Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > İslami Kavramlar

Konu Kimliği: Konu Sahibi Tuba_,Açılış Tarihi:  25 Şubat 2014 (01:25), Konuya Son Cevap : 25 Şubat 2014 (01:25). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 25 Şubat 2014, 01:25   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Tuba_ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Tuba_ isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 20781
Üyelik T.: 10 Ekim 2012
Arkadaşları:13
Cinsiyet:
Yaş:38
Mesaj: 1.326
Konular: 73
Beğenildi:17
Beğendi:6
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Bâtıl

Bâtıl

BÂTIL. Bâtıl Kelimesi Anlam ve Mâhiyeti


Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti ‘Bâtıl’ sözlükte; boş, boşa giden, doğru ve hak olmayan, devamlı olmayan, hükümsüz olan, yok olan şeydir. ‘Hak’ kavramının karşıtıdır. ‘Bâtıl’, yapılmış olsa, meydanda bulunsa da hiç bir hükmü ve geçerliği olmayan şeyler hakkında kullanılır. Meselâ, bir kimse iki kız kardeşle aynı anda evlenmiş olsa, bu evlilik ortada olduğu halde yapılan iş ‘bâtıl’dır, hak değildir. Kur'an'da 'bâtıl' kelimesi, 26 yerde geçer; türevleriyle birlikte toplam 36 yerde kullanılır. Kur’an ‘bâtıl’ kelimesini birkaç anlamda kullanmaktadır. Söz gelimi, ‘bâtıl’, hakkı örten bir perdenin adıdır. “Ey kitap Ehli, neden hakkı batıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?” (3/Âl-i İmran, 71). ‘Bâtıl’, hakkın, yani Allah’tan gelen doğrunun karşıtı olan yanlış ve geçersiz inançlardır (41/Fussilet, 42; 42/Şûrâ, 24). ‘Bâtıl’ bir âyette gerçek bilgiye dayanmayan delil anlamındadır (40/Mü’min, 5). ‘Bâtıl’ başka bir âyette ise boş şey, amaçsız ve faydasız bir iş manasında kullanılmaktadır. “Ayakta, oturarak veya yanları üzerinde Allah’ı zikredenler derler ki: Rabbimiz, Sen bunu (yeri ve göğü) batıl olarak (boşu boşuna) yaratmadın.” (3/Âl-i İmran, 191).
Kur’an, insanların bir kısmının Allah’ı bırakıp da tapmakta oldukları ilâhlara veya putlara da ‘bâtıl’, geçersiz, hükmü olmayan temelsiz şeyler demektedir. “İşte böyle, hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve hiç şüphesiz O’nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise bâtıldır ...” (31/Lokman, 30).
Haklı bir sebebe ve gerekçeye dayanmayan, zulüm olan ve hak edilmeyen şeye de ‘bâtıl’ denilmektedir. Kur’an bu anlamda ‘insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin’ buyurmaktadır. (2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29). Bir takım ahbâr (yahudi din adamları) ve ruhbanların (hıristiyan din adamlarının) insanların mallarını haksız yere yedikleri haber veriliyor (9/Tevbe, 34).



Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl

Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl
Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl ‘Hak ve bâtıl’ kavramları İslâm ile onun dışındaki dinleri nitelendirmek için kullanılır. Nitekim dinler tarihini yazan bir çok müslüman yazar, dinleri ‘hak din’ ve ‘bâtıl dinler’ şeklinde iki başlıkta incelemişlerdir. Kur’an, hak kelimesini hem Allah (c.c.) için, hem de O’nun dini İslâm için kullanmakta-dır. Çünkü Allah (cc) mutlak gerçektir, mutlak varlıktır, varlığı değişmeyen ve ebedî olandır. O’nun dini İslâm da doğrudur, temeli vardır, gerçektir ve kalıcı olandır (22/Hacc, 62).
‘Bâtıl’, geçersiz, hükümsüz ve kalıcı olmayandır. Şu âyet hak ve bâtıl kelimelerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor: “(Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya metâ (fayda) sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerden (madenlerden) de bunun gibi bir köpük (posa) kalır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır, insanlara fayda sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle örnekler vermektedir.” (13/Ra’d, 17). Allah (c.c.) mutlak Hak’tır. O kendi varlığı ile vardır ve her şeyin yaratıcısıdır. Kıyamette her şey ölecektir ve yalnızca O’nun varlığı kalacaktır. (28/Kasas, 88). Öyleyse O’nun dışındaki her şey O’nun sebebiyle vardırlar. Kendi başlarına bir varlıkları ve bir gerçeklikleri yoktur. Bu anlamda onlar bâtıldırlar, yani mutlak gerçek değillerdir ve varlıklarının tek başına bir hükmü yoktur. Hak olan Allah (c.c.) (20/Tâhâ, 114; 18/Kehf, 44. vd.) yeri ve gökleri hak olarak yarattı. Bunları ve diğer bütün varlıkları varlığının âyetleri, belgeleri yaptı. İnsan bunlara bakar, basiretle bunları idrak eder ve hak olan yola, Islâma teslim olur. (2/Bakara, 109, 147 vd.) Ayrıca Rabbimiz, Hz. Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi (2/Bakara, 119). O’nunla beraber bir de hak Kitap indirdi (2/Bakara, 213). Bütün bunlara rağmen bazı insanlar kalıcı, sağlam, doğru olan Hakk’ı bırakır, köpük gibi bir değeri ve kalıcılığı olmayan bâtıla uyar. Halbuki köpük kaybolmaya mahkûmdur, bir faydası da yoktur. “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu (yok oldu). Çünkü bâtıl yok olucudur.” (17/İsrâ, 81) “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” (21/Enbiyâ, 18). Görüldüğü gibi ‘bâtıl’, köksüzdür ve güçsüzdür; yok olmaya, dağılmaya, silinip gitmeye mahkûmdur. Hakk’ın karşısında tutunamaz. Suyun üzerindeki köpük gibi olan bâtılın, demir gibi olan hakkın karşısında tutunması mümkün olabilir mi? Dünya hayatında ‘bâtıl’ bazen hakka galip gelmiş gibi görünür; İnsanlar öyle zannederler. Ya da müslümanların mağlup oluşlarına bakarak, bazıları bu durumu bâtılın galibiyeti zanneder. Halbuki gerçek böyle değildir. Müslümanlar da insandırlar; hataları, eksikleri vardır. Görevlerini yapmamış, gerekli tedbirleri almamış olabilirler. Onların zayıf durumu veya hataları, Hakk’ın zayıflığı veya zilleti değildir. Yeryüzünde hiç bir müslüman kalmasa bile Allah’ın adı ve O'nun dini yine yücedir. O’nun kelimesi olan İslâm ve O’nun kitabı olan Kur’an yine üstündür. (9/Tevbe, 40). Allah (c.c.) mücrimler, yani azgın günahkârlar istemese bile Hakk’ı gerçekleştirmek ve yerleştirmek, batıl’ı ise iptal etmek, geçersiz kılmak istiyor. (8/Enfal, 8). Köksüz, temelsiz ve doğru olmayan bâtıla, yani Allah katında geçersiz olan inançlara inanan kimseler elbette zarara uğrayacaklardır. Allah’ı inkâr eden kâfirler, bâtıl'a din diye inanmaktadırlar. Bu da onlar için büyük bir zarardır (29/Ankebût, 52). Allah dururken, hiç bir şey yaratamayacak kadar âciz ve güçsüz, bir fayda sağlayamayan, bir zararı gideremeyen bâtıl şeylere (tanrılara) ibâdet edenler çok büyük bir yanlışın içerisindedirler (16/Nahl, 72-73). Bu gibilerin inandıkları din, mahv olucudur ve bu bâtıl dinlere inananların yaptıkları işler de bâtıldır (7/A’râf, 139; 11/Hûd, 1ó). Küfre düşenler kendi akıllarınca hak olarak gönderilen Peygamberin dâvetine ve mesajına karşı mücadele ederler, hakkı iptal etmek, yani geçersiz kılmak için uğraşırlar. Ancak bu çabaları boş bir çabadır (18/Kehf, 56). ‘Bâtıl’, kavram olarak bazı insanların Allah’ın dışında uydurdukları ilâhların ortak adı olduğu gibi, bu ilâh fikrine uygun olarak inandıkları dinlerin de ortak adıdır. Allah katında geçerli olmayan, hükümsüz, temelsiz ve yanlış olan bütün inanç ve ibadetler bâtıldır.“De ki; Hak geldi; bâatıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” (34/Sebe’, 49). Aynı kökten gelen ‘iptal’ bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bunun fâil (özne) ismi olan ‘mubtıl’ ise iptal edici, işi gücü bâtıl olan, ya da işleri boşa giden anlamlarına gelir. “... Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hüküm verilir ve işte burada (hakkı) iptal etmekte istekli olanlar (mubtıl) zarara uğrarlar.” (40/Ğâfir, 78). Günümüzde peşine gidilen; İslâm’a aykırı bütün inançlar, dünya görüşleri, hayat anlayışları, toplumsal düzenler, ideolojiler Allah’ın katında batıldır; geçersiz ve hükümsüzdür.




Fıkıh Ilminde Bâtıl

Fıkıh Ilminde Bâtıl
Fıkıh Ilminde Bâtıl Fıkıh ilminde ‘bâtıl’, ya da bunun masdarı olan ‘butlan’, rükûn veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibadetler ve hukuk işlemlerine denir. Bilindiği gibi, İslâm’a göre bir ibadetin geçerli (sahih), yani kabul edilebilir olması için, o ibadete ait rükünlerin ve şartların yerine getirilmesi gerekir. Yine bir hukuk işleminin, örneğin bir alım-satımın, bir evlilik işleminin (nikâh akdinin) İslâm şeriatına göre geçerli olması için bazı şartlara uymak gerekir. Bu şartlara uyulmadığı zaman o ibadet veya işlem geçersiz, yani ‘bâtıl’ olur. ‘Butlan’, ibadetin veya hukukî işlemin hükümsüz olması; ‘bâtıl’ ise; hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Bunlar birbirinin yerine kullanıldığı gibi, bir işlemin geçersiz olmasına ‘fesat’, geçersiz olan işleme veya ibadete de ‘fâsit’ denilmektedir. Müfsid de ibadeti geçersiz kılan sebeptir. Abdest almak namazın rükünlerinden biridir. Dolaysıyla abdestsiz kılınan bir namaz bâtıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır. Ortada mevcut olmayan bir malın satışı bâtıl'dır, geçersizdir. Çünkü satışla ilgili şartlardan biri yerine gelmemiştir. Zorla kıyılan bir nikâh geçersizdir, bâtıl’dır. Çünkü nikâhın şartlarından olan ‘îcab’, yani evlenme teklifi şartı yerine getirilmiş olsa bile; ‘kabul’, yani evlenme teklifini kabul etme şartı gerçekleşmemiştir.


Hak-Bâtıl

Hak
Hak-Bâtıl
Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah'a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakikat, Allah'a ait olduğuna göre, sürekli hak hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah'ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabul edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. "Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sadece O'dur. O, ölüleri diriltir; yine O, herşeye hakkıyla kaadirdir." (22/Hacc, 6) İlâh olan ancak O'dur, hak olan ancak O'dur, Rab olan ancak O'dur. İbâdet ve tâate lâyık olan ancak O'dur. Doğrular O'nun, yanlış ve hatalar insanlarındır. O'nun dışında tanrı kabul edilen tüm sahte ilâhlar bâtıldır. Bâtıl da gerçeğe uymayan, haklı olmayan, haktan ayrı olan, boş ve anlamsız, hükümsüz ve geçersiz olan şeylerdir. Bâtıl da yüce Allah'ın bildirdikleri ölçüde bilinir. Bâtılı, inanç yönünden ele alırsak, sadece Allah'a ve Allah'ın inanmamızı istediği değerlere iman etmemiz gerekir. Yani şirksiz bir iman, ancak gerçek/hak imandır. Yüce Allah'ın katında bâtıl, boş ve anlamsız olduğu için karşılığı da yoktur. Öyle insanlar vardır ki, ömürleri boyunca bâtıl uğrunda mücadele verir, bu uğurda çok büyük işler yaptığına inanır, hatta bu yolda ölür. Ancak, hak/gerçek ile değerlendirilince, bunların bütünüyle karşılıksız ve boş olduğu ortaya çıkar. Çünkü hak ve bâtıl insanlara göre değil; Allah'a göre sonuçlandırılır. İmanî konularda olsun, sosyal hayatla ilgili konularda olsun, hayatın bütün boyutlarında hak ve bâtıl, Allah'ın bildirdikleri ile bilinip alınmalı ve uyulmalıdır. Bu ölçünün dışında başka kriterler kullanılırsa, bunlar da, bâtıl terazi gibi, tartılanlar da yanlış olur. Hz. Ali'nin dediği gibi, "gerçeği insanların ölçüleri ile değil; insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıdır." Yani hak ve gerçekler bize değil; biz onlara uymalıyız. "Hakka/gerçeğe yardım edin. Hak size yardım etmekte gecikmeyecektir." "Hakkı her zaman savun, anlayan olmasa bile Rabbına ve vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun." "Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; yalnız Hak olandır. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür." (22/Hacc, 62) Bu âyet-i kerime, hakkın ancak yüce Allah olduğuna yeterli bir kanıttır. Hakkın kendisi olan yüce Allah'ın inzâl ettiği değerler de mutlak surette haktır/doğrudur. Yine bâtıl olarak belirttiği hususlar da mutlak surette bâtıl ve karşılıksızdır. Bu bağlamda diyebiliriz ki doğru/hak olan, mutlak surette hezimettedir. Bâtıl şeyler, ancak inançsız insanlar arasında kabul görür. Bu konuda Mekke müşriklerini düşünelim. Uzun yıllar kafalarını boş inançlarla beslemeye çalıştılar, onlarla oyalandılar. Ne zaman ki hak olan doğrular kendilerine geldi; işte o zaman yıllardır içinde oldukları bâtıl inançların boş olduğuna inandılar ve nasıl bu boş şeylerin peşinden koşmuşuz diye hayrete düştüler. Bununla ilgili Hz. Ömer'in câhiliyet devrinde bâtıl inanç ve davranış konusunda kendisinin yaptığı bazı şeye ağladığını, bazısına da hayretle güldüğünü ifade etmesi hatırlanabilir. Bu böyledir. Işık geldiğinde karanlığın anlamsız olduğu, bir değer ifade etmediği ortaya çıkar. Dahası var; ışık geldiğinde daha önce karanlıkta yaşayanlar, bu kadar karanlıkta nasıl kaldıklarına hayret ederler. İşte hak/doğru da böyledir. Yeter ki alınsın ve kabul edilsin. Kabul gördükleri yerleri mutlak surette aydınlatır ve oralarda artık karanlık kalmaz; zira hak gelince bâtıl zâil olur. İşte o hak, yüce Allah'ın kendisi ve Kitabı'dır. Şimdi sormak lâzım: Böyle bir nurun/aydınlığın sahibi mi ibâdete lâyıktır, yoksa bir şey yapmaktan âciz putlar mı? Veya yığınlarca sahte ilâhlar mı? Evet hangisi? Aklını ve beynini herhangi bir yere entegre etmemiş her sağduyu sahibi, ibâdete lâyık olanın Yüce Allah olduğunu bilir ve kabul eder; zira mülk sahibi ve tasarruf sahibi ancak O'dur. Bu doğruyu bilmemesi için insanın akılsız, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir. Aklını/kalbini kullanan, hakkı gören, işiten ve söyleyen insan, yüce Allah'ı bütün sıfatlarıyla bilip tanıdığı gibi, gerçek vahyin doğruluğundan da asla şüphe etmez. Hakkın mutlak surette bâtıla galip geldiğine şeksiz iman eder. Bugün eğer bâtıl galip görünüyorsa, bu, müslümanların zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Allah her an için müslümanları imtihan etmektedir. Eğer müslümanlar yükümlülüklerinin bilincinde olurlarsa her zaman galip gelecek olan kendileridir. Bu galibiyetin gerçekleşmesi uzak değildir ve dünyadadır; ancak bu galibiyeti dilerse Allah âhirete bırakabilir. Allah dilerse mü'minlerin güçleriyle hakkı bâtıla muzaffer kılar, dilerse bir kâfirin gücüyle de hakkı bâtıla galip kılar. Ancak, hakkı bâtıla karşı muzaffer kılma görevini biz müslümanlara yüklemiştir. Onun için biz, bu sorumluluktan hiçbir zaman kendimizi muaf tutamayız. O, nasıl galip kılmaya çalışırsa çalışsın, biz sorumluluğumuzu bilip ona göre hareket etmeliyiz, aksi takdirde görevimizi yerine getirmemiş oluruz. Aslında hakkın olduğu yerde bâtılın yaşaması, bâtılın olduğu yerde de hakkın yaşaması güçtür. Bu güç, görünürde bile böyledir. Bu konuda Kur'an şöyle buyurur: “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” (21/Enbiyâ, 18). Peygamberler tarihine baktığımızda bütün peygamberlerin geliş amacının bu olduğunu görürüz: Bâtılı yok etmek ve yerine hakkı/doğruları yerleştirmek. Peygamberlerin izleyicileri de bunu yapmak zorundadır. Zaten bâtılın hâkimiyet hakkı yoktur. Sözlük anlamı ile de tanındığı gibi bâtıl, boş olan, anlamsız olan şeydir. Boş ve anlamsız olan bir şeyin hâkimiyet/egemenlik hakkı nasıl olabilir? Hâkimiyet hakkı, ancak hakkın/doğruluğun, gerçeğin hakkıdır. Bâtılın hakkı ise zâil/yok olmak ve kovulmaktır. "De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (17/İsrâ, 81). Nasıl ki güneş doğunca karanlık yok oluyorsa, hak geldiğinde de bâtıl öylece yok olacaktır. Ateşin alevi de böyledir. Yükseklerde azametli ve sağlam görünür, fakat kısa zaman sonra sönüp yok olduğu görülür; külü bile zamanla kaybolur gider. Su köpüğü de böyledir. Köpük, belli bir süre suyu kapatıp kendini göstermeye çalışır, ancak belli bir süre sonra kendisi söner; bâki kalan su olur. Bu yüzden bâtıl, çok heybetli de görünse yapı itibarıyla devamlılık arzedemez. Çünkü yaşamak için temel enerjisini, yakıtını kendi özünden değil; dış etkenlerden alır. Taşıma su ile de değirmen dönmez. Dış etkenler yok olduğu an kendisi de çöker gider. Halbuki hak böyle değildir. Onun tüm gücü kendi özündendir. Önüne birtakım şeytanî engellerin çıkması doğaldır. Ancak bu engeller hakkın gücüne karşı yaşayamazlar. Çünkü hak, Allah'ın kendisidir, O'nun emirleridir ve sonsuza kadar da yaşayacak olan O'dur. Bâtılın dayanağı, kuvveti şeytandır, zulüm, baskı ve dayatmadır. Bunlar, hak olmadığı, hakkın karşısında olduğu için uzun ömürlü olamazlar. Eğer biz, lâyık olursak Allah, hakkı bâtılın tepesine indirir ve bâtılı ortadan kaldırır. Eğer biz lâyık olmazsak, o zaman da bâtılın zulüm ve haksızlığı altında kalır ve inim inim inleriz. Nitekim bugün müslümanların çoğu bu zulüm ve haksızlık karşısında hakkı haykırmayıp sustuğu için de kısır döngü içinde bâtıl, sadece renk değiştirip farklı boyutlarıyla zulmünü devam ettirmektedir. Ve biz, kendimizi değiştirmek istemediğimiz sürece Allah bizi, bizde bulunanı ve yönetimimizi değiştirmeyecektir (13/Ra'd, 11). Bu, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur. Risâletin ilk yıllarındaki müslümanların durumuna bir göz atalım: O günlerde çektikleri işkenceler doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ağır işkencelerden az da olsa kurtulmak için, Allah Rasülü tarafından bir kısım mü'min Habeşistan'a gönderilmişlerdi. Ancak kalanlar üzerinde baskı ve işkenceler devam ediyordu. Peygamber'in hayatı bile tehlike altındaydı. Kısaca zâhirdeki alâmetler, bâtılın galip olduğunu gösteriyordu ve zâhirde hakkın bâtıla gâlip geleceğini gösteren pek açık deliller de yok gibiydi. Ancak müslümanlar, her ne surette olursa olsun, mevcut haksızlık ve zulümden kurtulmak istiyorlardı ve bu uğurda da tâvizsiz ve destansı bir mücadele veriyorlardı. İşte bu samimiyetlerinden, çetin direniş, mücadele ve fedakârlıklarından dolayı, Allah onlara kısa bir zaman sonra fetih ve zaferi müjdeledi ve böylece hakkı bâtıla galip kıldı. Bugün için de hakkın bâtıla galibiyeti güç görülebilir. Aslında hiç de böyle değildir. O gün Mekke devleti, Bizans imparatorluğu, Sâsânî/Fars krallığı hakkın karşısında duramadıkları gibi, bugünkü bâtıl rejimler/devletler de hakkın karşısında sebat gösteremeyecektir. Yeter ki hakkı hak olarak tanıyalım, hakka hak olarak sahip çıkalım ve yeter ki hakkı bâtıla karıştırmadan kendimize rehber edinelim. Gerisi Allah'ın elindedir ve biz inanıyoruz ki yüce Allah dün bu galibiyeti bizden önceki müslümanlara ihsan ettiği gibi bize de ikram edecektir. Hakkın yolunu açan ancak iman ve takvâdır. İman ve takvâ, hak yolu aydınlığa dönüştürür. "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir." (8/Enfâl, 29). Yeter ki insanlar, hakka kulak versinler ve hakkı anlamak isteyip ona teslim olsunlar; Allah onlara yardım edecektir. Aslında hakikat gayet açıktır. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak; veya Allah'tan başkasından gelen hevâ ve heves, yani bâtıl. İkisinden sadece biri. Mü'min için Allah'ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir. (3) Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer (13/Ra’d, 17). Varlığı ve hareket etmesi suya bağlıdır. Ama ilk aşamada kendi gider gibi görünen bâtılın, sonunda suyun sayesinde hareket ettiği ve esas olan şeyin su olduğu ister istemez ortaya çıkar. Tarih boyunca da sayısız zâlim, tâğut, zorba ve diktatör insan, bâtıl oldukları halde kendilerinin hak olduğunu iddia ederek insanlara egemen olmuş ve bu hileyle uzun yıllar mazlum ve müstaz’af insanları sömürüp durmuşlar. Ama bâtılın daimî olmayacağından ve her zaman için kendi varlığını sürdüremeyece-ğinden, bir süre sonra hak ortaya çıkmış ve bâtıl yok olmuştur. Bâtıla sarılarak kendileri için bir çıkar yol bulmak isteyenler bile haktan yardım almakta ve gerçekte bâtılın esassız, temelsiz, geçici bir şey olduğunu kabul etmektedirler. Hak, ilâhî menşe ve kaynağa sahip olan bütün insanların pak fıtratlarında bulunan bir güçtür. Hak, Allah’ın, varlık âleminin temelinde, insanlar arası ilişkilerde tespit ettiği bir kanundur. Hak, ilâhî kaynağa; bâtıl ise şeytanî kaynağa sahiptir. Hak, ebedî kalma özelliğine sahiptir; bâtıl ise zâil olmaya, yok olup gitmeye mahkûmdur. Hak, üstünlüğünü, yenilgi kabul etmez güç ve özelliğini, insanların pak fıtratında yer alışından, ilâhî özelliğe sahip bulunuşundan almaktadır. “Hak Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (2/Bakara, 147) “De ki ey insanlar! Kuşkusuz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” (10/Yûnus, 108) Kur’an, açıkça, bâtılın hak sayesinde gündeme geldiğini ve yine haktan yardım alarak var olduğunu beyan buyurmaktadır. Farazâ, eğer hak ve doğru olmasaydı, bâtıl ve yalan da olmayacaktı. Zira halk eğer yalan bir şeye inanıyor, bâtıl bir şeyin peşinden gidiyorsa, bu, hakkın/doğrunun var olduğundandır. Halk doğru ve hak diye bildikleri için bâtıl ve yalanı kabul ediyor. Eğer hak ve doğru var olmasa ve her şey bâtıl ve yalandan ibaret olsaydı, insanlar, kesinlikle bâtıl ve yalanın peşinde gitmezlerdi. Çünkü boş, temelsiz ve gerçek dışı bir şeyin peşinde gitmek, onu kabul etmek akıl ve ilâhî fıtrata sahip kimselerin yapacağı bir şey değildir. Hak temel, bâtıl ise görecelidir. Bâtıl, sürekli galip gelemez; sürekliliği olan, hayat ve medeniyeti sürdüren hak olmuştur ve öyle olacaktır. Bâtıl, önce parıldayan, daha sonra sönen ve yok olan geçici bir şimşeğe, kısa bir müddet sonra sönmeye mahkûm ışık gösterisine benzer (2/Bakara, 17-20). İnsan, bâtılın geçici olarak gelip hakkın üstünü örttüğünü görür. Fakat sürekli olarak kalabilmeye gücü olmadığından bâtıl yok olur gider. Bâtılın parazit ve bağımlı bir vücudu vardır, geçicidir. Devamlılığı olan haktır. Eğer bir toplum, tamamen bâtıla yönelmişse, tarihte helâk olan toplumlar örneğinde olduğu gibi yok olmaya mahkûm olmuştur. Yani tamamınyala bâtıla yönelmek ve haktan tümüyle kopmak, yok olmakla aynı şeydir. Bâtıl ölümlü bir şeydir, ölüme mahkûmdur. İçten içe ölmekte, can çekişmektedir. Zevâle doğru gitmektedir. Bazı ölümlerde görüldüğü gibi tedrici olarak yok olmaktadır bâtıl. Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer (13/Ra’d, 17). Öyle ki, eğer cahil biri gelip de bu durumu görür ve hadisenin içyüzünden haberi olmazsa, akmakta olan köpükleri görür; bu köpüklerin altında olan yağmur sularına dikkat etmez. Halbuki böyle çağlayarak akan sudur, köpük değil; fakat köpükler suyun yüzünü kapladığı için, meselelere yüzeysel olarak bakan, olayların içyüzünden haberdar olmayan gözler ancak köpük görür. İşte bâtıl da böyledir; yani hakkın üstünü örtüyor. Öyle ki eğer biri toplumun dış görünümüne bakacak olur ve onun derinliklerine dikkat etmezse, başta olan egemen güçleri, etkili ve yetkili kimseleri görür sadece. Fakat, insan toplumun içine girdimi, zâhirde göze hemen gözükmeyen fakat gerçekte toplum çarklarını harekete geçirenleri görür ve onları, doğruluk ve sadakatle beraber hakka uygun olarak bulur. Toplumun içinde esas dinamiklerin, toplum fertlerinin İslâmî ve insanî fıtratıdır, haktır ve hakka bağlılıktır toplumu ayakta tutan. Toplumun ekseriyetini iyiler, sâlih amellerinin fesadlarına galebe çaldığı insanlar teşkil ediyor. Onlardaki fesad da, cahillikten, bilmediklerinden, noksanlıktan ileri geliyor. Tâğutların aksine, böyle kimseleri esas suçlu saymak, sapıklardan, bozgunculardan saymak doğru olamaz. Hak ve hak düzeni esastır, temeli vardır ve su gibi altta faâliyet gösterir ve toplumu ileri götürür. Fakat bâtıllar onun üzerinde olup, kendilerini göstermek isterler. Âyetteki su-köpük örneğinden yararlanılan diğer bir nokta da şudur: Bâtıl, hakkın asalağı olarak meydana gelir ve hakkın gücü ile hareket eder; yani güç kendine ait değildir, aslında güç hakka aittir, bâtıl ise hakkın gücü ile hareket eder. Suyun üzerinde bulunan köpük de, kendinde var olan bir güç ile hareket etmez. Köpüğü harekete sokan, onu götüren suyun gücüdür. Bâtıl, hakkı hakkın kendi kılıcı ile vuruyor, öyleyse bâtıl, hakkı kendi hizmeti altına sokmuştur, bâtılın yararlandığı aslında hakkın kendi gücüdür. İnsanın bedeninden, kanından geçinen bir mikrop gibi ne kadar fazla gıdalanırsa, o kadar fazla şişmanlar ve güçlenir. Fakat karşılığında insan, her geçen gün daha da zayıflar, gözleri sararır ve güçsüz bir duruma düşer. Kur’an’ın bu örneğinden anlıyoruz ki, sular, sel olup akmaya başladığı zaman, aslında hareket eden, güçlü olan ve karşısına gelen her şeyi sürükleyip götüren sudur. Fakat ilk bakışta hareket edenin köpük olduğu görülür. Eğer su olmasaydı, köpük asla hareket edemezdi. Suyun hareket edişinden ve sudan yararlanarak hareket edebilmekte ve ilerleyebilmektedir. Dünyada her zaman bâtıl, hakkın gücünden yararlanır. Meselâ doğruluk hak; yalancılık bâtıldır. Eğer âlemde doğruluk bulunmasa yalan bulunamaz, yani eğer dünyada doğru söyleyen bir kimse bile bulunmaz ve bütün insanlar yalan söylerse yalan kendi işini yapamaz, çünkü kimse inanmaz. Bugün yalandan niçin yararlanılıyor? Çünkü dünyada doğru söyleyen fazladır; başkasının kendisine yalan söylemesini kimse istemediğinden o da başkasına yalan söylememeye çalışıyor. Eğer kişi yalan söyleyecek olursa, karşı taraf doğru olduğunu sanır ve aldanır. Yalanın/bâtılın kabul edilmesi, kendisinden değil; onun doğru/hak kabul edilmesindendir. Yalan, kabul edilme gücünü, kendini doğru diye takdim etmesinden alır. Şayet doğruluk olmasaydı, hiç kimse yalanın peşinden gitmezdi. Yalanın peşinde gidenler, onu doğru sandıkları için, aldandıklarından gitmektedir. Zulüm de buna benzer. Eğer dünyada adalet bulunmazsa zulmün olmasının da imkânı yoktur. Eğer insanlar arasında itimat ve güven diye bir şey bulunmazsa, herkes birbirlerinden bir şey çalmak, hırsızlık yapmak isterse, o zaman insanların en zâlim olanı dahi bir şey çalamaz. Çünkü o da, halkın birbirlerine karşı olan şeref, vicdan, güven ve itimatlarından, birbirlerine karşı insaf, kardeşlik ve eşitlik ilkelerini gözetmelerinden çıkar elde ediyor, çünkü toplumun esasını koruyanlar bunlardır. Zâlim ise bunların kenarında hırsızlığını yapabilir. Zâlimler, diktatör tâğutlar, fakir halkın sırtından geçinmek istediklerini, onların mallarını çalıp talan etmek niyetinde olduklarını söylemezler. En zâlim rejimler, açıkça zulmü savunmazlar. Tam aksine, devamlı dünya barışından, hürriyetten, insan haklarından dem vurur, bunların savunucusu olduklarını iddia ederler. Halbuki onların çoğu, belki de hepsi bu konularda yalan söylüyorlardır. Onlar, bu kavramların gölgesinde yaşamak, işlerini yürütmek istiyorlar. Hürriyet adı altında hürriyetleri yok etmeğe, barış adı altında savaşın en alçakçasını sürdürmeğe, insan hakları diyerek mazlumların haklarını çiğnemeğe çalışıyorlar. "Ey özgürlük! Senin adına dünyada ne cinayetler işlendi, ne kadar insan köleleştirildi!" Bütün bunlara bâtılın haktan beslenmesi denir. (4) "(Müşrikler,)Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmamış olsaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin (tâviz vercektin). O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (17/İsrâ, 73-75) İslâm nazarında insan, yaratılış itibariyle hakka meyilli olarak dünyaya gelmiştir ki buna fıtrat veya İslâm fıtratı denir. İslâm’a göre, insanın bâtıla yönelmesi, yaratılışı ve yapısıyla çelişen bir durumdur.


Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Tuba_ 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Her bid’at delalet midir? Hurafeler-Bi'datlar Yitiksevda 1 2015 14 Temmuz 2014 16:57
Nur suresini sorularla tanıyalım Sorularla Sureleri Tanıyalım bilinmez 32 13543 14 Temmuz 2014 04:20
Hikmet İslami Kavramlar Tuba_ 0 1937 19 Mayıs 2014 02:02
Mina İslami Kavramlar GÖKCEN_AZRA 1 1821 19 Mayıs 2014 01:58
Hurâfeci Tahrif Akımlarından Hurûfîlik,... Hurafeler-Bi'datlar Tuba_ 0 1925 19 Mayıs 2014 01:53

Cevapla

« Hak | Recm »

Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Hak ve Batıl Savaşı / Ali Parlak Ali Parlak Makale ve Köşe Yazıları 20 03 Nisan 2019 17:13
Hak Suretinde Batıl! FECR Serbest Kürsü 0 17 Ocak 2013 16:29
Demokraside batıl bi din midir.. bilinmez Tevhid Ve Şirk Konuları 1 01 Temmuz 2011 02:17
Dünya'da Batıl İnanışlar Seleme İslam/Dinler/Mezhepler 0 20 Temmuz 2008 13:26
Batıl Dinler Emekdar Üye İslami Kavramlar 0 01 Mayıs 2008 00:42

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.