlar.”
Gökalp, Türkiye’deki Türklerle Kürtlerin birlik ve beraberlik içinde yaşamasında ümmet bağının önemine işaret etmektedir. Ona ve bazı sosyologlara göre bu tarz bir yapı millet üstü bir yapıdır: “Anadoluda’ki Sünni Türklerle Kürtler, İran’daki Şii Farisilerle Türkler de aynı halde değil midirler? Bazı içtimaiyatçılar, ümmet rabıtasıyla beraber, birçok asırlarca tarih ve coğrafya iştirakinden doğan bu müşterek hayata fevkalmille (sur nationalite) namını vermektedirler.”
Ona göre, şu toplumlar ümmet medeniyeti yaşayabilmişlerdir:Cemiyetler arasında, ümmet dinine
ve ümmet medeniyetine girebilmiş olanlar üç takımdır: Hıristiyan kavimler, İslam kavimler, Budist kavimler.”
Dini cemaat ya da ümmet yapısı her dinde değişik şekillerde tezahür etmektedir. O, bu çerçevede önce Hıristiyanlık (Katoliklik) ile İslamiyet’i daha sonra da Budizm ile İslamiyet’i karşılaştırmaktadır: “Ümmet teşkilatı her dinde başka bir tarzda tecelli eder. Katoliklerde Hıristiyan ümmeti bir hükümet tarzında taazzi etmiştir. Hükümetin imparatoru papa, vezirleri kardinaller, valileriyle mutasarrıfları başpiskoposlarla piskoposlar’dır.”
İslam ümmetinin yapısı ise Katoliklerden oldukça farklıdır: “Müslümanlarda ise ümmet, bir hükümet şeklinde değil,
bir darülfünun suretinde taazzi etmiştir.
Bundan dolayıdır ki Hıristiyanlıkta dini teşkilata kilise
namı verdiği halde, Müslümanlarda medrese adı verilir. Müslümanlarda ruhani reisler yoktur; yalnız müderrisler vardır. İslamiyet, akıl ve hürriyet esaslarına istinat etmiştir.
Gökalp, aynı zamanda İslam içindeki tekke ve
medrese geleneğini de karşılaştırmaktadır. O, İslam ümmet yapısında medrese geleneğinin ana gövdeyi oluşturduğu kanaatindedir:
İslam ümmeti, Budizm’de olduğu gibi, bir tekkeler konfederasyonu değildir. İslam ümmeti eğitimi ve bilgiyi esas alan bir üniversite gibidir: “Bundan dolayıdır ki, İslam ümmeti, Buda’nın ümmeti gibi bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir. Bütün İslam âlemi büyük bir darülfünundur.
Mezhep sahipleri olan imamlara gelince bunlar da doktrin sahibi âlimlerden ibarettir. Bundan anlaşılıyor ki İslamiyet’te din, idari bir velayete değil, ilmi bir velayete istinat eder.”
Gökalp’in ümmet yapılarını karşılaştırmasından
şu sonuçları çıkarabiliriz:
1- Hıristiyanlık (Katoliklik) ümmet yapısı, siyasi bir
örgüt gibidir. İslam ümmet yapısı ise, bir üniversite gibidir.
2- Hıristiyanlık ümmet yapısı bir imparatorluk
örgütünü andırmaktadır. Papa, bu yapının imparatorudur. Kardinaller vezirleridir. Başpiskoposlarla piskoposlar valiler ve kaymakamlarıdır. Burada yönetmek ve siyaset ana unsurdur. Bundan dolayı bu yapıya “kilise” ismi verilmiştir.
İslam ümmeti ise, bir üniversite örgütünü andırmaktadır. Şeyhulislam, bu üniversitenin rektörüdür. Her kasabadaki müftüler fakülte dekanlarıdır. Mezhep sahibi imamlar
da doktrin sahibi alim ya da din bilginleridir. İslam üniversitesinde (ümmet yapısında) belli bir hiyerarşiye
göre örgütlenmiş ruhani liderler yoktur. Bunların yerine din bilginleri vardır. Burada siyaset yerine bilim ana unsurdur. Bundan dolayı bu yapıya “medrese” ismi verilmiştir.
3- Budist ümmeti, daha çok mistik hayatı gaye edinen bir tekkeler konfederasyonu şeklinde örgütlenmiştir. Bunlarda akıldan çok duygular ön plandadır. Öncelikle kendilerini ve birkaç kişiyi kurtarmayı hedeflerler. İslam ümmetinde ise, akıl ve hürriyet kavramları öne çıkmaktadır. Bunlar sadece kendilerini değil, bütün toplumu hatta bütün insanlığı kurtarmayı hedeflerler.
Gökalp, İslam ümmet yapısının daha güçlü hale getirilmesi gerektiği kanaatindedir. Bunun için öncelikle bütün İslam âlemindeki medreselerin seviyesi yükseltilmelive ortak hedefler doğrultusunda hareket etmelidir. Bu kalite daha sonra tekke ve camilere de yansıyacaktır. Gökalp, medreselerin seviyesini yükseltmek için somut projeler de önermektedir. Buna göre, her yıl Müslüman
bir ülkenin başkentinde medreselerde ders veren bilim adamlarının katılacağı bir bilimsel kongre yapılmalıdır.
2. DİNİ BİR KURUM OLARAK HİLAFET:
Ümmet kavramı ve yapısı üzerinde önemle duran Gökalp, bu yapıyla ilgili olan hilafet kurumu üzerinde de önemle durmuştur. O hilafete sosyolojik açıdan yaklaşmış ve bu çerçevede tahliller yapmıştır.
Hilafet Tipolojileri: Hilafet konusunda oluşturduğu dört ana tipoloji şunlardır: 1- Halife sultanlar. 2- Sultan halifeler. 3- Teşkilatsız halifeler. 4- Günümüzdeki halifelik (Teşkilatlı ve bağımsız halifeliktir.)
1- Halife Sultanlar: Gökalp’e göre Hülefai Raşidin dönemi halife sultanlar dönemini temsil etmektedir. Ona göre bu kimselerin asıl vazifesi halifelikti. Bu dönemde güçlü bir devlet teşkilatı olmadığından dolayı bunlar sultanlık vazifesini de yapmak zorunda kalmışlardır.
Gökalp’e göre bu halife sultanlar maalesef bazı zorlayıcı sebepler yüzünden siyasete girmek zorunda kalmışlardır. Bu durum, Sünni, Şii ve Harici gibi akımların oluşmasına sebep olmuşlardır. Ona göre bu halifelerin siyasete karışmak zorunda kalması bir talihsizliktir.
2- Sultan Halifeler: Gökalp’e göre, Emevi, Abbasi
ve Osmanlı halifeleri sultan halifeliği temsil ediyorlardı.
Çünkü bu halifelerin esas memuriyeti sultanlıktı. Bunlar sultan oldukları halde hilafeti ek bir görev olarak üzerlerine aldılar. Gökalp’e göre bu dönemde halifeler siyasetle çok uğraştıkları için, dine pek olumlu katkılar verememişlerdir.
3- Teşkilatsız Halifeler: Gökalp’e göre İslam tarihinde
bazı dönemlerde halifeler siyasetle uğraşmadıkları halde yine de pek başarılı olamamışlardır. Çünkü bu dönemde halifeler bir hilafet örgütlenmesi oluşturamamışlardır.
Ona göre Selçuklular döneminde Bağdat’taki halifeler, Kölemen Sultanları devrinde de Mısırdaki halifeleri bu modelin örneklerini oluşturmaktadır. Ona göre merkez
ve çevre arasında kopukluk yaşayan bir toplumda bu halifelerin din adına yapabileceği fazla bir şey yoktu.
4- Bağımsız ve Teşkilatlı Halifeler: Gökalp, Türkiye’de yeni dönemde başlayan yeni hilafet modelini bu şekilde tanımlamaktadır. Ona göre bu model içinden çok sayıda halife gelecektir. Bundan dolayı halife kelimesini çoğul kullanmıştı. Bu durum bize, Gökalp’in hilafetin kaldırılabileceği ihtimalini hiç düşünmediğini gösterir.
Ona göre yeni dönemle birlikte başlayan halifelik modelinde halifeler, siyasetle uğraşmak zorunda kalmayacaklar aynı zamanda geniş bir ümmet teşkilatı meydana getirebileceklerdir. Böylece bunlar daha önceki dönemlerdeki halifelere pek de nasip olmayan sadece dini görevlerini yerine getirme imkânına nail olacaklardır.
İslam tarihinin en güçlü dönemleri hilafetle siyasetin birbirinden ayrı olduğu dönemlerdir. Yavuz Selim’in hilafetle saltanatı birleştirmesi Osmanlı devletinin zayıflama sürecini başlatmıştır.
Darulhikmetül İslamiye, hilafetin heyeti müşaviresi olmak üzere hazırlanmış dini bir Encümeni Daniş’tir.
Gökalp, yeni dönemdeki halifelik teşkilatının Hıristiyan dünyadaki teşkilatlara benzetilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Çünkü bu yapılar siyasetin içindedir.
Gökalp’e göre yeni ümmet teşkilatının gayrimüslimlere benzememesi için bu teşkilat cami merkezli olmalıdır. Çünkü camiler hiçbir zaman siyasete alet olmamışlardır.
Gökalp, yeni dönemde halifeye bazı kurumların yardımcı olması gerektiğini savunmaktadır.
Hilafetin Yeni Şekli:Gökalp, Türkiye’de saltanat kaldırıldıktan sonra hilafetin aldığı yeni şekli ideal
bir model olarak takdim etmektedir.Gökalp, yeni dönemde hilafetin İslam ülkeleri arasında daha iyi bir bütünleşmeye sebep olabileceğini düşünmektedir. Ona göre yeni dönemde hilafet kurumu gerçek değerini bulmuştur.
Gökalp, hilafet kurumunu cemaatla kılınan namaz bağlamında ele almaktadır. Sadece cemaatla kılınan Cuma ve Bayram namazları halifenin varlığını gerektirmektedir.
Bu namazlarda görev yapacak olan imam ve hatiplerin Halifenin özel izni ve vekâletiyle atanması gerekir. Halife mevcut olmadığı zamanlarda bu namazların eda edilip edilmeyeceği ihtilaflı olduğundan dolayı, halifenin gerçek vazifesi bu gibi konularda bir imameti kübra yapmasıdır.
İslam ümmetinin birliğini temsil eden Hilafet makamı, sadece bir milletin siyasetiyle sınırlandırılmamalıdır.
Gökalp’e göre Türkiye’de yeni halifenin atanması çok önemli bir olaydır.
Gökalp’e göre Osmanlı halifelerinin hem siyasi hem de dini otoriteyi aynı anda taşımaları yüzünden birçok İslam ülkesi halifeyi tam anlamıyla kabullenemiyordu. Çünkü dini işlere siyasi işlerin karışmasından emin olamıyorlardı. Oysa yeni dönemde Halife hiçbir devletin özel siyasetine bağlı olmayacağından dolayı bütün İslam dünyası tarafından daha kolay benimsenecektir.
Gökalp’e göre Hilafet kurumunun bu yeni modeli eskisinden binlerce defa daha üstündür. Hilafet hakkının Osmanlı Ailesine ait olması da gayet isabetli bir durumdur. Çünkü Osmanlı ailesi Türklük ve İslamiyet’e büyük hizmetler yapmış bir ailedir.
O, hilafetin bu yeni şeklinin oluşmasına katkılarından dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisine ve onun başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkür etmektedir. Gökalp’e göre böylece hâkimiyeti milliye ve demokrasi ile hilafet kurumu arasında bir uyum sağlanmıştır. Bu uyum gerçek bir İslam Birliğinin oluşmasına hizmet edecektir.
Erol Güngör, Ziya Gökalp ve Türkçülük’te Din Meselesi, isimli makalesinde, Ziya Gökalp’in yeni dönemde takip edilmesini arzu ettiği ümmet programından bahseder.
“Gökalp, Türklerin ümmet mefküresi İslamlıktır, diyor. Ona göre Türkçüler şu esasları ihtiva eden bir ümmet programına sahip olmalıdırlar:
1- Bütün İslam milletleri arasında ortak olan Arap harflerini değiştirmeksizin muhafaza etmek.
2- Bütün İslam kavimlerinde terimlerin ortak bir
hale getirilmesi için İslam ümmeti arasında terminoloji kongreleri toplamak ve terimleri Türkçeden, Arapçadan
ve kısmen de Fransızcadan yapmak.
3- Bütün İslam kavimlerinde ortak bir terbiyenin (eğitim) kurulması için terbiye kongreleri toplamak.
4- Bütün İslam kavimlerinin müftü teşkilatları arasında daimi bir bağ vücuda getirmek.
5- İslam ümmetinin sembolü olan hilalin kutsallığını muhafaza etmek.
Hilafet ve İngilizler: Gökalp, birçok defa İngilizlerin
İslam dünyasındaki emellerini devam ettirebilmek için hilafet kurumunu kullanmaya çalıştıklarını vurgulamaktadır.
“… İngilizler hala İslam halifesinin kendi emirleri altında bulunmasını istiyorlar. Boğazlar meselesinin iç yüzünü yoklarsak gizli maksatlarının başında bunu görürüz. İngiltere, Boğazlarda müdahalekar bir mevkide bulunmakla Darül Hilafeyi yani dört yüz milyon Müslümanın mukaddes halifesini kendi nüfuzu altına almak istiyor.”

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla
Alt 23 Aralık 2013, 15:51   Mesaj No:14
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.186
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

14. HAFTA

İSLAM’IN SOSYOLOJİK YORUMLARI:
1. TASAVVUF SOSYOLOJİSİ:
Gökalp, eserlerinde Türk toplum yapısının önemli bir realitesi olan tasavvuf tahlilleri de yapmaktadır. Ona göre tasavvufu Batı düşüncesindeki mistisizm ile karşılamak doğru değildir. Tasavvuf mistisizmden çok idealizme yakındır. Batı düşüncesindeki en önemli prensiplerin özünü biz İslam tasavvuf düşüncesinde bulabiliriz: “Garp felsefesinde mefküreciliğin geçirdiği üç teceddüt devresi tasavvufun üç Arabî cümlede icmal ettiği bu makamların tamamıyla aynıdır. Berkley’in hadisecilik mesleği tasavvufun ilk kademesi olarak zaten mevcuttu.”
O, Kant gibi birçok Batılı düşünürün mesleklerinin özünün de tasavvufta var olduğunu savunmaktadır. Alfred Fouillee, Gayau gibi düşünürlerin temel görüşleri de tasavvuf düşüncesiyle paralellik göstermektedir. Gökalp, tasavvuf sosyolojisi bağlamında Muhiddin Arabi üzerinde de durmaktadır. Ona göre Muhiddin Arabî tasavvufla hikmeti birleştiren bir kimsedir. O, Muhiddin Arabi’nin bir kudsi hadisi kendi mesleğinin çıkış noktalarından birisi yapmasını da ele almaktadır. Ona göre, ruhi hadiseler hayalden ibaret değildir. Bunların bir gerçekliği vardır. Gökalp, Muhiddin Arabi’nin kullandığı “ayanı sabite” kavramının “ideal” anlamına geldiğini söylemektedir.
O, İslam tasavvuf düşüncesinin Batı’dan önce birçok bilimsel gerçeğin temellerini attığını vurgulamaktadır. O, tasavvufun keramet göstermekten ibaret olmadığını vurgulamaktadır. Gökalp, bu tahlillerinde yer yer tasavvuf menkıbelerine de müracaat etmiştir. Ona göre tasavvuf, dinin mantık üstü bir yönüdür. Ona göre evliyaların asıl kaynağı mantık değil manevi keşiftir. Bu alan bu konu ile uğraşmayanların zor anlayacağı bir şeydir. Bununla birlikte akıl ve keşif belli bir noktadan sonra ortak alanlarda buluşabilmektedir. Gökalp, tasavvufu aynı zamanda yüksek ahlaklı insanlar yetiştiren bir kurum olarak görmektedir.
Ona göre, gerek dine gerekse tasavvufa ilgisiz kalınmamalıdır. Gökalp, tasavvufu daha çok insanların psişik dünyalarına hitap eden bir kurum olarak görmüştür. Oysa dinin bir de toplumsal boyutu vardır. Bu yön, kişilerden çok toplumlara şahsiyet vermektedir. Gökalp’e göre dinin bu kısmında evliyalardan çok peygamberler rol oynamaktadır. Gökalp’e göre İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in toplum alanında yapmış olduğu inkılâplar onun en büyük mucizelerinden birisidir. O, gerek ruhları gerekse toplumları cahiliyet denilen çok geri bir düzeyden medeniyet denilen çok ileri bir seviyeye yükseltmiştir.
Gökalp, tasavvuf ile Türk’ler arasında çok güçlü bağların olduğunu da söylemektedir. Ona göre tasavvuf Türkler’in milli mezhebidir.
Tekkeler: Gökalp, tasavvuf sosyolojisi bağlamında Osmanlı’nın son döneminde mana ve önemini kaybetmiş olan tekke kurumu üzerinde de durmuştur. O, bu yaklaşımlarıyla Osmanlı’nın son dönemlerinde tekkelerin yeniden nasıl fonksiyonel hale gelebileceği sorunu üzerine odaklaşmıştır. Ona göre, tekkenin kaynağı İslam’ın ilk yıllarındaki “Suffa” kavramına dayanmaktadır. Gökalp, aynı bağlamda “ribat” kavramı üzerinde de durmaktadır. Gökalp’e göre tasavvuf, tarikat ve tekkelerin kaynağını nefisle mücadele noktasında aramak gerekir.
Ona göre ilerleyen yıllarda ribatlar tekkelere inkılap etmiştir. Gökalp, tasavvuf yolunda gidenleri “Allah ahlakı” kavramı çerçevesinde de yorumlamaktadır. O, bazı tarikatlerin tarihte oynamış oldukları büyük sosyal roller üzerinde de durmaktadır. Kızılbaşlık, Yezidilik, Nusayrilik, Dürzîlik gibi Ehli Sünnet harici mezheplerin de tasavvuf ve tekke kökenli olduklarına dikkat çeken Gökalp, tekkelerin bir an önce ıslah edilmesini istemektedir. Ona göre bunun yapılması halinde böylesi hareketlerin de önü alınacaktır. O, tekkelerde İmam Kuşeyri’nin Risalesi ve Gazzali’nin İhyası gibi kitapların muntazam bir şekilde okunmasını tavsiye etmektedir. Ayrıca Arabistan ve Trablusgarpta aşiretlerin uğrak yerleri olan noktalara Sünusi tekkelerine benzeyen “hankahlar” tesis edilmesini böylece aşiretlerin devlete ve birbirlerine manevi bir bağla bağlanmasını çok zaruri bir iş olarak görmektedir.
2. FIKIH SOSYOLOJİSİ:
Tasavvuf üzerinde önemle duran Gökalp, İslami bilimlerin en önemlilerinden birisi olan fıkıh ya da İslam hukukunu da sosyolojik açıdan tahlil etmeye çalışmış, bu bağlamda çok orijinal tekliflerde bulunmuştur.
Örf ya da Sosyal Şeriat: Gökalp, fıkıh ilmini şöyle tarif etmektedir: İnsanın amellerini hüsn-ü kubuh (iyilik, kötülük) noktai nazarından tatbik ve takdir eden ilme -İslam aleminde- fıkıh namı verilir. Hüsün yahut kubhu haiz olan amelleri -dini ibadetler- ve -hukuki muameleler- diye ikiye ayırabiliriz.” Ona göre ahlaki fiiller bu iki çeşit amellerin vicdani safahalarından ibaret olduğu için fıkıh ilmi içinde ayrıca bir ahlak konusu ele alınmamıştır.
Gökalp, insani fiillerin fayda ve zararını tecrübeye dayanan aklın tayin ettiğini ifade etmektedir. Ona göre amellerdeki fayda ve zararla hüsün ve kübuh aynı şey değildir. Oysa Mutezile bu ikisini aynı şey telakki ederek hüsün ve kubuh konusunda da aklın belirleyici olduğunu savunmuştur. Gökalp, bu konuda Mutezile gibi düşünmez ve insani fiillerde hüsün ve kubhun belirlenmesinde “nas” ve “toplumsal vicanın” belirleyici olduğunu savunur.
Gökalp’e göre bu durum sadece dini konularda değil, siyasi ve milli konularda da geçerlidir. Ona göre bu anlayış ehlisünnet tarafından da savunulmuştur. Ayrıca bu durum felsefe ve sosyolojinin ulaştığı sonuçlarla da uyumludur. Gökalp’e göre şeriat amellerin hüsün ve kubhunu iki temel açıdan belirler:Ehli sünnetegöre -hüsnü kubuh’da- akıl müdrik olmakla beraber şer’i hâkimdir. Şer’ amellerin hüsnü kubhunu iki miyara müracaatla takdir eder. Bu miyarlardan birincisi nass ikincisi örf’tür. Nass, kitap ve sünnetteki delillerdir. Örf ise cemaatin ameli siret ve maişetinde tecelli eden içtimai vicdanıdır.” Bununla birlikte örfün nasslara uygun olması da önemlidir.
O, örf içerisinde yer alan “maruf” kavramını da şöyle tanımlamaktadır: “O halde örf bizi birinci derecede ilham ettiği aşk kudretiyle ikinci derecede ihsas ettiği ceza kuvvetiyle tesiri altına alır. Tabir caiz görülürse birincisi örfün cemal sıfatı, ikincisi celal sıfatıdır diyebiliriz. Örfün bu iki sıfatı tezahür edince maruf olan fiillerin hem yapmasını arzu ettiğimiz hem de yapmaya mecbur olduğumuz işler olduğu anlaşılır. Ma’ruf yapılması arzu olunan ve yapılması mecburi olan bir fiil olmakla beraber aynı zamanda yapılabilen bir iş olması da iktiza eder.”

Gökalp, örfün aynı zamanda mefkürevi boyutuna da dikkat çekmektedir. O, bu görüşünü bir Kur’an ayetine yaptığı yorumla desteklemektedir. Ona göre, insani fiillerin hüsün ve kubhu nas dilinde “vacip” ve “haram”, örf dilinde ise “maruf” ve “münker” şeklinde ifade edilmektedir. Mübah ise ne vacip ne haram, ne maruf ve ne de münker olmayan amel sıfatlarıdır. Gökalp’e göre, örfün görevi sosyal hayatta sadece maruf ile münkeri birbirinden ayırmak değildir. O tıpkı nas gibi bir işlev görmektedir.
Gökalp’in maruf ve münker kavramını kamu vicdanına bağlaması son derece dikkat çekici bir yorumdur. O buradan hareketle bir şeriat tipolojisi de yapmaktadır. Buna göre şeriat’in bir “ilahi boyutu” bir de “sosyal boyutu” vardır. İlahi boyutu değişmez ama sosyal boyutu kamu vicdanına göre değişebilir. Gökalp’e göre fıkhın bir kısmı sosyal prensiplere bağlıdır; bunlar sosyal yapı ve fonksiyonlardaki değişikliklerle paralel bir şekilde değişebilirler. Bu noktadan hareket eden Gökalp, bazı fıkhi hükümlerin sadece zamana göre değil aynı zamanda toplumların yapısına göre de değişmesi gerektiğini savunmaktadır. Bütün bu görüşleriyle Gökalp, örfün fıkıh alanındaki yerini daha fazla genişletmeyi önermektedir.
Gökalp’e göre fıkhın kaynaklarından olan sosyal şeriat; toplumsal tekâmülle paralel bir şekilde hareket etmeye mecburdur. Fıkhın menbaları ikidir: Nakli şeriat. İçtimai şeriat. Nakli şeriat, tekâmülden mütealidir. İçtimai şeriat ise içtimai hayat gibi daima bir sayruret (devir) halindedir.
Sosyal Fıkıh Usulü Bilimi: Gökalp, yeni dönemde örfün daha ön plana çıkacağı yeni bir fıkıh metodolojisi biliminin kurulmasını teklif etmiştir. O buna “İçtimai Usulü Fıkıh” ismini vermiştir. Ona göre sosyal fıkıh metodolojisi, genel sosyolojinin verilerinden de istifade ederek örf kavramı üzerinde yoğunlaşmalı, örfün tarihi ve sosyolojik merhalelerini ortaya çıkarmalıdır. Gökalp, böylece örf ve fıkıh arasındaki münasebetin sistematik bir şekilde incelenmesini arzu etmiştir. Ona göre böyle bir disiplin daha önce ortaya çıkamazdı çünkü geçmiş asırlarda sosyoloji bilimi doğmamıştı. Ona göre böyle bir sosyal fıkıh metodolojisi bilimi ancak disiplinlerarası bir çalışma ile vücut bulabilir.Gökalp, teklif ettiği bu bilime altyapı hazırlama bağlamında, İslam hukuk geleneğinde örfe verilen önem üzerinde durmuştur: “Hatta İmamı Malik hazretleri, Medine ahalisinin içtimai anenesini de sünnetin halk arasında münteşir bir şekli diyerek mabihittatbik addediyordu. Örfün payansız ihtiyaçları bu menbalardan da tatmin olunamadığı vakit içtima ve kıyas esaslarına müracaat edildi. Aynı zamanda İmamı Azam hazretleri örfün müstakil bir esas olarak nazara alınması lüzumunu hissederek, nasın ihtiyacatına evkaf olan ciheti kıyasa tercih etmekten ibaret olan istihsan kaidesini vazetti. İmamı
Ebu Yusuf hazretleri -nass ile örf tearüz ederlerse bakılır:
Eğer nass örften mütevellit ise örfe itibar edilir- kaidesini kabul etti.” Ona göre, fıkıh ilminin örfü dikkate alması kaçınılmazdır. Zaten içtihad da örfe uyma ihtiyacından doğmuştur. Bu ihtiyacı dikkate almayan fıkıh ekolleri sosyal hayat tarafından diskilifiye edilmişlerdir: “Örfe ve içtihada itibar etmeyen yalnız bir fakih zuhur etti. Bu zat Zahiriye mezhebinin imamı olan Davut bin Ali idi. Hayata kıymet vermeyen bu mezhep, hatasına uygun bir cezaya düçar oldu; yani hayat tarafından kabul edilmedi…”
İslam hukuku ancak sosyal hayat ve örften istifade etmek kaydıyla, modern dünyaya cevap verme kapasitesine sahiptir.
Sosyal Hayattaki Sünneti İlahiye: Örfün çeşitlerinin bilimsel bir şekilde incelenmesi gerektiğini savunan Gökalp’e göre, tabiat âlemindeki kanunlara “sünneti ilahiye” dendiği gibi, sosyal hayattaki kanunlara da “içtimai sünneti ilahiye” denilebilir. Bu yönüyle örf zımnen ilahi bir faktör olarak görülebilir. Gökalp, örfün sahasının çok geniş olduğunu düşünmekte hatta ona göre dünyevi nassların hepsi esasen örften doğmuş olabilir. Gökalp’e göre bu yeni fıkıh usulü fıkhın yerini alma iddiasında olamaz. O sadece fakihlere yol gösteren bir yardımcı bilimdir.
3. İBADET SOSYOLOJİSİ:
Gökalp, modern toplumlarda dinin sosyal fonksiyonları bağlamında ibadet sosyolojisi de yapmıştır. O, bu konudaki yorumlarını kutsal varlığa yaklaşma kavramı üzerine bina etmiştir. O ibadeti iki aşamalı bir faaliyet olarak ele almaktadır.
Menfi Ayinler ve Benlikten Kurtulma İradesi:
Gökalp’e göre ibadetin birinci aşamasındaki yani kendi tabiriyle menfi ayinler şunlardır: “1- Gusül, abdest, necasetten taharet, hayz ve nifastan tatahhur, setri avret, oruç. 2- İstikbali kıble, ibadetleri hususi mahallerinde icra etmek, ibadetleri hususi vakitlerinde eda etmek, ayinlere sağ cihetten başlamak. 3- Dünya kelamı etmemek, etrafına bakmamak, mikatta ziynet libasını çıkarıp ihrama girmek, ihram esnasında şaçını, tırnağını kesmek suretiyle ziynete meyil etmemek. 4- Fedayı nefsin timsali olmak üzere kurban kesmek, zekât ve fitre itasiyle fedayayı malda bulunmak, cihad ve hac seferlerine katlanmak.”
Ona göre menfi ibadetlerin gayesi benlikten kurtulabilmeye yöneliktir. Gökalp’e göre manevi kirler benlik ve benliğe ait duygulardır ki, biz menfi ayinlerle sembolik olarak bunlardan temizlenmiş oluruz.
Bu menfi ayinler insanın benliğini aşıp onu sosyalleştirecek irade gücünü kuvvetlendirmektedir: Esasen menfi ayinler müsbet ayinlere ulaşmak için araçtırlar. Fakat zahit denilen bazı abitler bunlara çok önem vermişlerdir. Gökalp’e göre bir milletin bütün fertleri abit olmamalı ama bir millet içinde bu tarz insanların bulunası da şarttır.
Müsbet Ayinler ve Toplum Bilinci: Gökalp’e göre müsbet ayinlerin üç şartı vardır: “Müsbet ayinlerin üç şartı vardır: Menfi ayinlerin icrasından sonra eda edilmek, cemaatla icra kılınmak, mevkut olmak.” O, bu bağlamda daha çok “içtimai ruh” ya da “toplum bilinci” kavramı üzerinde durmaktadır.Gökalp’e göre cemaat ruhu her türlü yüksek ahlaki özellikleri besler, bundan yoksun olan fertler ise her türlü ahlak düşkünlüğüne yatkındır. Dahası o, tam anlamıyla insan bile olamaz. Bundan dolayıdır ki müsbet ayinlerin cemaatle yapılması gerekmektedir. Bu ayinler ferdi mukaddesleştirmekte ve böylece fert Allah’a daha fazla yaklaşmaktadır.
Gökalp’e göre, cemaat halinde yapılan ibadet; insanın nefsinde uyanık bulunan süfli duyguları uyutması ve yine nefsinde uyur vaziyetteki kudsi duyguları uyandırması açısından da çok önemlidir. Ona göre, İslamdaki müsbet ayinler şunlardır: “Müsbet ayinler beş vakit namaz, teravih, Cuma namazı, bayram namazı, hactır.”


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Nisan 2014, 01:37   Mesaj No:15
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:sahra123 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 37234
Üyelik T.: 07 Ocak 2014
Arkadaşları:1
Cinsiyet:
Mesaj: 62
Konular: 1
Beğenildi:4
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

bu kitabın tamamı mı? baya bi uzun geldi çünkü.. burda sorulan soruların bazıları cvplanmıyo
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Nisan 2014, 13:52   Mesaj No:16
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

ender abi ilitam dersinin özetini aöf demi paylaştın..bu özetler aöf nin değilde ilitamın olmalı bence..bi yazarsan uygun bölüme taşıyalım
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Nisan 2014, 14:14   Mesaj No:17
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:sahra123 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 37234
Üyelik T.: 07 Ocak 2014
Arkadaşları:1
Cinsiyet:
Mesaj: 62
Konular: 1
Beğenildi:4
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

Alıntı:
Medineweb Üyemizden Alıntı Mesajı göster
ender abi ilitam dersinin özetini aöf demi paylaştın..bu özetler aöf nin değilde ilitamın olmalı bence..bi yazarsan uygun bölüme taşıyalım
bana da zaten baya bi yabancı gelmişti okuduklarım boşuna okumayalım bılen varsa cvplayabilir mi
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Nisan 2014, 14:16   Mesaj No:18
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

Alıntı:
sahra123 Üyemizden Alıntı Mesajı göster
bana da zaten baya bi yabancı gelmişti okuduklarım boşuna okumayalım bılen varsa cvplayabilir mi

hafta olarak verdiği için ilitam dersidir muhakkak ama emin olmak için enderhafızım editörümüzün cevabını bekleyelim..çalışmayın bu özete aöf değildir
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Nisan 2014, 15:26   Mesaj No:19
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:sahra123 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 37234
Üyelik T.: 07 Ocak 2014
Arkadaşları:1
Cinsiyet:
Mesaj: 62
Konular: 1
Beğenildi:4
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

çok tşkler hocam.. ben de çalışmayı bıraktım zaten.. 6 hafta filan okumuştum boşa gitt:((i
Alıntı ile Cevapla
Alt 17Haziran 2014, 14:28   Mesaj No:20
Avatar Otomotik
Durumu:hayırlı8 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 44302
Üyelik T.: 16Haziran 2014
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 1
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Din Sosyolojisi Ders Notları (14 Hafta)

ben marmara ünivin mesleki yeterlilik sınavına gireceğim , din sosyolojisis bölümü yüksek lisansı için bu notlardan çalışmam yeterli olur mu?
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Din Felsefesi Ders Notları (14 Hafta) enderhafızım Din Felsefesi 13 23 Aralık 2013 15:36
MANTIĞIN TARİHÇESİ(Mantık 3. Hafta Ders Notları) f_kryln Mantık 0 25 Ekim 2013 16:24
MANTIK (1.Hafta Ders Notları) f_kryln Mantık 0 25 Ekim 2013 16:22
Mantık 6.Hafta Ders notları f_kryln Mantık 0 25 Ekim 2013 16:17
MANTIK(2.Hafta Ders Notları) f_kryln Mantık 0 25 Ekim 2013 15:38

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.