Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.KADIN AİLE ÇOCUK.::. > Kadın-Aile-Çocuk > İslamda Kadın ve Erkek

Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi:  09 Temmuz 2012 (16:21), Konuya Son Cevap : 10 Temmuz 2012 (17:41). Konuya 10 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 09 Temmuz 2012, 16:21   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat


Kısaca başlıkları bunlardır, Açıklamaları eklenecektir, aşağılara doğru indikçe okuyabilirsiniz..


1. Nasihat: İmanınızı hayırlı, güzel amlellerle dış dünyaya aksettiriniz.

2. Nasihat: Yuvanızı karşılıklı sevgi, rahmet ve şefkat temelleri üzerine kurunuz. Yuvanızdan sevgi ve rahmeti eksik etmeyiniz.

3. Nasihat: Yuvanızı İslâm nûruyla aydınlatınız

4. Nasihat: Âile çevrenizi sadık ve salih insanlarla donatınız.

5. Nasihat: Kendinizi ve ailenizi ateşten ve hüsrandan koruyunuz.

6. Nasihat: Dünyaya gözlerini yeni açan yavrunuzun kulağına ezan okuyunuz.

7. Nasihat: Çocuklarınıza güzel isimler veriniz.

8.Nasihat: Yavrunuzun dünyaya gelişine sevininiz.

9. Nasihat: Anneler, çocuklarınızı emziriniz.

10. Nasihat: Babalar! Âilenizin nafakasını helal yoldan temin ediniz ve bunun bir ibadet, bir ecir ve mükafat yolu olduğunu biliniz.

11. Nasihat: Çocuklarınızı seviniz ve onlara sevginizi belli ediniz.

12. Nasihat: Çocuklarınızı güzel ahlâkla yetiştiriniz, onları şımartmayınız.

13. Nasihat: Yuvalarınıza girerken selâm veriniz ve çocuklarınızı da selâm vermeye alıştırınız.

14. Nasihat: Yuvanızın içinde güzel dil kullanınız.

15. Nasihat: Çocuklarınıza adaletli davranınız.

16. Nasihat: Çocuklarınıza duâ ediniz, onlara bedduâ veya lânet etmeyiniz.

17. Nasihat: Çocukluktan kaynaklanan hatalarını hoş görünüz.

18. Nasihat: Çocuklarla latifeleşiniz. Çocuklarınıza güzel örnek olunuz.

19. Nasihat: Çocuklarınıza güzel sözler ve iman esaslarını öğretiniz.

20. Nasihat: Çocuklarınıza Kur’ân öğretiniz.

21. Nasihat. Çocuklarınıza ibadet duygusu aşılayınız. Onlara nasıl namaz kılacaklarını, nasıl oruç tutacaklarını öğretiniz.

22. Nasihat: Çocuklarınıza güzel hasletler aşılayınız.

23. Nasihat: Çocuklarınıza ev içi adabı ile ilgili bilgiler veriniz, onları eğiterek güzel alışkanlıklar kazandırınız.

24. Nasihat: İlmi seviniz ve çocuklarınıza ilim sevgisi aşılayınız.

25. Nasihat: Âile içindeki mesuliyetlerinizi biliniz ve çocuklarınıza yaş ve durumlarına uygun mesuliyet veriniz.

26. Nasihat: Anne ve babanız için hayırlı evlâd olunuz, çocuklarınıza da güzel

27.Nasihat: Akrabalarınızla bağlarınızı koruyunuz.

28. Nasihat: Çocuklarınıza şahsiyetli olmayı, başka zihniyetleri taklit etmemeyi, olduğu gibi görünmeyi öğretiniz.

29. Nasihat: Âilenize ve çocuklarınıza zaman ayırınız.

30. Nasihat: Büyüklerinize hürmet, küçüklerinize şefkat ve merhamet gösteriniz.

31. Nasihat: Asıl gayenin ve hedefin ne olduğu âile yuvanızda bulunan her fert tarafından bilinmelidir. Bu şuuru yuvanızda filizlendiriniz.

32. Nasihat: Âile yuvanızda israftan uzak durunuz

33. Nasihat: Kanaatkâr olunuz.

34. Nasihat: Evinizin, kendinizin ve çocuklarınızın maddî, manevî temizliğine dikkat edininiz.

35. Nasihat: Çocuklarınızın iyi arkadaşlar edinmelerine dikkat ediniz.

36. Nasihat: Çocuklarınızın yanlış alışkanlıklar edinmesine fırsat vermeyiniz.

37. Nasihat: Çocuklarınızı kendi cinslerine uygun olarak yetiştiriniz.

38. Nasihat: Çocuklarınızı açık sözlü yetiştiriniz

39. Nasihat: Âile sırlarınızı dışarıya vermeyiniz

40. Nasihat: Eşinizin ve çocuklarınızın duygularını anlayınız, zaman zaman kendinizi onların yerine koyunuz ve olumlu yönde adımlar atınız.

41. Nasihat: Varlık sizleri şımartmasın, yokluk sizleri sızlandırmasın.

42.Nasihat: Âile fertlerinizle istişare ediniz. Âilenin bütünü ilgilendiren konularda âile fertlerinin fikirlerini alınız.

43. Nasihat: Bir yolculuğa çıkacaksanız, itidalinizi kaybetmeyiniz, aceleci, tedirgin ve hırçın olmayınız.

44. Nasihat: Çocuklarınıza paylaşma ve yardımlaşma duygusu aşılayın

45. Nasihat: Çocukları vefat eden anne ve babalar, sabırlı, olgun ve teslimkâr olunuz. Allah ın ecrini ümid ediniz.

46. Nasihat: Çocuklarınızın yerli-yersiz birbirlerini şikâyet etmelerine fırsat vermeyiniz. İspiyonculuğu hoş görmeyiniz.

47. Nasihat: Eşinize ve çocuklarınıza îmâlı ve iğneleyici sözler kullanmayınız.

48. Nasihat: Çocuklarınıza yerine getiremeyeceğiniz vaatler vermeyiniz ve verdiğiniz sözleri yerine getiriniz. Onlara yalan söylemeyiniz.

49. Nasihat: Çalışan anne ve babalar, çocuklarınızı siz hayatta iken yetim bırakmayınız.

50. Nasihat: Çocuklarınıza hareketlilik, canlılık aşılayın, onlara Müslüman şahsiyetine yakışır sporları sevdirin.



Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
En Pratik Sağlık Bilgileri Pratik / Faydalı Bilgiler enderhafızım 0 78 14 Ekim 2023 12:10
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... Serbest Kürsü su damlası 3 2322 24 Kasım 2016 13:16
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 1925 23 Kasım 2016 11:06
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... İlahiler/Ezgiler Esma_Nur 1 2671 23 Kasım 2016 10:44
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2228 23 Kasım 2016 10:10

Alt 09 Temmuz 2012, 16:26   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

1.NASİHAT

İmanınızı hayırlı, güzel amellerle dış dünyaya aksettiriniz.


Süfyan İbn Abdullah es-Sekafî(ra) anlatıyor:

"Ya Rasûlallah! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki senden sonra bu konuda hiç kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymayayım," dedim.

Şöyle buyurdu: "Allah a iman ettim, de, sonra da dosdoğru ol!"[1]

Birkaç kelimeden meydana gelen bu kısacık cümle çok şey anlatan bir cümledir. Dev bir ağacı içinde taşıyan küçücük çekirdek gibidir. Gönülden iman, sonra dosdoğru bir hayat. Konuşurken, ticarette, adâlette, dostlar arasındaki münasebette, ilimle amelde, edeb ve terbiyede, ibadette, âile yuvasında… Kısaca hayatın bütününde dosdoğru olmak.

Bu bir hayat düsturu, Rabbimizin bizden istediklerinin özü.

Doğruluk, imanın söz ve amellerle dış dünyaya aksedişi.

Rabbimiz bu aksedişi bizden istiyor. Bunu ifade eden nice âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler vardır:

Zikr-i Hakim de mü minlere verilen şu müjdeye dikkat ediniz:

“İman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennet bahçeleri ile müjdele! Cennet meyvelerinden her biri kendilerine rızık olarak verildikçe; -Daha önce de dünyada bununla rızıklanmıştık, derler. Kendilerine bahşedilen bu rızıklar dünyadaki meyvelere benzer olarak kendilerine sunulur.” (Bakara 2/ 25)

Bu âyet-i kerîmede dikkat çekmek istediğimiz Cennet bahçeleri ve meyvelerinden ziyade bu nimetleri hak edenlerin imanlarını salih amellerinin takip edişidir.

Zikr-i Hakîm de ne zaman iman zikredilse arkasından bu imanı dışarıya aksettiren güzel, salih amellere vurgu yapılır. Bunun misallerinden biri de zikredilen âyet-i kerîmedir. Bunun daha nice örnekleri vardır.

Kur an-ı Kerim de mü min tarif edilirken; "O, Allah a iman edendir" diye tarif edilmiyor. Allah a imanının dış dünyaya aksedişine vurgular yapıyor, misaller sergiliyor. Enfâl Sûresinin 3. âyetinde mü min şöyle tarif ediliyor:

“Mü’minler o kimselerdir ki; Allah’ın ism-i celâli anılınca kalpleri sevgi ve haşyetle ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda onu kabul edip, emir ve yasaklarını yerine getirerek hayatlarına yansıtır, imanlarına iman katarlar. Onlar Rabb’lerine gerçekten güvenip dayanan, tevekkül eden kimselerdir.”

Mü minûn Sûresi nin ilk âyet-i kerîmelerinde mü minlerin vasıfları sayılıyor. Namazlarını huşû içinde kılışları, lüzumsuz, manasız, boş sözlerden uzak duruşları, zekatı hakkıyla verişleri, iffetlerini koruyuşları, kendilerine verilen emanetlere ve ahidlerine sadakatleri, namazlarını vakitlerinde ve erkanına uygun olarak eda edişleri dile getirildikten sonra Firdevs Bahçeleri ne varis olacak ve orada ebedî kalacak insanların böyle mü minler oldukları vurgulanır.[2] Bir başka ifadeyle imanın meyvelerinden örnekler sunulur. Kehf Sûresi nin 107 ve 108. âyetlerinde de şöyle buyruluyor:

"İman edip salih amel işleyenler için makam olarak Firdevs Bahçeleri vardır. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir."

İmanın peşinden salih amellerin zikredilişi Kur ân-ı Kerim de daha birçok yerde önümüze çıkar ve bizlere ibret levhaları sunar. Bunların en dikkat çekicilerinden biri de şüphesiz Asr Sûresi nde yer alandır:

“Asra yemin olsun ki! İnsan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip hayırlı, güzel, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, sabır ve sebatı tavsiye edenler bundan müstesnadır.”

İmanla salih ameli yanyana getiren bu âyet-i kerîmeler içlerinde taşıdıkları emirler ve irşadlar yanında için için bize bir şey daha emrediyor. İmanımız meyve vermeli, dış dünyaya güzel ameller olarak aksetmelidir. İman yolcusu böyle olur. Mümin gönüllerden dışarı akseden ameller bir araya gelince hayat daha güzel, dünya daha huzurlu ve emniyetli olacaktır.

Dışarıya aksetmeyen iman nasıl bir iman olabilir? Varsa neden varlığını belli etmiyor? Veya dış dünyaya kötü davranışlar aksediyor, dillerden kötü kelimeler dökülüyorsa bu nasıl bir imandır? Varlığı ve canlılığı ne kadar korunur?

Bir iman meyve vermiyor, güzel amellere dökülmüyorsa kime ne faydası var? İnsanlığa, cemiyete, âileye, çocuklara, bugüne ve gelecek nesillere ne katkısı olur? Güzel ameller olmadan ebedî saadet kazanılır mı?

Bunlar ve daha nice sorular zihinde birbirlerini takip eder. Hepsi üzerinde düşünmeye ve değerlendirilmeye muhtaç sorulardır. Üzerinde münakaşalar, münazaralar da yapılmıştır. Onlara girmeden özetle şunları söylüyoruz:

Amel imandan ayrıdır, ancak amel imanın meyvesi olduğunda, ondan kaynaklandığında değer kazanır. Ebedî saadet yoluna imanla girilir, o yolda amelle yürünür. İman amellerle çiçek açar, meyveler verir. Çiçekler ve meyveler hayatı güzelleştirir, besler canlandırır. Hayat mânâ kazanır, ölüm mânâ kazanır, geçmiş mânâ kazanır, gelecek mânâ kazanır.

Âile yuvalarımız, iman nûrunun dışa aksedişine, güzelliklere güzellik katışına en çok ihtiyaç duyulan ve en layık yerlerdendir. Bunda ihmalkâr olmayınız.

Yuvalarınız iman meyvelerinizle gıdalanır, saadetle dolar. Hak, hukuk onunla yerli yerini bulur, emniyet ve huzur gönüllerde taht kurar. Ve güzel ameller hiçbir zaman zayi olmaz. Çünkü din gününün sahibi, herşeye kadir olan Rabbimiz öyle buyuruyor:

“İman edip salih amel işleyenler bilmelidirler ki, biz güzel ameller işleyenlerin ecrini zâyi etmeyiz.” (Kehf – 18/ 30)

* * *

__________________________________________________ _________

[1] Sahih-i Müslim, İman (1/ 65)

[2] Bak: Mü minûn Sûresi (23) Âyet : 1-11







2. Nasihat

Yuvanızı karşılıklı sevgi, rahmet ve şefkat temelleri üzerine kurunuz. Yuvanızdan sevgi ve rahmeti eksik etmeyiniz.


Abdullah İbn Amr İbn Âs(ra) rivayet ediyor: Rasûlullah(sav) buyurdu ki:

"Rahmân olan Allah, merhamet edenlere merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündeki de size merhamet etsin."[1]

Merhamet yeri ve yönü doğru olduğunda her zaman güzeldir. Âile içinde daha da güzeldir. Sevgiyle yoğrulduğunda çok daha güzeldir. Hatta yuvaların temel taşıdır. Şu âyet-i kerîmeyi dikkatle okuyunuz ve bizlere ne emrettiği, bizleri neye irşad ettiği üzerinde tefekkür ediniz:

“Kaynaşıp huzur duymanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet geliştirmesi onun varlığı ve yüceliğinin delillerindendir. Doğrusu bunda düşünen, tefekkür eden bir topluluk için gerçekten ibret vardır.” (Rum, 30/ 21)

Yuvaların kuruluşuna dikkat ediniz. Kısa bir zaman dilimi önce birbirini hiç tanımayan nice kadın ve erkek, gün gelir bir vesileyle tanışır, giderek birbirleriyle kaynaşır ve yeni bir yuva kurarlar. Hayatın geri kalan basamaklarını birlikte tırmanmaya başlar, böylece birbirlerine en yakın iki insan haline gelirler. Acıda tatlıda, varlık ve yoklukta berâber olmaya azmederler. Sırlarını birbirlerine açar, dertleşir, zorlukları aşmak için dayanışırlar; ileriye yönelik hayaller kurarlar. Birbirlerinde huzur bulurlar. Aralarında sevgi ve rahmet oluşur. Onlar artık bir âile olmuşlardır. Onların sayesinde önceki âileleri kenetlenir, kaynaşır. Âilenin uzakta kalan fertleri zamanla birbirini tanır, kaynaşır. Önlerinde yeni bir dünya, yeni ufuklar açılır. Yeni dost halkaları meydana gelir.

Hem kadın hem de erkek, kendi kardeşleri, anne, baba ve yakınları yanında davranamayacağı kadar rahat davranabilir, onlara karşı açılamayan perdeler açılır, sırlar, hayaller, ümitler paylaşılır.

Anne-baba, kardeş-akraba bağlarının kıymeti oldukça büyüktür ve bu bağlar, üzerinde meşru ölçüler içinde titizlik gösterilmesi gereken bağlardır. Ancak evlilik ve yuva bağı, diğerlerinden çok başka, daha değişik bir bağdır.

Diğer bir ifâde ile; "evlilikle bir erkeğe en yakın varlık kadın,, bir kadına en yakın varlık da erkek olur." Onlar birbirlerinin hasmı değil, hayatta birbirlerini bütünleyicidirler.

Kadın ve erkeğin her birine tek tek yaşama imkânı verilmiştir ama gerçek saadet, bütünlüktedir. Yaratılış böyledir ve böyle olması gerekir. Rabbimiz;

“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız, kaynaşmanız, belirgin niteliklerle bilinmeniz için sizleri kavimlere, kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız, en takvâlı olanınızdır.

Elbette ki Allah her şeyi bütün yönleri ve incelikleriyle bilir ve her şeyden haberdardır."(Hucurât 49/ 13) buyuruyor.

Bu gerçek bütün yönleriyle idrak edilmeli, güzellik ve değer takvâda aranmalı, kalplerin takvâ duyguları ile dolu olması için gayret gösterilmelidir.

Âyet-i kerîme "aranızda sevgi ve merhamet geliştirmesi" ifadesiyle dikkatlerimizi bir yuvanın temelinin meveddet ve rahmet olması gerektiğine çekiyor. Meveddet karşılıklı sevgi demektir. Rahmet ise, bilindiği gibi şefkat, acıma duygusu, merhamet demektir. Haksızlığa, zulme uğratmama ve zulme rıza göstermeme şuurudur.

Hayatın inişleri ve çıkışları, acı ve tatlıları, sevinçleri, kederleri, öfkeleri, hüzünleri, varlık anları, yokluk anları vardır. Hayatın seyri içinde işlenen hatalar da vardır. Doğru yapıldığı zannedilip de sonradan ciddî bir hata olduğu anlaşılanlar da vardır. Bir yuva içinde bütün bunlar yaşanabilir, her bir yuva bu merhalelerden geçebilir. Yaşanan bütün fırtınalardan, depremlerden, girilen bütün girdaplardan yuvayı kurtaracak olan temelinin meveddet ve rahmet üzerine sağlam bir şekilde kurulu olmasıdır.

Gönül inceliği, zarafeti gerçek bir nimettir; kaybı da büyük bir kayıptır. Allah Rasûlü(sav) bunu şöyle vurgular:

“Kim, incelik, edep ve terbiyeden mahrum edilmişse, o kişi bütün hayırdan mahrum edilmiştir.” [2]

Eşlerden her biri, kendi üzerine düşeni yerine getirmeye gayret ettiği gibi, yaşanılan dünyanın her zaman güllük gülistanlık olmadığını, rüzgarın her zaman istenilen taraftan esmediğini bilmeli, sıkıntılı, acılı, gergin anların, varlık ve yokluk zamanlarının olduğunu fark etmeli, zaman zaman kendini eşinin yerine koyarak yaşanılanları onun açısından da değerlendirmelidir. Gergin ve sıkıntılı anlarında eşinin üstüne gitmemeli, rahatlatıcı tavır ve sözler sergilemeli, toplanan bulutları, şimşekleri yavaş yavaş dağıtmasını bilmelidir. Ortalık rahatlayınca, gerginliğin sebebi sorulmalı, öğrenilince de ortadan kaldırılması veya sabır ve tahammülle karşılanması konusunda yardımlaşılmalıdır.

Sevgi ve rahmet, karşılıklı hukukun korunma kaynağıdır. İşlenecek hataları af edici olabilmek gönülde güzel duygular canlandırır. Af edene olgunluk verir, af edilene sevgi ve hürmet aşılar. Yuvanın devamı ve saadeti için bunlar gerçekten lüzumludur.

Sevgi ve rahmet, karşılıklı fedakârlıkların, kalp kazanıcı, gönül alıcı davranışların da kaynağıdır. Yuvalar bunlarla çiçek açar, bunlarla yeni baharlar yaşar. Bunlarla gelecek günlere güvenle bakar, bunlarla ümitlerine ümit ekler. Hayat ırmağının şırıltıları böyle olunca daha güzel, çiçekler arasından ummana yol alışı daha şirindir…

***

__________________________________________________ ________________

[1] Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 231), Sünen-i Tirmizî, Birr ve Sıla (4/ 323-324) .

[2] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2003), Sünen -i Ebu Davud, Edeb (5/157).






3. Nasihat

Yuvanızı İslâm nûruyla aydınlatınız.


Ebu Musa(ra) rivâyet ediyor. Allah Rasûlü(sav) buyuruyor ki:

“İçinde Allah’ın anıldığı bir ev ile, Allah’ın anılmadığı bir ev arasındaki fark, ölü ile canlı arasındaki fark gibidir.” [1]

Hadis-i şerif, ayrı bir izaha ihtiyaç duyurmayacak kadar açık ve nettir. Kulaklarını Allah Rasûlü nün buyruklarına, tefekkür ufuklarını irşadlarına kapamayanlara evlerimizle ilgili çok şey ifade eder.

Evlerimiz Allah ın ism-i celâlinin anıldığı, Kur ân tilavetiyle dolu, namazla nurlanan evlerden olmalıdır.

Allah Rasûlü(sav); “Namazlarınızdan bir kısmını evinizde kılınız. Onları kabirlere çevirmeyiniz,” [2] buyuruyor.

Burada “namazlarınız” buyurulurken kastedilen sünnet ve diğer nafile namazlardır. Farz namazın cemaatle kılınmasının fazîletinde şüphe yoktur.

Allah Rasûlü nün(sav) nafile namazların evde kılınmasını tavsiye edişini ve mü’minlerin yuvalarının bu namazlarla canlılık kazanacağına, aydınlanacağına dikkat çekişini Câbir’den(ra) gelen bir hadis-i şerif daha açık olarak ifade eder:

“Sizden biri, camide namazını kıldıktan sonra, namazından bazılarını da evinin nasibi olarak ayırsın. Allah bu namaz sebebiyle evinde hayırlar lütfeder.” [3]

Hanımların evlerinde, evlerinin Allah a ibadet için ayırdıkları köşeciğinde kılacakları namaz dışarıda kılacakları namazdan daha hayırlıdır. Bu hadis-i şerifle sabittir.[4]

Annelerin dindar olması çocuklar üzerinde daha derin tesir bırakır. Evlerin birinci derecede İslâm nûruyla aydınlanmasına vesile olan da daha çok annelerdir.

Çocukların namazı sevmesi, ibadete alışması konusunda kararlılık sergilemesi gereken her ne kadar baba olsa da, onlarla daha yakın ilgi kuran ve onları namaza teşvikte başarılı ve sabırlı olan annedir. Bu son derece kıymetli bir vazifedir. Anneler bu ecri elde etmeye, yavrularının gönüllerine ibadet sevgisi aşılamaya azimli olmalıdırlar.

Evler ibadetle canlanmalıdır. Akşam vakti evlerimizin üzerine giderek koyulaşan perdelerini indirirken, sabahın seher vaktinde yeni bir günün tazeliği hissedilirken tilâvet edilen Kur ân-ı Kerim ile…

İslâmî sohbetlerle, Mevlâ yı zikredişle, ilim müzakereleriyle, akraba ve dostlarla bir araya gelişi takip eden hayırlı adımlarla hayat bulmalıdır.

Akıp giden boş vakitler, birbirini takip eden faydasız, manasız sözler, zararlı dedi-kodular, Rahman ın öfkesini çekecek, İblisi memnun edecek filler, tavırlar, seviyesiz, bayağı veya çılgınca davranışlar, vurdumduymazlık ifade eden tembellikler yuvaların bugününü ve yarınını karartır.

Evlerin kalbi güzel duygularla atmalı, güzel niyetlerle dolmalı, bugün de, yarın da, çocuk iken de, genç ve yaşlı iken de, ebedî hayat için de gerçek saadet yuvası olmalıdır.

* * *

__________________________________________________ _________

[1] Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 539).

[2] Sahih-i Buhârî, Salât (Şerhi Umdetü l-Kârî ile 3/ 447), Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn (1/ 538-539).



[] Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 539).

[] Sünen-i Ebî Davûd, Salât (1/ 382, 383). Hadisin isnadı hasendir.






4. Nasihat

Âile çevrenizi sadık ve salih insanlarla donatınız.


Allah Rasûlü nün(sav) vurguladığı şu inceliğe dikkat ediniz: "Sizin en hayırlılarınız, görüldüğü zaman Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.”

Bu hadis-i şerifi Esmâ Bint Yezid(ra) "Rasûlullah tan duydum ki," diyerek rivâyet eder ve öncesinde Allah Rasûlü nün sahabelerin dikkatlerini çekmek için onlara; "Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi? sorusunu yönelttiğini nakleder.[1]

Evet, hakiki dost, onu görünce sizde hayırlı duyguların uyandığı, Allah ın hatırlandığı, akla güzel şeylerin geldiği, gönüllerde güzel şeyler yapma azminin canlandığı dosttur. Yanında huzur bulduğunuz, sizi hayra, doğruya çağırdığına, sizin ve âileniz için hayır düşündüğüne inandığınız dosttur.

Bir geminin fırtınalı havalarda emniyet ve huzur duyacağı limanlara ihtiyacı olduğu gibi hepimizin hayırlı dostlara, sadık insanlara, bizim, yuvamızın hayrını isteyen kardeşlere ihtiyaç vardır. Onların bize dost olduğu kadar biz de onlara, onların bizim hayrımızı, güzel günlerimizi istediği kadar biz de onların hayrını, güzel günlerini istemeliyiz. Bu kenetleniş bize güç kazandıracaktır. Âilemizin çevremizde dolaşan zararlılara karşı direncini artıracaktır.

Sâlih ve sadık dostlarla beraber olmak aynı zamanda bir emr-i ilâhîdir. O; “Ey Îman edenler! Allah’a takvâ ile dolu olun ve sâdıklarla birlikte olun.” (Tevbe, 9/ 119) buyurur. Bu emir açık ve net bir emirdir.

Dostlar bir araya gelince güven hissetmeli, hayırlı yolda birbiriyle yardımlaşmalı, şerden uzak durmak ve korunmak için el ele vermelidir.

Rabbimizin; “Birr (güzel hasletler ve hayırlı işlerde) ve takvâda yardımlaşınız, birbirinize destek ve yol gösterici olunuz, omuz omuza veriniz, hayra vesile olunuz. Kötülüklerde, günah yollarında ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, birbirinize destek olmayın.” (Mâide, 4/ 2) buyruğunu unutmayınız.

Bazen farklı bakış ve değerlendirişlere ihtiyaç vardır. Bizim kalbimize doğup da söyleyemediklerimizi, dostlarımız, arkadaşlarımız daha iyi ifade edebilir, daha tarafsız, daha saf duygularla dile getirebilirler. Bazen istişarelerine, bazen hakemliklerine, bazen vekilliklerine ihtiyaç duyarız. Onlar da bize… Bazen onların sadece yanımızda olduklarını görmek bile bize huzur verir.

İyi bir dost dünya mallarıyla kıyaslanamayacak kadar kıymetlidir. İyi dost bulmanın en iyi yolu da iyi bir dost olmaktan geçer, bu gerçek unutulmamalıdır.

__________________________________________________ _____________

[1] Sünen-i İbni Mâce, Zühd (2/ 1379). Zevâid de isnadının "hasen" olduğu zikredilir.






5. Nasihat

Kendinizi ve ailenizi ateşten ve hüsrandan koruyunuz.


Huzeyfe İbn Yemân(ra) Hz Ömer in de olduğu bir mecliste Allah Rasûlü nün şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:

"Bir kimseyi gerçekten sarsacak imtihan, âilesi, malı, çocuğu ve komşusuyla ilgili olarak yaşayacağı imtihanlardır. Bu imtihanlarda işleyeceği hatalara oruç, namaz, sadaka ve emri bi l-ma rûf nehyi ani l-münker keffaret olur." [1]

Bir insanın âilesi, gerçek bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda insan çok şeyler de kazanabilir, çok şeyler de kaybedebilir. Fitne kelimesi de daha çok kaybetme ihtimali olan imtihanlar için kullanılır.

Allah Rasûlü(sav) bu hadisiyle zorlu bir imtihan alanına dikkat çektiği gibi, imtaihanda işlenebilecek hataları telafi edebilecek, onları örtebilecek, silebilecek amellere de dikkat çekmiştir. Bu amellerin her biri kişiyi olunlaştıracak, şahsiyetini güçlendirecek, cemiyete faydalar getirecek amellerdir. İnsan kendisini de, içinde yaşadığı âilesini de korumak zorundadır, cemiyetle hayra doğru adım atmak için azim ve gayret içinde olmalıdır.

Zikr-i Hakîm de; “Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi Cehennem ateşinden koruyun…” (Tahrim, 66/ 6) buyrulur. Bu, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir ikaz, bir buyruktur.

Bizlere yaratılış güzelliği ve sayısız nimet bahşedilmiştir. Bizden istenen, bizi yaratanı ve sonsuz nimetlerle donatanı tanımak, hayatı onun huzuruna çıkıp hesabını verecek şekilde ve şuurda yaşamaktır. Bu şuurda yaşanınca dünya hayatı da güzeldir, emniyetlidir, huzurludur. Dolayısıyla Rabbimiz bizden iki cihan saadetini elde edecek güzellikte ve dürüstlükte bir hayat seyri istemektedir.

Zikr-i Hakîm’de cennet ehlinin cennetteki hali tasvir edilirken gönüllere ümit ve sürur veren bir inceliğe dikkat çekilir ve şöyle buyrulur: “İman edenler ve gönüllerinde iman nuru taşıyarak onların yolundan yürüyen nesilleri var ya, işte biz onların zürriyetinden gelen bu insanları da onlara katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Her insan, kazandıkları karşılığı rehindir.” (Tûr, 52/ 21)

Bu âyet-i kerîmede, cennet nimetlerinin, mü’min gönüllerin kendi neslinden gelen ve gönlünde iman nûru taşıyan insanlarla bir araya gelmesiyle daha da kemal bulacağı, bununla sevince sevinç, coşkuya coşku katılacağı dile getirilir.

Ayrıca hayırlı bir neslin, asırlar sonra da İslâma gönül vererek, hizmet ederek hak yolda yürümeye devamı için anne ve babaların zemin hazırlamasına teşvik vardır…

Bu onların ecirlerini çoğaltacak, âilesiyle cennette buluşma saadeti yaşatacaktır. Bu farklı bir nimettir. Dünya hayatında gerçek saadet nasıl âile ve dostlarla elde edilirse, ebedî alemde de bir araya geliş, aynı lütfa eriş saadete saadet ekleyecektir.

Eşya zıddıyla daha iyi tanınır. Hüsran, kazancın zıddıdır. Şu âyet-i kerîme de aynı mânâyı diğer bir açıdan tamamlamakta, vurgulamak istediğimiz manânın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır:

“De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de âilelerini hüsrana sürüklemiş olanlardır. Bilesiniz ki kesin, açık ve net hüsran işte bu hüsrandır.” (Zümer, 39/ 15)

Evet, gerçek saadet, cennette bir insanın âilesi ve gelecek nesillerle bir araya gelişiyle kemal bulduğu gibi, insanı binlerce kere kahretmesi, pişmanlıkla kıvrandırması gereken zarar ve hüsran da kişinin âilesiyle ile birlikte hüsrana sürüklenişi, ebedî azabın pençesinde birlikte kıvranışıdır. "Paylaşılan sevinçler çoğalır, acılar azalır" denilir; ancak ebedî hayattaki acıyı paylaşma, azabın tesirini azaltmayan, aksine çoğaltan, katlayan bir paylaşmadır. Bu beraberlik sevinç hissettirmeyen bir beraberliktir.

Âilenin ve gelecek nesillerin hüsranına ve sonunda azaba sürüklenişine zemin hazırlayanın acı ve ızdırabı şüphesiz daha dehşetli olacaktır.

Bilinen bir gerçeği tekrar hatırlatıyoruz: Dünya hayatından sonraki pişmanlık faydasız bir pişmanlıktır.

* * *

__________________________________________________ __________________

[1] Sahih-i Buhârî, Mevakîtü s-Salât (4/ 149), Sahih-i Müslim, Fiten (4/ 2218).
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Temmuz 2012, 16:30   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

6. Nasihat

Dünyaya gözlerini yeni açan yavrunuzun kulağına ezan okuyunuz.


Allah Rasûlü’ne bir süre hizmette bulunma şerefine eren Ebu Râfi‘(ra) anlatıyor:

“Fatıma, Ali’nin oğlu Hasan’ı dünyaya getirdiğinde Rasûlullah’ın(sav) onun kulağına namaz için okunan ezanı okuduğunu gördüm."(1)

Ebu Râfi‘in(ra) ifadesinde yer alan "namaz için okunan ezan" vurgusu, okunanı kametten ayırmak içindir. Beyhakî’nin naklettiği rivâyetlerde de Allah Rasûlü’nün(sav) Hasan’ın(ra) sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuduğu nakledilir. (2)

Evet, Allah Rasûlü(sav) dünyaya gelen torunu Hasan’ın kulağına ezan okuyordu. Dünya ile yeni tanışan yavru, kulağında ilk nidâ olarak Allah’ın yüceliğini, varlığını ve birliğini, ondan başka ilah olmadığını, kulluk edilecek, boyun bükülecek başka hiçbir varlık olmadığını, Muhammed’in onun Rasûlü olduğunu duyuyordu. Onu ibadete çağıran davetin muhatabı oluyordu. İslâmın şiârı kulağında yer ediyordu.

Henüz anlamasa bile veya biz onun bundan ne anladığını bilmesek bile… Ancak bu nidânın onun beyninde, kalbinde yer edineceğini, zamanla çok şey anlayacağını, kulağına okunan ezanın onun hayatında çok ciddî bir yerinin olacağını, onu neye davet etiğini idrak edeceğini biliyoruz.

Sonraki yıllarda çocuğun, dünyaya geldiğinde kulağına ezan okunduğunu duyması bile ona çok şey anlatacaktır. Hele de kulağına ezan okuyan insan sevdiği, takdir ettiği, hürmet duyduğu bir insan ise.

Ayrıca ezan, bu bir ebeveynin yavruları için nasıl bir hayat hazırlama arzusunda olduklarının, nasıl bir istikbal düşündüklerinin, onun hangi çizgide, hangi istikamete doğru yürümesini istediklerinin de işaretidir. Çocuklarını yaratıldığı temiz fıtrat üzerine koruma azmi ve gayreti içinde olacaklarının da ilk habercilerindendir.

Ezan, İslâm ın şiârıdır. Müslümanlığın, Allah a kulluğun, Rasûlü ne ümmet oluşun ilanıdır.

Çocukların kulaklarında ilk duydukları, kalplerinde yer eden bu nidâ, sonraki günlerde İslâm diyarının semalarında her yükselen her nidâ ile bütünleşecek, verilen İslâmî terbiye ile yoğrulacak ve gönüllere yerleşecektir.

Ezan-ı Muhammedî nin okunmadığı diyarlardaki gariplik duygusu, gurbet hissi daha buruk, daha derindir. Mü min gönüller için vatan hasretinin içinde Ezan-ı Muhammedî hasreti de vardır.

Ezanın devamlı semalara yükselişi, minarelerden dökülüşü bizler ve yavrularımız için ayrı bir nimettir.

***

__________________________________________________ __

(1) Sünen-i EbuDavud, Edeb (5/ 333), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 97).

(2) Terbiyetü l-Evlad, Abdullah N. Ulvan (1/170).







7. Nasihat

Çocuklarınıza güzel isimler veriniz.


Allah Rasûlü(sav); “Siz, kıyâmet günü isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Onun için güzel isimler koyun,” [1] buyurur.

İsmin, bir insan üzerinde bırakacağı tesir elbette ki inkar edilemez. Bu tesiri küçümsemek de aklı başında olan birinin yapabileceği davranış olamaz. Bu konuda gösterilecek ihmal de basite alınamaz.

İsim, sahibi olan insanla bir ömür boyu bütünleşir. O kişi görülünce ismi, ismi duyulunca da hemen o kişi zihinde canlanır. Bu kendisini tanıyanlarcadır. Tanımayan insanlara da o kişi ismiyle tanıtılır ve şahsıyla ilgili bilgiler ismiyle birlikte verilir.

Bu yüzden bir ömür boyu kendisiyle bütünleşeceği bilinen, hatta ölümünden sonra bile varlığını sürdürecek olan, kıyamet gününde de huzura onunla çağırılacağı zikredilen ismin güzel ve hayırlı olması gerekir.

Rasûlullah(sav) Efendimiz, hem güzel isimler konmasını emretmiş, hem de önceden konulan, mânâ güzelliği taşımayan isimleri değiştirmiş, onların yerlerine güzel isimler koymuştur.

Mesela isyankar mânâsına geldiği için Hz. Ömer in kızının "Asiye" olan ismini değiştirmiş, ona güzel mânâsına gelen "Cemile" adını vermiştir.[2]

Kaynaklarda Abdurrahman İbn Avf’ın(ra) câhiliyedeki isminin “Abdü l-Amr” veya “Abdü l-Ka‘be” olduğu, Rasûlullah(sav) tarafından “Abdurrahman” olarak değiştirildiği nakledilir.[3]

Zeydü’l-Hayl’in adını Zeydü’l-Hayr olarak değiştirdiği bilinir.[4]

Abdullah İbn Ömer’den(ra) gelen bir rivâyette Rasûlullah(sav) Efendimiz;“Allah’ın en çok sevdiği isimler, Abdullah ve Abdurrahman’dır,” buyurmuştur.[5]

Hadis kitaplarında Allah Rasûlü’nün koyduğu ve değiştirdiği isimlerle ilgili ana başlıklar, bu başlıklar altında bir çok rivâyet ve bilgi vardır. Bu başlıklar da konunun ayrıca ehemmiyetini gösterir.

Günümüzde bir çok garip isimlerle karşılaşır olduk. Hatta bu garip isimlerden bir çoğuna, kullanıla kulanıla alışılmış ve artık yadırganmaz isimlerden olmuştur.

Olcay, Ersin, Kaya, Aybüke, Belgin, Cenk, Cengiz, Satı, Satılmış, İmdat, Gizem, Gözlem, Gözde, Alper, Aleyna, Işıl, Suzi, Sevsen, Lusi, Anıl, Açelya, Şen, Orçun, Orkun, Özge, Ayça, Gülçin, Ediz, Döne, Samet, Sanem, Sezgi, Sezer, Aylan, Aylin, Tekin, Aşkım, Döndü, Yeter ve daha niceleri ve daha da garipleri.

Ebette ki söylediklerimiz, bu isimlerle isimlendirilen insanların şahıslarıyla ilgili değildir. Hatta tanıdıklarımızdan, takdir edip sevdiklerimizden bu isimlerle isimlendirilenler de var. İyi niyetle konanlar da.

Böyle olması veya ismi taşıyan insanın iyi biri olması, hataları hata olmaktan çıkarmayacaktır.

Bu isimlerin içinde mânasız veya mânâsı güzel olmayanlar olduğu gibi, yanlış anlaşılanlar, kötü çağrışım yapanlar, İslâm âlemi içinde bir bütünün parçası olma şuuruna uymayanlar da vardır.

Çocuklara konulan isimler de niyetlerimizi, duygularımızı ve nereye ait olmayı istediğimizi en iyi belli eden özelliklerimizdendir. Onlar aynı zamanda bizim şuur derecemizi gösterir.

Belki isimler konusunda bir noktaya daha dikkat çekilmesi gerekir. Üst üste nice şaşkınlıklar yaşadığımız bu günlerde çift cinsiyet şaşkınlıkları da yaşıyoruz. Kadınlaşan erkekler, erkeleşen kadınlar ve bunlara rağbet gösteren her iki cinsten insanlar… İnsanların gerçek değerleri ile oynayan, şahsiyetli hayatı, asıl mecrasından çıkarmaya çalışan ve İblis’i memnun eden davranışlar. Giderek dengesi bozulan gıdalar ve hormonlar. Alkoller ve uyuşturucular ve daha neler neler.

Bütün bunlar üzerinde durulması, düşünülmesi ve müsbet yönde tedbirler alınması, yapılan yanlışlıklara son verilmesi gereken hayat gerçekleri olarak önümüzde yer alıyor. Artık her yerde önümüze garip bir manzara çıkabiliyor ve giderek bunlar yayılıyor. Hatta çağın gerçeği sayılır, çağdaşlık alameti kabul edilir ve tercih edilir oldu.

Ancak bizim, konumuzla ilgili olarak burada üzerinde durmak istediğimiz, giderek yayılan garipliklerden çok çift cinsiyetli isimlerin var oluşudur. Bu isimlerin tehlikesi, insanların cinsiyet sapkınlıklarının tehlikesi kadar çok değildir. Yine de dikkate alınmasında ve bu konuda ihtiyatlı davranılmasında fayda olduğuna inanıyoruz. Çocukların hem kadınlar, hem de erkekler için kullanılan isimlerle isimlendirilmemesini arzu ediyoruz. Doğru olan budur. Böyle bir isimlendirmenin çocuğa tesir edebileceği, özellikle ergenlik öncesi çağlarda başkaları tarafından da alay konusu olarak kullanılabileceği gözden ırak tutulmamalıdır. Olcay, Ayhan, Yüksel, Işıl, Yaşar, Melek, İsmet, Ruşen, Kâmuran, Deniz, Duygu, Bülent bu tür isimlerdendir.

Şüphesiz isim koyma konusunda birinci derecedeki mesuliyet de babaya ve anneye, daha sonra da âilenin diğer büyüklerine düşmektedir. Her ne kadar sonradan değiştirmesi mümkün olsa bile bir çocuğun, kendi ismini baştan kendisinin koyması mümkün değildir. Dolayısıyla ebeveyn ve büyükler, çocuklarının geleceğini, istikbalde nasıl bir hayat tarzı, düşünce sistemi, hedef ve gaye seçmesinin gerektiğini düşünerek ismini ona göre koymalıdırlar. Elbette ki sadece isim koymakla da yetinmemelidirler.

İsimlerini güzel koyun ki, çocuklarınız arkanızdan isimleri için de size duâ etsinler.

***

_______________________________________________

[1] Sünen-i Ebî Davud, Edeb (5/ 236), Câmiu’l-Usûl (7/ 357)

[2] Sahih-i Müslim, Edeb (3/ 1687).

[3] El-İstî‘âb (2/ 393), el-İsâbe (2/ 416).

[4] İsim değişikliği ve sahâbî hakkında bilgi için bak: Peygamber Dostları, ÖRNEK NESİL, Ş.Kalay (s. 73-83)

[5] Sahih-i Müslim, Edeb (3/ 1682), Sünen-i Ebî Davud, Edeb (5/ 236)








8. Nasihat

Yavrunuzun dünyaya gelişine sevininiz.


Allah Rasûlü(sav) mü’minlere yaptığı bir tavsiyede şöyle buyurur:

“Sevgi dolu olan ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[1]

O, yuvaların kurulmasını, kurulan yuvaların sevgiyle, şefkatle, çocuk cıvıltıları ile dolmasını istiyor. İman nûru ile aydınlanan yuvalardan filizlenen yeni nesillerin yetişmesini ve İslâm şuuruyla yoğrulmalarını, mü’min gönüllerle ümmet bütünlüğü içinde birbirlerine perçinlenmelerini, kenetlenmelerini ve her geçen gün çoğalmalarını arzu ediyor.

Enes(ra) anlatıyor: Allah Rasûlü(sav) düğünden dönen kadınları ve çocukları görmüştü. Bu manzarayı Rabbinin bahşettiği bir nimet bilerek ayağa kalktı, sevincini ve sevgisini; "Siz, insanların gönlüme en hoş gelenisiniz," buyurarak dile getirdi[2]. Bu Ensar a ve Ensar ın filizlenip çoğalmasına duyulan sevgi ve sevincin bir ifadesiydi.

Yıllar yılı çekilen çilelerden, İslam nûrunu gönüllere yerleştirmek için sürdürülen gayretlerden, onu söndürmeye çalışan zalimlere karşı verilen mücadelelerden sonra tabiî bir hayat akışına geçiliyor, kadınlar ve çocuklar yeni kurulan bir yuvanın sevincini üzerilerinde taşıyarak bir düğünden dönüyorlardı. Bunlar, kendi öz yurtlarından dışarı atılan, yakınları, akrabası tarafından dışlanan İslâm’ın ilk neferlerine kucak açan, onları kardeş bilerek bağırlarına basan Ensârın kadınları ve çocuklarıydı. Bu görünüş, yeni bir baharın müjdecisiydi… Onların sergilediği bu canlı levha ve gelecek günlere müjdeler taşıyan görünüşleri Allah Rasûlü nü sevindirmiş ve Kâinâtın Efendisi duygularını bu şekilde kelimelere dökmüştü.

Çocuklar yuvaların meyveleridir. Dünyaya ağlayarak gelseler bile, onların ağlayışları çevrelerinde sevinç dalgalarına vesile olur, gönüllere ümit güneşleri doğar.

Onlar yepyeni bir başlayış, yeni bir umuttur. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuk, köhnemiş yer yer küf tutmuş dünyaya tazeliğin, yeniliğin bir müjdesidir.

Zikr-i Hakîm’de; “Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının gönle hoş gelen zînetidir, süsüdür.” (Kehf 18/ 46) buyrularak işaret edildiği gibi onlar dünya hayatının zînetidir, süsüdür.

Âyet-i kerîmenin devamı, ebedî kalıcı olan amellerin Allah katında daha hayırlı, daha ümit verici olduğunu vurgular. Bu çerçevede düşünüldüğünde bizlere bahşedilen servet ve çocuklar, dünya hayatıyla birlikte fânîliğin dehlizlerinde kaybolup gitmekten kurtarılır, hayırlı ameller işlemek için sermaye ve imkan haline getirilirse bu elbette ki bu daha hayırlıdır. O zaman insan hayat sonrasına uzanmayı başarmış, gelip geçici olmaktan kurtulmuş, gök kubbe altında adının hayırla yâd edilişine yol bulmuş olur. Bunun güzelliği tartışılamaz.

Dolayısıyla çocuklar, bir insanın amel defterinin ölümden sonra da hayırlı ameller için açık kalma ümididir…

Yuvalar, içinde İslâm sıcaklığının, îman aydınlığının hissedileceği, aynı duygu ve şuurla dolu çocuklarla içlerinin şenleneceği arzu ve ümidiyle kurulmalıdır. Dünya devam ettikçe devam edecek sağlam bir zincirin en sağlam halkalarından birisi olma azmini taşımalıdır.

Elbette ki sıhhî sebeplerle çocuğu olmayan kardeşlerimiz de aramızda olacaktır. Veya ortada sıhhî sebep olmasa da çocuk sahibi olamamış, hatta arzu ettiği halde yuva kuramamış insanlar da bulunacaktır. Bu durum onların hatası mânâsına gelmeyeceği gibi, daha fazla ecir elde edebilecek imkânlar, fırsatlar bulamayacakları mânâsına da gelmez.

Belki bu insanlar salah, takvâ ve hizmetleriyle çok daha büyük hayırlara vesile olabilirler ve çok daha fazla ecir elde edebilirler. Nitekim nice hayırlara, güzelliklere vesile olanları da görüyoruz.

İbrahîm ve Zekeriyyâ Aleyhisselâm ın uzun yıllar çocuklarının olmadığı unutulmamalıdır. Daha nice hayırlı insanın, ilim, irfan ehlinin de çocuğunun olmadığı da bir hayat gerçeğidir.

Ancak ümmetin devamı, çokluğu, sağlam temellere oturuşu, geleceğe daha umutlu bakışı, âile sıcaklığında yetişen, maddî gıdalardan çok manevî gıdalarla gelişen çocuklar iledir. Bu gerçek de asla unutulmamalıdır.

Bu gün maddî gıdaların ve imkânların çoğaldığı, mânevî duyguların ve güzel hasletlerin azaldığı da gözden ırak tutulmamalıdır.

Hz. Meryem deki gönül safiyetini, onun Allah a teslimiyetini, kendisi için hazırlanan odasında, mihrabında iken Rabbi tarafından rızıklandırılışını görünce yüz yaşına yaklaşan Zekeriyyâ Aleyhisselâm ın kalbinin de böyle bir çocuk sahibi olmanın arzusuyla doluşunu düşününüz. Sonra da;

"Rabbim! Bana hayırlı, güzelliklerle dolu nesil lütfeyle! Şüphesiz sen duâları işiten ve kabul edensin!" (Âl-i İmrân 3/ 38) duâsını, sonra da gönül dünyasında nasıl bir duygu melteminin estiğini, dönüp dolaştığını.

Bir ümmet olarak bizim hayır ve güzelliklerle dolu bir nesile, böyle bir neslin yetişmesi için yükselen şuura ve birbirine kenetlenen gayretlere ihtiyacımız var.

Rabbimiz Zikr-i Hakîm de; “Allah size kendi cinsinizden eşler verdi ve eşlerinizden de sizlere çocuklar ve torunlar yarattı; sizi güzel ve temiz nimetlerle rızıklandırdı.” (Nahl, 16/ 72) buyurur.

Hayatın devamı eşler, çocuklar ve onları takip ederek halkaya eklenen torunlar iledir. Akıp giden bir hayatın içinde insanın neslinin, yani çocuklarının ve torunlarının bulunması ve asırlar sonrasından torunlarının onu yâd etmesi güzel bir duygudur. Bu yâd ediş, sadece adını veya var oluşunu, unvanını, huylarını, şeklini yâd edişten öte hayırlı bir yâd ediş olursa elbette daha güzeldir. Hele de yâd ediş hayırlı torunlar tarafından olursa, bu hayırlı torunlar onun amel defterini güzel ameller için açık tutarlarsa, şüphesiz bu çok daha güzeldir.

Elbette ki gelecek günlerin neler getireceğini bilemeyiz. Ancak niyetlerimizi, emel ve ümitlerimizi güzelleştirmemiz, bunun için gayret etmemiz, gayretlerimizi duâlarımızla bütünleştirmemiz bizim elimizdedir.

Günümüzde önceki yıllara göre çocuk sayısının, dolayısıyla yaşlılara göre genç neslin giderek azaldığı bir gerçektir. Henüz tam olarak tesirini diyarımızda göstermese de imrendiğimiz, aralarına katılmak için akla hayale gelmedik tavırlar sergilediğimiz batı dünyasında kendisini açık ve net olarak gösterir hale gelmiştir. Birçok ülkede nüfus giderek azalmış ve yaşlanmıştır. Bu azalma ve yaşlanma devam etmekte, âilelere çocuk için yapılan çağrılar ve teşvik tedbirleri de çok defa faydasız kalmaktadır. Yine birçok ülke dışarıdan göç alarak bu açığı örtmenin telaşına girmiştir. Gayretlerini göç yoluyla ülkelerine gelecek olanların kültürlü ve seviyeli insanlar olması yönünde yoğunlaştırmaya başlamışlardır.

Nüfus azalması, dolayısıyla da yaşlanmasının birinci derecede sebebi, insanların şahsî zevk ve arzularını, kendi menfaatlerini düşünür, kendisinden başkasına aldırmaz hale gelişidir, getirilişidir. Bu anlayış sebebiyle kalplerde manevî boşluğun giderek büyümesi, âile yapısının çatırdayışı, evliliklerin sadece zevk ve menfaat anlaşmalarına dönüşmesidir.

Çocuk ilgi ister. Bu zevkinin esiri olanlar, menfaatini asıl gaye haline getirmek için bağlayıcıdır; farklı şehirlerde, ülkelerde, otellerde, plajlarda gezip tozmalarına, barlarda, pavyonlarda sabaha kadar tepinmelerine engeldir. Uykularını, uyanıklarını birbirine karıştırır. Çalışıp para kazanmalarına, sonra onu deliler gibi harcamamalarına ayak bağı olur... Bunun için hamilelik arzu edilmez, bunun için çocuk istenmez.

Biz hedefi, gayesi, emeli, umudu, bu günü, yarını olan insanlarız. Çocuklarımızla sevinmeli, onların lutfu ilâhî olduğunu unutmamalı, onları yetiştirmek için gayretlerimize duâlarımızı da eklemeliyiz. Sevinçlerimizi de belli etmeli ve paylaşmalıyız.

Âişe(ra) Vâlidemiz anlatıyor: Yeni doğan çocuklar Rasûlullah’a(sav) getirilir, o da çocuklara mübarek olması için duâ eder, tahnikte bulunurdu.”[3]

Tahnîk: Kuru hurmanın ağızda iyice yumuşatılarak çocuğun ağzına verilmesi, damağına sürülmesidir. Böylece çocuk yumuşatılmış hurmayı hisseder, fıtrî duyguyla onu emerek tadını alır, midesine giden ilk gıda da bu olur.[4]

Efendimizin bunu hicretin ilk çocuğu olan Abdullah İbn Zübeyr e(ra) ve Ebu Talha ile Ümmü Süleym in oğlu Abdullah a da yaptığı tatlı hatıralarla anlatılır.[5]

Yeni dünyaya gelen çocuklar için Allah Rasûlü nün kurban kestiği ve tavsiye ettiği hadis kaynaklarında yer alır. Bu kurbanın "akîka" olarak isimlendirilişi de.

Semüra İbn Cündüb ün(ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:

“Her çocuk akîkası karşılığı rehindir. Yedinci gün, onun için kurban kesilir, başı tıraş edilir ve ismi verilir.”[6]

Abdullah İbn Abbas’ın(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Rasûlü’nün(sav) bizzat bu kurbanı kestiği yer alır. O; “Rasûlullah(sav) Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiştir,” der.[7]

Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve daha bir çok ilim ehline göre bu kurban müekked sünnettir.[8]

Hanefî Mezhebine göre ise önceden var olan bu kurban, kurban bayramlarında varlık sebebiyle kesilen kurbanın vâcip kılınışıyla kaldırılmıştır.[9]

Ancak kaldırılmış bile olsa sevinç ve şükür ifadesi olarak kesilmesinde, onunla yemek hazırlanıp sevinci paylaşmak için dostların bir araya getirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hanefî âlimlerinden İmam Tahâvî’ye göre akîka kurbanı kesmek müstehabtır. Bir başka ifadeyle, güzeldir, imkânı olup kesen insan bundan ecir kazanır.

Sevinçler paylaşılınca daha güzeldir. Büyüyen çocukların yıllar sonra büyüklerinden kendi doğumuna duyulan sevinci ifade eden akîka ile ilgili hatıraları dinlemesi de güzeldir.

Çocukların dünyaya gelişine sevincinizi dile getiriniz ve çocuğu olan dostlarınızı tebrik ediniz, onlar için duâ ediniz.







***





__________________________________________________

[1] Sünen-i Ebî Davûd, Nikah (2/ 542), Sünen-i Nesâî, Nikah (7/ 65-66)

[2] Sahihi-i Buhârî, Nikah (16/ 359)

[3] Sahîh-i Buhârî, Edeb (18/ 140), Sahîh-i Müslim, Tahâret ( 1/ 237), Âdâb (3/ 1691).

[4] Lisânü’l-Arab, İbn Manzur (10/ 416), Câmiu’l-Usûl, İbn Esîr (1/ 366).

[5] Bak: Peyamber Dostları ÖRNEK NESİL (s. 155-156), Sahîh-i Buhârî, Fedâil, (14/ 37-38), Akîka, (17/ 198), Sahîh-i Müslim, Âdâb ( 3/ 1689, 1690-1691. Hadis No: 2144, 2146), Fedâilü s - Sahâbe (4/ 1915, 1599), El-İstîâb (2/ 301-302), El-İsâbe (2/ 309).

[6] Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 259-260), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 101), Sünen-i Nesâî, Akîka (7/ 166), Sünen-i İbn Mâce, Zebâih (2/ 1056-1057). Tirmizî; “Bu hadis hasen sahihtir,” der. Nesâî’nin naklettiği hadisin isnâdı da sahihtir.

[7] Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 261-262), Bu hadis Sünen-i Nesâî’de “ikişer koç” şeklindedir. (Bak: Sünen-i Nesâî, Akîka 7/ 166)

[8] Müntekâ, el-Bâcî (3/ 102-103), Mühezzeb, (1/ 248), Keşşafü’l-Kına‘ (3/ 24)

[9] Bedâyiu’s-Sanâyi‘ (5/ 127), Nasbu’r-Râye (4/ 206-208), İ‘lâü’s-Sünen (17/ 101-113).










9. Nasihat

Anneler, çocuklarınızı emziriniz.


Ebu Hureyre(ra) anlatıyor:

"Bir adam Rasûlullah(sav) Efendimiz’e; “Ya Rasûlallah! En çok yakınlık ve dostluk kime göstermeliyim. Bu konuda üzerimde en çok hakkı olan insan kimdir? diye sordu.

Efendimiz(sav) ona şöyle cevap verdi:“Annen, sonra annen, sonra yine annen. Sonra da baban. Daha sonra da akrabalıkta sana yakın olanlar.” [1]

Hadis-i şerif, bilinen ve farklı lafızlarla birçok kaynaklarda da yer alan bir hadistir. Biz daha derli toplu olması sebebiyle Sahih-i Müslim de yer alan bir rivayeti seçtik.

Bu hadis annenin çocuğu üzerindeki hakkının başkalarından çok daha fazla olduğunu vurgulayan bir hadistir. Annenin hakkı babadan da çoktur. Hamilelikte katlandığı sıkıntılarla, yavrusunu ağrılar ve sancılarla dünyaya getirişiyle, sonraki günlerde de onu emzirişi ve ihtiyaçlarını giderişi, ona şefkatle kanatlarını gerişiyle…

Rabbimiz Zikr-i Hakîm’de şöyle buyurur: “Biz insana anne-babasını vasiyet etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. İki yıl içinde de sütten ayrılmıştır. Bunun içindir ki; önce bana sonra ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Şüphesiz dönüş banadır.” (Lokman Sûresi – 31/ 14)

Bu hizmetlerin içinde bir annenin çocuğunu emzirmenin ayrı bir yeri ve değeri vardır. Diğer bir âyete; “Anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu, emzirmenin tam olmasını isteyenler içindir,” (Bakara 2/ 233) buyrulur.

Anne sütünün bebek için kıymeti tartışılamaz. Hiçbir akıl, ilim, irfan ve insaf sahibi de anne sütünün çocuk için faydasını inkar edemez.

Anne sütü, gerçekten büyük bir nimettir ve ibret vericidir. Çocuğun doğumuyla sütün de harekete geçişi, içinde çocuğa lazım olan bütün gıdaları bulunduruşu, onu hastalıklardan koruyuşu, vücud direncini geliştirişi, anneye sağladığı faydalar ve daha niceleriyle üzerinde ibretle düşünülmesi gereken bir pınardır. Rahman’ın hakiki manada şükredilmesi gereken bir lütfudur.

Doğumdan sonraki ilk 6 ay içinde anne sütünün çocuğa lazım olan bütün besin maddelerini içinde bulundurduğu, başka ek bir gıdaya ihtiyaç olmadığı, hatta ilk 4 ay içinde ek suya bile ihtiyaç duyurmadığı tıbben bilinen gerçeklerdendir.

Süt emzirmenin kemali, ekserî ilim ehline göre âyet-i kerîmede de zikredildiği gibi iki yıldır. Ancak bu şart değildir. İki yıldan fazla olabileceği gibi az da olur. İki yılın doluşuyla kemal bulunca daha emzirilemez veya emzirilirse doğru olmaz diye bir kaide yoktur. Ancak emzirme devresi geçince çocuğun sütten kesilerek diğer gıdalarla beslenmesi daha doğru olandır.

İki yıl dolmadan da çocuğun kendisi anneyi emmeyebilir veya annenin sütü kesilebilir. Bütün bu durumlarda çocuk ve anne için en uygun olan araştırılır ve ona göre hareket edilir.

Çocuğun sıhhatinin düşünülmesi gerektiği gibi annenin sıhhatinin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Süt emzirme, anne ile çocuk arasındaki duygu bağlarını da güçlendirir. Annenin ve çocuğun birbirlerine sevgilerini artırır. Çocuğun kendisini güven içinde hissetmesini sağlar. Bu, çocuk için anne sütünün gıda değerinin yanında ayrı bir kıymet taşır.

Bunun içindir ki anneler çocuklarını emzirme konusunda arzulu ve ısrarlı olmalı, ihmalkâr davranmamalıdırlar. İhmal hem kendilerine, hem de çocuklarına sonradan tamiri mümkün olmayan zararlar verebilir.

Çocuklar hakkında araştırma yapan her ilim ehli, süt emme ile ilgili bilgi vermek, müsbet yönde tavsiyelerde bulunmak, anneleri çocuklarını emzirmeye teşvik etmek zorundadır.

Bu noktada üzerinde durulması, cevap verilmesi gereken bir soru akla geliyor: Anneler çocuklarını emzirmek zorunda mıdır?

Günümüzde İslâmî hükümlere göre bir annenin çocuğunu emzirmek zorunda olmadığı, istemiyorsa emzirmeyeceği, kocasının da kendisini bu konuda zorlayamayacağı dile getiriliyor. Bu eksik bir bilgidir. Ne yazık ki bu eksik bilgi kesin ve net bilgi imiş gibi sık sık tekrarlanıyor. Bunu akademik kariyeri olanlardan duyduğumuz gibi, resmî vasfı, temsil yetkisi olan ağızlardan da duyuyoruz.

Konuya açıklık getirmeden önce bu tür sözlerin -kimden gelirse gelsin- yarım bilgilere dayalı sözler olduğunu vurgulayalım. Yarım bilgilerden neticeler çıkarmak, bunun üzerine binalar kurmak da çok defa hiç bilmemekten daha büyük zararlara sebep olur. Temeli çürük veya zemini baştan çökük bina kurma hastalığı son yıllarda çokça rastladığımız hastalıklardandır.

Kaynaklarımızın verdiği bilgiler, bir annenin kendi çocuğunu emzirmek zorunda olduğunu dile getirirler. Bu, dînen annenin üzerine vaciptir. Ortada tıbbî bir sebep yoksa, çocuğunu emzirmeyen anne, bu ihmalinden veya inadından dolayı dînen sorumludur ve vebal kazanır. Hüküm böyledir. Hatta bir anne; “-Çocuğun nafakası babasının üzerinedir. Ben çocuğu ancak ücret karşılığı emziririm,” dese, emzirmenin karşılığı olarak ücret alamaz. Çünkü o, çocuğunu emzirdiğinde üzerine vacip olan bir işi yapmıştır. Emzirmek istemeyişinin de tıbbî bir sebebe dayanmadığı ortaya çıkmıştır. Yabancı bir kadın ise emzirme karşılığı ücret alabilir; çünkü onun üzerine başkasının çocuğunu emzirmek vacip değildir.[2]

Bir çocuk için, en uygun olan sütün kendi annesinin sütü olduğunda, bir annenin kendi çocuğunu emzirirken ona başka annelerden daha şefkatli davranacağında şüphe yoktur. Bunun hem anneye hem de çocuğa faydalar sağladığını daha önce dile getirmiştik.

O halde "bir kadının kendi çocuğunu dahi emzirmek zorunda olmadığı" fikri nereden kaynaklanmış ve nasıl bu şekilde dillere düşmüştür? Yarısı alınıp, diğer yarısı unutulan veya bilinmeyen, dolayısıyla zihinleri bulandıracak şekilde dillerde dolaşır hale gelen sözlerin temeli şu hükme dayanır:

İslâm hukukuna göre nafakayla sorumlu olan evin erkeğidir, yani çocuğun babasıdır. Âyet-i kerîmede; “Çocuklarını emziren annelerin beslenmesi ve giydirilmesi imkan çerçeveleri içinde baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü, imkanı derecesinde sorumlu tutulur.”(Bakara 2/ 233) buyrulmaktadır. Çocuğun emeceği süt de bir nafakadır ve bundan sorumlu olan babadır.

Bunun içindir ki, bir anne çocuğunu emzirmez veya emzirmek istemezse, baba onu hakim yoluyla emzirmeye zorlayamaz. Çocuğuna bir süt anne bulmak ve çocuğunun beslenmesini sağlamak zorundadır.

Bir başka ifadeyle; bir anne mahkeme yoluyla çocuğunu emzirmeye zorlanamaz. Hâkim de böyle bir yetkiye sahip değildir. Buraya kadar olan bilgi doğrudur, ancak tam değildir.

İslam Hukukunda âile sırlarının mümkün olduğunca korunması, hakimin âile içine müdahalesinin en zarurî seviyede tutulması asıldır. Ancak babanın veya hâkimin anneyi zorlama yetkisinin olmaması, bir annenin çocuğunu isterse emzirmeyeceği veya emzirmezse günahkâr olmayacağı manasına gelmez. Hadisenin hâkimin müdahale hakkı (yani kazâ) açısından değerlendirilişi ile mânevî sorumluluk (yani dînî) açıdan değerlendirilişi birbirinden farklıdır. Nitekim nice dînî vazîfelerimiz vardır, hakim bu vazîfelerimizi yapıp yapmadığımıza müdahale etmez, etmemelidir. Fakat onlar bizim üzerimize farzdır veya vâcibtir ve biz onları yerine getirmek zorundayız. Yerine getirmezsek bunun hesabını ilâhî mahkemede veririz. Bu sebeple konu iki açıdan da ele alınmalı ve değerlendirmeler birbirine karıştırılmadan yapılmalıdır.

Ayrıca; çocuk başka annelerin göğsünü kabul etmiyorsa veya başka süt anne bulunamıyorsa böyle bir durumda hakim zorlama hakkına da sahiptir. Çünkü çocuk için hayatî tehlike ortaya çıkmıştır ve hem baba, hem de hakim bunu önlemek zorundadır. Dolayısıyla bu durumda anne çocuğu emzirmeye icbar edilir.[3]

İslâm adına bilgi verilirken veya açıklama yaparken önce o bilgi, kaynağından tam öğrenilmeli, sonra zihinlerde yanlış anlamalara veya istifhamlara yol açmayacak şekilde bütünüyle aktarılmalıdır.

İslâmî ilimlerle araya kazılan uçurumlar, üst üste gelen baskılar, bir birini takip eden hukuk ihlalleri ve dayatmalar insanımızı çılgınlık derecesinde İslâmî bilgilerden koparmıştır. Bir çok bilgiler kulak dolgunluğu ile elde edilir hale gelmiştir. Asırlarca dünyanın gözbebeği olan bir millet, kof bir boşluğun, hedef ve gayesizliğin içine itilmiş, sahralarda yol alan bir insanın hayalindeki su gibi ilim uzaklarda kalmıştır. Biriken eksik veya bulanık bilgiler, zihinlerin daha da karışmasına zaten var olan sıkıntıların büyümesine, iç bünyede çatışmaların yaşanmasına sebep olmuş, cemiyet hayatına, âile yuvalarına menfî tesir eder hale gelmiştir.

Her iyi niyetli insan, ne yaptığına, ne yapmak istediğine dikkat ederek hareket etmelidir. Bu gün bulunduğumuz nokta gerçekte üzerinde düşünülmesi ve gelecek için ciddî planların yapılması gereken bir noktadır. Sular durulmalı, bilgiler berraklaşmalı, duygular ve hassasiyet canlanmalı, sisli havadan, bulanıklıktan hoşlananlara fırsat verilmemelidir.

***

____________________________

[1] Sahih-i Buhârî, Edeb ( 18/ 177), Sahih-i Müslim, Birr Ve Sıla (4/ 1974). Lafız Müslim in rivayetinde yer alandır.

[3] Bak: Bedâyiu s-Sanâyi , Kâsânî (4/ 40-41).

[2] Bedâyiu s-Sanâyi , Kâsânî (4/ 40-41).









10. Nasihat

Babalar! Âilenizin nafakasını helal yoldan temin ediniz ve bunun bir ibadet, bir ecir ve mükafat yolu olduğunu biliniz.


Allah Rasûlü nün hizmetinde bulunan Sevbân(ra) rivâyet ediyor: Rasûlullah(sav) şöyle buyurdu:

"En fazîletli dinar, bir insanın kendi âilesinin nafakası için sarf ettiği dinardır. Allah yolunda cihad için bineğine sarf ettiği dinardır. Allah yolunda cihad eden arkadaşlarına sunduğu dinardır." [1]

Nitekim hadisin rivâyet zincirinde yer alan Ebu Kılâbe(rh.a.) şöyle der: "Küçük çocukların nafakasını temin ederek onları diğer insanlara muhtaç olmaktan, başkalarının mallarına göz dikmekten kurtaran, onları koruyup kollayan, yetişip faydalı insanlar olmaları için gayret eden veya faydalı insanlar olmaları, muhtaç duruma düşmemeleri için Allah ın vesile kıldığı bir insanın ecrinden daha büyük bir ecir nasıl olur ki?" [2]

İnsan yavrusu diğer canlıların yavrularından farklıdır. Onun anne ve babaya diğer canlıların anne ve baba ihtiyacından daha fazladır. Belli bir çağa erinceye kadar anne ve babasının nafaka teminine, sevgi ve sıcaklığına ihtiyacı vardır. Onlar olmadan hayat basamaklarını tırmanamaz.

Bir geyik yavrusu doğduğundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar, yürümeye, çok geçmeden de koşmaya başlar. Bir ördek yavrusu doğuştan yüzmeyi bilir. Onların anneye ihtiyacı olsa bile bu ihtiyaç fazla değildir. Babaya ise hiç ihtiyaç duymazlar. Kuş yavrularının çoğu gıda ve korunma için anne ve babaya muhtaçtırlar. Balık yavruları çok defa anne ve babasını hiç görmezler. Hayatını devam ettirmek için onlara ihtiyaçları da yoktur. Fakat insan yavrusunun anne ve baba ihtiyacı gerçekten büyüktür. Yaratılışları da buna uygundur.

Evin hanımının da erkeğinin sunacağı nafakaya ihtiyacı vardır. O, bu sayede üzerine düşen annelik ve hanımlık görevlerini tam yapabilir. Onun görevlerini tam yapması yuvaya huzur ve istikrar getirir. Erkeğin kendisinin de buna ihtiyacı vardır. Elbette ki ona gönül huzuru ve sevgiyle sunulacak nafaka, sunan kişiye ecir kazandırır.

Allah Rasûlü(sav) hem Sahih-i Buhârî hem de Sahih-i Müslim de yer alan bir hadiste de şöyle buyurur:

"Bir Müslüman âilesi için nafaka temin eder ve Allah katında sevab ümid ederek bunu âilesine sunarsa, sunduğu nafaka sadakadır, bu nafakadan sadaka gibi ecir alır."[3]

Sa d İbn Ebî Vakkas tan(ra) gelen bir rivâyet daha geniş mânâlıdır ve hanımların nafakasıyla ilgili daha net vurgu taşır:

"Allah rızasını arzulayarak sarf ettiğin her nafakadan mutlaka ecir alırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğu lokmadan bile." [4]

Âile sorumluluğunu yüklenmiş bir insanın hanımına ve çocuklarına başkalarının üzerinde hakkı olan para, haram parayla alınmış gıda götürmesi büyük bir şuursuzluk, gerçek bir nankörlüktür. Başkalarının acı ve sıkıntılarının, göz yaşları ve bedduâlarının üzerine saadet kurulmaz.

Kumardan gelen paralar nice hanelerin yıkılmasına, nice insanların nafakasızlık çekmesine sebep olan paralardır. Alın teri, göz nuru taşımayan dünyalıktır.

İçki satışından gelen paralar nice yuvaların içini huzursuzlukla dolduran, nice küfür, isyan ve çirkin sözlerin dile gelmesine sebep olan paralardır. Nice yuvalarda zulüm ve baskının sebebi olan paralardır. Nice suçların, iğrençliklerin kaynağı, teşvikçisi, tahrikçisi olan paralardır.

Âilesinin ve çocuklarının nafaka hakkı olan bir parayı içkiye, kumara, haram yollara veren insanlar da bunun hem dünyada, hem de muhasebe gününde acı ve azabını göreceklerdir.

Bar, pavyon, meyhane açanların, kötülük ve çirkeflik için merkezler kuranların, içki büfelerini, kumarhaneleri kazanç tezgâhı, haram yolları kazanç kaynağı kabul edenlerin nasıl bir duygu, nasıl bir şuur taşıdıkları üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Fakirlikten, yokluktan dem vurup, çocuklarına bir kilo elma, portakal, kiraz götürmeyen nice insanların parklarda ağaç ve çalı diplerine oturup bir taraftan sigara dumanladığına, diğer taraftan rakı, bira içtiğine az şahid olmadık.

Ev mahremiyetlerini de hiçe sayarak evlere sızan ve başkalarının can ve mal emniyetini tehdit eden hırsızlar, her gün yeni bir saldırı şekli, buluşu dile getirilen kapkaççılar, cepçiler ve çantacılar bu yolla elde ettiklerini nasıl bir kazanç kabul ediyorlar? Nasıl bir kalp, nasıl bir vicdan taşıyorlar, hangi duygularla ve nasıl yetiştiler, âkıbetleri ve âhiretleri hakkında ne düşünüyorlar? Yoksa bütün duyguları bastırıp şeytanlıkları hakkında hiçbir şey düşünmek istemiyorlar mı? Düşünmekten kaçıyorlar, ürküyorlar mı?..

Elbette dile getirilen bu misallerden daha iğrenç, daha zalimce ve daha büyük kazanç yolları da var. Tasvirinden bile hoşlanmadığımız yollar.

Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin ve itibar görenlerin varlığı bilinen bir gerçek.

Bir insanın helalinden rızk kazanarak evine getirmesi, hanımının ve çocuklarının nafakasını Allah rızasına uygun bir şekilde temin etmesi, onlara izzetli ve şerefli bir hayat sunması elbette ecri hak eden bir davranıştır. Bu asil ve nezih davranış asla hafife alınmamalı, küçümsenmemelidir.

Bunları birkaç saniyeliğine de olsa gözlerinizin önünden geçirin. Sonra yuvalara helal kazanç taşımanın nasıl bir nimet olduğu üzerinde tefekkür edin. O zaman kıymetinin daha iyi anlaşılacağını ümit ediyoruz. Tefekkürün ardından da gelecek günleriniz de kire, pasa, çamurlara ve necasete bulaşmamak için gayret edin, helal kazanç için çırpının, veren Allah a hamd edin, şükredin, kazancınızın bereketi için duâ edin.

Çocuklarınıza getirdiğiniz az da olsa, bunun kirli çok ile kıyaslanamayacak kadar değerli olduğunu bilin. Helal lokma getirmenin gururunu ve şuurunu yaşayın. Çocuklarınıza da bu şuuru aşılayın.

***

________________________________

[1] Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 691-692)

[2] Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 692)

[3] Sahih-i Buhârî, İman (1/ 362), Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 695)

[4] Sahih-i Buhârî, İman (1/ 365), Sahih-i Müslim, Vasiyye (3/ 1251).


Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Temmuz 2012, 16:41   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

11. Nasihat

Çocuklarınızı seviniz ve onlara sevginizi belli ediniz.


Abdullah İbn Ömer(ra), Rasûlullah’ın(sav) Hasan ve Hüseyin için; “Bunlar benim dünya reyhanlarım!”dediğini nakleder [1] Bu onlara duyulan sevginin dışa akseden ifadesidir.

Allah Rasûlü nün fiiliyle de bütünleşen başka bir hatırasını paylaşıyoruz: Ya’lâ İbn Mürra(ra) Allah Rasûlü(sav) ile birlikte bir yemek davetine katılmak için yola çıktıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor:

"Sokakta oynayan Hüseyin ile karşılaştık. Allah Rasûlü(sav) çevresinden yer alan sahâbelerin arasından öne çıktı. İki kolunu yana açmıştı. Çocuk oradan oraya kaçmaya başladı. Allah Rasûlü(sav) onu yakalayıncaya kadar kovalayıp güldürdü. Sonunda yakaladı. Kolunun birini çenesinin altından geçirerek, diğerini ensesine attırarak kendini kucaklattırdı, öptü ve;

“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’den. Hüseyin’i seveni Allah da sevsin. Hüseyin, torunlardan güzel bir torundur,”[2] buyurdu.

Efendimiz in çocuklara duyduğu sevgi ve bu sevgiyi gayet tabiî bir şekilde davranışlarına dökmesi ve ifadesi bir çok kaynakta, farklı hatıralarla da yer alır. Çocukların da ona olan düşkünlüğü ve sevgisi ayrıca incelenmeye ve üzerinde durmaya değerdir. Onun yanında yetişen Zeyd İbn Harise(ra) onu bırakıp yıllarca hasretini çeken anne ve babasının yanına bile gitmemiştir. Enes(ra) ondan gördüğü muâmeleyi ve yakınlığı her fırsatta dile getirmiş ve sonraki nesillere anlatmıştır.

Çocuklar yaratılıştan sevimlidir, sevgi ve şefkat çekicidir. Masum ve içten bakışları, yumuk elleri, gülen gözleri, yüzlerindeki safiyet, sevgi ve ilgiye ihtiyaçları olduğunu sergileyen davranışları, gülücükler yağdırıp kaçışları, gelip kendisini kucağınıza atışları ve daha niceleri bu sevimliliğin birer parçalarıdır.

Çocuğun sevgiye ihtiyacı olduğu gibi büyüklerin de sevgi ve şefkat duygularını canlı tutmaya ihtiyaçları vardır. Sevgi damarlarının giderek kurumaması, duyguların paslanmaması, kalplerin katılaşmaması son derece lüzumludur.

Yanlış adetler, doğru değerlerin yerini almamalıdır. Allah Rasûlü(sav) büyüklerimize hürmet, küçüklerimize rahmet ve şefkat göstermemizi emrediyor ve böyle yapmanın İslâmın bir şiârı olduğunu vurguluyor. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat duymayanın bizden olmadığını haber veriyor. Onun bu ifade şekli, bizlere bu konuda ne kadar titiz olduğunu, ümmetinden nasıl bir şuur arzu ettiğini gösteriyor.

Şefkat, sevgi ile merhamet duygularının yoğrulmuş şeklidir.

Bazı bölgelerimizde oldukça yaygın olan bir adet vardır. Çocuğun dedesinin bulunduğu mecliste anne ve babaların çocuklarını sevmelerinin, hatta kucaklamalarının ayıp ve kusur sayılışı. Bunun birçok kişi tarafından da tasdik görüşü, edep ve terbiye inceliği olarak dile getirilişi, meziyet olarak söylenişi de bu anlayışa güç kazandırmaktadır.

Evet, bir insanın çocuğunu kendi babasının yanında aşırı tavırlarla sevişi bir dikkatsizliktir. Hatta başkalarının yanında haddi aşan bir üslupla sevişi de böyledir. Ancak bir anne ve babanın çocuğundan uzak duruşu, kucağına sığınmak isteyen bir çocuğu itişi de, kollarını açıp onlara koşan çocuğunu hayal kırıklığına uğratışı da kabalıktır, dikkatsizliktir, katı kalpliliktir, kuruluktur.

Her şeyde bir denge vardır. Duygular ve duyguların ifadesinde de denge olmalıdır.

Babaların, çocuklarının ve gelinlerinin sevgi ve şefkate muhtaç yavrulara kuru ve soğuk davranışlarda bulunmalarına, kendilerine saygı bahanesiyle onları itişlerine, kucak açmayışlarına, onları kucaklarına oturtmayışlarına sessiz kalmaları da duygusuzluktur. Bundan hoşlanmaları, "-Benim yanımda hiçbir çocuğunu kucaklamamış, sevmemiş, öpmemiştir," diyerek bu anlayışı ve davranışı övgü vesilesi etmeleri de şuursuzluktur.

Çocuklar sevgiye muhtaçtır, bu unutulmamalıdır. Büyükler de sevgiye muhtaçtır. Hatta onlar, küçüklerin sevgisine de muhtaçtırlar. İnsan ve her canlı sevgiye muhtaçtır. Dolayısıyla Allah ın kalbimize yerleştirdiği sevgi, şefkat ve merhameti ona muhtaç olandan esirgemek bir meziyet değildir.

Çocukların sevgi ve ilgiye olan ihtiyaçları büyüklerden şüphesiz daha fazladır. Sevgi onların şahsiyetlerine, düşünüş şekillerine, zekâlarının ve güven duygularının gelişmesine, bedenî ve ruhî sağlıklarına tesir eder.

Dikkat edilirse görülecektir ki, insanı en güzel fıtrat üzerine yaratan Rabbimiz, çocuğu da sevgiye, şefkate, yakınlık gösterilmeye, dikkatleri üzerine çekmeye uygun yaratmıştır.

Esasen her canlı yavrusu kendi çerçevesinde sevimlidir. Safiyane, enerji dolu, sevimli hareketleri ve davranış şekilleriyle hemen göze ve gönüllere hitap ederler. Bir kuzunun, bir tayın, bir kedi yavrusunun koşup oynayışlarını göz önüne getiriniz. Onların davranışları, büyüklerinin davranışlarından ne kadar farklıdır ve ne kadar dikkat çekicidir. İçten gelen bir ses sanki size “yakala ve sev” der. Fıtratta var olan saf duyguların değerini biliniz. Onları iradeli ve yerli yerinde kullanınız. Kirletmeyiniz, yaralamayınız, yanlış âdetlere boğdurtmayınız, yok etmeyiniz.

Sevginizi esirgemeyiniz, kendinize de, çocuklarınıza da zulmetmeyiniz, âile yuvanızı kasvetli bir dünya haline getirmeyiniz. Sevgiyle saadetinize saadet katınız...

***



__________________________________________________

[1] Sahih-i Buharî, Fedâil(13/ 318), Edeb (18/ 135).

[2] Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime (1/ 51). Zevâid’de hadias için; “İsnadı hasen, râvîleri güvenilir râvîlerdir,” denilir.






12. Nasihat

Çocuklarınızı güzel ahlâkla yetiştiriniz, onları şımartmayınız.


Allah Rasûlü(sav); “Çocuklarınıza değer verin, onlara ikramda bulunun, onların terbiyelerini güzel yapın!” buyurur. (1)

Her insan çocuğuna, kendi çocuğu olması hasebiyle değer verir, vermelidir. Hadisteki değer vermeden murat, daha çok çocukların duygularına, düşüncelerine, sözlerine, şahsiyetlerine değer vermek ve bunu kendilerine hissettirmek, onları güzel hasletlerle donatarak her selim fıtratlı insanın takdir edeceği bir şahsiyet haline getirmektir. Terbiyelerine dikkat etmek, onları İslâm edeb ve terbiyesiyle yetiştirmek, onları hem kendilerine, hem âilelerine, hem ülkelerine, hem de inandıkları dâvâya faydalı olacak, takdire değer hizmetler sunacak şekilde yetiştirmektir.

Bu onlara hem Rabbimiz katında hem de insanların gözünde değer kazandıracaktır. Bir anne ve babanın çocuğuna yapacağı en büyük iyiliklerden biri de şüphesiz bu olsa gerektir.

Allah Rasûlü(sav) Ebu’d-Derdâ’dan gelen bir hadiste de şöyle buyurur: “Kıyamet gününde mü’min kulun mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Allah, rezil, çirkef, çirkin ve kaba tavırlı insanları sevmez.” (2)

Âişe Vâlidemizden rivayet edilen bir hadis-i şerifte de; "Bir mü min güzel ahlâkıyla, namaz ve oruca tutkun olup devamlı ibadet eden insanların derecesine ulaşır," (3) buyurur.

Bunun sebebi ahlâkın bütün hayatımızı kuşatışı, hayatımızın her anında var oluşudur. İbadetler ise belli bir zaman dilimi ile çerçevelidir. Güzel ahlâk hayatın her adımında onu taşıyan kişinin vasfı olarak bulunur ve o kişiye ecir kazandırmaya devam eder.

Çocuğumuza gerçek mânâda değer veriyor, hem insanlar hem de Allah katında değerli olmasını istiyorsak ona güzel ahlâk kazandırmalı, bunun için titizlik göstermeli, emek sarf etmeliyiz. Kendi ahlâkımız güzel olmadan onların ahlâkının güzel olabileceğini düşünme hatasına düşmemeliyiz. İstisnalar yok demek değildir, ancak asılın ne olduğunu bilmeliyiz.

Her gün, -belki bir kaç kere- aynaya bakıp dış görünüşümüze çeki düzen veriyoruz. Hiç davranışlarımıza, edep ve terbiyemize, konuşma üslubumuza, duygu ve düşüncelerimizi dış dünyaya aksettiriş tarzlarımıza; bizi gören, bizimle komşuluk, arkadaşlık, iş arkadaşlığı yapan, yolculuk eden, bizimle alış-verişte bulunan, sohbet eden insanların gözüyle kendimize bakıyor, gördüğümüz hataları düzeltiyor, kendimize çeki düzen veriyor muyuz?

Ahlâkî görünümümüzün, iç dünyamızın dış dünyaya aksedişinin güzelliği, kılık kıyafetimizin güzelliği, uyumluluğu kadar değer taşımıyor, bizi ilgilendirmiyor mu!?

Güzel görünmek için pahalı, markalı elbiseler alan, ceketin, pantolonun, gömleğin, ayakkabılarla, çorapların, elbiselerle kravatın birbiriyle renk ve şekil uyumuna kadar dikkat eden insanları görüyoruz.

Hanımlarda elbiselerin, renk ve model uyumu yetmiyor, ziynetler de ekleniyor, özene bezene giyiniliyor, takınılıyor…

Saçlar taranıyor, elbisenin kıvrık yerleri, inik kalkık yanları düzeltiliyor. Yandan, önden bakışlarla ayna karşısında dakikalar harcanıyor… Kısaca güzel görünülmeye çalışılıyor, çirkin görünüşler engelleniliyor. Ancak kaba, edep dışı veya çiğ bir sözün, bencil, yersiz veya hafif bir davranışın ne kadar çirkin olduğu aynı dikkatle takip ediliyor mu?.. İsterseniz soruyu şöyle soralım: Kaba veya edep dışı bir söz ve davranışın, yersiz veya hafif bir hareketin verdiği çirkin görüntü, ceketin yakasının kalkık, saçlardan bir bölümünün dağınık olmasından, çorabın renginin elbiseye uymamasından daha mı azdır?!. Elbisesi güzel olanın çirkin davranışına dikkat edilmez mi? Güzel görünen ve markalı bir kravat, kabalığı, bencilliği, sinsiliği, hilekârlığı, düzenbazlığı, kibir ve gururu örter mi? Yüksek topuklu bir ayakkabı, boyunuzu yüksek gösterdiği gibi, edep ve terbiyenizi, insanî değerlerinizi de yüksek gösterir mi?.. Siz karşınızdaki insanda hangisini görmek istersiniz?..

Bizi en güzel şekilde yaratan ve bize sayısız nimet bahşeden Rabbimiz bizi nasıl görmek istiyor!?

Tekrar düşününüz. Edep, terbiye, ahlâk dünyevî hiçbir malla kıyaslanmayacak kadar güzel ve değerlidirler. Aklı ve insafı olan herkes tarafından kabul edilen bu gerçek, zihinlerden asla uzak tutulmamalı ve kadri bilinmelidir.

Kalplerde yer eden imanın güzelliğine, nûruna inanıyorsak onun dış dünyaya güzel aksetmesinin lüzumuna da inanmalıyız. Güzel bir şeyin dışa çirkin aksetmesi abestir. Ya duygularımızda, ya da davranışlarımızda bir gariplik var demektir. Ancak sebebi ne olursa olsun dışa çirkin aksedişin, içteki imanı da yaralayacağı, hem sahibine, hem de içinde yaşadığı cemiyete, hem de temsil ettiği inanca, fikre, davaya zarar vereceği kesindir.

Elbette ki aynı şeyler çocuklarımız için de geçerlidir. Onları güzel ahlâkla yetiştiriniz, onlara izzet, şeref ve değer kazandırınız.

*

Şımarıklık güzel ahlâktan değildir. Bu hemen hemen her insanın bildiği bir gerçektir. Ancak birçok anne ve baba tarafından basite alındığı, çocukluğun gereği kabul edildiği, "benim çocuğum, biraz şımarma hakkına sahiptir" anlayışına sahip olunduğu veya çocuk karşısında çaresiz kalıp boş verildiği sıkça görülen hallerdendir.

Bu anlayış, davranış ve ihmaller çocuğunuzun geleceğine tesir edecektir. Belki sizinkine de. Sonradan acılar ve pişmanlıklar yaşamak istemiyorsak baştan tedbir almak zorundayız.

Çocukların doğruları bilme kadar, hataları bilme hakkı da vardır. Doğru ve yanlış terazinin iki zıt kefesidir. Doğruların ağır basmasını, çocuklarınızın, âilenizin değerinin yükselmesini istiyorsanız, diğer kefedeki yanlışları boşaltmalısınız.

__________________________________________________ _________________

(1) Sünen-i İbn Mâce, Edeb (2/ 1211).

(2) Sünen-i Tirmizî, Birr ve Sıla (4/ 362), Tirmizî hadis için; “hasendir, sahihtir,” der. Hadisin ilk bölümü Sünen-i Ebu Davud da da nakledilir. Bak. Edeb (5/ 150).

. (3) Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 149). Hadisin isnadı sahihtir.








13. Nasihat

Yuvalarınıza girerken selâm veriniz ve çocuklarınızı da selâm vermeye alıştırınız.


Enes(ra) rivayet ediyor: “Rasûlullah(sav) Efendimiz bana şöyle buyurdular: “Yavrum! Âilenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve âilene bereket getirir.” [1]

Selâm, İslâm’ın şiârıdır, nîşânesidir. Müslümanların güzel duygularını özetleyen en güzel kelimelerden biridir. Bir yere girerken selâm verilir, bir yerden çıkarken selâm verilir, bir kişiyle, bir toplulukla karşılaşınca selâm verilir.O, sevginin, ve kaynaşmanın artmasına vesîledir.

Allah Rasûlü(sav); “Nefsim elinde olan Allah a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçek mânâda iman etmiş olmazsınız. Yaptığınızda aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi size işaret edeyim mi? Selâmı aranızda yayın,” [2] buyuruyor.

Mü’minlerin selâmlaşması, âyetle de sâbit bir emr-i ilâhîdir. Zikr-i Hakîm de şöyle buyurur:

“Size selâm verildiğinde, selâma size verilenden daha güzel bir şekilde mukabele edin veya aynı şekilde karşılık verin. Allah, her şeyi bütün incelikleri ile hesap edendir.” (Nisâ Sûresi 4/ 86)

Emr-i İlâhî’de birinci derecede istenen, şüphesiz selâma daha iyi bir şekilde karşılık verilmesidir. En azından aynı derecede güzellikle selâm verilmelidir. Melekler de Âdemin selâmına “rahmet” ekleyerek karşılık vermişlerdir. Onların mukabelesi selâmı güzel almanın bir örneğidir.

Müttefekun aleyh olan bir hadiste Allah Rasûlü(sav) Âdem(as) ile meleklerin selamlaşması ile ilgili olarak şöyle buyurur:

"Allah, Âdem’i yarattığında ona; oturmakta olan bir grup meleğin yanına varmasını ve onlara selâm vermesini emretti. Onların seni nasıl selâmladıklarını iyi dinle; bu senin ve zürriyetinin selâmıdır, buyurdu.

Âdem meleklere; Esselâmü Aleyküm! diyerek selâm verdi. Melekler; Esselâmü Aleyke ve Rahmetullah! diyerek ve onun selâmına Rahmetullah ı ekleyerek karşılık verdiler." [3]

O, hem Âdem’in, hem de zürriyetinin selâmıdır. Selâm, Âdem den günümüze kadar vardır.

Ancak daha iyi bir karşılık olarak istenen, sadece kelime fazlalığıyla daha güzel cevap verme olmasa gerektir. Çünkü bazen selâm veren insan size ekleyecek kelime bırakmadan söyleneceklerin hepsini sıralayabilir. Siz de en azından onun söyledikleriyle onun selâmını alır, aynı duâ ve niyazlarla karşılık vermiş olursunuz. Yine de bilinmelidir ki, selâma daima fazlasıyla karşılık verme imkanı vardır. Bu nasıl olur? diye sorulursa cevap açıktır. Daha içten,daha gönülden selâm alış ile. İçtenliğin, samimiyetin dile, ses tonuna aksedişiyle… Güler yüzle… Böyle yaparsanız selâmlaşmanın en büyük hedeflerinden biri olan sevgi artışına, kaynaşmaya vesile olursunuz. Bu gerçeği unutmayınız.

Bir dostunuzun evine vardığınızda veya herhangi bir eve girmek istediğinizde, ev halkına gelişinizi belli etmek, kendinizi tanıtmak ve giriş için izin istemek ve görünce onlara selâm vermek de bir emr-i ilâhîdir:

“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, orada oturanlara geldiğinizi ve kim olduğunuzu belli etmeden, ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; herhalde bunu düşünür, değerlendirir ve anlarsınız.” (Nûr Sûresi, 24/ 27)

Selâm hem dost kapısını, hem de gönül kapısını açan bir anahtardır.

Kendi evinize girerken de selâm veriniz. Hatta içerde insan olmasa bile. Rabbimiz, Zikr-i Hakim’de şöyle buyurmaktadır:

“Evlere girdiğinizde, Allah katından mübarek ve güzel bir selâmlama ile birbirinize selâm verin.” (Nûr Sûresi, 24/ 61).

Âyet-i kerîmedeki ifade tam kelime karşılıkları ile meallendirilirse “birbirinize selâm verin” yerine “kendilerinize selâm verin” denmesi gerekir. Murat, “birbirinize selâm verin” olduğu için böyle meallendirme daha uygundur. Ancak âyet-i kerîmenin “kendilerinize selâm verin” ifadesinde dikkat edilecek bir incelik vardır: Rabbimiz, sanki bu vurguyla selâm verdiğimiz yakınlarımızı, mü’min kardeşlerimizi kendimizden bir parça saymamızı ve onları bu şuurla selâmlamamızı emrediyor. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir inceliktir.

Ayrıca kardeşimize vereceğimiz selâmın daha güzel bir şekilde bize geri döneceği, böylece kendimizin selâmlanmasına vesile olacağı da göz ardı edilmemelidir.

Her güzel davranış, her hayır, onu işleyen sahibine bir şekilde geri döner. Kötülük de öyledir.

Siz kardeşleriniz için güzel şeyler düşününüz, güzel şeyler yapınız. Bun kendiniz için de yapmış olacaksınız. Hep güzel şeyler düşünür, güzel şeyler yaparsanız, düşündükleriniz ve yaptıklarınız simanıza aksedecek, gönlünüzü ve ufkunuzu açacak, göz nurunuz olup yolunuzu aydınlatacak, ebedî dünyanızı güzelleştirecektir.

__________________________________________________ ___


[1] Sünen-i Tirmizî, İsti’zan (5/ 59, Hadis No: 2698).

[2] Sahih-i Müslim, İman (1/ 74), Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 378), Sünen-i Tirmizî, İsti zân (5/ 52).

[3] Sahih-i Buhârî, İsti zân(18/ 283), Sahih-i Müslim, Cennet (4/ 2183-2184).








14. Nasihat

Yuvanızın içinde güzel dil kullanınız.


Âişe Vâlidemizden gelen bir hadis-i şerifte de; “Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır.” [1] buyurulur.

Bir çok kardeşimizin kendi âile yuvasındaki davranışlarının ve sözlerinin dışarıdakinden daha farklı, daha katı, daha hoşgörüsüz, kelimelerinin daha sert, daha insafsız olduğunu görüyoruz. Bu yolda şikâyetler alıyoruz. Bir konuyu başkalarına uzun uzadıya anlatırken ayni sabrı kendi âilelerine göstermedikleri vurgulanıyor, bazen de itiraf ediliyor.

Bunun doğru olmadığı her insaf sahibince bilinir. Bir adım geri çekilip kendi yuvasındaki davranışları değerlendiren bir insan bunların içinden yanlış olanlarını kolaylıkla yakalayabilir ve olgunluk derecesine göre kısa bir zaman diliminde değiştirebilir.

Doğru ve verimli olan da kişinin bu hataları kendisinin tesbit etmesi, iyi niyetli olması ve değiştirmesidir. Başkalarının ikazı acı gelir, gönülde burukluk bırakır, hatalı davranışları değiştirme konusunda isteği azaltır. Ancak kişinin kendi kendisini muhasebedeki kusuru veya ihmali bunu lüzumlu hale getirebilir. Acı olsa da bazen ilaç içmek zorunda kalınabilir.

Şu gerçeği unutmayınız: Sizin konuşmalarınız ve davranışlarınız, eşinize ve çocuklarınıza birkaç açıdan tesir eder.

Onların iç dünyalarında sevinç, saadet, coşku veya keder ve üzüntü uyandırabileceği gibi onları kötü kelimeler kullanmaya, hırçın tavırlara, kabalık ve küstahlığa da alıştırır. Ev içinde gerginlik rüzgârlarının esmesine ve yer etmesine sebep olur.

Bir çocuk yanında, çevresinde kullanılan kelimeleri öğrenir, onları duyduğu ses tonlarıyla, gördüğü el, yüz ve beden hareketleriyle birlikte alır. Hemen hemen her çocuk önce kendi doğup büyüdüğü beldenin şivesiyle konuşur, harfleri o beldenin teleffuzuyla şekillendirir, kelime ve cümleleri ona göre kurar.

O dikkatli bir alıcıdır. Dolayısıyla aile içinde kullandığınız kelimeler, yaptığınız davranışlar onun temel bilgilerini oluşturur. Siz isteseniz de istemeseniz de zihnine nakşedilir.

Ayrıca sizin eşinize yani çocuğunuzun annesine, diğer çocuklarınıza, babanıza, annenize, yakınlarınıza ve dostlarınıza davranışlarınız, telefondaki konuşmalarınız onlar tarafından hep kaydedilir ve ciddî oranda şahsiyet ve karakterlerine tesir eder.

Hanımların beylerine ve büyüklerine karşı kullandığı dilin ve tavrın çocuklar üzerindeki tesiri babalardan daha az değildir. Belki de daha derin, daha kalıcıdır.

Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak istiyorsanız bir anne ve babanın dillerine geleni söyleyerek yaptıkları bir kavgayı çocuk gözüyle seyrediniz. Gözlerinin nasıl korkuyla baktığını, küçük yüreğinin nasıl endişeli attığını tasavvur ediniz. Bu anda onların neler hissedebileceğini, anne ve babasına nasıl duygular besleyeceğini zihninizde canlandırınız. Özellikle kavgalarda haksız buldukları tarafa hürmetlerinin nasıl yara alacağını hesap ediniz. Bunların sık sık yaşandığı bir eve duyacakları soğukluğu da. Gün gelip evden uzaklaşmaya başladıklarında, kaybettiklerini başka yerlerde arama arzularının ne gibi neticeler doğuracağını da.

Âile içinde saadet rüzgarlarının estiği, güzel kelimelerin, gülücüklerin dolaştığı anları seyredişini de gözünüzde canlandırınız. Onun neşesini ve gözlerindeki canlılığı, yanaklarındaki parlaklığı hayal ediniz. Bu anlardaki iç dünyasına inmeye çalışınız. Sonra da kendi kendinize kararlar veriniz. Çocuğunuzun hatırasında nelerin kalmasını, onun hangi duyguları taşımasını, yaşatmasını istiyorsunuz?.. Gönül dünyasının nelerle beslenmesini arzu ediyorsunuz?

Âile yuvanızda haddi aşmamak şartıyla konuşkan olunuz, konuşurken güzel kelimeler kullanınız ve kelimeleri düzgün telaffuz ediniz. Karşılıklı konuşmak hem duygu ve düşünceleriniz paylaşmanıza yardımcı olacaktır, hem de yavrularını dil haznelerini genişletecektir.

Çocuklarla da konuşunuz. Yaşadığınız bir hadiseyi, bir konudaki fikrinizi, duygu ve düşünceleriniz, vermek istediğiniz bilgiyi, aktarmak istediğiniz tecrübeyi onlara bütünüyle ve düzgün bir üslupla anlatınız. Bu onları hem bilgilendirecek, hem kendilerine değer verdiğinizi gösterecek, hem de sizden düzgün dil öğreneceklerdir.

Onlarında duygu ve düşüncelerini, yaşadıkları bir hadiseyi size anlatmalarına fırsat veriniz. Onları sonuna kadar dinleyiniz. Hatta onları konuşmaya, düşüncelerini, kendilerine tesir eden hadiseleri size atlatmaya teşvik ediniz. Bunun onların ifade kabiliyetlerini artıracağını, kelime haznelerini zenginleştireceğini, kendilerine güvenlerini artıracağını, kelime haznesi zengin çocukların çevresinde yaşananları daha iyi değerlendirmeye başlayacaklarını, kendilerine anlatanları daha iyi anlayıp kavrayacaklarını, zekalarının gelişeceğini ve arkadaşları, yakınları dostları tarafından takdir göreceklerini unutmayınız.

Çocuklarınızın güzel ahlâklı, sağlam karakterli olmasını istiyorsanız, siz de güzel ahlâklı ve sağlam karakterli olunuz. Ev içindeki söz ve davranışlarınıza dikkat ediniz. Güzel şeyler yapınız ve şunu unutmayınız:

“Allah güzel, hayırlı şeyler yapanları sever.” (Âl-i İmrân 4/ 134)

***

__________________________________________________ _____

[1] Sünen-i Tirmizî, İman (1/ 9). Tirmizî hadis için; “sahih” demiştir.








15. Nasihat

Çocuklarınıza adaletli davranınız.


Nu mân İbn Beşîr in(ra) anlattığı hatırayı dinliyoruz:

Babam bana malının bir kısmını bağışlamıştı. Annem Amrâ Bint Ravâha(ra); "-Rasûlullah(sav) buna şahidlik etmedikçe razı olmam," dedi. Babam Allah Rasûlü nün yanına geldi. Onun bana verilene şahidlik etmesini istiyordu.

Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; "-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?" diye sordu, babam "-Hayır," cevabını verdi.

Allah Rasûlü(sav); "Allah tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın!" buyurdu.

Babam döndü ve verdiğini geri aldı.[1]

Hadisin bir başka rivayetinde Allah Rasûlü nün(sav); "-O halde benden şahidlik yapmamı isteme! Ben haksızlığa şahidlik yapmam," buyurduğu nakledilir [2]

Allah Rasûlü nün bu kesin tavrı ve söylediği kelimeler asla akıldan çıkarılmamalıdır. Günümüzde yaşanan nice acı manzara, onun irşad ettiği yoldan ne kadar uzaktır.

Çocuklar arasında farklı davranış, onlardan birisini diğerlerine tercih veya içlerinden birini dışlamak sebebi ne olursa olsun son derece yanlıştır. Ne yazık ki sıkça yaşanan bir hastalık, bir irade zayıflığı, bir başka ifadeyle hissî davranıştır. Onlardan birinin anne, babaya yakın davranışı, yaşının küçüklülüğü, daha sıcak yapılı olması, daha zeki veya çalışkanlığı, erkek veya kız olması dikkatlerin o çocuğa yönelmesine, diğerlerinin ihmal edilişine sebep olduğunu görüyoruz.

Bazen de annesi veya babası farklı, yani üvey olan çocuk bu farklılıktan dolayı dışlanıyor.

Bu tür davranışlar, hele de içlerinden birine bir şey verilip diğerlerinin ihmal edilişi kardeşler arasına hased tohumlarının ekilmesine, bitmeyen kardeş kavgalarına, nefrete, ara soğukluklarına sebep olur. Anne ve babaya hürmet duygularını yaralar. Bıraktığı tesir acı ve uzun sürelidir. Belki de hiç kapanmayacak bir yaranın açılışına sebeptir.

Allah Rasûlü nün; "-Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?" sorusuna ve "-Hayır" cevabını alınca tavrına dikkat ediniz. Ne kadar kesin ve nettir. Hatanın büyüklüğünü ne kadar vurgulayıcıdır.

Nu man(ra) bu yıllarda çocuk denecek yaşlardadır Sonraki yıllarda aile olarak nice güzellikler yaşamışlar ve inandıkları hak yol uğruna nice fedakârlıklar sergilemişlerdir. Eğer böyle bir hata işlenseydi âile bütünlüğü, kardeşlik bağları ne hale gelirdi?

Bu gün cemiyet içinde işlenen bu tür hataların sancılarını ne kadar çok görüyoruz. "-O benim dediğimi yapıyor, diğerleri yapmıyor," veya "-O bizi herkese mahcup ediyor, sözümüze değer vermiyor," "o bir önceki hanımın oğlu. Bu evde yeri yok. Artık bize yabancı. Zaten o babasının benimle evliliini de istemedi. Huysuzluk etti. Şimdi hak istiyor, miras istiyor." şeklinde nice cümleler, adaletsiz davranış için izahlar duyuyoruz. Söylenenler gerçek olsa bile büyükler adaletli davranmalıdır ki sonraki yıllara acılar ve nefret duyguları bırakmasınlar.

Bir çocuğun anne ve babasının arkasından acı sözler söyleyip hatalarına bunu sebep göstermesinden, "-Onlar üzerine düşeni yaptı, fakat ben hata işledim. Onlar yine de beni ayırmadılar. Bana evlad muamelesi yaptılar," demesi bin kat daha hayırlıdır.

Adilce davranış, hem elbise ve eşya alımında, hem muâmele de, hem de yetişmesi için fırsatlar hazırlanılmasında gösterilmelidir.

Şüphesiz insanlar aynı anne ve babanın çocukları bile olsalar birbirinin aynı değillerdir. İçlerinde başarılı olanları olur, olmayanları olur veya başarı oranları ve alanları arasında farklar bulunur. Ancak bu farklar, anne ve babanın davranışlarından, hazırladığı imkânlardan kaynaklanmamalıdır.

Kendinizi çocuğunuzun yerine koyunuz. İtilen, dışlanan veya haksızlık yapılan siz olsaydınız neler düşünürdünüz? Zihninize güzel şeyler gelmiyorsa, bunu bir hata olarak görüyorsanız siz o hatayı yapmayınız. Böyle bir yolu çocuğunuzdan intikam alma vesilesi olarak seçmeyiniz.

Bazı durumlarda çocuklarınızdan birisiyle daha fazla ilgilenmek zorunda kalabilirsiniz. Hasta olabilir, yeni bir okula giriyor olabilir, belli bir sıkıntı yaşıyor olabilir… Gerçekten onun üzerine eğilip bu devreyi atlatmasına yardımcı olmanızın en doğru davranış olduğu anları yaşayabilirsiniz. Bu durumu çok defa diğer kardeşler anlayacaktır. Anlamıyorlarsa, uygun bir şekilde anlatmalısınız. Günün birinde aynı şeyler onun başından geçtiğinde onun yardımına da koşacağınızı hissettirmelisiniz. Sizi anlayacak, size yardım etmeye de çalışacaktır.

Yardım etmeleri mümkünse onları da yardıma çağırınız. Bu hem onları onurlandıracak, hem menfî duygularını silecek, hem de kardeşlik duygularının güçlenmesine vesile olacaktır.

Zamana zaman dikkat çekmek için huysuzluk ederek veya arzusu yerine gelmediğinde; "Siz kardeşim bir şey isteyince yapıyorsunuz" veya "Onunla ilgileniyorsunuz" şeklindeki itirazlarla karşılaşıyorsunuzdur. İçiniz gerçekten doğruyu yaptığına inanıyor, adaletli davrandığınızdan şüphe etmiyorsanız bu tür itirazlarla sarsılmayınız. Bunlar geçicidir. Bu itirazları yapanlar da duygular yatışınca haksız olanın kendileri olduğunu hissedeceklerdir. Çoğu zaten baştan bilmekte, sizi istediğine zorlamaya çalışmaktadır.

"Çocuklarınıza adaletli davranınız" derken bunu; "her dediklerini yapın" mânâsına almayınız. Onların sizi yanlış yönlendirmelerine, duygularınızla oynamalarına, zayıf yanlarınızı keşfederek onlardan istifade etmeye çalışmalarına fırsat vermeyiniz.

Hem dirayetli olunuz, hem de adil davranınız. Adalet yuvaların da temelidir. Bunu unutmayınız. Allah Rasûlü nün şu müjdesini de unutmayınız: "Âdil insanlar Allah katında nurdan minberler üzerindedir"

Hadisin devamında Allah Rasûlü(sav) bu müjdesine daha da açıklık getirir; "Onlar verdikleri hükümde âdil olanlardır, âile ocaklarında âdil davrananlardır, idarî mesuliyetini üstlendikleri insanlara adaletle hükmedenlerdir." [3]

"Şehirler gerçek manada surlarla, hendeklerle değil adaletle korunur" hikmeti doğrudur. Yuvalar da adaletle korunur. Şu müjdeyi de unutmayınız:

"Şüphesiz Allah, adaletle davrananları sever ." (Maide 5/42)[4]

__________________________________________________ ___

[1] Sahih-i Buhârî, Hibe (11/ 47), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1242-1243).

[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Şehâdât (11/ 122), Sahih-i Müslim, Hibe (3/ 1243).

[3] Sahih-i Müslim, İmâra ( 3/ 1458).

[4] Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49) Âyet: 9, Mümtehine Sûresi (60) Âyet: 8.



Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Temmuz 2012, 16:47   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

16. Nasihat

Çocuklarınıza duâ ediniz, onlara bedduâ veya lânet etmeyiniz.


Allah Rasûlü(sav) çocuklara, mallara bedduâ edilmesini doğru bulmamış, devesine kızan ve bu sebeple arkasından lanet eden birisini ikaz ettikten sonra şöyle buyurmuştur:

"Kendi kendinize bedduâ etmeyin, çocuklarınıza da bedduâ etmeyin, mallarınıza da bedduâ etmeyin. Yapacağınız bedduâlar, Allah tan bir şey istenildiğinde duâların kabul edilip istenilenin verildiği bir saate rast gelmesin"[1]

Bedduâ, aleyhte duâ, menfî duâ etmek demektir. Cezalandırılmayı isteyen bir duâda bulunmaktır. İnsanlar, öfkelenince veya canı yanınca çok defa iradelerine hakimiyeti kaybederler, acı sözler söylerler ve bedduâlar yağdırmaya başlarlar.

Bu, yeterli İslâmî şuurda olmayan insanlarda daha çok görülen bir davranıştır. Duygu ağırlıklı oldukları, hislerine hakim olmakta daha fazla zorluk çektikleri için kadınlar arasında daha yaygındır. Biraz düşününce kendilerinin de razı olmayacağı nice acı sözleri, nice bedduâları çocuklarına bir anda sıralayıverirler. Bu son derece yanlış bir davranıştır. Çocuğu rencide eder, bedduâ edene karşı iyi niyetini, duygularını sarsar. Hele de bedduâ eden bunu sık sık ve yerli yersiz yapıyorsa.

Müslüman lanetçi olamaz. Kötü söz söylemeyi adet haline getiren, kaba davranışlı, itici, küfürbaz birisi de olamaz… Bunlar İslâm ahlâkıyla, Allah Rasûlü’nün irşad ettiği sîret ile de yan yana gelemez.

Müslüman, kendisini akıntıya terk etmeyen, iradesinin dizginlerini elden bırakmayan, ahlâk güzelliğini her şart altında korumaya muvaffak olan insandır… Hata etmiş olsa bile ilk fırsatta hatasından dönebilen, Rabbine sığınıp tevbe eden ve tevbesinde samimi olandır.

Evde ayağına çarpan veya aranınca bulunamayan eşyaya, tarlaya, bahçeye giren hayvana, tekeri patlayan, su kaynatan veya çalışmayan arabaya lanet eden, yaramazlık yapan veya gönderdiği yere gitmeyen, istediği işi yapmayan çocuğuna bedduâ edenlerin hiç de az olmadığı bir gerçek. Bu bedduâlar ve lânetlerin çok defa çocukların kötülüğünü istemekten ziyade dil alışkanlığı ile sıralanan bedduâlar veya dile yerleşen lanetler olduğunu biliyoruz.

Ancak böyle olsa bile doğru olmadığı ortadadır. Hoş görülmesi de doğru değildir. Bunu bir alışkanlık haline getirmek de ayrı bir kusurdur. Çirkin bir alışkanlıktır.

Küçük görülen şeyler, üzerinde ısrar edildiğinde, alışkanlığa dönüşür, büyür ve insanın ahlâkının, şahsiyetinin bir parçası haline gelir… Bundan sonra kolay kolay sökülüp atılamazlar.

Allah Rasûlü(sav) Abdullah İbn Mes ûd un(ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle der: "Mü min başkalarının iffetine dil uzatan, insanlara lanet yağdıran, çirkin, saldırgan ve kaba sözler söyleyen biri olamaz." [2]

Her mü minin Allah Rasûlü nün bu ikazını tekrar tekrar düşünmesi ve kendi davranışlarını ciddî bir muhasebeden geçirmesi gerekir. Çünkü karşılaştığımız kaba ve çiğ davranışlar, sert ve çirkin sözler hiç de az değildir. Nice sîmalardan tebessüm kaybolmuş, yerini çatık kaşlar, hırçın davranışlar, acı sözler almıştır.

Diğer insanlar için diline hakim olması, ne söylediğini bilerek söylemesi, duygu ve düşüncelerini, sevinçlerini ve acılarını, hatta öfke ve tenkidlerini güzel kelimelerle ifade etmesi istenen mü minler, kendilerinden bir parça olan çocukları için daha da dikkatli olmak zorundadırlar… Onlar henüz mükellef de değildirler. Bizi yaratan Rabbimizin hoş karşılayıp fırsat verdiğine siz de sabrediniz ve fırsat veriniz. İyiliği için gayret sarf ediniz. Hatalarını iyi bir üslupla söyleyiniz ve onları hatalarından vazgeçirmeye çalışınız. Onlara doğruları ve doğruların güzelliklerini gösteriniz. Onlar için gerçek mânâda büyük olunuz.

Mü min daima şuurla hareket eden insan olmalı, iman, akıl ve iradesinin önüne hiçbir şeyin geçmesine izin vermemelidir.

Duâ ne kadar güzelse, bedduâ ve lanet de o derece çirkindir.

__________________________________________

[1] Sahih-i Müslim, Zühd (4/ 2304)

[2] Sünen-i Tirmizî, Birr ve Sıla (4/ 350), Müstedrek, Hâkim (1/ 12) Tirmizî, Hadisin "hasen garib" olduğunu söyler. Hakim, Buhârî ve Müslim in şartına göre sahihtir der, Zehebî sükut eder.







17. Nasihat

Çocukluktan kaynaklanan hatalarını hoş görünüz.

İşaret edildiği gibi çocuklar ergenlik çağına ulaşıncaya kadar mükellef değildir. Bizi yaratan, gizlimizi, açığımızı, her hal ve durumumuzu bizden iyi bilen Rabbimiz onlara akılları olgunlaşıncaya kadar fırsat vermiştir. Ergenlik çağı öncesinde, özellikle temyiz çağında güzel alışkanlıklar edinmeleri, doğruları ve yanlışları öğrenmeleri, büyüklerin onları yetiştirmesi için teşvikte bulunmuştur. Onların ongunlaşmaları için gayret sarf etmeli, çocukluktan kaynaklanan davranışlarını da hoş karşılamalı, tekrarlanmaması, alışkanlığa dönüşmemsi için tedbirler almalıyız.

Enes ten(ra), Üsve-i hasenemiz olan Allah Rasûlü yle yaşadığı bir hatırayı bize kendi duyguları ile yoğurarak anlatıyor:

“Rasûlullah(sav) insanların en güzel ahlâklısı idi. Bir gün beni bir ihtiyaç için göndermişti. “Vallahi gitmem!” dedim. İçimden geçen ise Rasûlullah’ın emrettiği yere gitmekti. Çıktım. Çarşıda oyun oynayan çocukların yanına uğradım.

Çok geçmeden ben de onlara kapılarak dalıp gitmiştim. Birden Rasûlullah(sav) başımı arkadan tuttu. Döndüm ona baktım; gülümsüyordu.“Enescik! Söylediğim yere gittin mi?” diye sordu.

Kendilerine; “Evet, hemen gidiyorum ya Rasûlallah!” dedim.[1]

Şimdi Enes’in anlattıkları üzerine düşünüyoruz: Allah Rasûlü(sav) bir büyük olarak onun; “— Gitmem!” dediği zamanki duygularını da biliyor, söz ve davranışlarını yaş ve durumuna göre değerlendiriyordu. Oyuna daldığı zamanki durumunu da, yanına geldiğinde; “— Şimdi gidiyorum!” dediği zamanki durumunu da biliyordu. Onu azarlamıyor, yaralamıyor, zihninde acı hatıra, gönlünde acı duygular bırakmıyordu. Yıllar sonra her hatırlayışta Enes’in gönlünde yer eden sevgisini artıracak, zihninde sonraki nesillere de örnek olacak tatlı bir hatıra bırakıyordu. Enes de, önüne duygularını dile getiren güzel kelimeler ekleyerek bu hatırâyı yâd ediyordu.

Enes(ra), hem Sahih-i Buhârî’de hem de Sahih-i Müslim’de yer alan bir hadiste de; “Allah Rasûlü’ne on sene hizmet ettim. Bir kere bile bana; “öff! demedi. ‘–Şunu niye şöyle yaptın?’ veya; ‘–Şunu niçin yapmadın?’ diye beni azarlamadı. Beni hiçbir zaman kınamadı, ayıplamadı,” der.[2]

Sahih-i Müslim’de yer alan bir rivâyet farklı bir vurguyla aynı güzel örnekliği dile getirir ve şöyle der:

“Ben Allah Rasûlü’ne(sav) ikâmet halinde de, seferde de hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki, yaptığım bir şey için bana; “Bunun niçin böyle yaptın!”, yapmadığım bir şey için de; “Neden bunu böyle yapmadın!” demedi.” [3]

Allah Rasûlü nün ahlâkı buydu… O, kırmadan, yaralamadan, acı söz söylemeden hatayı doğrultabiliyor, tatlı söz ve güzel üslup kullanarak doğruları zihinlere ve kalplere yerleştirebiliyordu… Yukarıdaki sözler, onun terbiyesi altında yetişen bir gencin, sonraki yıllarda bizlere hatıra ve duygularını aktaran sözleriydi. Bu sözlerin içinde yatan Rasûlullah(sav) sevgisine dikkat ediniz.

Arkanızdan böyle söylenildiğini, hayırla ve duâlarla anıldığınızı düşününüz. Gönle ne kadar hoş geliyor. Gönül bundan hoşlanıyorsa davranışlar da buna uygun olmalıdır.

Bir başka tatlı hatırayı Nu’mân İbn Beşîr(ra) anlatıyor: “Allah Rasûlü’ne(sav) Tâif üzümlerinden hediye edilmişti. Beni yanına çağırdı ve; “– Bu salkımı al ve onu annene ulaştır,” dedi. Ben o salkımı aldım ve anneme götürmeden yedim.

Birkaç gece geçmişti ki bana sordu: “– Salkımı ne yaptın? Annene götürdün mü?”

“–Hayır!” dedim.

Allah Rasûlü(sav) o gün beni “Ğuder” (Vefâsız), diye isimlendirdi.” [4]

Numan İbn Beşîr(ra) hicretten sonra Medîne’de dünyaya gelen ilk Ensar çocuğudur.[5] İbn Hacer, hicretten on dört ay sonra dünyaya geldiğini söyler.

Annesi Amrâ, özü, sözü güzel aziz şehidimiz Abdullah İbn Revâha’nın(ra) kız kardeşidir.[6]

Bir başka rivâyette Rasûlullah’ın ona iki salkım verdiği ve; “-Bunu sen ye, bunu da annene götür!” buyurduğu, Numan’ın her ikisini de yediği yer alır.[7]

Allah Rasûlü(sav) bu davranışı ile hem ona latife yollu hatasını hatırlatıyor, hem de onu kırmıyordu.

Bu noktada önceden birkaç kelime ile işaret ettiğimiz bir gerçeğe birkaç kelime daha eklemekte fayda görüyoruz: Anlayışlı, hoşgörülü, şefkatli, merhametli davranmak başka şeydir; gevşek davranmak, çocuğun her isteğine boyun bükmek, -iyi olsun kötü olsun- onun her yaptığına katlanmak, durmadan nazını çekmek ve onu buna alıştırmak ayrı şeydir.

Bir çocuğun doğruyu bilmeye olan ihtiyacı kadar yanlışı bilmeye de ihtiyacı vardır. Annesinin, babasının ve diğer büyüklerinin kendisinin iyiliğini, iyi bir insan olmasını istediğini bilmeye, yanlış yapınca veya yapmak isteyince kendisini durdurulacağını, kötülüklerden ve kötü davranışlardan korunacağını da bilmeye ihtiyacı vardır. Kendi haklarının var olduğunu bilmeye ihtiyacı olduğu gibi, başkalarının haklarının da var olduğunu, kendi canının bir şeyi çektiği kadar başkalarının da canının çektiğini, kendi merak ettiği kadar başkasının da merak edebileceğini, kendisinin rahatsız, tedirgin olduğu kadar başkasının da rahatsız ve tedirgin olabileceğini, kendi canının yandığı kadar başkasının da canının yanabileceğini bilmeye ihtiyacı vardır.

Bencilce duygular taşımamalı, bu nevî duyguların esiri olmamalı, ben merkezli biri haline gelmemelidir. Çevresindeki insanların, diğer çocukların da kendisi gibi memnun olunca, sevincin daha da artacağını anlamalıdır. Kardeşleriyle, arkadaşlarıyla paylaşmanın kıymetini bilmeli, şuuruna ermelidir. Kötü davranışların ve huyların sevilmediğini de idrak etmelidir.

Bütün bunların, her zaman hoşgörü göstermek, aldırmamakla olmadığını da bir gerçektir. Hataların tekrar edilmemesi, yanlışların düzeltilmesi, kötülüklerin iyiliklere dönüşmesi, kötü huyların yerini güzel huyların alması için çalışmak, gerektiğinde kesin ve kararlı tavır almak, “hayır!” demek, “yanlış!”, “bu böyle olmaz!”, “bunun sana yapılmasını ister misin?”, “ne kötü bir davranış!” demek ve güzel bir üslup ile çocuğu hatadan, yanlıştan kurtarıp iyiye, doğruya, güzele yöneltmek, onu gerçek manada sevmektir; ona şefkat duymak, onun iyiliğini istemektir.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü(sav); “Çocuklarınıza değer verin, onlara ikramda bulunun, onların terbiyelerini güzel yapın!” buyurur.[8]

Her insan çocuğuna, kendi çocuğu olması hasebiyle değer verir. Ancak buradaki değer vermeden murat, daha çok onların duygularına, düşüncelerine, sözlerine, şahsiyetlerine değer vermek ve bunu kendilerine hissettirmektir. Onların terbiyelerine dikkat etmek, onları İslâm edeb ve terbiyesiyle yetiştirmek, onlara güzel hasletler aşılamak, onları hem kendilerine, hem âilelerine, hem ülkelerine, hem de inandıkları dâvâya faydalı olacak, takdire değer hizmetler sunacak şekilde yetiştirmektir. Bu onlara ayrı bir değer kazandıracaktır. Bir anne ve babanın çocuğuna yapacağı en büyük iyiliklerden biri de şüphesiz bu olsa gerektir.

Bir anne ve baba çocuğunu güzel ahlâk, edeb ve terbiye çerçevesinde yetiştirmek, ona güzel hasletler aşılamak istiyorsa kendisi de güzel ahlâka, bu güzel hasletlere sahip olmalı, iç dünyasında güzel duygular beslemeli, bunu dış dünyaya yansıtmalıdır.
__________________________________________________ ____________________

[1] Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1805).
[2] Bak: Sahih-i Buhârî, Edeb (18/ 160), Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1804-1805).
[3] Sahih-i Müslim, Fedâil (4/ 1804).
[4] Sünen-i İbn Mâce, Et’ime (2/ 1117) Zevâid’de(2/ 1118); “İsnâdı sahih, ricâli güvenilir,” denmiştir.
[5] El-İstî‘âb (3/ 551), el-İsâbe (3/ 559).
Hicret’in ilk çocuğu Abdullah İbn Zübeyr dir. O, hicret ederek Medîne ye gelen Zübeyr ile Esmâ nın oğluydu. Nu man ise hicretten sonra dünyaya gelen ilk Medine’li çocuktur.
[6] El-İstî‘âb (3/ 551).
[7] El-İstî‘âb (3/ 552).
[8] Sünen-i İbn Mâce, Edeb (2/ 1211).










18. Nasihat

Çocuklarla latifeleşiniz. Çocuklarınıza güzel örnek olunuz...


Çocuklar, canlı, şen şakrak tavırlardan, hareketlilikten, gülümseyerek kendisine yaklaşılmasından, neşeli sözlerden hoşlanırlar. Sevdikleri ve saydıkları insanların kendilerine değer verdiğini, yakınlık duyduğunu hissederlerse bundan mutluluk duyarlar. Latifeler de yakınlık, samimiyet ifade eden davranışlardandır.

Biz, Allah Rasûlü’nü(sav) güler yüzüyle, engin hoşgörüsü, tevâzûsu, tatlı ve içten sözleriyle tanıyoruz. Mizah yönü fazla olmamakla birlikte onun zaman zaman şakalaştığını ve şakalarının da birer güzellik taşıdığını biliyoruz.

Allah Rasûlü’nün(sav) çocuklarla latîfeleştiğine dair örneklerden biri de Efendimizin Enes’e(ra); “Ey iki kulaklı!” diye hitab ederek takıldığıdır.[1]

Evet, her sağlıklı insan iki kulaklıdır. Ancak bir çocuğa adıyla veya daha ciddî bir şekilde hitap yerine böyle şaşırtıcı ve şaşkınlığın arkasından gülümsetici bir şekilde hitap ederseniz, size karşı daha fazla sıcaklık duyar, birden neşelenir, aynı canlılık ve neşeyle size cevap verir.

Bu, aynı zamanda takılarak hitap eden insanın neşesinin yerinde olduğunun, sevincini, neşesini veya sevgisini, yakınlığını karşısındakiyle paylaşmak istediğinin de işaretini verir.

Enes’ten(ra) bir başka takılışı dinliyoruz:“Rasûlullah(sav) beni “Bakla” diye lakaplandırdı. Çünkü bakla topluyordum."[2]

Bu, devamlı bir lakaplandırma değildir. Daha ziyade Enes’e takılmak, onunla şakalaşmak için sesleniştir. Enes(ra) da zaten böyle anlamış ve böyle nakletmiştir.

Hz. Enes’in Allah Rasûlü’nün bu hitaplarına sevindiği, sonraki nesillere; “Rasûlullah(sav) bana bu derece yakınlık duyardı,” manasına anlattığı bir gerçektir.

Bu mânâda başka bir hatırayı Muhammed İbn Rebi‘(ra) anlatıyor: “Beş yaşlarındaydım. Allah Rasûlü’nün kovadan ağzına su alarak yüzüme doğru püskürttüğünü hatırlıyorum.”[3]

Bazı rivâyetlerde “kovadan” yerine “kuyularının suyundan” şeklinde geçer.[4] Bundan da Muhammed İbn Rebi’lerin bahçelerinde kuyularının olduğu, Allah Rasûlü’nün bu kuyudan dolan bir kovadan ağzına su alarak küçük Muhammed’e püskürttüğü anlaşılır.

Kaynakların verdiği bilgiye göre bu hadise, Allah Rasûlü’nün hayata gözlerini yummadan kısa bir süre önce, ömrünün son yılında cereyan etmiş bir hadisedir.[5] Dolayısıyla küçük Muhammed, sonraki yıllarda bu hatırayı Allah Rasûlü(sav) ile bir daha paylaşma imkanı bulamamıştır. Yaşadığını paha biçilmez bir hatıra olarak korumuştur.

Enes’ten(ra) bir başka hatıra dinliyoruz; Allah Rasûlü(sav) bizim aramıza karışır ve bizimle kaynaşırdı. Hatta benim küçük bir kardeşim vardı, ona; “-Ey Ebu Umeyr! Ne yapıyor Nuğayr!” diye takılırdı.[6]

Müslim in rivâyetinde ise Enes; "Rasûlullah(sav) insanların en güzel ahlâklısı idi. Benim bir kardeşim vardı. Kendisine Ebu Umeyr denilirdi. Yakında sütten kesilmişti," der ve Allah Rasûlü nün kardeşine takılışını anlatır.[7]

“Nuğayr”, küçük kuş, minik kuş, kuşcuk demektir. Enes’in kardeşinin kafeste küçük bir kuşu vardır. Küçük çocuk kuşunu çok sevmekte, onunla oynamaktadır. Allah Rasûlü(sav) onun bu sevgisini bildiği için, hem kendisine takılır, şakalaşır, hem de kuşunun hatırını sorar, onun gönlünü alırdı. Hatta bu kuş öldükten sonra da Allah Rasûlü(sav) Enes’in kardeşini gördükçe; “-Ey Ebu Umeyr! Ne yapıyor Nuğayr!” diyerek takılmaya, kuşuna olan düşkünlüğünü ve sevgisini onunla paylaşmaya, ona “Ebu Umeyr” diye künyesiyle hitab ederek, bu künyeyi nuğayr kelimesiyle kafiyeleştirerek onunla yakınlık kurmaya devam ettiği naklolunur.[8]

Ayrıca bir çocuğa; “Umeyr’in Babası” şeklinde künyeyle hitap etmenin, ona değer verme, onu büyük insan gibi kabul etme manası taşıdığı kendini hissettirmektedir.

Çocuklara büyük insan gibi davranmak, onlarla konuşurken büyük insanla konuşuyormuşçasına cümleler kurup ona göre söz söylemek, onlarda kendisine değer verildiği hissini uyandıracak, iç dünyalarında coşkuya sebep olacaktır.

Allah Rasûlü’nün(sav) çokça şaka yapmadığını söylemiştik. Yaptığı şakalarda da asla kimseyle alay etmediği, kimseyi incitmediği bilinir. Şakalarında bile bir güzellik, ibret, ciddiyet, doğruluk ve ölçü vardır.

Allah Rasûlü(sav) eğer şaka yapmışsa ve yaptığının şaka olduğu karşıdaki insan tarafından anlaşılmamışsa, şakayı fazla sürdürmez, bunun şaka olduğunu sevgisiyle de yoğurarak belli ederdi. Böylece gönüllerde tatlı rüzgârların daha güçlü esmesini sağlardı.

Bir gün Ebu Hureyre(ra), Efendimize; “Ya Rasûlallah! Sen bizimle şakalaşıyorsun!?” demiş, onun bu sözüne karşılık olarak Allah Rasûlü(sav); “Evet, ancak ben sadece doğru olanı söylerim” buyurmuştur.[9]

Allah Rasûlü’nün bu sözüyle ne demek istediğini, sahabelerle nasıl şakalaştığını anlamak için verilecek güzel misallerden biri herhalde şu olsa gerektir:

Enes(ra) anlatıyor: “Bir adam Rasûlullah’tan kendisini bir bineğe bindirmesini istedi. Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; “-Seni hemen şimdi bir deve yavrusuna bindiririm,” buyurdu.

Adam şaşırmıştı; “-Ya Rasûlallah! Ne yapayım ben deve yavrusunu!?” dedi.

Onun bu sözleri üzerine Allah Rasûlü(sav); “Her deve, bir devenin yavrusu değil midir?” buyurdu.[10]

Şaşkınlığından anlaşıldığı gibi adam, Allah Rasûlü’nün kendisini küçük bir deve yavrusuna bindireceğini zannetmişti. Kendisinin isteği ona bir binek vermesi, gideceği yere hayvan sırtında taşınması idi. Allah Rasûlü(sav) onu iyi anlamış ve onunla şakalaşmak istemiş ve ifadeyi böyle anlaşılabilecek şekilde kullanmıştı. Allah Rasûlü’nün de tahmin ettiği gibi adam söylenilen sözlerden ilk akla geleni anlamış ve Allah Rasûlü’ne; “Ya Rasûlallah! Ne yapayım ben deve yavrusunu!?” demişti.

Şüphesiz her deve, bir devenin yavrusuydu; ancak o söylenilen sözün bu tarafını düşünmemiş ve Rasûlullah’ın şakalaşmak için söylediği cümleye yakalanmıştı.

Sonradan anlayınca da, bu sözler gideceği yere varıncaya kadar, belki ondan da öte zaman zaman gülümsemesine sebep olmuştu.

Şakalaşmak, insan hayatına çeşni ve tat katar. Arada yakınlık ve sıcaklık oluşmasına, çabuk kaynaşılmasına vesile olur. Ancak şakalaşmalarda ölçünün kaçırılmaması, şakaların yakınlık ve sıcaklığa sebep olması gerekirken alaya, aşağılamaya dönüşmemesi, mü’minin vakarını zedeleyecek, ciddiyetini sarsacak ebatlara varmaması gerekir. Şaka yaparken yalan söylenilmemeli, insanlar küçük düşürülmemeli, başkaları gülsün diye bir insan kurban verilmemeli, şaka lüzumundan uzun sürdürülmemelidir.

Yapılan şakaların, latîfelerin ince, kıvrak zekaya dayalı ve ufuk açıcı olması, sonradan hatırlanınca gönülden güzel duygular uyandırması, iyi niyet ve ibret verici özellikler taşıması doğru olandır. Uygun bir atmosferde yapılmalıdır. Şaka bittiğinde herkes gülen taraf olmalı, yıllar sonra hatırlanınca da gülümsenebilmeli, zihinde güzel duygular canlanmalıdır.

____________________________________________

[1] Sünen-i Ebu Davûd, Edeb (5/ 272), Sünen-i Tirmizî, Mizah (4/ 358), Menâkıb (5/ 681). Tirmizî hadisin sahih, ğarib olduğunu söyler.

[2] Sünen-i Tirmizî, Menâkıb (5/ 682).

[3] Sahih-i Buharî, İlim (2/ 17).

[4] Sahih-i Buharî, Vudû (2 / 382, 18/ 370).

[5] Umdetü’l-Kârî (2 / 19).

[6] Şemâilü’l-Muhammediyye, Tirmizî (s. 124).

[7] Sahih-i Mislim, Âdâb (3/ 1692-1693).

[8] Şemâilü’l-Muhammediyye, Tirmizî (s. 126).

[9] Sünen-i Tirmizî, Bir (4/ 357) ve Şemâilü’l-Muhammediyye (s. 126) Tirmizî hadis için; “hasen sahih” der.

[10] Sünen-i Ebu Davûd, Edeb (5/ 270-271), Sünen-i Tirmizî, Bir (4/ 357) ve Şemâilü’l-Muhammediyye (s. 126), Tirmizî hadis için; “-Hasen, sahih, ğarîb” der.







19. Nasihat

Çocuklarınıza güzel sözler ve iman esaslarını öğretiniz.


Abdullah İbn Abbas ın(ra) bir hatırasını anlatıyor: “Bir gün Allah Rasûlü’nün terkisindeydim. “Çocuk! Sana bazı sözler öğreteyim,” buyurdu ve devam etti:

“Allah’ın hukukunu koru ki o da seni korusun. Allah’ın buyruklarını yerine getir, onlara riâyet et, koru ki onu yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin de onu Allah’tan iste. Birinden yardım talep edeceksen onu Allah’tan talep et.

Bilesin ki bütün insanlar sana bir konuda fayda sağlamak için bir araya gelse, ancak Allah’ın yazdığı bir faydayı temin edebilirler. Bunun dışında bir şey yapamazlar.

Bütün insanlar sana bir konuda zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın yazdığının dışında sana hiçbir zarar veremezler.

Kalem kaldırılmış, sayfalar kurumuş, her şey yerli yerini bulmuş, yazılar değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.”[1]

Allah Rasûlü(sav) bineğinin terkisine oturttuğu Abdullah’a Allah sevgisi ve Rahman a güven, hukukuna riâyet aşılıyor, gönlüne imanın temel esaslarını yerleştiriyor. Çünkü iman eden ve kalbine Allah sevgisi yerleştiren bir mü’min, bunu hayatına aksettirecek, hayatın bütününe artık bu pencereden bakacaktır. Her öğrendiği ve yaşadığı, samimiyetine samimiyet, ecrine ecir katacaktır.

Çocukların selim fıtratlarını korumak, küçük yavruların dillerinin ilk kelimeleri şekillendirmeye başladığı andan itibaren onlara İslâmî kelimeleri öğretmek, dillerine “Allah”, “Muhammed”, “Allahu Ekber”, “Kabe” gibi, onları inançlarına bağlayacak kelimeler yerleştirmek elbette her mü’min gönlün arzusu olmalıdır.

Bunları söyleyen bir çocuk anne ve babasının kendisine söyletmeye çalıştığı şeylerin güzel olduğunu hissedecek, kendisi de onlara sevgi duyacaktır. Çocuk bu kelimeleri teleffuz edince büyüklerini de sevindirecek, kendilerinin de büyükleri tarafından sevilmesine, dolayısıyla âile yuvasında sevginin artmasına vesile olacaktır. Çocuk diline yerleşen bu kelimeleri başkalarının yanında da söyleyecek onların gönlünde de sevgi canlanmasına katkıda bulunacaktır. Bu, anne ve babaya, çocuğun diline ve gönlüne bu kelimeleri kim yerleştirdi ise ona ayrıca ecir kazandıracaktır.

Ancak çocuğun yaşı, kelimeleri telaffuzdaki zorluğu göz önünde tutulmalı, bazen utangaçlığının tuttuğu, bazen de isteksiz olup inat edebileceği unutulmamalı, fazla ısrarcı olmamalı, çocuğu zorlamamalıdır. Çocuk söylediği zaman, duyulan sevinç belli edilmeli, çocuk bunun için mükâfatlandırılmalıdır.

Mükâfatlandırma, bilinen en iyi teşvik yollarından birisidir. Her zaman maddî olması da gerekli değildir. Sevinç belli ederek, kucaklayarak, sözle ifade ederek, duâ ederek de yapılır. Hatta bu şekildeki mükafatlandırmaların çocuk üzerindeki tesiri, maddî olanlardan daha verimli ve müsbettir. Mükafatlandırmanın çok daha değişik yollarının olduğu bir gerçektir. Farklılıklar hayata güzellik katar, bir hatıra olarak da zihinde kalır.

Çocuk biraz büyüyüp iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebileceği temyiz yaşına gelince sıkmadan, sevdirerek, bazen meraklandırarak, bazen eğlenceye veya neşeli bir atmosfere dökerek ona daha ciddî bilgiler verilmeli, İslâmın arzuladığı edeb ve terbiye de aşılanmaya başlanmalıdır.

Rabbimizin selim fıtrat üzerine yarattığı ve bize bahşettiği yavrularımız, çirkin sözlere, çirkin davranışlara alıştırmamalıdır. Yanlış ve rezil bilgiler ve düşüncelerle dünyalarını da, âhiretlerini de karartacak cahilliklerden, şuursuz davranışlardan onları uzak tutmalı, kötülüklerden, çirkinliklerden sakınmalı, zihinlerini bulandırmamalı, öğrenmeye açık zihin dağarcığını zehirli veya boş bilgilerle doldurmamalıyız.

Yaşı büyüdükçe öğrendikleri de ilerlemeli, güzel kelimeler ve duygular dilinde ve gönlünde yer etmelidir.

İman her güzel amelin temeli, çekirdeğidir. Ameller onunla değer kazanırlar.

İki Cihan Serveri hak dâvâyı tebliğ ediyor, yaşıyor, gönüllere yerleştiriyor, yeni filizlenen nesile değişik vesilelerle şefkatli bir muallim olarak öğretiyordu.

Bir başka hatıra Cündüb İbn Abdullah tan(ra). Bakınız o ne diyor: “Biz yeni filizlenip gelişen bir grup genç olarak Allah Rasûlü’nün(sav) yanındaydık. Kur‘ân öğrenmeden önce imanı öğrendik. Sonra Kur‘ân öğrendik ve o bizim imanımızı artırdı, imanımıza iman kattı.”[2]

Berâ İbn Âzib in(ra) rivâyet ettiği bir hadis ise hayat ile imanı nasıl iç içe yoğurup sunuyor : "Allah Rasûlü(sav) bana şöyle buyurdu:

"Yatağına yatmak istediğinde namaz için nasıl abdest alıyorsan öylece abdest al. Sonra sağ tarafına yat ve şöyle duâ et:

Allahım! Yüzümü sana döndüm, kendimi sana teslim ettim!

Her işimi sana havale ettim. Sırtımı sana dayadım!

Arzuladığım senin rızan, ümit bağladığım sen, korktuğum da sensin!

Senden başka sığınak, senin kapından başka kurtuluş kapısı yok!

İndirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim."

Allah Rasûlü(sav) sözüne şöyle devam ediyor:

"Bu duâ, uyumadan önce son sözlerin olsun.

O gece ölürsen, yaratıldığın gibi temiz fıtrat üzerine hayata göz kapamış olursun."

Bir başka rivâyette şu ek vardır: "Ölmez yaşar, yeni bir sabaha uyanırsan büyük ecir alarak sabahı etmiş olursun." [3]

Allah Rasûlü nün Berâ ya öğrettiği bu duâ, sadece duâ etmek için tekrar edilmesi gereken kelimeler, cümleler değildir. Bir inancı, bir teslimiyeti ve samimiyeti ifade eden kelimeler, cümlelerdir. Şuurla yapılan her tekrarda tazelenmeye, canlanmaya vesile olacak mânâ ile yüklüdür.

Anlayan için bunlar çok şeydir.

Abdullah İbn Abbâs’tan(ra) dinliyoruz: “Rasûlullah(sav), Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi bize teşehhüdü öğretirdi.”[4]

Teşehhüdün içinde imanın çekirdeği olan “Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, sadece ve sadece Allah’a kulluk edileceğine, Muhammed’in onun kulu ve Rasûlü olduğuna” şehâdet vardır. “Teşehhüd” ismini de buradan almıştır.

Allah Rasûlü(sav) her şeyden önce Allah’ın varlığını ve birliğini, kısaca tevhid inancını tebliğ için gönderilmiştir. Filizlenen neslin de kire, pasa bulaşmadan, bulanıklıklaryaşamadan, yaratıldığı temiz fıtratı koruyarak, tevhid inancının berraklığında ve güzelliğinde yoluna devam etmesi en büyük arzularındandır. İslâm nûrunu söndürmeye çalışanlara karşı mücadele verirken, iç içe nice sıkıntılı anlar yaşanırken, yeni yetişen nesillerin şuurla yetişmesi yönünde sergilediği örnek gayret, gerçekten ibret vericidir.

O bizim hidâyet rehberimizdir.

__________________________________________________ _____________

[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfetü’l-Kıyâme (4/ 667), Müsned-i Ahmed İbn Hanbel (1/ 293, 303)

[2] Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime 9 (1/ 23) Zevâid’de hadisin sahih, râvîlerinin güvenilir olduğu zikredilir.

[3] Sahih-i Buhârî, Vudû ( 3/ 71-72), Deavât (18/ 343), Tevhîd ( 20/ 350), Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2081-2082).

[4] Sahih-i Müslim, Salât (1/ 303).








20. Nasihat

Çocuklarınıza Kur’ân öğretiniz.


Âişe Vâlidemizden nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

"Kur ân okuyan ve okuyuşunda mâhir olan biri meleklerle beraberdir. Kur ânı harfi harfe tutturak okumaya çalışan, kesik kesik okuyan ve okurkan zorlanan bir insan bu azmi ve gayreti sebebiyle iki kat ecir alır,"[1] buyurulur. Bu bir müjde, bu bir teşviktir.

Rabbimizin kendisi uğruna sarf edilecek her dakikayı ve her emeği zayi etmeyeceği bilinen bir hakikattir.

Kur ân-ı Kerîm, Allah ın kitabı, Rabbimizin kullara hitabıdır. Allah ın vahy ettiği, Rasûlü nün bize tebliğ ettiği ilâhî nazmdır. Bu ümmete sunulan en büyük mucizesidir.

Biz çocuklarımıza Kitab ımızı Allah ın vahyettiği, Rasûlü nün tebliğ ettiği şekliyle öğretmek zorundayız. Bu bizim annelik, babalık görevlerimiz arasındadır. Bu görevin yapılmayışı ciddî bir kusurdur. Kur an tilâvetini öğretmek bizim yavrularımıza sunacağımız en güzel hediyelerden biridir. Yavrularımız böylece Rabbimizin kitabıyla bağ kuracak, onu okumanın onurunu yaşayacak, ayrıca dil ve telaffuz kabiliyeti gelişecektir. Peş peşe gelen farklı ses iniş ve çıkışlarına, kalınlaşma ve incelmelere, uzatma ve kısalmalara dilleri alışacak ve kendi dillerini de daha iyi ve net kullanır hale geleceklerdir. Bu onların kendine güvenlerini ve maneviyatlarını yükseltecektir.

Bir mü minin Rabbinin kitabını okumayı bilmemesi ciddî bir eksikliktir. Anne, baba tarafından bu imkân hazırlanmamış ise bu da anne, babanın ciddî bir kusuru, ciddî bir ihmalidir.

Abdullah İbn Abbas(ra), Allah Rasûlü vefât ettiğinde henüz çocuk denilecek yaşlardaydı.[2] Henüz on yaşına gelmeden muhkem olan Kur ân ı hıfzettiğini söyler.[3]

Bir Müslüman, ibadetlerini sıhhatli olarak yerine getirebilecek derecede Kur an ezberlememişse bu çok daha tehlikeli ve ciddî bir eksikliktir. Üzerinde her ferdin durup düşünmesi gereken, affedilmesi zor bir ihmaldir. Ömür varken bir an önce telafi edilmeli, hayatı bir çok açıdan mânâsız hale getiren bu kusur yok edilmelidir.

Allah Rasûlü’nün(sav) ikazına dikkat ediniz: "Hafızasında Kur ân bulunmayan bir insan, harâbe bir ev gibidir."[4]

Harâbe bir ev olmak ve harâbe bir ev gibi hayat sürmek hiç de övgüye layık olmayan bir hayat tarzıdır.

Çocuklarımızın, dolayısıyla gelecek neslimizin hayatını harabeye çevirmek isteyen zihniyet çirkin bir zihniyettir. Bu yönde atılan adımların da İblis i razı etmeye yönelik adımlar olduğu açıktır. İblis in kendisine uşak olanları, Allah ın gazabından kurtaramayacağı, kurtarmaya da çalışmayacağı kesindir. O gün, en yakın dostun bile dostu aramayacağı, sormayacağı, soramayacağı gündür.

Her yapılan şey, belli bir oranda emek ister. Sonu güzel olan şeyler, şüphesiz emek sarf etmeye değer şeylerdir. Kur an öğrenmeye çalışmak sonu en güzel olan şeylerdendir. Her türlü emeğe, her türlü sıkıntıya göğüs germeye, her türlü engeli aşmaya değer.

Ve hepimizin bildiği bir hadis-i şerif: "Sizin en hayırlılarınız, Kur ân ı öğrenen ve öğretenlerinizdir."[5]

Kur an ın fazîleti ve tilâvetiyle ilgili daha nice hadis-i şerif vardır. Hadis kitaplarının tefsir veya fedâilü l-Kur ân ile ilgili bölümlerine bakan kardeşlerimiz bu hadislerle karşılaşacaklar ve onlardan istifade edeceklerdir. Kur ân tilaveti ne kadar teşvik edilse yeridir.

O, zikirlerin efendisi, iki cihan saadetini elde etme düsturudur. Onun emirlerini öğrenmek ve onları hayata aksettirmek her mü minin görevidir. Onun buyruklarını anlama, onu müzâkere ise ayrı bir değer taşır. Onu müzâkere için bir araya gelindiği meclisler, sekînet ve rahmetin tecellî ettiği en hayırlı meclislerdendir. buyurur.

Allah Rasûlü(sav); "Eğer bir topluluk, Allah evlerinden birinde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur, onu anlamaya çalışır, aralarında müzakere eder ilim ve irfanlarını genişletirlerse, üzerlerine huzur, sükûnet ve vakar iner, onları rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah onları katındaki melekler arasında anar,” [6]

Çocuklarımızın da ilâhî hitaptan feyz almasını arzuluyorsak, meleklerle kuşatılan meclislerde bulunmasını istiyorsak, şartlar ne olursa olsun ihmalkâr davranmamalı, üzerimize düşeni yerine getirmeliyiz.

__________________________________________________ _______________

[1] Sahih-i Buhârî, Tefsîr (16/ 140-141), Sahih-i Müslim, Salât (1/ 549-550)

[2] Allah Rasûlü(sav) vefat ettiğinde Abdullah ın kaç yaşlarında olduğu konusunda ihtilaf vardır. Daha güçlü olan kanaat 13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yönündedir. (Umdetü l-Kârî 16/ 224-225)

[3] Bak: Sahih-i Buhârî, Fezâilü l-Kur ân (16/ 224) ve Umdetü l-Kârî 16/ 224-225)

[4] Sünen-i Tirmizî, Sevâbü l-Kur ân (5/ 177). "Hadis, hasen sahihtir," der.

[5] Sahih-i Buhârî, Fezâilü l-Kur ân (16/ 226), Sünen-i Ebî Dâvud, Salât (2/ 147), Sünen-i Tirmizî, Sevâbü l-Kur ân (5/ 174).

[6] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074)





Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Temmuz 2012, 16:56   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

21. Nasihat

Çocuklarınıza ibadet duygusu aşılayınız. Onlara nasıl namaz kılacaklarını, nasıl oruç tutacaklarını öğretiniz.


Mu âz İbn Abdullah İbn Hubeyb el-Cühenî nin rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü(sav) şöyle buyuruyor: "Sağını solundan ayırt etmeye başladığında çocuklara namaz kılmayı emredin." [1]

İbadet, Allah a kulluğun ifadesidir. Gerçek mânâda Allah a kul olmak, başka bir şeye kul olunamayacağının ilanıdır. İbadet, yaratılış gayemize uygun hareket etmektir.

Bu şuur insanlar arasında yayıldığında, gerçek saadet devirleri yaşanmış, hayata huzur ve saadet hakim olmuştur. Yeryüzünde bereket artmış, ilim, irfan yaygınlaşmış, insanî değerler yerli yerini bulmuştur.

İbadet şahsı arındırır, basîreti artırır, insanı çirkinliklerden korur.

Çocuklara küçük yaşlardan itibaren ibedet duygusu aşılanmalı, bilgisi verilmelidir.

Namaz, insanı Rabbine yaklaştıran, onun rızasını celbeden ibadet ve tâattan biridir. Onunla başlayarak ibadetler üzerinde duygu ve düşüncelerimizi paylaşmaya ihtiyaç olsa gerektir.

Namaz

İbâdet deyince ilk akla gelen de şüphesiz namazdır. Günde beş vakit olarak farz oluşu sebebiyle de en çok edâ edilen ibâdettir. Mü’mine günde beş kere Rabbinin huzuruna durma, gönlünü temizleme, manevîyatla doldurma imkanı verir. Allah Rasûlü’nden(sav) namazın sağladığı gönül temizliğiyle ilgili olarak şöyle bir hadis gelir. O, sahabelerine sesleniyor:

“Sizden birisinin kapısının önünde akıp giden bir nehir olsa, o kişi de bu nehirde günde beş defa yıkansa, üzerinde herhangi bir kir kalır mı?

Sahabeleri; “Kalmaz,” diye cevap veriyorlar.

Onlardan bu cevabı alınca şöyle buyuruyor: “Namaz da bunun gibidir. Allah onunla hataları siler, yok eder.” [2]

Hem Sahih-i Buharî’de, hem de Sahih-i Müslim’de yer alan bu rivâyet Ebu Hureyre’den gelir. Müslim’in, Câbir İbn Abdullah’tan(ra) naklettiği bir başka rivâyet, aynı mânâyı biraz değişik lafızla vurgular:

“Beş vakit namaz, sizden birisinin kapısının önünden akan ve o insanın her gün içinde beş kere yıkandığı gür ve berrak bir nehre benzer.” [3]

Çocuklar küçük yaşlardan itibaren anne ve babalarını, kendileriyle birlikte olduğu diğer büyüklerini namaz kılarken gördükçe heves edecekler, onları taklit etmeye çalışacaklar, onlar gibi rükûya, secdeye gideceklerdir. “Allahu Ekber!” diyecekler, belki de Allah Rasûlü’nde olduğu gibi namaz kılanın sırtına çıkmaya çalışacaklar, ayaklarının arasından geçeceklerdir. Böylece namazla tanışacaklar, onu benimseyecekler, onu büyüklüğün, büyümenin bir alâmeti sayacaklar, giderek şuuruna ereceklerdir.

Hikmet sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir ki Allah Rasûlü(sav); “Namazlarınızdan bir kısmını evinizde kılınız. Onları kabirlere çevirmeyiniz,” [4] buyuruyor.

Câbir’den(ra) gelen bir hadis-i şerifte farklı vurgular vardır: “Sizden biri, camide namazını kıldıktan sonra, namazından bazılarını da evinin nasibi olarak ayırsın. Allah bu namaz sebebiyle evinde hayırlar lütfeder.” [5]

İçinde Allah’ın zikredildiği, İslâm nûruyla aydınlanan evlere olan ihtiyacımızı dile getirmiştik. Kur ân tilaveti ve namaz evlerin nûr ile dolmasına en güzel vesilelerdir.

Çocuğu namaza alıştırmak için ayrıca gayret ve sabır gerekebilir. Anne, baba bu sabrı ve sebatı göstermeye hazır olmalıdır.

Rabbimizin Rasûlü ne, onun şahsında hepimize hitap ettiği şu emr-i celîline dikkat ediniz ve taşıdığı mânâ derinliği üzerinde iyi düşününüz:

"Âilene namazı emret; kendin de bütün titizliğinle onu edâya sabret." (Tâhâ 20/ 132)

Âyet-i kerîmeyi tek cümle içinde ancak bu kadar meâllendirebiliyoruz. Ancak âyette geçen "ıstabir" kelimesi üzerinde birkaç cümle ile de olsa durmak zorunda olduğumuzu biliyoruz.

Bu kelime, sabır ile aynı kökten olsa bile dilimizde sadece "sabret" diye ifade edilemez. Onun için başına "bütün titizliğinle" ifadesini yerleştirdik. Bunun da yeterli olduğunu zannetmiyoruz. Çünkü "ıstıbar" kelimesi, İbn Atâ nın da işaret ettiği gibi sabır çeşitlerinin en şiddetlisi, en ağırı, en fazla mücadele isteyenidir.[6] Sadece dişini sıkıp bir, iki kereliğine sabır değildir. Devamlı mücadele vererek hedefi gerçekleştirmek için sabır ve sebat göstermek, bıkmamak, yılmamak demektir. Yapılan ve devam edilen işin ehemmiyetine inanarak, azmi elden bırakmadan üzerine çalışmak demektir.

Dolayısıyla âyet-i kerîmede bize emredilen sadece ailemize namaz kılmayı öğretmek veya emretmek değildir. Önce kendimizin en güzel şekilde etmemiz, âilemize örnek olmamızı ve onların da namazı ikamesi için mücadele vermemizi emrediyor.

Bu ayet-i kerîmenin indirilişinden sonra Allah Rasûlü nün(sav) her sabah damadı Hz. Ali ile kızı Fatıma nın kapısına varıp onları namaza kaldırdığı, "-Namaz!" diyerek onlara seslendiği nakledilir.[7] Hz. Ömer in de ev halkını gece namazı için kaldırdığı kaynaklarımızda yer alır.[8]

Yaşanan hayatın içinde ifade etmeye çalışırsak; sabahın seher vaktinde, uykuların en tatlı olduğu devrelerde namaz için kalkmamız, günü erken ve bereketli vaktinde hayata ibadetle başlamamız, âile fertlerimizi kaldırmamız, üşengeçlik gösteriyorlarsa onları uyandırmanın ve namazlarını edâ ettirmenin hoş, güzel üsluplarını bulmamız, uykunun ağırlığına, nefsin karşı koyuşuna, onların ihmallerine hep göğüs gerip sabretmemiz, onlar arzu edilen şuuru yakalayıncaya, namaza kalkmaya alışıncaya, beden saatleri ibadete göre şekilleninceye kadar bu sabr ve sebatı sürdürmeye devam etmemiz emrediliyor. Diğer namazlarda da bu mücadelenin benzerini sergilememiz, her durumda hem kendimiz, hem de âilemiz için azmimizi, şevkimizi, gayretimizi yitirmememiz isteniyor.

Namaz, sadece hataları temizlemez, insanı da yüceltir, ona iman safiyeti verir, duygularını berraklaştırır, ahlâkını güzelleştirir, çirkinliklere düşmesine engel olur.

Zikr-i Hakîm’de şöyle buyurulur:

“Kitaptan sana vahyedileni oku. Namazı hakkıyla edâ et. Şüphesiz namaz, fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikr ne büyüktür. Allah yaptıklarınızı her yönüyle bilir.” (Ankebût Sûresi, 29/ 45)

Namaz iman nûru ile dalâlet karanlığı arasındaki perdedir.[9] Namaz mü’minin mirâcıdır.

Allah Rasûlü’nün küçük yaşlardan itibaren çocuklara ibadet ve mescid sevgisi aşılanmasını arzu ettiği, hem sözlü, hem de fiili hadislerinden açık ve net olarak anlaşılmaktadır. Onları mescide getirişi, mescide gelişlerinde hoş karşılaması, onlara yakın ilgi gösterişi, yedi yaşına gelen ve artık tam bir eğitim devresine giren çocuklara namaz kılmalarının emredilmesini istemesi bunun misallerindendir.

Nitekim bilinen ve günümüzün özenti ve zayıflıkları sebebiyle sıkça tartışılır hale getirilen bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü(sav) şöyle buyurur:

"Yedi yaşına geldiklerinizde çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına geldiklerinde gerekirse dövün ve yataklarını birbirinden ayırın." [10]

Yedi yaşına gelen bir çocuk, önceden de zikredildiği gibi normal şartlarda eğitim ve öğretim için en uygun çağdadır. Bu yaştan on yaşına kadar çocuğa namaz öğretilmesi ve namaz kılmaya alıştırılması için üç yıl vardır. Gayret eden bir anne-baba için üç yıl çocuğa sevdirerek namaz öğretmek ve onu namaza alıştırmak için basite alınamayacak bir zaman dilimidir. Bu yıllar çocuğun alışkanlıklarının oturmaya, iradesinin giderek güçlenmeye başladığı devredir. Ergenlik, dolayısıyla mükellef olma yaşı giderek yaklaşmakta, fizîkî gelişme de hızlanmaktadır. Artık namaz konusunda kaybedilecek zaman yoktur. Namaz kılmamakta direnen, gevşek davranan veya ihmal eden çocuğa artık küçük yaşlardaki kadar hoşgörülü davranılamaz. Çocuk bu konuda ebeveyninin kararlılığını hissetmeli, kendisine sayısız nimetler bahşeden Rabbine ibadette kusur göstermemelidir. Çocuğunun bu gününü, yarınını, ebedî hayatını düşünen anne-baba bu konuda ihmalkâr olmamalıdır.

Yemesi, içmesi, okuması, hak ve hukuka riâyeti nasıl son derece önemli ise bu da en az onlar kadar önemlidir. Hatta buna dikkat etmeyenin, diğer vazifelerinde de ihmalkâr davranacağı, kusur göstereceği açıktır.

Biz çocuğumuza hayatın gerçeklerini anlatmaz, ona hayata atılmadan önce doğru ve yanlışları, olabilecekleri ve olamayacakları öğretmezsek hayatın bunları ona daha acı öğreteceği kesindir. İşte o zaman biz çocuğumuza zulmetmiş, insafsızlık etmiş oluruz. Biz ona Rabbine ibadet şuurunu aşılamaz, dolayısıyla onun ebedî hayatını karartırsak işte o zaman merhametsizlik, düşüncesizlik ve kötülük etmiş oluruz.

Rabbimizin; "Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi Cehennem ateşinden koruyun,” (Tahrim, 66/ 6) buyruğunu unutmayınız.

Kendimizi ve âilemizi ateşten korumak istiyorsak gerçek şefkat ve merhametin ne olduğunu idrak etmeliyiz.

Oruç

Oruç da namaz gibi bedenî ibadetlerdendir. Namazla birleşince daha da mânevî bir atmosferin insanı kuşatmasına ve farklı güzelliklerin yaşanmasına vesile olur. Ramazan ayında manevî duyguların daha farklı boyutlarda yaşandığı bilinen bir gerçektir.

Oruçta nefse, iştihalara ve şehvete hükmetme dirayeti, muhtacın halini hissetme hikmeti daha açıktır. Onda insan oğlunun bir lokma yiyeceğe, bir yudum içeceğe bile muhtaç olduğu, insanın güç ve kudreti, makam ve mevkisi ne olursa olsun bunlarsız edemeyeceği, acizliği, Rezzâk olan Allah a muhtaciyeti, bütün bu gerçekler zihne nakledilişi vardır.

Bir hadis-i kudsîde orucun farkı şöyle zikredilir: "Ademoğlunun her hayırlı ameli katlanarak mükâfât alır. İyilikler on katından yediyüz katına kadar karşılık bulur.

Ancak oruç farklıdır. O bana aittir, onun mükâfâtını ben takdir edip vereceğim. Çünkü oruçlu mü min şehvetini, iştahının çektiklerini, yiyeceğini benim için terkeder.

Oruçlu için iki sevinç anı vardır: Orucunu bitirip iftar ettiğinde yaşadığı sevinç anı ve Rabbiyle karşılaştığı o gündeki sevinçli anı.

Oruçlu bir insanın oruç sebebiyle ağzında meydana gelen koku, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir." [11]

Oruçta, Allah rızası için arzulara gem vurmak ve sabretmek vardır. Onda fakirin, muhtacın halini anlayış, açlık duygusunun nasıl bir duygu olduğunu tadış, aç uyumak zorunda kalan insanlara merhamette canlanış vardır. Nitekim Ramazan ayında bunun gönüllerde bıraktığı tesiri, insanlarda canlanan iyilik yapma, infakta bulunma arzularını daha açık ve net bir şekilde görüyor, hissediyoruz.

Çocuğun oruca alışmasında hem iradesini güçlendirme, nefse hakimiyetini artırma, hem de açlığa susuzluğa katlanmanın, bu nimetleri bize bahşeden Rabbimiz uğruna olduğu şuurunu elde etme vardır.

Bunlara ek olarak sonraki yıllarda yâd edeceği, kendisi gibi oruca başlayan, alışmaya çalışan çocuklarına, torunlarına veya yakınlarına aktaracağı tatlı hatıraları vardır. İftar saatini iple çekişler, iyice acıkınca mutfağa girip çıkarak annenin iftar için neler hazırladığını gözden geçirişler, onları nasıl yiyeceğini hayal edişler, canının çektiği şeyleri dile getirişler, bazen oruçlu olduğunu unutuşlar, bakkaldan iftar için ekmek alıp gelirken farkında olmadan açlık duygusuyla ucundan koparıp yiyişler, Ramazan topunun atışını kapıda bekleyişler, anneye, babaya oruçla ilgili sorulan sorular ve daha neler neler.

Çocuklar büyüklerinden bu tür hatıraları dinlemekten, onların da çocuk olduğu günlerin varlığını, çocukça davranışlarının olduğunu duymaktan hoşlanırlar. Bu hatıraların paylaşılması büyüklerle küçükler arasında yakınlığın doğmasına vesîle olur.

Hatıralar yaşanmalıdır ki anlatılabilsin, paylaşılsın.

***

Hacc

Hacc ise çok farklı bir ibadettir. Masraflı ve meşakkatlidir. Tesiri de o derece güçlüdür. Küçük yaşlarda Beytulah a varmak, büyük neticelerin elde edilmesine vesile olacaktır…

Çocuk yaşlarında hacc ile ilgili bir hatırasını Sâib İbn Yezîd(ra) anlatıyor: “Babam beni Allah Rasûlü’yle birlikte yapılan Vedâ Haccına götürdü. Bu sırada yedi yaşlarındaydım.” [12]

Allah Rasûlü(sav) sadece bir kere hacc yapma imkanı bulmuştur. Mekke’nin fethinin ikinci yılında yapılan Vedâ Haccı onun ilk ve son haccı olmuştur. Bu haccı sırasında kafilesinde çocuklar da bulunmuş, yaşadıkları hatıraları birer hazine gibi saklamış, sonraki nesillerle paylaşmışlardır. Bunlardan biri de yukarıda adı geçen Sâib’tir. O, her çocuğa nasip olmayan, gerçekten iftihar edilecek hatırasını sonraki yıllara taşıyanlardan biridir.

Bir başka hatırayı ergenlik çağlarına yaklaştığı günlerde hac kervanına katılan Abdullah İbn Abbas’tan(ra) dinliyoruz. O, kendisiyle ilgili olmayan farklı bir hadiseyi bizlere anlatıyor:

"Hac yolculuğu sırasında Ravhâ denilen yerde Rasûlullah(sav) Eefendimiz bir kafileyle karşılaşmıştı. Bu kafilede bulunan bir kadın karşılaştıkları kişinin Allah Rasûlü(sav) olduğunu öğrenince, çocuğunu bineğinin üzerinde duran Rasûlullah’a doğru kaldırarak; -Bunun için de hac var mıdır? diye sordu.

Rasûlullah(sav); “Evet, senin için de ecir vardır,” buyurdu [13]

Aynı hadiseyi Câbir İbn Abdullah(ra) farklı kelimelerle dile getirir: "Rasûlullah(sav) Efendimiz vedâ haccında, bineğinin üzerindeydi. Bir kadın küçük bir çocuğu Allah Rasûlü’ne doğru kaldırarak; -Bu haccedebilir mi? diye sordu. Efendimiz; -Evet, sen de ecir alırsın, buyurdu. [14]

Allah Rasûlü’nün işaret ettiği “ecir alma", ayrıca üzerinde durulmaya değer bir noktadır. Çocuklar yaşları küçük olsa da, yani henüz mükellef olmasalar da ibadet edebilirler. Onların ibadetlerine vesile olan, onlara ibadet için imkan hazırlayan, ibadet etme sevgisi aşılayan, çocukları ibadet etsin diye maddî, manevî külfetlere katlanan mü minler, bu samimiyetleri, bu davranışları, niyetleri ve gayretleri sebebiyle ecir alırlar.

Bu duyguyu taşıyan, yavrusuna namaz için abdest aldırmaya gayret eden, onların küçücük ellerini ve ayaklarını yıkayan, namaza dururken ellerini üst üste koyarak bağlayan, nasıl bağlanacağını gösteren, Ka‘be’yi tavaf ederken onu omuzlarında taşıyan, onlara Hacerü l- Esved e selâm verdiren anne-babaları görmek ne kadar gönle hoş görünüyor... Elbette ki bunun ecrini alacaklarına inanıyoruz.

Bu satırlar da o ümitle kaleme alınıyor.

Yaş büyüdükçe irade güçlenir, şuur artar. Anne-baba ve büyüklerin de çocuğun yaşı büyüdükçe daha dikkatli olmaları, çocuklarının ibadetleri konusunda daha hassas davranmaya başlamaları gerekir. Çünkü mükellefiyet çağı yaklaşmaktadır. Lehte ve aleyhte her şeyin kayda geçtiği bu çağ gelmeden çocuğun ibadeti artık uurlu bir alışkanlık haline getirmesi gelmelidir.

_____________________________________________



[1] Sünen-i Ebu Davud, Salât (1/ 335). Hadis, isnadı hasen olan bir hadistir. (Camiu l-Usûl Fî Ahâdîsi r-Resûl 5/ 188).
[2] Sahih-i Buharî, Mevâkîtü’s-Salât (4/ 157), Sahih-i Müslim, Mesâcid (1/ 462-463).
[3] Sahih-i Müslim, Mesâcid (1/ 463).
[4] Sahih-i Buhârî, Salât (3/ 447), Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 538-539).
[5] Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 539).
[6] Tenvîru l-Ezhan min Tefsîr-i Ruhu l-Beyan (2/ 451).
[7] El-Câmi li Ahkâmi l-Kur ân, Kurtubî (11/ 263).
[8] El-Câmi li Ahkâmi l-Kur ân, Kurtubî (11/ 263).
[9] Sahih-i Buharî, Bedü’l-Halk (12/ 271-272) ve Fedâil (14/ 5-6) Sahih-i Müslim, İman ( 1/ 146-147), Sünen-i Tirmizî, İman (5/ 13).
[10] Sünen-i Ebu Davûd, Salât (1/334, Hadis No: 495). Hadisin isnadı hasendir. (Câmiu l-Usûl Fî Ahâdîsi r-Resûl 5/ 187).
[11] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 29), Sahih-i Müslim, Sıyam ( 2/ 807).
[12] Sahih-i Buharî, Hac (8/ 404),Sünen-i Tirmizî, Hac (3/ 265?) “Hadis, hasen sahihtir,” der.
[13] Sahih-i Müslim, Hac (2/ 974), Sünen-i Ebu Davûd, Menasik (2/ 352-353).
[14] Sünen-i Tirmizî, Hac 83 (3/ 265). Hadis için “ğarîb” demiştir.






22. Nasihat

Çocuklarınıza güzel hasletler aşılayınız.


Rasûlullah(sav) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “İnsanlar, madenler gibidir.”

Yani altını vardır, gümüşü, platini vardır. Elması, yakutu, bakırı, demiri vardır. Cıvası, petrolü vardır. Kömürü, kükürdü vardır. Paslananı vardır, pas tutmayanı vardır. Değerini kaybedeni vardır, asla kaybetmeyeni vardır. Kirleneni vardır, kir tutmayanı vardır. Bozulanı vardır, bozulmayanı vardır.

“Câhiliye günlerinde en hayırlı, şahsiyeti güçlü, karakteri sağlam olanınız, anlayarak, ilim ve irfanla yaşadığı sürece İslâm da da en hayırlınızdır.”[1]

Öyle de olmuştur. Dürüst olanlar, yaptıklarını doğru yaptığına inanarak yapanlar, vefakâr, cömert, fedakâr olanlar, inandığı şeyler uğruna zorlukları göğüsleyebilenler; basit, geçici hayat zevklerinin esir alamadığı, karakterini sarsamadığı insanlar İslâm nuruyla şereflenince İslâma büyük hizmetler sunmuşlardır. Zira oğru ve sağlam hasletleri hakikat nuruyla yan yana gelmiş, İlâhî emir ve nehiylerle bütünlük oluşturmuş, güçlenmiş, teşvik görmüş, ateşlenmiş ve canlanmıştır...

Bir cemiyette gelişmesi, yerleşmesi gereken güzel hasletler vardır:

İlim-irfan sevgisi, öğrenme merakı, öğrenilenleri amele dökme samimiyeti,

Arayıp doğruyu bulma arzusu, hatayı kabul edip doğruya yönelme irâde ve dürüstlüğü,

Cesâret, inanılan değerler uğruna sıkıntıları göğüsleme metâneti,

Alçak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı sözlülük,

Dürüstlük, doğru sözlülük, sadâkat, vefâ.

Bütün bu hasletler, üzerinde titrenilmesi gereken hasletlerden sadece bir kaçıdır.

Birçok güzel hasletin kaybedildiğini, yıpratıldığını görmek, beden yorgunluğundan daha ağır, daha ezici ve daha esef vericidir. Basit dünyalık kayıpların peşine düşenlerin, bu hasletlerin peşine düşmeyişi, kaybına aldırmayışı da ayrı bir esef kaynağıdır.

Onları, geliştirmek, canlandırmak, yaygınlaştırmak ve güzel hasletlerle donanmış sağlam bir nesil yetiştirmek, imkânları bu yönde seferber etmek varken, dehşet ve ürperti ile çirkef ve rezalet pazarlayan zihniyetlerin paralanırcasına gayretini görüyoruz. Yada boşluktan, hedefsiz, gayesiz hayatın içine salıverilmişlikten ümit bekleyenlerin boş sözlerini duyuyoruz.

Bu tür zihniyetlerin yuvalarımıza sirayetini, yavrularımızı elimizden almasını engellemek bizim vazifemizdir. Bunun için de el ele, gönül gönüle vermemiz, akıntıların önünde setler oluşturmamız, onları kendi bataklıklarına dönmeye zorlayacak azmi ve dirayeti göstermemiz gerekir.

Biz gayret ettikçe Rabbimiz gayretlerimize bereket verecektir.

"Abdullah İbn Mes ûd(ra) Allah Rasûlü nün şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Sıdk (dürüstlük ve doğru sözlülük) insanı birre (iyilik ve ihsana) götürür. İyilik ve ihsan da insanı cennete götürür.

Bir insan doğru söyleyip dürüst davrandıkça gün gelir Allah katında özü, sözü doru insan olarak yazılır.

Yalan ise ise insanı kötülüklere, çirkinliklere sürükler. Kötülük ve çirkinlikler de cehennem ateşine götürür.

İnsan yalan söyleye söyleye gün gelir Allah katında yalancı olarak yazılır." [2]

Özü sözü doğru olmak ne güzel bir haslettir ve özü sözü doğru olanlara ihtiyacımız ne kadar büyüktür.

Hz. Hasan(ra); Allah Rasûlü nden şu sözleri ezberlediğini söyler: "İçine şüphe düşüren şeyleri bırak, seni şüpheye sürüklemeyen şeyleri yap. Dürüstlükte kalp huzur ve sükûnu, yalanda tedirginlik ve huzursuzluk vardır." [3]

Dürüstlük, özü-sözü doğru olmak, Müslümanların ayrılmaz vasıflarından biri idi. BirMüslüman böyle bilinir, böyle tanınırdı. Bu vasıfların yıpranması, güven duygularının sarsılması bir çok değerlerimizi de aldı götürdü.

Çocuklarımızın özü-sözü doğru insanlar olarak yetişmesi, hiçbir maddî değerle ölçülemeyecek kadar kıymetlidir.

İslâm tarihi yerli yerinde gösterilmiş, cesaret örnekleri ile doludur. Bunların bir çoğu herkesi hayran bırakacak güzellikte ve derecededir. Tarihe nakşedilmiş, asla unutulmayanları vardır. Hamza, Ali, Talha, Cafer, Zübeyr, Berâ İbn Mâlik, Halid İbn Velîd, Bilal, Sa d İbn Ebî Vakkas, Ebu Ubeyde –radiyallahu anhüm- ve daha nicelerinin saadet asrında yazdığı destanlar ümmetin ortak mirası olmuş, zihinlere ve kalplere nakşedilmiştir. Asırlar boyu onların yolunu takip eden nice yiğitler olmuş, İsm-i Celâl ve tekbir sesleri onların azm, gayret ve cesaretleri ile ufuklar ötesine taşınmıştır. Anneler, babalar çocuklarını onların hatıraları ile beslemiş büyütmüştür.

Cesâret yerli yerinde gösterildiği, lüzumsuz cür ete ve saldırganlığa dönüşmediği sürece çok güzel bir haslettir. Âhiret inancına sımsıkı bağlarla bağlı, sadakat, fedakârlık ve vefâ duygularıyla iç içedir. Her devirde, her asırda kıymeti takdir edilmiştir. Başka güzel hasletlerle bütünleşince kıymeti ve güzelliği daha da artmıştır.

Açık sözlülük de böyledir. Söylenilen bir söz güzel, açık ve berrak olursa, duyguları ve düşünceleri açık ve net ifade ederse gönle daha hoş gelecek ve değeri artacaktır.

Bu iki haslet birbirine yakın, birbirini tamamlayan, birbirine güzelliğini artıran iki haslettir. Bu hasletler çocuk safiyeti ile bir araya gelince daha da güzel ve sevimlidir.

Sâd İbn Ebi Vakkâs(ra) çocukları cesâretle yetişmesi ile ilgili olarak şöyle der: "Allah Rasûlü nün(sav) gazvelerini çocuklarımıza, tıpkı Kur an dan bir sûre öğretir gibi öğretir, ezberletirdik." [4]

O bu sözleriyle, çocukların İslâm nûrunun korunup kollanması, yaşatılması ve yayılması uğrunda neler yaşandığını, ne mücadeleler verildiğini bilmelerini ister ve onların bu ruh, bu şuur ve cesaretle yetişmesinin lüzumuna işaret eder.

Halîfe Ömer(ra), Rasûlullah’ın (sav) sünnetine bağlılığın bir gereği olarak vâlilere yazdığı bir yazı da şöyle emrediyordu: "Çocuklarınıza atıcılığı ve yüzmeyi öğretin. Onlara, bir sıçrayışta atlara binecek hale gelmelerini emredin!" [5]

O, canlı, güçlü, atik, kabiliyetli, kendisine güvenli, cesur, cihad ruhlu bir nesil istiyordu.

Nitekim Rasûlullah(sav); "Güçlü bir mü min, zayıf bir mü minden daha hayırlı, Allah huzurunda daha sevimlidir. Elbette ki her mü’minde hayr vardır," [6] buyurmaktaydı.

Şüphesiz Rasûlullah(sav) yalnızca bedenî açıdan güçlülüğü kastetmiyordu.

Küçük yaşlarda Bedir ve Uhud Gazvesine katılmak için çırpınan, boyunu uzun göstermek için ayak parmaklarının üzerinde yükselen veya Allah Rasûlü(sav) kendilerini görürse saflardan çıkarır korkusuyla saflar arasında saklanıp göze batmamaya çalışan çocukların bu manzarasını gözlerinizde canlandırınız. Allah Rasûlü(sav) onları birer birer bularak, sevgi dolu bakışlarla başlarını okşayarak saflardan çıkartsa bile bu küçük yiğitlerin azm ve cesaretinin diğer sahâbeleri nasıl ateşlediğini düşününüz. Bunu anlamak için fazla söze hacet olmasa gerektir.

İlim ve irfan sevgisi üzerinde ayrıca durulacaktır. Esasen her bir güzel haslet, üzerinde uzun uzun konuşmaya değerdir. Biz birkaç satırla da olsa ehemmiyetini hatırlatmak, vurgulamak istedik.

"Hatırlat, öğüt ver. Şüphesiz doğruları, hakkı haturlatış, Allah için öğüt, mü’min gönüllere fayda verir.” (Zâriyât, 51/ 55)

__________________________________________________ __

[1] Sahîh-i Buharî, Menâkıb (13/ 125, 126), Sahîh-i Müslim, Fezâil (4/ 1846-1847).
[2] Sahih-i Buhârî, Edeb (18/ 197), Sahih-i Müslim, Birr (4/ 2012-2013).
[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfatü l-Kıyâme (4/ 668). Hadisin isnadı sahihtir.
[4] Terbiyetü’l- Evlâd, Abdullah Nâsıh (1/ 310).
[5] Terbiyetü’l- Evlâd, Abdullah Nâsıh (1/ 310).
[6] Sahih-i Müslim, Kader (4/ 2052).







23. Nasihat

Çocuklarınıza ev içi adabı ile ilgili bilgiler veriniz, onları eğiterek güzel alışkanlıklar kazandırınız.


Çocuklarımızın hem ev içindeki, hem de ev dışındaki söz ve davranışları güzel olmalı, İslâm ahlâkının güzelliğini ve olgunluğunu aksettirmelidir. Bu edeb, hayat boyu onların bir parçası, değişmez vasfı haline gelmelidir. "Ağaç yaş iken eğilir" hikmeti unutulmamalı, çocuklarımız küçük yaşlardan başlanarak edeb ve nezaket içinde yetişmesi için gayret edilmeli, bu yönde terbiye edilmelidir.

Ömer İbn Ebu Seleme(ra) anlatıyor: “Küçük yaşlarda, Allah Rasûlü’nün kucağında, onun terbiyesi altında bir çocuktum. Yemek sırasında elim yemek kabının içinde dolaşıyordu. Sağdan, soldan, ortadan alarak yediğim oluyordu.

Rasûlullah(sav) Efendimiz; “–Delikanlı! Besmele çek. Sağ elinle ve önünden ye!” buyurdu. O günden sonra yemek yeyişim daima Allah Rasûlü’nün emrettiği gibi oldu.” [1]

Sünen-i Ebu Davûd ve Tirmizî’de yer alan bir rivâyet şöyledir: Ömer, Allah Rasûlü’nün yanına girmişti. Bu sırada Allah Rasûlü’nün yanında yemek vardı. Efendimiz ona; "Yavrum yaklaş! Allah’ın adını an, sağ elinle ye ve önünden ye!”buyurdu. [2]

Ömer İbn Ebu Seleme(ra), Ebu Seleme ile Ümmü Seleme nin oğludur. Seleme nin küçüğüdür. Babası ile annesi Habeşistan a hicret ettiğinde Seleme orada dünyaya gelmiştir. Hem annesi, hem de babası onunla künyelenmişler ve künyeleriyle anılır olmuşlardır. Asıl adları Abdullah ve Hind’dir. [3]

Ebu Seleme ve Ümmü Seleme(ra), her ikisi de fazîlet yüklü, fedakâr ve cefakâr insanlardır. Medîne ye hicretleri de hazin ve ibretlidir.

Ebu Seleme Uhud da aldığı yaranın tesiriyle daha sonraları vefat etmiş, Allah Rasûlü(sav) Ümmü Seleme ile evlenerek çocuklarına bakmıştır. Ömer de bu vesileyle Allah Rasûlü nün yanında, kucağında yetişmiştir.[4] Onun terbiyesinden pay almak saadetne ermiştir. Onun bizlere aktardığı hatıra bunun bir örneğidir.

Bir çocuğun ev içinde ve ev dışında zarif davranışları sevgiye, mutluluğa ve gönül huzuruna vesile olacak, çocuğun giderek sağlamlaşan şahsiyetini oluşturacaktır. İslâmın çok güzel bir ahlâk ve edeb anlayışı vardır. Çocuklarınıza bunları aşılamak ve gönüllerine yerleştirerek onlara devamlılık kazandırmak gelecek günlerinizi ve âhiretinizi güzelleştirecektir.

Şimdi Zikr-i Hakîm in hikmet dolu buyruğuna dikkat ediyoruz:

"Ey Mü minler! Henüz büluğa ermemiş olan çocuklarınız şu üç vakitte yanınıza girerken sizden izin istesinler:

Sabah namazından önce.

Öğleyin (istirahat için) elbiselerinizi soyunduğunuz vakit.

Bir de yatsı namazından sonra.

Bu vakitler, sizin mahrem bir durumda, bulunacağınız üç vakittir…"(Nûr Sûresi, 24/ 58)

Âyet-i kerîmede;

1. Henüz ergenlik çağına girmemiş çocukların istirahat vakitlerinde anne ve babalarının yatak odalarına girerlerken izin almalarının gerektiği, bunun çocuklara öğretilmesi, yaşları küçük bile olsa bu konuda eğitilmeleri emrediliyor.

2. Hitap çocuklara değil, ebeveyne yani büyüklere yapılıyor.

3. Zikredilen vakitlerin, mahrem vakitler olduğu vurgulanıyor.

Ayrıca bu mahrem vakitler arasından öğle vaktinde, çocuğun izin almasının niçin lüzumlu olduğuna işaret ediliyor; bu vaktin, elbiselerin çıkarılarak istirahata çekilme ihtimalinin yüksek olduğu bir vakit olduğu bildiriliyor.

Elbette ki bu noktada hemen aklımıza bir soru daha geliyor. Öğle vakti böyle bir vakit olabilir de, zikredilen diğer vakitler böyle bir vakit değil midir? Onlarla ilgili neden açıklama yer almıyor?

Elbette adı geçen diğer iki vakit de mahrem halde bulunma ihtimalinin yüksek olduğu vakitlerdir. Hatta yatsı namazından sabah namazına kadar olan vakit, anne ile babanın yatak odalarında mahrem halde bulunma ihtimallerinin en yüksek olduğu vakittir.

Öğle vakti ise, genellikle sıcak ülkelerde eve çekilme ve istirahat etme vakitleridir. Ülkemizin sıcak bölgelerinde de yaygın bir adet halindedir. Arabistan ve bir çok sıcak ülkede ise hayatın nerede ise durma noktasına geldiği vakitlerdendir. İnsanlar bu vakitte evlerine, evlerinde de istirahata çekilerek hem güneş ışıklarının zararlı tesirlerinden, hem de bunaltıcı sıcaktan kurtulmaya çalışmakta ve günün ikinci yarısına güç toplamaktadırlar. Onlar için bu kolay kolay vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Bu vakitte istirahat edilmezse günün ikinci yarısında verim düşmekte, arada istirahat etmeye alışmış olan vücut, alışkanlığının gereğini istemektedir.

Ancak, Arapçada "kaylûle" diye isimlendirilen bu istirahat ve uyku vakti, geceyle kıyaslanamayacak derecede kısa olan bir vakittir. Ortalığın aydınlık olduğu, normalde iş devresi arasında yer alan bir vakittir. Durum böyle olunca da, izin alma sebebinin açıklanması uygun olan bir vakittir. Buradaki sebep açıklanınca, aynı mahremiyetin gece var olması artık kaçınılmazdır. Dolayısıyla ayrıca izahına ihtiyaç duyulmamıştır. Her üç vakitte de mahremiyetin bulunduğuna dikkat çekmekle yetinilmiştir.

Hitabın büyüklere, yani anne ve babalara olmasının sebebi de açıktır. Çünkü emredilen, çocukların mahrem vakitlerde anne ve babalarının yatak odalarına girmek istediklerinde anne, babadan izin istemeye alıştırılmalarıdır. Âyet-i kerîmede bir nevî; "Ey mü min anne ve babalar! Henüz ergenlik çağına gelmemiş, ancak aklı ermeye, zihni kavramaya başlamış çocuklarınıza şu üç vakitte yanınıza nasıl gireceklerini öğretin! Âile hayatınızı da buna göre ve bu şuurla şekillendirin!" buyurulmaktadır.

Çünkü bu çağdaki çocuğun kendisi mükellef değildir ve ilâhî emirlerin muhatabı da değildir. Bu onun lehindedir. Emirlerin muhatabı olacak olsa, emri yerine getirmediğinde günah işlemiş olması, vebal kazanması ve cezalandırılması gerekirdi. Yarattığı kulunu her yönüyle bilen sonsuz rahmet sahibi Rahman, aklı ermeye başlamış olsa da, bir çok incelikleri anlar hale gelse de bu çağdaki bir çocuğu sorumlu tutmamıştır. Çünkü o, henüz akıl ve irade olgunluğuna ermemiştir.

Âyet-i kerîme, henüz ergenlik devresine girmemiş bir çocuğa karşı; "-O daha küçük, bir şey anlamaz," düşüncesiyle hareket edilmesinin doğru olmadığını da vurguluyor ve konuda büyüklere görev veriyor.

Dolayısıyla hitap büyükleredir. Aynı zamanda bu hitap, bebeklik çağını atlatmış bir çocuğun eğitilmeye, bilgilendirilmeye, alışkanlık, şahsiyet ve ahlâk kazandırılmaya uygun olduğuna işaret etmektedir. Âyet-i kerîme bu çağda çocuklara eğitim verilebileceğinin açık ve net delilidir.

Birçok edeb ve terbiye inceliklerini, güzel hasletleri kaybetmeye başladığımız ve modern denilen hayatın girdaplarında baş dönmesine uğradığımız bir devrede kendimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerekenleri, doğruların ne olduğunu ve ne yöne doğru sürüklendiğimizi ciddî bir şekilde yeniden gözden geçirmeli ve vazifelerimizin ne olduğunu yeniden idrak etmeliyiz.

Yuvamızın bir saadet yuvası olmasını, güzellikler taşımasını arzu ediyorsak kendi üzerimize düşeni yapmak zorundayız.

_________________________________________________

[1] Hadis, müttefekun aleyh bir hadistir. Sahih-i Buhârî, Et‘ime (17/ 133), Sahih-i Müslim, Eşribe (3/ 1599-1600)
[2] Sünen-i Ebu Davûd, Et‘ime (4/ 144-145), Sünen-i Tirmizî, Et‘ime (4/ 288)
[3] El-İsâbe (2/ 66, 355)
[4] El-İstî âb, (2/ 474-475, 4/ 454-455), el-İsâbe (2/ 519, 4/ 458-460)








24. Nasihat

İlmi seviniz ve çocuklarınıza ilim sevgisi aşılayınız.


İlim, irfan sevgisiyle ilgili ne kadar güzel kelime yanyana sıralansa ve ne kadar güzel cümle birbirini takip etse yeridir. Bu gerçeği biliyoruz, hepimiz dile getiriyoruz, ancak yeterli gayreti göstermiyoruz. Yüne de hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.

Zikr-i Hakîm anlatmak istediklerimize şöyle ışık tutuyor: “Allah, içinizden îman eden ve kendilerine ilim verilenleri yükseltir, onlara dereceler verir. Allah, yaptığınız her şeyden, her yönüyle haberdardır.” (Mücâdele, 58/ 11)

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu, selim akıl sahipleri düşünür ve ibret alır.” ( Zümer, 39/ 9)

Bu âyet-i kerîmeler, anlayan gönüller için çok şey anlatıyor… İmanla ilmin birleşmesi, salih amellerle bütünleşmesi gerçek bir yüceliştir. Bilerek ve şuurla hareket etmek, akıntıya kapılışla kıyaslanmayacak kadar ulvîdir. İlim, -elde edinilen bilginin derecesi ne olursa olsun- her insanın ihtiyacıdır. Ona duyulan susamışlık, en değerli susamışlıklar arasında yer alır.

Rabbimiz, hiçbir beşere bahşetmediği derecede ilim, irfan ve ihlâs bahşettiği Rasûlü’nden(sav) şöyle duâ etmesini istiyor: “Rabbim! Benim ilmimi artır, de.” (Tâhâ, 20/ 114) Bu duâ bizlere çok şey anlatmalıdır.

İlim sevgisi, ilim ehlini takdir, ilim, amel ve edebi bir araya getiren hak yolcularına hürmet ve gıpta, her mü’minin vazgeçilmez hasletlerinden olmalıdır.

Öğrenmenin de dünyaya gelişle başladığını azm, gayret, sabır ve sebatla arttığını, her bilgi artışının ufuk genişliğine vesile olduğunu, geniş ufkun ve bilgi birikiminin anlama ve kavrama melekesini geliştirdiğini ve böylece güzelliklere yelken açıldığını her selim fıtrat sahibi bilir.

İnsan beyni de gelişme açısından kaslarımıza benzer. Şuurlu ve istikrarlı bir şekilde çalıştırılarak geliştirilmesi, güçlendirilmesi, kıvraklık kazandırılması mümkündür. Srî düşünme ve doğru karar verme melekesi giderek gelişir. Her güç kazandığında, daha da güçlendirilmeye, çalıştıkça daha da maharetini artırmaya müsâid hale gelir... Bu açıdan kaslarımızdan daha büyük bir kabiliyete sahiptir.

Çocuklar, düzenli öğrenme çağına girdikleri anlardan itibaren yaş ve zekasına uygun bir şekilde eğitim ve öğretimden geçirilerek hayata hazırlanmalıdırlar.

Çocuklara verilen elbette ki sadece kuru bilgi olmamalıdır. Bilgi ile birlikte onlara ilim, irfan, okuma sevgisi, öğrenme arzusu aşılanmalı, öğrenilen faydalı bilgilerin, ilim ile elde edilen geniş ufkun ve onunla bütünleşen tecrübelerin nelere vesile olduğu gösterilmeli, tattırılmalı, böylece hayat boyu ilim elde etme, öğrendiklerinden istifade etme ve onları başkalarıyla paylaşma isteği ve melekesi kazandırılmalıdır.

Bu paylaşma hem onun diğer insanlar arasındaki değerini yükseltecek, hem de bilgilerinin kökleşmesine, sağlamlaşmasına sebep olacak, ifade kabiliyetini artıracaktır.

Bu da geleceğe hazırladığımız yavrularımızın hem dünyası, hem de âhireti için hayırlara vesile olacaktır. Çocuklarımızın hayatta elde edecekleri en güzel kazançlardan biri şüphesiz budur.

Allah Rasûlü(sav); “İlim elde etmeye giden yola giren bir kişinin, Allah Cennet’e giden yolunu kolaylaştırır.” [1] buyuruyor.

Bir başka hadis-i şeriflerindede; “Allah kimin için hayır murad ederse, onu din-i mübînde ince ve derin anlayışlı ilim ve amel sahibi kılar,” [2] buyurur.

Allah Rasûlü’nün(sav) hayatın basamaklarını yeni tırmanmaya başlayan İbn Abbas(ra) için; “Allah ım! Ona hikmeti öğret!”, “Allah ım! Ona Kitab’ı (Kur’ân’ı) öğret!”, “Allah ım! Onu dinde fakih kıl,” [3] diye duâ etmiştir. Abdullah İbn Mes ûd u öğrenmeye olan merakı sebebiyle övmüştür.

Faydalı ilim sahibi her zaman övgüye, gıptaya lâyıktır. Allah Rasûlü nün (sav) şu teşvikine dikkat ediniz:

“ İki insan gerçekten gıpta etmeye değerdir:

Allah’ın kendine dünya malı nasib eyleyip bu malı hak yolda harcama dirâyet ve şuuru verdiği kimse.

Ve Allah’ın kendisine ilim, hikmet verdiği, bu ilim ve hikmetle hükmeden ve onları başkasına da öğreten kimse.” [4]

Yavrularımıza ilmi elde ediş gayesi de öğretilmeli, aşılanmalı, ilimle ulaşılacak hedeflerin ulvî olması gerçeği kalplerine nakşedilmelidir. Kuru ve Allah rızasını baş tacı etmeyen bilgiler kudurmaya, çığırdan çıkmaya ve sahibini de çığırdan çıkarmaya hazır bilgilerdir. Sebep olacakları tahribat, nice güçlü silahlardan, dehşet uyandıran bombalardan hiç de az değildir. Hatta onlar, bu tür bilgilerin eserleridir. Bu alanın korku dolu girdaplarına dalmadan, ilâhî bir ikazı hatırlatmakla yetiniyoruz:

“Bizi anmaktan yüz çeviren, sadece dünya hayatını isteyen kimselere yüz verme, onlardan uzak dur. Onların ilim alanında erişebileceği seviye budur.

Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayette olanı da en iyi bilen O dur.”(Necm 53/ 29-30)

İlim sevgisi, gayenin güzelliği yavrularımıza Allah katında da, insanlar arasında da dereceler kazandıracaktır.

Çığırından çıkmış, hatta kudurmuş bir ilim anlayışının insanlığı hangi mecraya doğru sürüklediğini gördükçe, faydasız bilgi yığınlarının insanlığa verdiği kayıplara şahid oldukça ilim, irfan ve edeble yoğrulu insanlara ihtiyacımız, gerçek ilme susuzluğumuz giderek daha da artıyor.

________________________________________________

[1] Sünen-i Tirmizî, İlm (5/ 28)

[3] Sahih-i Buharî, Fedâil (13/ 320), Vudû (2/ 256), Sahih-i Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe (4/ 1927).

[4] Sahih-i Buharî, Zekat (7/ 196), Sahih-i Müslim, Salât (1/ 559).

[2] Sahîh-i Buhârî, İlm (1/ 429), Sahîh-i Müslim, Zekât (1/ 718-7189), İmâre (3/ 1524)








25. Nasihat

Âile içindeki mesuliyetlerinizi biliniz ve çocuklarınıza yaş ve durumlarına uygun mesuliyet veriniz.


Allah Rasûlü nün(sav) mes ûliyet şuurunu vurgulayan buyruğu bir çok kardeşimiz tarafından bilinir ve değişik vesilelerle sıkça tekrar edilir, edilmelidir. Gereğini yerine getirerek ve daha şuurlu olarak.

“Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz. Emir seçilenler de bir çobandır. Bir erkek âilesinin başında bir çobandır. Bir kadın da kocasının evinde, çocuklarının başında çobandır. Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz.” [1]

Bu buyruk, hayat boyu bilinmesi ve hayatın her devresinde de dikkat edilmesi gereken bir buyruktur.

Âilede babanın vazifeleri, sorumlulukları vardır; annenin ve çocukların vazifeleri, sorumlulukları vardır. İster âile içinde, isterse âile dışında yaşasınlar büyük annelerin, büyük babaların sorumlulukları ve görevleri vardır. Akrabaların birbirlerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır… Bu çerçeveyi genişletip büyütmek mümkündür. Anca biz âileden fazla uzağa gitmek istemiyoruz.

Günümüzün en ciddî sıkıntılarından birisi de mesûliyetlerin yeterince idrak edilememesi, vazifelerin yerine getirilememesi veya ihmal edilmesidir. Herkesin yapması gerekeni kendisinin değil, karşısındaki insanların bilmesi ve dile getirmesidir.

Bir başka ifadeyle evin hanımının görevlerini erkeğin bilmesi ve dile getirmesi, evin erkeğinin görevlerini hanımın bilip dile getirilmesi, anne ve babanın görevlerini çocukların, çocukların üzerine düşenleri ve yapması gerekenleri anne ve babanın dillendirmesi, zaman zaman da birbirlerine karşı silah olarak kullanmalarıdır.

Evin hanımı sıralıyor: "Evin erkeği dediğin eve eli boş gelmemelidir. O eli boş gelirse ben evde ne pişireceğim? Çocuklara ne giydireceğim? Nasıl kendi üstüme başıma, çocukların giyimlerine dikkat edeceğim? Yok ile ne yapılır?

Akşama kadar biz onun yolunu gözlüyoruz. Gelince bize asık surat, sinir, öfke mi getirmeli?.. İş yerinin, sokağın sıkıntısını neden eve taşıyor? Eve güler yüzle gelse olmaz mı? Bizi, çocukları sevindirecek bir şey yapsa olmaz mı? Bizim de halimizi hatırımızı sorsa!

Bizim ilgiye ihtiyacımız yok mu? Herkesle ilgileniyor, bizimle ilgilenmiyor? Biz ondan çok şey mi bekliyoruz? Her hanımın, her ev halkının beklediklerini bekliyoruz. Daha ne yapalım?

Çocuklarla o da ilgilenmeli. Hep benim başıma kalıyorlar, dertlerini, isteklerini hep bana söylüyorlar.

Hep zamanım yok diyor. Ne zaman zamanı olacak?

Ne zaman dışarı çıkacağız? Biraz hava alıp eş dost göreceğiz? Ne zamandır annemi, babamı görmedim. Ne zaman onları görmeye sıra gelecek?

Evin erkeği bir başka telden çalıyor: "Hanım dediğin kocası gelmeden yemeği hazırlar. Kendine ve evine çeki düzen verir. Kocasını güler yüzle karşılar. Daha oturur oturmaz şikâyet sıralamaya başlamaz. Çocukları, ev eşyalarını, eksikleri şikâyet sırasına dizmez.

Zaten biz günün bütün yorgunluğuyla geliyoruz. Evde huzur bulamazsak, şikâyet üzerine şikâyet, dert üzerine dert dinlersek halimiz ne olacak?.. Huzuru nerede bulacağız?

Biz dışarılarda geziyorsak keyfimizden mi geziyoruz? Onlar için çırpınıp duruyoruz. Kazancımın ne kadarı kendim içindir? Bu evde kendisine en az eşya alınan ben değil miyim? Ben iki senede bir ayakkabı değiştiriyorum. Çocuklar iki ayda. Yine de onlar şikâyetçi.

Hep ilgi bekliyorlar. Benim ilgiye ihtiyacım yok mu?

Neden akşam yatarken, sabah kalkınca eşyamı yerli yerinde bulamıyorum? Neden bir baba gibi, bir koca gibi yeterince ilgi, hürmet görmüyorum?

Bu cümleleri sayfalar dolduracak şekilde sürdürmenin mümkün olduğunu biliyorsunuz. Çünkü sizler de bu hayatın içinde yaşıyor bunlarla karşılaşıyorsunuz.

Çocuklar anne ve babaların görevlerini bütün incelikleri ve detayları ile sıralıyorlar, anne ve babalar da çocukların.

Bu sadece âilede değil cemiyet içinde de bir salgın hastalığa dönüşmüş durumda. Öğretmenler öğrencilerin, öğrenciler öğretmenlerin, cemaat hocaların, hocalar cemaatin, komutanlar askerlerin, askerler komutanların, idareciler memurların, memurlar âmirlerin ne yapması, nasıl davranması gerektiğini çok iyi biliyor. Kendi işi olmayan alanlarda fikirler yürütüyor, yol gösteriyor, kararlar veriyor, verilmesini istiyor, elinde imkân varsa zorluyor, tehdit ediyor.

Yürütülen bu fikirlerin, dile getirilip kelimelere dökülenlerin hepsi yanlış değil. Çoğunun doğru olduğu bir gerçek. Bir hanımın kocasının üzerine düşenleri, yapması gerekenleri söylerken sözleri yabana atılmamalıdır. Aynı şekilde kocanın hanımı ve eviyle ilgili söyledikleri de… Bunların bir kısmı hissi veya imkana bağlı meseleler olsa da çoğu doğrudur, olması gerekenleri dile getirir. Çocuklarla ilgili olanlarda da, cemiyetin içinde dillendirilenlerde de nice doğrular vardır.

Ancak ortada çok ciddî bir yanlış vardır. Herkesin kendi üzerine düşenleri, yapması gerekenleri değil, karşı taraftaki insanların üzerine düşenleri ve yapması gerenleri bilmesi ve dillendirmesidir. Bu iddialaşma, karşılıklı suçlama ve niza getirir. Herkesin kendi üzerine düşeni idrak etmesi, yerine getirmek için çalışması ise huzur ve güven kaynağı olur, karşılıklı anlayışa kapı açar ve yardımlaşmaya zemin hazırlar.

Ev hanımın; "-Ben evin hanımıyım. Üzerime düşeni yapmalıyım. Kocam işten yorgun dönüyor. Onu güler yüzle karşılamalı, yemeğini hazırlamalıyım. Ona yorgunluğunu ve sıkıntılarını unutturmalıyım. Efendimiz(sav); “Sana kişinin koruyacağı en hayırlı hazineyi haber vereyim mi? Sâliha kadın. Baktığında gönlüne sürûr verir. Bir şey söylediğinde itaat eder, yerine getirir. Yanında olmadığın zaman, hem malını hem de iffetini korur." [2] buyuruyor. Ben saliha kadın olmalıyım.

Çocuklarım için de şefkatli, dirayetli ve becerikli bir anne olmalıyım… Evime, eşyamıza, kendime, çocuklarıma dikkat etmeliyim. Çocuklar için asıl mürebbî annedir. Onların ahlâkı, annenin ahlâkı ve davranışlarına bağlıdır. Yarınlar için güzel çocuklar yetiştireyim. Önce ben bana düşeni yapayım.

Kendi anneme babama, büyüklerime hürmet etmeliyim. Çocuklarım büyüklere hürmeti ve hizmeti benden görmeli. İbadet sevgisini benden almalı… Tutumlu davranışı, kanaatkârlığı bende görmeli. Çocuklar birinci derecede dili anneden öğrenirler. Onun için asıl dillerine "ana dili" denilir. O ana dilini öğrenirken benden duyduğu güzel kelimelerle öğrenmeli." demeli ve dediklerine uygun hareket etmelidir.

Evin erkeği de; "Hanımımın ve çocuklarımın yanına dönüyorum. Onları saadet, huzur ve güven hissettirmeliyim. Benim eve dönüşüm sevinç kaynağı olmalı. Evimin ihtiyaçlarını götürmeliyim. Eşime, çocuklarıma yakınlık göstermeli, onlarla güzel duygular paylaşmalıyım. Günün yorgunluğunu ve sıkıntılarını çocuklarıma taşımamalı, onlarla yorgunluklarımı, sıkıntılarımı yok etmeliyim.

Kâinâtın Efendisi; “Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan ve âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır..”[3] buyuruyor. Ben Rasûlullah ın ümmetindenim. Ona layık birisi olmalı, Rabbimin rızasını kazanmalıyım. Âileme, çocuklarıma, yakınlarıma örnek olmalıyım. Çocuklarım ve âilem benim davranışlarımla onur duymalı. Âilem önce benden sorulur. Onların güzel olmasını istiyorsam önce ben güzel olmalıyım. Kendim güzel ahlâklı, hayırlı bir insan olmadan bunları başkasından nasıl isteyebilirim? Büyüklere hürmette, küçüklere şefkatte güzellikler sergileyebilmeliyim. Çocuklarım bunu benden görmeli ve öğrenmeli. Benden kabalık, çatık kaş, acı söz duyarlarsa nasıl güler yüzlü, tatlı sözlü, güzel ahlâklı insanlar olurlar?

Onlara helal rızk temin etmeliyim. Bu benim görevimdir. Onları kimseye muhtaç etmemeliyim. Yuvama haram sokmamalıyım, Bu yuvamı bereketlendirecek, bana ecir kazandıracaktır," demelidir.

Ve daha nice doğrular sıralanabilir. Bunlar hep bildiğimiz şeylerdir. Sadece bildiğimiz şeyler olmamalı, aynı zamanda paylaştığımız ve yaşadığımız şeyler de olmalıdır.

Bu sözlerin benzerlerini çocuklar için de düşününüz. Hayatın diğer dallarında da.

Her ferd kendi sorumluluğunu bildiğinde ve yerine getirmek için gayret ettiğinde yuvalara huzur ve saadet gelecek, yuvalarda canlanan saadet cemiyete aksedecektir.

Küçük hatalar yapıldığında, yerli yerinde ve iyi üslupla yapılacak ikazlar veya ikaz edici örnek davranışlar hemen karşılık bulacak, âile de birbirini affetmenin, hoş görmenin gönle verdiği sıcaklığı hissedecektir.

Hayat merdivenlerini tırmanırken her ferdin kendi mesuliyetini bilmesi ve yerine getirmesi güzel olduğu gibi, henüz basamakların başlarında olan çocuklara uygun şartlarda iş ve sorumluluk vermek, onları yerine getirmelerini beklemek, bu konuda onlara güvenmek, onların fikir ve zekâ olarak gelişmesine ve olgunlaşmasına yardımcıdır. Bu yardım zannedildiğinden daha tesirli, daha öğretici ve eğiticidir.

Bilgiler sadece öğretim yoluyla elde edilmezler. Eğitim ve öğretim yoluyla elde edilen bilgiler her ne kadar daha hızlı ve programlı ise de hayat tecrübelerinin öğrettiği bilgiler daha sağlam ve kalıcıdır. Sorumluluk üstlenmesi ise çocuğa ayrı bir güven ve tecrübe verir. Yerine ve zamanına göre bunların hepsine ihtiyaç vardır.

Bilindiği gibi Allah Rasûlü(sav) henüz 19 yaşlarında olan Üsâme yi devrine göre oldukça büyük bir ordunun başına vermiş, Bizans hudut boylarına göndermek için hazırlık yapmıştı. Ordu Medîne den ayrılmış, hazırlıkları gözden geçirmek ve eksiklerini tamamlamak için Medîne dışına çıkmış ve orada karargâh kurmuştu. Allah Rasûlü nün hastalanmasıyla karargâh kurduğu yerden ayrılamamış, Allah Rasûlü nün vefatından sonra Ebu Bekir(ra) tarafından yolaçıkarılmıştı. Üsâme(ra) üstlendiği vazifeleri hakkıyla yerine getirerek Medîne ye dönmüş, herkesi sevince boğmuştu.

Allah Rasûlü nün henüz gençliğinin baharında sayılan ve şüphesiz hayat tecrübesi az olan Üsâme yi komutan tayin etmesinin, üzerinde çok ciddî olarak düşünülmelidir.

Bu ağır mesûliyet verilişine Üsâme(ra) açısından bakıldığında görülecektir ki, böyle bir seferin ona kazandırdığı bilgi ve tecrübe, ilmî seviyesi son derece iyi ve donanımı fevkalâde bir üniversitenin kazandıracağı bilgi ve tecrübeden çok daha fazladır. Unutulmayacak bilgi ve tecrübelerdir.

Başkasının sorumluluğu altında iş yapan veya yardımcı olarak işe katılanlar ile asıl sorumluluğu üstlenen ve netîcede aynı işi yapanlar arasında da çok ciddî farklar vardır.

Bu konuyla ilgili bir hatıra daha paylaşıyoruz. Çocukluk çağlarındaki bir görevlendirmeyi Enes(ra) anlatıyor:

"Rasûlullah(sav), bir kadınla düğün yapıyordu. Beni gönderdi, insanları yemeğe ben davet ettim." [4]

Enes’in(ra) adını vermediği Zeyneb Bint Cahş(ra) Vâlidemizdir. Enes in sahabeleri yemeğe davet için görevlendirilişi onun düğününde olmuştur.

Enes in(ra) bu görevlendirmeyi bir iftihar vesilesi olarak aktarışı, onun böyle bir sorumluluğu o çağlarda üstlenmekten ve kendisinden isteneni yerine getirmekten ne derece mutluluk duyduğunu bizlere hissettirmeye yetiyor.

Çocuklar, küçük yaşlardan itibaren, yaşlarına uygun küçük sorumluluklar verilerek yetiştirilmeli, gerektiğinde uzaktan takip edilerek üstlendiği vazifeyi başarması için önüne çıkan engeller ortadan kaldırılmalı veya kendisine yol gösterilmelidir.

Verilen işte ona güvenilmeli ve bu güven kendisine hissettirilmelidir. Büyükleri tarafından kendisine güven duyulması, hem onun başarısına tesir edecek, hem de özgüveninin artmasına, kendisine güveni olduğu için de girişken olmasına vesile olacaktır. Bu da yeni başarıların elde edilmesini sağlayacaktır.

Henüz yeni yürüyen bir çocuğun eline bir şey verip; "Hadi bunu anneye götür!" veya "babaya, amcaya, ablaya götür, ver!" denilince, çocuk da denileni yapıp alıp götürünce, başardığı bu işle ne kadar mutlu olduğuna dikkat ediniz. Bakkala, simitçiye parayı onun vermesi küçük dünyasına sevinç katacaktır.

Kuzuyu ağıla onun katması, avucundan ona tuz yalatması, mutfaktan bardağı düşürmeden getirmesi, biraz büyüyünce küçük kardeşini kucaklayabilmesi, sallayarak uyutabilmesi, sobayı tutuşturabilmesi, kırdan papatya toplayıp ondan kolye yapabilmesi, evde pişirilen çöreğin komşu ve dostlara onun tarafından dağıtılması hep böyledir.

Bir çocuğun büyüklerin yapabildiği bir işi başarması, bir konuda sorumluluk alması da bunun gibidir. Aldığı sorumluluk onu olgunlaştırır, ulaştığı başarı sevindirir ve kendisine hayat boyu kullanabileceği bir tecrübe kazandırır.

Yaş büyüdükçe çocuğa verilen sorumluluk da büyümeli, çocuk verilen sorumlulukların da giderek büyüdüğünü anlamalı, böylece kendisine güvenildiğini, yükseldiğini hissetmelidir.

Çocuklarımıza duyduğumuz güvensizliğin, "o henüz çocuk, böyle bir işin altından kalkamaz," anlayışının ve bu duygularla çocuklara sorumluluk verilmeyişinin çocuklarımızın çekingen yetişmesine sebep olduğu bir gerçektir ve ne yazık ki bizim çocuklarımız, ortalama olarak birçok ülkenin çocuklarından daha çekingendir. Çekingenlik ile hayâ veya hürmet duygusu da birbirine karıştırılmamalıdır.

Ayrıca çocuk, hep korunulan, hep kendisine hizmet edilen, her ihtiyacı olduğunda yanına koşulan, her istediğini, ağlayıp sızlayarak başkalarına yaptıran biri olmaktan da kurtarılır. Bir çok şeyi kendi kendisine başarmanın mümkün olduğunu görür, hazzını duyar. Çocuk her düştüğünde yanına koşulmamalı, senden yardım isteyen, gelmen için dönüp sana bakan gözlerine bakarak; “- Haydi, hop de kalk yavrum! Sen aslan gibi kalkarsın!” demek ve kendi kendine kalkmasını beklemek daha doğrudur. Ancak tehlikeli düşüşlerde yanına koşulmalı, kendisiyle ilgilenilmelidir. Hayatın, düşe kalka devam ettiği, bütün bunların üstesinden gelebileceği ona öğretilmelidir. O, şefkate de muhtaçtır, kendisine güvenilmesine de.

Her çareyi, derdine her devayı anneden, babadan, büyüklerden bekleyen çocuklar görür olduk. Canının sıkıntısına, havanın sıcaklığına, yağmurun yağışına, yolun uzunluğuna, arabanın sıkıcılığına bile annesinin çare bulmasını isteyenlere şahid olduk… Bu tür istekleri bile yerine getirebilmek çırpınan anne, babaları da… Böyle anne ve babaların kendilerine eziyet etmelerinin yanında her dediğine koştukları çocuklarına da iyilik etmedikleri, hatta kötülük ettikleri ortadadır. Çocuk kendi kendisine yetmesini öğrenmeli, yardım istediğinde, gerçekten yardıma ihtiyacının olduğu bilinmelidir.

Belli bir yaştan sonra ufak işlerde anne ve babasına, evin ihtiyaçlarına, kendisinden küçük kardeşlerine yardım edebilmeli ve hem kendine güveni, hem mes’ûliyet duygusu, hem de kabiliyetleri artmalıdır. Böylece kendisine yönelen sevgi de artacak, ev bütünlüğünde güzel bir yeri olacaktır. Bu yetişme tarzının hayat boyu faydasını görecektir.

Asr-ı Saadette mes’ûliyet üstlenme ve onu yerine getirme ile ilgili, en fazla yâd edilmeyi hak eden çocuklardan biri şüphesiz Hz. Ebubekir in oğlu Abdullah(ra) tır.

Abdullah(ra) hicret sırasında henüz çocuk denecek yaşlardadır. Onun hicret sırasında üstlendiği sorumluluk, hakkıyla yerine getirdiği görev hepimizin hayranlık duyacağı, her çocuğun örnek alması ve unutmaması gereken güzellikte ve değerdedir.

Rasûlullah(sav) Efendimiz ve Ebubekir(ra) müşrikleri hem yanıltmak hem de ilk hızlarını kesmek için aksi istikamete yönelmişler ve gelerek Sevr Dağı nın zirvesinde bulunan mağaraya saklanmışlardı. Abdullah onların saklandığı yeri biliyordu. Yaşının küçüklüğünden de istifade ederek dikkatleri çekmeden Mekke’de dolaşıyor; her toplantıyı, her konuşmayı takip ediyor; ekipler ve çıkarıldıkları güzergahlar hakkında bilgiler topluyor, neler düşünüldüğü, neler planlandığı konusunda elde ettiği bilgileri, Allah Rasûlü ne(sav) ulaştırıyordu.[5] Gecenin karanlığından istifade ederek Mekke ile Sevr arasındaki yamaçları, tepeleri aşıp kimseye görünmeden dağa tırmanıyordu.

Onun bu unutulmaz hizmeti, gayret ve cesareti mağarada kalınan üç gün devam etmiştir. Geceleri bir süre mağarada dinlendiğini biliyoruz. Bunun dışında ne zaman dinlendiği, ne zaman karnını doyurduğu, buna nasıl fırsat bulduğu konusunda fazla bilgimiz yok. Ancak bu küçük yiğidin yaptığı, başardığı unutulmayacak güzelliktedir ve yâd edilmelidir.

Üçüncü gece, bu küçük yiğit mağaraya yine gelmiş, müşriklerin artık ümitsizliğe kapıldıklarını, takibe çıkanların eli boş ve yorgun döndüklerini, arama hızlarının kesildiğini, Allah Rasûlü ne(sav) haber vermişti. Onun getirdiği bu haber üzerine Rasûlullah(sav) Efendimiz yol rehberleri Abdullah İbn Uraykıt a gelmesi için haber göndermiştir. Yol rehberine haberi de yine bu küçük delikanlı götürmüştür. Hicret yolculuğu böyle başlamıştı.

Abdullah(ra) o günlerde çocuk denecek yaştaydı ama gerçekleştirdiği iş çok büyüktü. Onun böyle bir kıvrak zekaya sahip oluşu, yorulmadan, çekinmeden azimle görevine devam etmesi, gecenin karanlığında korkmadan, ürkmeden tepeler aşıp her gün Sevr e çıkması, unutulmaması, gıpta edilmesi gereken bir hizmettir.[6]

Sabrı, sebatı, dayanıklılığı, cesâreti Allah Rasûlü nün ona duyduğu güven ayrı ayrı üzerinde düşünülmesi gereken hasletlerdendir.

Abdullah ve inandığı dâvâ için yaptıkları, çocuklarımız için gerçekten güzel bir örnek, çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiğine dair İslam tarihinde yer almış güzel bir ibret levhasıdır.[7]

Küçük Abdullah ı hayırla yâd ediyoruz.

Çocuklarımıza yaş ve durumlarına uygun olarak mesuliyet vermekten ne murad ettiğimizin de anlaşılacağını ümit ediyoruz.


__________________________________________________ ____


[1] Sahîh-i Buhârî, Ahkâm (20/ 108) Sahîh-i Müslim, İmâra (3/ 1459).
[2] Sünen-i Ebî Davûd, Zekât (2/ 306) El-Müstedrek, Hâkim (1/ 409-410) Hâkim, sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de onu tasdik etmiştir.
[3] Sünen-i Tirmizî, İman (1/ 9), Radâ’ (3/ 466). Tirmizî hadis için; “Hasen ve sahih” demiştir.
[4] Sahih-i Buhârî, Nikah (16/ 351), Sünen-i Tirmizî, Tefsîr (5/ 351).
[5] El-Bidâye ve n-Nihâye (3/ 182), Sahih-i Buhârî, Fedâil (14/ 26-27)
[6] Sahih-i Buhârî, Fedâil (16/ 26-27).
[7] Abdullah İbn Ebu Bekr in(ra) hayatı hakkında bilgi için bak: Üsdü’l-Ğâbe (3/ 299-300), El-İsâbe, İbn Hacer (2/ 283)


Alıntı ile Cevapla
Alt 10 Temmuz 2012, 00:04   Mesaj No:7
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

26. Nasihat

Anne ve babanız için hayırlı evlâd olunuz, çocuklarınıza da güzel örnek


Abdullah İbn Mes ûd(ra) anlatıyor: Allah Rasûlü ne(sav); "Amellerin hangisi Allahu Teâlâ ya daha sevimlidir?" diye sordum. "Vaktinde kılınan namaz" diye cevap verdiler. "Sonra hangisi?" dedim. "Anne, babaya iyilik. Onlara hayırlı evlad olmak," dediler. "Daha sonra hangisi?" dedim. "Allah yolunda cihad," buyurdular.[1]

Bizi en güzel şekilde yaratan ve sayısız nimetlerle donatan Rabbimiz, kendisine şükür ile anne ve babamıza şükran duyguları taşımamızı Zikr-i Hakîm de yan yana zikrediyor ve şöyle buyuruyor.

“Biz insana anne-babasını vasiyet etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. İki yıl içinde de sütten ayrılmıştır. Bunun içindir ki; bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Şüphesiz dönüş banadır.” (Lokman Sûresi – 31/ 14)

Anne ve babanızın sizin büyümeniz, yetişmeniz ve hayata sağlam adımlarla basmanız için dünyaya ilk geldiğiniz günlerden itibaren neler yaptığını, nelere katlandığını, sizin için ne ümitler besleyip ne hayaller kurduğunu yeniden gözden geçiriniz. Geçip giden anları yeniden yaşayınız. Onların üzerinizdeki haklarını düşününüz. Sizin çocuklarınız için yaptıklarınızı ve onlardan beklediklerinizi de düşününüz. Bütün bunlardan sonra anne ve babanıza nasıl davranacağınıza karar veriniz.

Bu kararı verirken günün birinde kendi çocuklarınızın da size nasıl davranmasını istediğinize de karar verdiğinizi unutmayınız.

Sonra Zikr-i Hakîm e kulak veriniz: "Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana ve babanıza da iyi davranmanızı emretti, böyle hükmetti. Onlardan biri yada her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa, sakın onlara “öf!” bile deme! Onları azarlama, onlara karşı daima güzel sözler kullan.

Onların üzerine rahmet ve şefkatle koruyu kanatlarını indir ve “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirip büyütmüşlerse, sen de onlara öylece rahmet et!” diye dua et.” (İsrâ Sûresi 17 / 23-24)

Mü minler yaşça büyük olan insanlara hürmet göstermelidirler. Bu Allah Rasûlü nün irşadıdır, buyruğudur. Büyükler, anne veya baba olduğunda elbette hürmet ve yakınlık görmeye çok daha hak sahibidirler.

Anne ve babanıza gösterdiğiniz hürmette de çocuklarınıza örnek olunuz. Onlar sizde görsün hürmet duygularının ifadesini, yakınlığın davranışlara aksedişini. Bu duygularla filizlensin gönülleri.

Hz. Ömer in oğlu Abdullah ın(ra) şu davranışına dikkat ediniz. Abdullah İbn Dînar anlatıyor: "İbn Ömer Mekke için yola çıkmıştı. Deveye uzun süre binmenin getirdiği bıkkınlığı atlatmak, biraz rahatlamak için devesinden inerek bindiği bir merkebi vardı. Başına bağladığı bir de sarığı.

Bir gün bu merkebin sırtında ilerliyordu. Sahralarda göçebe yaşayan bir adam yanlarından geçiyordu. Ona; –Sen Fülanın oğlu Fülan değil misin? diye sordu. Adam; – Evet, oyum, diye cevap verdi. Abdullah(ra) cevabı duyunca merkebini ona verdi. -Buna bin! dedi.

Sarığını da ona uzattı. -Bunu da başına sar.

Adam uzaklaşıp gidince yanında bulunanlar dayanamadı: -Allah seni affetsin! Merkebini bir bedevîye verdin. Üzerine binip biraz rahatlıyordun. Başına sardığın sarığı da verdin.

Bir başka rivayette şu ek yer alır: Bunlar göçebe yaşayan insanlar. Az bir şey bile onları sevindirmeye yeterdi.

Abdullah İbn Ömer in onların bu sözlerine verdiği cevap ince bir duyguyu ve edeb anlayışını bizlere aktarıyordu:

Ben Allah Rasûlü nü(sav) şöyle buyururken duydum: "İyiliklerin en güzellerinden biri de bir insanın babasının arkasındandan onun dostuna yaptığı iyilik, gösterdiği yakınlık, sıcaklıktır, baba dostuyla bağlarını korumasıdır."

Bu insanın babası, babam Ömer in dostuydu. [2]

Baba dostuna sevgi ve hürmet, şüphesiz ondan önce babaya duyulan sevgi ve hürmettir. Bu davranış ne kadar ince ve duygu yüklü bir davranıştır. Hz. Ömer hayatta olsaydı, dostu olan bir insanın çocuğuna, kendisine dost olduğu için böyle davranıldığını öğrenseydi neler hissederdi, dersiniz. Oğlu Abdullah için gönlünde nasıl bir duygu canlanır, dudaklarından nasıl duâlar dökülürdü.

Bazı davranışlar daha da ince bir mânâ taşırlar. Anlatacaklarını kendi üsluplarıyla anlatırlar. Çok söze ihtiyaç bırakmazlar.
_________________________________________

[1] Sahih-i Buhârî, Mevâkîtü s-Salât (4/ 154-155), Sahih-i Müslim, İman (1/ 89).
[2] Sahih-i Müslim, Biir ve Sıla (4/ 1979).










27.Nasihat

Akrabalarınızla bağlarınızı koruyunuz.

Enes İbn Malik in(ra) rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü(sav) şöyle buyurur: "Kim rızkının bollaşmasını, ömrünün uzamasını arzu ediyorsa akrabalık bağlarını koruyup gözetsin." [1]

Bizleri belli bir nesep bağı ve silsilesi çerçevesinde yaratan Rabbimiz; “Onun adını anarak birbirinizden isteklerde bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve sıla-i rahime riâyetsizlikten (akrabalık bağlarını zarar verecek davranışlardan) sakının. Şüphesiz Allah sizi daima murakabe edendir,”(Nisâ, 4/ 1)buyurur.

Şer -i Şerifin korunmasını, ısrarla üzerinde titrenilmesini emrettiği sıla-i rahim, akraba ve yakınlarla bağların korunmasıdır.

Günümüzde sıla-i rahim denilince daha çok farklı şehirlerde oturan insanların kendi köylerini, kasabalarını ziyaret etmeleri, orada bulunan anne-baba ve akrabasının yanına varma, gönüllerini alma anlaşılır oldu. Bu ziyaretlerin akrabalık bağlarını canlı tutma ve koruma konusunda güzel bir davranış olduğunda şüphe yoktur. Ancak sıla-i rahim ile kastedilenin bütünü bu değildir.

Sıla-i rahim, akrabalarla sıcak bağların kurulması ve korunmasıdır. İhtiyaçları olduğunda yanlarında yer almak, sıkıntılarını, acılarını, coşkularını, sevinçlerini paylaşmak, maddî, manevî iyiliklerini istemek ve bunun için çalışmaktır. Büyüklerine hürmet göstermek, küçüklerinin yetişmesi için gayret etmektir. Onlarla ziyaretleşmek, hediyeleşmek, haberleşmek, düğünlerinde, derneklerinde hazır bulunmak, onlarla aynı duyguların paylaşıldığını kendilerine hissettirmek, çocukların birbirlerini yakından tanımalarına ve kaynaşmalarına imkan hazırlamaktır.

Günümüzde şehir hayatı bizleri kalabalıkların içinde yalnızlığa itiyor. Binlerce insanla yaşıyoruz. Kendimizi onlardan uzak hissediyoruz. Otobüslerde, vapurlarda, trenlerde yolculuklar yapıyor yanımızda oturanlarla tek kelime bile konuşmadan inip kendi yolumuza gidebiliyoruz. Akan veya kaynaşan kalabalık bizim için çok mânâ ifade etmiyor… Biz hayal dünyalarımıza dalarak onların arasında yaşıyor, kendi dertlerimiz, sıkıntılarımız veya sevincimizi içimizde hapsediyoruz. Birçoğumuz her gün aynı kapıdan girip çıksa da, aynı asansöre binse de kendi binalarında oturan insanları, komşularını bile tanımıyor.

Biz yalnızız ve bu yalnızlığı giderek daha fazla kabulleniyoruz.

Sıla-i rahim, yalnızlıktan kurtulmanın, çevremizdeki insanlardan bir parça olduğumuz şuurunu yeniden canlandırmanın, yakınlarımızla bütünleşmenin, hafızalarımızın derinliklerinde kalan hatıraları yeniden yaşamanın adıdır.

Ayrıca çocukların diğer yakınlarını tanımaları, onlara kan bağlarının ne kadar güçlü olduğu konusunda bilgi verecek, kalplerinde güven duygularının kök salmasına vesile olacaktır. İç dünyalarına garip bir mutluluk hissi yayılacaktır. Amcaların, dayıların, teyzelerin, halaların, onların çocuklarının varlığını bilmek, onlarla karşılaşmak, onlar tarafından sevgiyle karşılanmak ve kucaklanmak elbette güzeldir. Akrabanın evlerinin, yerlerinin bilinmesi, kendileri için kapılarının açılması karşılıklı sevinç ifadeleri elbette ki kalplerde yer bulacaktır.

Akraba ile yardımlaşma ve dayanışma, bir çok zorluğun kolaylıkla aşılmasını, bir çok sıkıntının silinip yok edilmesini sağlayacaktır. Yaşanan Marmara Depreminde akraba olanların birbirlerini kurtarmak, birbirlerine yardım etmek için çırpınışlarını, maddî, manevî yarlarını sarmak için gayretlerini unutmayınız. Gözler önüne serilen bir çok ibret sahnelerini görmemezlikten gelmeyiniz.

Yardım için önce akrabanın seçilmesinin doğru olduğu gibi, davete de ilk olarak yakınlardan başlanılması doğru olandır.

Bunun için Rabbimiz, Rasûlü ne; "Yakın akrabanı hakka uyandır, onlara hak yolu tebliğ et. Sana inanan ve tabî olan mü minlere şefkat kanatlarını indir," (Şuarâ 26/ 214-215) buyuruyor. Artık açık davet yapılmasını ve davete Allah Rasûlü nün kendi yakınlarından başlamasını emrediyordu.

Alacakları tavır ne olursa olsun doğru olan yakınlardan başlanılması ve giderek halkanın genişletilmesiydi. Bazen çok uzakların yakınlara geldiği ve en yakın akrabadan daha yakın olduğu da, insanın gönlünde farklı bir yer edindiği de bir gerçektir. Ancak hayra davet, yardımlaşmak ve dayanışmak için akrabadan başlanılması daima doğru olandır…

Sıla-i rahim, Allah ın korunmasını emrettiği bağlardandır[2] .
_____________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Edeb ( 18/ 127, 128), Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 1982).
[2] Bak: Ra d Sûresi(13), Âyet: 21, Nisâ Sûresi(4), Âyet: 1, 36.








28. Nasihat

Çocuklarınıza şahsiyetli olmayı, başka zihniyetleri taklit etmemeyi, olduğu gibi görünmeyi öğretiniz.


Efendimizin gönül burucu bir haber üslubuyla bizleri ikaz ettiği şu hadis-i şerife iyi dikkat ediniz:

"Gün gelecek sizden öncekilerin yolunu karış karış, adım adım takip edeceksiniz. Öyle ki onlar keler deliğine girmeye kalkışsalar siz de tereddütsüz peşlerinden girmeye kalkışacaksınız."

Allah Rasûlü nden bu sözleri duyan sahabeler diyorlar ki; "Ya Rasûlallah! Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?" diye sorduk; Rasûlullah(sav); "Ya kim olacaklardı?" buyurdu. [1]

Burada "keler" diye tercüme etmek zorunda kaldığımız hayvan dış görünüşü itibariyle kelere, yani kertenkeleye benzeyen fakat ondan kat kat büyük olan ve "dabb" diye anılan bir hayvandır. Ancak mühim olan hayvanın büyüklüğü veya küçüklüğü değil taklidin ne derece olduğudur.

Hadiste yer alan "keler deliğine girmeye kalkışsalar, siz de tereddütsüz peşlerinden girmeye kalkışacaksınız" ifadesinde mübâlağa olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte içine düşülen taklitçiliğin ne derece körü körüne olduğunu vurguladığını da hissediyoruz. Ne yazık ki günümüzde örneklerini de fazlasıyla görüyoruz.

Rasûlullah(sav) Efendimiz, başka zihniyetleri, başka inançları ifade eden kıyafetleri, davranışları, bayramları, merasimleri, saç şekillerini, adetleri hoş görmemiş, uzak durmuş ve uzak durulmasını istemiştir. Onlara özenti duyulmasına razı olmamıştır.

Rasûlulah ın gayr-i müslimlere benzemekten sakınılmasını istediği hadislerin en kısa, öz ve geniş manalı olan herhalde şu hadis olsa gerektir:

"Kim kendisini bir kavme benzetirse o kişi onlardandır." [2]

Allah Rasûlü nün bu ikazları ve irşadı ile bu gün içinde bulunduğumuz durum ve sergilediğimiz tavırlar üzerinde uzun uzun durup düşünmek zorundayız. Yolumuz, yönümüz ne tarafa doğru? Bunun muhasebesini yapmalıyız.

Hak yolun yolcusu, İslâm şuurunun azimli taşıyıcıları olan kardeşlerimiz de çocuklarının kıyafetlerinde, saç tıraşlarında, söz ve davranışlarında, düşünüş, değerlendiriş üsluplarında, ölçü kabul ettikleri temel değerlerde bu inceliğe dikkat etmek, bu konuda titizlik göstermek zorundadırlar. Hepimiz kör bir özenme ve taklid anlayışından uzak durmak, değerlerimizi korumak, çocuklarımızı da uzak tutmak ve değerlerimizle yetiştirmek mecburiyetindeyiz.

Allah Rasûlü nün terbiyesi altında yetişen aziz bir sahabenin davranışına ve sözlerine dikkat edioruz: Haccac İbn Hassan, ablası Muğayra’dan kendisiyle ilgili olarak duyduğu şu hadiseyi bizlere naklediyor. Muğayra anlatıyor:

"Enes İbn Mâlik’in yanına girdik. Sen o günlerde çocuktun. Sağlı sollu sarkan iki perçemin vardı. Senin başını okşadı ve sana bereket için duâ etti. “Bu perçemleri kesin,” dedi. “Bunlar Yahudîlerin bıraktıkları perçemdir.” [3]

Buradaki "perçem" kelimesi belki de "zülüf" olarak tercüme dilmeliydi. Çünkü perçem daha ziyade alın üzerinden sarkan saçların adıdır. Zülüf ise kulak yanlarında aşağı sarkan ve perçeme göre daha uzun olan saçlardır. Küçük Haccac ın sarkan saçlarının da böyle olduğunu anlıyoruz. Yahudîlerin inançları gereği zülüf sarkıtışları da bu şekildedir. Enes in(ra) ikazı da bu yüzden, yani yandan sarkan saçlarının Yahudi zülüflerine benzeyişindendir.

Ancak zülüf bizim dilimizde ve edebî anlayışımızda daha çok kızların, kadınların alından ve kulak yanlarından sarkan saçları için kullanılır ve medih ifadelerinde yer alır. Dolayısıyla erkeklerin sarkan saçları, esasen zülüfe benzese de perçem diye tercüme edilmesinde bir mahzur olmasa gerektir. Ancak ne şekilde sarktığı izah edilmelidir. Çünkü dünyada estirilen nice moda rüzgârlarının Yahudîler tarafından estirildiği, kendi değerlerini kaybetmiş, heva ve hevesinin, meşrû veya gayr-i meşrû dünya zevklerinin peşine düşmüş, kendi inancını, asıl değerlerini Hıristiyan Dünyayı da istediği istikamete rahatça sürüklediği gözler önündedir. Ne yazık ki aynı çılgın akıştan İslâm Dünyasının da kendisini kurtaramadığı bir gerçektir.

Çok acı bir hüküm olduğuna inanmakla birlikte diyarımızda yaşadığımız bir gerçek daha vardır: İman bağı, ülkemiz insanının iman bağından çok daha zayıf insanların yaşadığı nice ülkeler vardır. Ancak içinde kendi imanına düşman olan ve bunu her fırsatta dışa aksettiren insanların yaşadığı nadir ülke vardır… Bu, ayrıca üzerinde durulması ve incelenmesi gereken bir konudur.

Siyonistlerin tesiriyle esen moda rüzgârlarının içinde onlara ait bir çok izlerin olduğu da dikkatli bakan gözler tarafından görülecektir. Kendi zihniyetlerinin, değerlerinin yayılması, beyinlerde yer etmesi, şuur altına yerleşmesi için çok ustaca tanıtma ve özendirme çalışmaları yaptıkları da kaydedilmesi gereken bir başka gerçektir.

Bu açıdan bakarak yılbaşı ve nevruz kutlamalarını, anne, baba, sevgili günlerini iyi değerlendiriniz. Nasıl bir inancın veya zihniyetin izlerini taşıdıklarına da dikkat ediniz.

Bir milletin kendi değerlerine sahip çıkması, akıntılara kapılarak sürüklenmemesi, esen rüzgârlarla sağa sola savrulmaması o milletin temel yapısının ve kendilerine güveninin sağlamlığını ve fertlerinin şahsiyetlerinin güçlülüğünü ve olgunluğunu gösterir.

Biz hayatın mânâsına inanan, hedefi ve gayesi olan bir milletiz. Çocuklarımızı ve gençlerimizi son hedefine ulaşacak şuurda, dirayette, azim ve cesarette, güç ve kuvvette, sabır ve ****nette yetiştirmek zorundayız.

Onları şuurlu ve sıhhatli yetiştirmek istiyorsak kendimiz onlardan önce hakka doğru yol alan bir mü minin şuur ve azmini taşımalıyız. Anne ve baba olarak çocukların temel yapısının âile yuvasında oluştuğunu asla unutmamalıyız.

_______________________________

[1] Sahih-i Buharî, İ tisam ve Enbiya (20/ 234), Sahih-i Müslim, İlim (4/ 2054).
[2] Sünen-i Ebu Davud, Libas (4/ 314)
[3] Sünen-i Ebu Davud, Tereccül (4/ 412)







29. Nasihat

Âilenize ve çocuklarınıza zaman ayırınız.


İmam Buhârî nin naklettiği bir hadise kulak veriyoruz. Ebu Cuhayfe Vehb İbn Abdullah(ra) anlatıyor:

Allah Rasûlü(sav) Selmâ-ı Farisî ile Ebu d-Derdâ yı kardeş yapmıştı. Sonraki günlerde Selmân, Ebu d-Derdâ yı ziyaret etti. Selman, evlerinin bahçesinde Ümmü d-Derdâ yı gördü; elbiseleri eskiydi. Neden bu durumda olduğunu sordu; "Kardeşin Ebu d-Derdâ nın dünya ile ilgisi, dünyalığa ihtiyaç duyduğu yok artık," diye cevap verdi. Selmân (ra) onun ne demek istediğini anlamıştı.

Kardeşi Ebu d-Derdâ yanına girdi. Kardeşi onu karşıladı, vakti gelince hazırlanan yemeği ona sundu; "Buyur ye, ben oruçluyum," dedi. Selmân(ra) onun bu sözlerine; "Sen yemedikçe ben de yemem" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu d-Derdâ(ra) da onunla birlikte yemek yedi.

Gece olmuştu. Ebu d-Derdâ gece namazı için hazırlandı. Selmân(ra) ona; "Yat uyu!" dedi. Ebu d-Derdâ(ra) yatıp uyudu. Daha sonra yine kalkıp namaz kılmak istedi. Selmân (ra) yine; "Uyu!" dedi.

Gecenin son dilimi kalmıştı. Selman(ra) Ebu d-Derdâ ya; "Şimdi kalk" dedi. Birlikte namaz kıldılar. Namazın arkasından Selmân(ra) kardeşi Ebu d-Derdâ ya(ra) şöyle diyordu:

"Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Kendi bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Âilenin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkı olanı ver."

Ebu d-Derdâ(ra) Rasûlullah(sav) Efendimizin yanına gelerek ona Selmân(ra) ile yaşadıklarını ve söylediği sözü anlattı. Efendimiz; "Selmân doğru söyledi," buyurarak Selmân ı tasdik etti. [1]

Olması gereken her hak sahibine hakkının verilmesiydi. Kişi Rabbini de unutmamalı ona olan kulluk borçlarını yerine getirmeli, kendi sıhhatini, istirahatını, bedenî ihtiyaçlarını ve âilesini, âilesinin ihtiyaçlarını ihmal etmemeli, bu ihtiyaçlara göre zamanını tanzim ve tertip etmelidir.

Nitekim Allah Rasûlü nün(sav) çok oruç tutan ve çok ibadet eden, kendi sıhhatine ve âilesine yeterli vakit ayırmayan Abdullah İbn Amr İbn Âs a(ra) tavsiyesinde de bu dengenin vurgulandığını görüyoruz:

"Hanımının senin üzerinde hakkı vardır, seni ziyaret eden misafirinin senin üzerinde hakkı vardır, bedeninin senin üzerinde hakkı vardır." [2]

Hatta hadisin Sahih-i Buhârî de yer alan rivayetinde "Gözlerinin senin üzerinde hakkı vardır," [3]

Sahih-i Müslim de yer alan bir rivayetinde de; "Çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır" [4] ekleri yer alır.

Bu gün durduğumuz noktada Allah Rasûlü nün bu irşadı üzerinde gerçekten derin derin düşünülmeli, durumumuz muhasebeden geçirilmelidir. Bilinmelidir ki, kişinin âilesine sunacağı hizmet ayrı bir ecir kaynağıdır.

Bu ihtiyaç, sadece nafaka ihtiyacı değildir. Belki nafaka temini kadar onlarla beraber olmaktan huzur ve saadet duyduğunu hissettirme de değer taşır. Arzu edilen sadece âile reisinin ilgisi de değildir. Âile içinde yer alan her fert âilenin diğer fertlerinin ilgisine muhtaçtır. Dolayısıyla anneler ve babalar kendilerine, yuvalarına ve çocuklarına zaman ayırmalı, belli bir zaman diliminde birbirleriyle ilgilenmeli, ailece bir arada bulunmalıdırlar. Hayat akışı, dünyalık ve iş kaygısı bizi yuvamızdan koparmamalıdır. Zaman bulamıyorum cümlesi bir mazeret değildir. Hayat akışı zaman bulmaya göre tanzim ve tertip edilmelidir. Zaman bulamama bir kusurdur; kusurların mazeret olarak gösterilmesi ise ikinci bir kusurdur.

Allah Rasûlü nün(sav) içinde bulunduğu durumu, şartları düşününüz. Çekilen acı ve sıkıntıları, yapılan savaşları, kaybedilen insanları düşününüz. Onun sadece kendi ve yakınlarıyla değil bütün mü minlerle ilgilenmek zorunda olduğunu, tebliğ vazifesini, hakkı yeryüzünde hâkim kılma mücadelesini ve bütün bunları içine sığdırdığı yılları göz önüne getiriniz.

Ve Rabbimizin ona hitabına dikkat ediniz:

"Ey Nebî! Biz seni bütün ümmetlere ve peyamberlere bir şahid, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik.

Allah ın izniyle Allah yoluna bir davetçi, nur saçan bir ışık kaynağı olarak…

Mü minlere, Allah tan kendilerine büyük bir lütuf bahşedileceğini müjdele.

Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine de aldırma. Allah a güven, Allah a dayan. Vekil ve destek olarak Allah sana yeter." (Ahzâb Sûresi -33 Âyet 45-48)

Bu kadar ağır bir mesuliyetin içinde Allah Rasûlü nün âilesine, çocuklarına, torunlarına zaman ayırışı üzerinde derin derin düşününüz. İnsanın arzu edince ve hayatını tanzim edince zaman bulacağında şüphe yoktur.

Şimdi Ebu Hureyre yi(ra)dinliyoruz:

“Gündüzün bir saatinde Rasûlulllah’ın(sav) peşinden dışarı çıktım. Arkasından yürüyordum. O da sessiz, ben de sessizdim. Birbirimizle konuşmadan ilerliyorduk. Benî Kaynuka Pazarı’na kadar böyle geldik. Sonra Rasûlullah(sav) buradan ayrılarak Hz. Fatıma’nın evine vardı.

“Ufaklık orada mı!? Ufaklık orada mı!?” diye seslendi.

Hasan’ı kastediyordu. Kanaatimiz o ki, annesi onu yıkıyor, boynuna kokulu çiçeklerden bir gerdanlık takıyordu. Çok geçmedi, küçük Hasan koşarak geldi. Rasûlullah ona, o da Rasûlullah’a sarıldı. Rasûlullah(sav) Efendimiz onun için; “Allahım! Ben onu seviyorum, sen de sev. Onu seveni de sev!” diyerek duâ etti.[5]

Fatıma(ra) ile Hz. Ali’nin evlerinin, Âişe Vâlidemiz ile Allah Rasûlü’ünün odalarının hemen arkasında, kuzey tarafında olduğunu, Âişe Vâlidemiz e âit oda ile bu evin arasında bir kişinin ancak yan dönerek girebileceği bir sokağın bulunduğunu biliyoruz.Buharî’nin naklettiği rivâyette, Peygamber Efendimizin gelerek Fatıma’nın evinin önündeki boşluğa oturduğu ve torununa oradan seslendiği zikredilir. [6]

Bu güzel manzarayı yeniden gözlerinizde canlandırınız: Allah Rasûlü(sav) gündüzün bir saatinde torununu özlüyor, onu sevmek istiyor, pazaryerinde yön değiştiriyor, kızının evinin önüne geliyor ve torununu yanına çağırıyor. Fatıma(ra) onu hazırlayarak sevmesi için dedesinin yanına yolluyor.

Bu, Efendimizin hem torununa, hem de kızına sevgisidir. Çünkü onun içten gelerek dışarıya aksettirdiği bu sevgi, her ikisini de sevindirecektir. Hangi anne, çocuğunun kendi babası tarafından bağrına basılıp sevilmesini istemez ki?...

Ayrıca hadisteki kelimelere dikkat edildiğinde, Rasûlullah’ın üslubunda bir parça mizah olduğu da görülecektir. Bizim burada “ufaklık” diye tercüme ettiğimiz “lukka‘” kelimesi yaklaşık dilimizdeki “yaramaz" veya "afacan” kelimelerinin benzeri bir kelimedir. Afacan ve yaramaz, dilimizde nasıl daha çok çocuklar için ve onlara takılmak arzusuyla kullanılıyorsa, bu kelime de daha çok çocuklar için ve onlara takılmak niyetiyle kullanılır. Nitekim Efendimizin çocuklara çok güzel üsluplarla takıldığını, onlarla latifeleştiğini gösteren başka hatıralar da vardır.

Küçük Hasan’ın kollarını açarak Allah Rasûlü’ne koşuşunu, onun kollarını açarak torununun boynuna sarılışını bekleyişini düşününüz. Sonra da kucaklaşmayı. Bütün bunların tabiîliğini ve güzelliğini.

Bunun üzerine çok söz söylemeye hacet yok. Allah Rasûlü(sav) bizim üsve-i hasenemizdir. Onun bize üsve-i hasene olması da Rabbimizinüzerimizdeki en büyük lütuflarından biridir. O, bu gün anlamakta zorlandığımız birçok şeye zaman buluyordu. İbadete, hem de dolu dolu yapılan bir ibadete, cemaate, cihada, irşada, davete, sohbete, ziyarete, âilesine, yakınlarına, torunlarına, kendisine küçük yaşlardan başlayarak emeği geçen Ümmü Eymen in kapısına varıp gönlünü almaya ve daha nicelerine...

Bir insan bir şeyi gerçekten arzu ederse ona zaman bulur ve ayırır.

Âileler fırsat buldukça yemeklerde bir araya gelmelidir. Akşamları bir araya gelince televizyona teslim olup beraberliğin içinde yalnızlığı, uzaklığı yaşamamalıdır. Günlük bir araya gelme imkânları yoksa haftada belli bir zaman dilimini değerlendirmelidirler.

Mesela hazırlık yaparak uygun bir günün veya tatil gününün ikindi namazına bir–bir buçuk saat kala bir araya gelmeli, anne, babalar ve Kur an okumayı öğrenen çocuklar sırayla Kur an okumalıdır. Okuyuş derecesine göre okunan birer sayfa veya birkaç âyet olabilir. Bu Kur an tilaveti, sıkmadan, sıkılmadan paylaşılmalıdır.

Arkasından seçilen birkaç hadis okunması da bir araya gelişe güzellik kazandıracaktır.

Çocuklardan okuyuşu güzel olan birine siyer kitabından bir bölüm veya sahabe hayatından bir tablo okutulmalı, arkasından duygular ve düşünceler paylaşılmalıdır.

Sonra kalkılarak birlikte namaz kılınmalı ve duâ edilmelidir. Babanın imamlık, çocuklardan birinin müezzinlik yapması çok güzel olacaktır.

Namazın arkasından hazırlanan küçük bir ziyafetle bir arada olmanın tadı çıkartılmalıdır.

Bu evinizin manevî havasını güzelleştirecek, evinize canlılık getirecektir. Ayrılan iki–üç saatlik bir zaman dilimi haftanın bütününe tesir edecektir.

Eğer bu bir araya gelişe, istikrar ve intizam kazandırılırsa âilenin her ferdine tesir edecek, çocuklarınızda derin izler bırakacaktır.

Çocuklarınızın maddî manevî sağlam bir yapıda olmasını istiyorsanız onlarla güzellikleri birlikte yaşamanın yollarını bulmalısınız. Birlikte yaşayış, anne ve babanın çocuklarına en güzel terbiye verme yollarından biridir. Hayat akışının insanlara öğrettikleri basite alınamayacak orandadır ve daha kalıcıdır.

Çocukların dünyaya geliş anlarından altı yaşlarına kadar öğrendikleri sonraki yıllarda öğrendiklerinden hiç de az değildir ve onların bilgilerinin, şahsiyetlerinin temelini oluşturur. Bir başka ifadeyle insanın bilgi ve karakter temelleri âile yuvasında atılır...

Bu gün yanlış açılardan bakılarak değerlendirilen ve yanlış değerlendirmelerle imrenilen batı dünyasında yaşayan çocukların çoğunun anne ve babanın birbirinden koptuğu, parçalanmış âile çocukları olduğu unutulmamalı, bir arada oluşun nimeti yavrulara tattırılmalıdır...

Çocukların iç dünyası, anne ve babasıyla birlikte hissettiği saadet meltemleriyle daha da güzelleşecektir.

__________________________________________________ _____
[1] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 143-144).
[2] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 157), Sahih-i Müslim, Sıyam (2/ 813).
[3] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 157, 160).
[4] Sahih-i Müslim, Sıyam (2/ 814).
[5] Sahîh-i Buhârî, Büyû‘ (9/ 329), Sahîh-i Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe (4/ 1882-1883).
[6] Bak: Sahih-i Buhârî, Büyû‘ (9/ 329)





30. Nasihat

Büyüklerinize hürmet, küçüklerinize şefkat ve merhamet gösteriniz.


Allah Rasûlü(sav) bir hadisinde çocuklara şefkati, büyüklere hürmeti şu sözlerle vurgular:

"Küçüklerimize şefkat ve rahmet duymayan, büyüklerimize hürmet göstermeyen, hakkı, iyiliği ve doğruyu yaymak, kötülükleri yok etmek için gayret etmeyen bizden değildir." [1]

Bu hadis şüphesiz bir çok açıdan değerlendirilmesi gereken bir hadistir. Küçüklerimize şefkat duyulmasının ve merhametle muamele edilmesinin, büyüklerimize hürmet duyulmasının ve bunların davranışlarımıza aksetmesinin İslâm ahlâkının bir parçası olduğunu vurgulayışı da kesin ve nettir.

Hadisin Sünen-i Tirmizî de yer alan bir başka rivâyetinde; "Küçüklerimize şefkat ve rahmet duymayan, büyüklerimizin izzet ve şerefini bilmeyen bizden değildir," buyrulur. [2]

Sünen-i Ebu Davûd da yer alan rivâyette ise biraz daha değişiklikle; "büyüklerimizin hakkını, kadrini ve kıymetini bilmeyen," lafzı yer alır. [3]

Her bir ifade farklılığında, bizlere hitap eden bir başka incelik vardır.

Küçüklere şefkat ve merhamet duygusu beslmek gibi büyüklerin büyüklüğünü, küçükler üzerindeki hakkını bilmek, takdir etmek ve onlara hürmet göstermek de İslâmî ahlâkın bir gereği olduğunda şüphe yoktur.

Böylece küçükler emniyet duygusu içinde ve huzurlu yetişip filizlenirken büyükler de kendilerine düşeni yapmanın huzurunu duyacaklar ve karşılığını dünyada hürmet görerek, ihtiyaç halinde yardımlarına koşularak alacaklardır. Ebedî hayatta ise yaptıkları sebebiyle çok daha fazla sevinecekler, daha da yapmış olmanın hasretini, isteğini, arzusunu derinden hissedeceklerdir.

Ayrıca çocuklarla yaşlı büyükler arasında çok güzel bağlar kurulur. İş dünyasında boğuşan babalara göre büyük babalar ve annelere göre büyük anneler torunlarla ilgilenmeye daha müsait olabilirler. Onlara babaların, annelerin anlatmakta zorlanacağı bir çok şeyi anlatabilirler. Çocuklar büyük babalara, büyük annelere hizmet ederek hem ahlâkî duygularını geliştirirler, hem de işe yaramanın, bir iş başarmanın hazzını duyarlar. Onlardan duydukları sözlerle, gördükleri davranışlarla zekâları gelişir, ufukları genişler.

Büyük babalar ve büyük anneler de, kendilerinden bir parça olan, üzerlerinde emeklerinin ve haklarının olduğu bir aile yuvasında olmanın veya onlarla buluşmanın, torunlarını sevmenin, onlarla ilgilenmenin, onların gelişip filizlenmesine şahid olmanın gönül huzurunu duyarlar.

Çocuklar müthiş bir merak taşırlar. Akıl almaz sorular sorarlar. Anne ve babalar çok defa çocukların bu sorularından bunalır ve onları başlarından savmaya çalışırlar. Büyük babalar ve büyük anneler onların bitmez, tükenmez sorularına cevap vermekte daha sabırlıdırlar. Çok defa kendilerine verilen cevabı bütünüyle anlamasalar bile çocuklar ciddiye alındıkça, sorularına cevap verildikçe bundan hoşlanır ve rahatlık hissederler. Kendileriyle ilgilenilmesi ve ilgilenen insanların olması ayrıca onlara güven duygusu verir. Fikren, bedenen ve ruhen gelişmelerine müsbet tesir eder.

Ömrü yeten her insan çocukluk, gençlik, olgunluk ve dinçlik ve yaşlılık devrelerinden geçer. Bu devrelerin hepsinde çevresinde yer alan yakınlarına, dostlarına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç şüphesiz çocukluk ve yaşlılık devresinde çok daha büyüktür. Her insan kendisini karşısındakinin yerine koyabilmeli ve onun nasıl bir bekleyiş içinde olduğunu çok iyi değerlendirmeli ve bu ihtiyacı karşılamada kusur etmemelidir.

Daha önce anne ve babalara hürmet ve hizmet üzerinde durmuştuk. Büyüklere hürmet anneleri, babaları, büyük anneleri ve büyük babaları içine aldığı gibi amcaları, dayıları, teyzeleri, halaları ve cemiyet içinde yaşça büyük olan her insanı içine alır.

Allah a hamd ediyoruz ki bütün menfî gelişmelere rağmen bizim cemiyetimiz bu hassasiyeti kaybetmemiştir. Mensubu olmakla izzet ve şeref duyduğumuz İslâm dininin ahlâk güzelliklerinden biri de budur.

Batı dünyasındaki yaşlı insanların kalabalıklar içindeki yalnızlığı esef vericidir ve ibretlik bir derecededir. Şefkatsizliğin, merhamet eksikliğinin, hürmet yokluğunun, akraba bağlarındaki kopukluğun insanları nasıl bir ümitsizlik ve yalnızlık dünyasına ittiğini görüp ibret almak isteyenler, batı dünyasında boş bakışlarla park ve bahçelerde dolaşan, balkonlarındaki çiçeklerini sulayarak, ellerinde köpeklerini gezdirerek bu dünyadan göçünceye kadar zaman dolduranları ibretle seyretmelidirler.

Nasıl bir dünyaya imrenir duruma getirildiğimiz o zaman kendini daha iyi belli edecektir.

Bizim şiârımız büyüklerimize hürmet, küçüklerimize şefkattir. Büyüklerle istişare etmek, onların duygu ve düşüncelerine değer vermek, onların hayata iştiraklerini sağlamak, rızalarını kazanmak, dualarını almak, onları iki cihan saadetine vesile etmektir.

[1] Sünen-i Tirmizî, Birr (4/ 322). Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söyler.
[2] Sünen-i Tirmizî, Birr (4/ 322). Tirmizî hadis için hasen, sahih der.
[3] Sünen-i Ebu Davûd, Edeb (5/ 232-233)

Alıntı ile Cevapla
Alt 10 Temmuz 2012, 00:08   Mesaj No:8
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

31. Nasihat

Asıl gayenin ve hedefin ne olduğu âile yuvanızda bulunan her fert tarafından bilinmelidir.


Bu şuuru yuvanızda filizlendiriniz.

Rasûlullah(sav) Efendimiz in amcası Abbas(ra) Allah Rasûlü nden şu hadisi duyduğunu söylüyor:

"Allah ı rab, İslâmı din, Muhammed i rasul olarak tanıyıp razı olan imanın tadını tadan kimsedir." [1]

İman tadı duyulmadan gerçek manada hayat tadı duyulamaz. Bu yer çekimi olmadan boşluk içinde hedefsiz ve yönsüz dolaşmaktan daha manasızdır. İman da Allah ı, Rasûlü nü ve bize tebliğ edilen dini tanımak, gönülden kabullenmek ve gönül vermenin gereğini yapmaktır.

İslâmî bir ilim dalında kaleme alınan her kitap ilk satırlarında o ilmin kıymetini, ehemmiyetini ve gayesini de vurgulardı. Gaye ve hedefini dile getirirken bunu "rıza-i Bârî" (Allah rızası) ve "saadet-i dareyn" (iki cihan saadeti) olarak özetlerdi. Bir yuvanın kuruluş gayesi de budur. Rabbimizin rızasını elde ediş, bunun için güzel hasletlerle donanış, hayat basamaklarını çıkarken her merhalede gönül huzuru duyuş, bu yolda filizlenen yavruların yarınlarına ümit dolu gözlerle bakış.

Her ömür ecelin gelişiyle son bulur. Dünyada elde edilen bütün mallar gider, yapılan ameller kalır. İşler, vazifeler biter, kazanılan hayırlar ve veballer kalır. Azim, gayret, hırs, şevk, umutlar, emeller sona erer, iman, amel ve niyetler kalır.

Bir âyet-i kerîmede dünya hayatı ve kuldan istenen şuur şöyle özetleniyor:

“Yeryüzünü size boyun eğdiren, onu sizin emrinize âmâde kılan odur. Dağlarında, ovalarında, vadilerinde, sırtlarında gezin, dolaşın. Allah’ın bahşeylediği rızklardan yiyin ve bilin ki dönüş onadır.” (Mülk, 67/ 15)

Bârî -azze ve celle-; yeryüzünü bütün nimetleriyle size verdim. Onu hizmetinize, istifadenize hazır kıldım. Dağlarında, ovalarında, bağlarında, bahçelerinde, çarşılarında, pazarlarında, köyünde, kentinde gezin, dolaşın. Ekin, biçin, alın, satın, çalışın, gayret edin, kazanın, yiyin, yedirin, rızklarından istifâde edin buyuruyor.

Bütün bunları yaparken, dönüşün Allah’a âit olduğunu sakın unutmayın! Dünya hayatında bütün yapılanların muhasebeden geçeceğini sakın akıldan çıkarmayın. Dünya hayatını, hesâbını verecek şekilde yaşayın. Ona göre kazanın, ona göre harcayın, hayatınızın bütününe ona göre yön verin. Kendinize ona göre bir çerçeve çizin ikazını, iki kelimenin içine sığdırıveriyor.

Âile yuvaları dünya hayatında bize bahşedilen en güzel nimetlerden biridir. Onun da bu şuurla kurulması, iki cihan saadetini elde etmeye vesile olacak şekilde planlanması, maddî, manevî kirlerden, paslardan, hedefsizlik ve şuursuzluklardan korunması gerekir. O bir bataklığa dönüştürülmemeli, bataklık haline gelmesine fırsat verilmemeli, içinde huzur ve sükûn duyulan meyvelerle zenginleştirilmiş bir gül bahçesi haline getirilmeye çalışılmalıdır. Çekilen zahmetler ve yorgunluklar bu yolda tatlı duygulara dönüşmelidir.

Ebedî hayattaki saadet güzelliğinin tasvirine dikkat ediniz: "Onlar ve eşleri tahtlara, divanlara yaslanmışlardır." (Yâsîn 36/ 56)

Tahtlara, divanlara yaslanış varlık ve nimet içinde oluş, bundan zevk alış, saadet duyuş ifade eder. Saadetin eşlerle paylaşılıyor olması ayrı bir güzellik, saadete saadet katan bir nimet olarak vurgulanıyor.

Şimdi meleklerin mü minler için duâsına dikkat ediniz: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Sana tevbe eden, senin yoluna bağlanan ve senin yolunda yürüyenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru.

Rabbimiz! Onları kendilerine vaad ettiğin Adn Cennetine koy. Atalarından, eşlerinden ve nesillerinden hayırlı, salih olanlar da onlarla birlikte olsun. Şüphesiz sen aziz ve hakîm olansın.

Onları her türlü kötülüklerden koru. O gün her kimi kötülüklerden korursan muhakkak onu rahmetine erdirirsin. İşte büyük mükafat, büyük başarı budur." (Ğâfir 40/ 7-9)

Ebedî hayatta bu güzelliği elde etmek, anne ve babalarıyla, eş ve çocuklarıyla, torunlarıyla saadetine saadet katmak isteyenler bunun için çalışmalı, âile olarak böyle bir hedefe ulaşmanın şuurunda olmalı, şuurunu amellere dökerek gerçek hayata aksettirmelidir.

Geçmiş atalarla, gelecek torunlarla cennette, ebedî saadet dünyasında buluşmanın ne büyük bir nimet olduğunu tefekkür ediniz.

__________________________________________________ ________
[1] Sahihi-i Müslim, İman (1/ 62)






32. Nasihat

Âile yuvanızda israftan uzak durunuz


Ebu Berze el-Eslemî(ra) rvâyet ediyor:

"Kıyamet gününde ömrünü nerede, ne yolda tükettiğinden, ilmiyle amel edip etmediği, ne ameller işlediğinden, malını nereden kazandığı ve nereye harcadığından, bedeninin başına neler getirdiği, onu nelerle karşı karşıya bıraktığından sorguya çekilmedikçe kulun ayakları kaymayacaktır:" [1]

Malın nereden nasıl kazanıldığı kadar nereye nasıl harcandığı da mühimdir. Dünya için mühimdir, âhiret için de mühimdir. Malın ihtiyaç duyulmayacak derecede hırsla biriktirilmesi bir şuursuzluk, lüzum eden yere sarfedilmemesi, dünya ve âhiret için sermaye edilmemesi bir düşüncesizliktir. Bir başka ifade ile cimliktir. Cimrilik ciddî bir kusur, kötü bir vasıftır.

İsraf ise, aşırılıktır. Bizim burada dile getirmek istediğimiz ise harcamada aşırılıktır. Lüzumsuz yere sarfiyat, eldeki mal ve imkanı teleftir. Değerlendirilecek bir şeyi değerlendirmeye çalışmak yerine onu heba etmek, onun heba olmasına göz yummaktır.

İsraf, Allah ın lütfettiği malı, Allah ın razı olmadığı, içinde hayrın bulunmadığı yerlere sarfetmektir.

İsraf hayatın hiçbir alanında güzel olmadığı gibi âile içinde de güzel değildir.

Rabbimizin bu konuda dillerde dolaşan, fakat amele dökülmesinde ihmaller gördüğümüz bir emr-i celîlini tekrar hatırlıyoruz:

"Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez." (Arâf 7/ 31)

Bu âyet-i kerîmenin emri hakkıyla yerine getirilse, dünyanın bir çok yerindeki yokluğu ve yoksulluğu karşılayacak bir tasarrufun ortaya çıkacağı her kes tarafından bilinen bir gerçektir.

Bir mü min nimet kadrini bilmek zorundadır. Onun müsrif biri olarak zihinlerde yer etmesi doğru değildir. İsraf ile şükür ve kanaat yan yana gelemez. Rabbimiz Rahmân ın kullarının vasıflarını zikrederken zikrettiği vasıfların arasında şu vasıf da yer alıyor:

“Onlar, harcadıklarında ne israfta bulunurlar, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında âdilâne bir yol tutarlar.” (Furkân Sûresi, 25/ 67)

Mü min, ne cimri, ne de müsrif olmalıdır. İkisi de aşırılıktır ve ikisi de çirkin hasletlerdendir.

Bir insan alışkanlıklarının çoğunu evinde, özellikle de çocukluk çağında elde eder. Bu çağlarda gördüklerinin, yaşadıklarının insanlar üzerinde derin tesiri vardır.

Evinizi israfın yaşanmadığı, nimetin kadr ve kıymetinin bilindiği bir yuva haline getiriniz. Rabbimizin; "Şükrederseniz, elbetteki size nimetimi artırırım," [2] müjde ve ikazını unutmayınız.

Rabbimiz; "Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz, helal ve nezih olanlarından yeyin, sadece Allah a inanıp, kulluk ediyorsanız ona şükredin," (Bakara, 2/ 172) buyururken bizlere nimetlerin güzelliği ve kul olarak nasıl bir şuur taşımamızın istendiği hatırlatılıyor.

Bu gün evlerde ne tür israfların sergilendiğini göz önüne getiriniz. Atılan ekmekler, dökülen yemekler, kullanılmayan elbiseler, zaten evde var iken veya kendisine ihtiyaç yok iken satın alınan yada sırf rengi hoşa gitmediği, daha çekici olanı görüldüğü için büyük masraflarla değiştirilen eşya, sofralarda yer alan aşırı yemek çeşitleri, renk renk ayakkabılar, lüks arabalar, yerli yersiz kremler, süsler ve daha neler neler… Diğer taraftan dünyada açlıktan kırılan insanlar, barınacak yeri olmayanlar ve soğuklarda titreyenler… İnsafsız harplerin zalim dişleri arasında kıvrananlar.

Nimetlerin kadrini biliniz, israftan uzak durunuz. İnsanı insan yapan değerlerin satın alınamadığını biliniz. İnsanların yanıltıcı davranışlarına aldanmayınız. Hayırda yarışınız, şerlerden ve şerlilerden uzak durunuz. Sonradan bolluğunu yaşadığınız nimetler başınızı döndürmesin, esen rüzgârlar sizi savurmasın.

__________________________________________________ _
[1] Sünen-i Tirmizî, Sıfatü l-Kıyâme (4/ 612). Tirmizî bu hadis için "hasen sahih" der.
[2] İbrahim Sûresi (14), Âyet: 7






33. Nasihat

Kanaatkâr olunuz.


Kanaat tükenmez bir hazinedir" denilir. O gerçekten tükenmez bir hazinedir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü(sav); "Gerçek zenginlik mal çokluğundan kaynaklanan zenginlik değil, insanın gönül zenginliğidir," [1] buyurur

Abdullah İbn Amr İbn Âs ın(ra) naklettiği bir hadiste: Müslüman olan, yetecek derecede rızıklandırılan ve Allah ın kendisine bahşettiği nimetlere kanaatkâr kılınan kimse felaha ermiştir," [2] buyrulur.

Dünyalık ve makam hırsı insanı nice hatalara sürükler ve dostlarından eder. Âile yuvalarındaki kanaatsizlik yuvaları huzursuzluğa, âile fertlerini tedirginliğe sürükler, güneşli günleri bile karanlığa çevirir. Gönüllerde yeşeren birçok güzel duyguyu siler, hissedilemez hale getirir. Birçok yuvanın dağılma sebebidir.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü(sav) ümmetini ikaz sadedinde şöyle buyurur: “Yazıklar olsun altına, gümüşe, kadifeye, ipekli kumaşlara kul olanlara! Onları elde edince hoşlanıp, elde edemeyince razı olmayanlara!” [3]

Bütün bunlara rağmen dünyalık ve makam hırsının günümüzde giderek arttığını, kanaatsizliğin gönülleri kapladığını, bir çok huzursuzluğun ve geçimsizliğin kaynağı haline geldiğini, insanları heves ve arzuları peşinde sürüklemeye başladığını görüyoruz.

Hırs kolay kolay aşılmaz bir çöldür. İçinde ilerledikçe susuzluk ve ihtiyaç artar, tedbir alınmamışsa iç yangınına dönüşür. Susuzluk ilerledikçe seraplar görülür ve peşinden koşulur, koşular susuzluğu artırır… Sinirler gerilir, zayıf iradeler çözülür.

Var olana rıza göstermek, alın teriyle kazanmak, helal lokma yemek, helal giyinmek, barınacak bir yeri olmak, elde edilen nimetlere şükretmek dünyanın daha güzel görünmesine, saadet duygusunun gönle yayılmasına vesiledir. Kanaatkâr olan ve ihtiyaçları kadar eşyası âile yuvalarına giren her yeni eşya sevinç kaynağı olur.

Bu gün odaları doldurup neredeyse ev içinde ev sakinlerine yer bırakmayan eşyanın çeşnisini düşününüz. Onlar için yapılan masrafları, edinilen borçları, çekilen sıkıntıları… Rahat ve konfor için duyulan sıkıntıyı, tedirginliğini ve sıhhat kayıplarını… Hiç de bir birine uygun olmayan duygu ve arzuların yan yana gelişi, iç içe geçişi.

Yeni kurulan yuvalar için artık gerekli kabul edilen, olmazsa olmazlardan sayılan eşyanın bir listesi yapılsa kaç kalem tutar dersiniz?! Oturma odası takımı, yatak odası takımı, koltuk takımı, mutfak eşyası, bardak, tabak, fincan, tencere takımları, çamaşır, bulaşık makinesi, buzdolabı, ocak, fırın, ütü, televizyon, dolaplar ve daha neler neler… Sonunda düğün borçları ve bu kadar eşyanın bedelini ödemek için çekilen sıkıntılar.Bu yüzden zorlaşan evlilikler… Eşya alınırken yapılan kavgalar, gönül kırgınlıkları ve küskünlükler.

Bunları tenkitten çok üzerinde biraz durup düşünmeye vesile olur arzusuyla dile getirmeyi tercih ettik. Ancak çok derinlere dalıp gitmeden bir şey hatırlatmak istiyoruz:

Yer yüzünde kurulan yuvaların en güzellerinden biri Hz. Ali ile Hz. Fatıma nın kurduğu yuvadır. Şimdi Hz. Ali yi dinliyoruz: “Rasûlullah’ın(sav), Fâtıma(ra)’ya hazırladığı çeyiz, bir elbise bohçası, bir su kırbası ve içi izhir otuyladoldurulmuş bir yastıktan ibaretti.” [4]

Bu çeyiz listesi elbette ki bağlayıcı değildir. Ancak bizlere çok şey anlatmalıdır. Biz onun ifade ettiği mânâ üzerine ayrıca söz söylemek istemiyoruz. Bilinmesini, üzerinde düşünülmesini ve içinde bulunduğumuz kanaatsizliğin, aşırı taleplerin bir muhasebeden geçirilmesini arzu ve ümit ediyoruz.

Bir insan dünyalık konusunda kendisinden daha zor durumda olan insanlara, amel ve takvâ konusunda daha iyi durumda olanlara bakmalıdır. Aşağıya bakıp şükretmeli, muhtaçlara yardım elini uzatarak sıkıntılarını azaltmaya çalışmalı, üste bakarak gıpta etmeli, manevî duygular, takvâ ve güzel hasletler konusunda kendisinden daha iyi olan insanlarla salih amellerde, Allah ın rızasını, af ve mağfiretini elde etmede tatlı bir yarışa girmelidir. Bu kendisini, kendisiyle beraber bu yarışa ortak olan âilesini de yüceltir, onlara da değer kazandırır. Bizim ise tersini yaptığımız bir gerçektir.

Zikr-i Hakîm in irşadına kulak veriniz:

"Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırladığı genişliği gökler ve yer kadar olan Cennete koşun.

O takvâ ehli insanlar ki, bollukta da, darlıkta da infakta bulunurlar, öfkelerine hakim olurlar, insanları affedicidirler.

Allah güzel amel ve davranışlarda bulunanları sever." (Âl-i İmrân 3/ 133-134)

Dünya fânîdir. Her nefis ölümü tadacaktır. İnsan bu hayattan gelip geçen bir yolcu gibidir. Üstelik o geçtiği saatlerden, dakikalardan, aylardan, yıllardan bir daha geçmesi mümkün olmayan bir yolcudur.

Dünyaya ve dünyalığa tutulma, heva ve heveslere, hırslara ve iştahlara esir olma, bütün emel ve ümitleri dünyaya bağlama fanîlik açısından bakıldığında ne kadar mânâsızdır.

Ancak dünyada hayat yolculuğu yapan bir insan, bu yolculuğuyla aynı zamanda ebedî saadeti kazanan veya kaybeden bir yolcudur. Bu üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir bakış açısıdır. Hayat yolculuğuna bu açıdan bakıldığında o ne kadar kıymetli, ne kadar büyük bir fırsattır. Çünkü âhiret hayatı bu hayata bağlıdır. Her saati, her günü, her yılı ayrı bir kıymet taşır. Boşa harcanması gerçekten büyük bir kayıptır. Batıla harcanması ise gerçekten büyük bir aldanış, gaflet ve düşüncesizliktir.

Bütün insanlara yöneltilen şu ilahî ikazı tekrar tekrar okuyunuz ve tefekkür ufuklarında dolaşınız:

“Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın.

O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşenleri, onun safında yer alanları sonuçta çılgın alevlerle kaynayan Cehennem ehlinden olmaya çağırır.

İnkar eden ve küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab, iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah’ın mağfireti ve büyük bir mükafat vardır. (Fâtır – 35/ 5-7).

Dünyanın fanîliğini biliniz, kıymetini idrak ediniz. Zamanınızı boş şeyler uğruna harcamayınız. Hayatta ve âile yuvanızda kanaatkâr olunuz. Ömrünüzü, dostluğunuzu, âilenizi, akrabalık bağlarınızı dünya ve âhiret saadetinizi hırslar, nefis arzuları peşinde koşarak heba etmeyiniz. Sadeliğin, tabiîliğin, Rabbimize teslimiyetin, gönle yerleşen manevî duyguların ve yeşeren ümitlerin güzelliğini yaşayınız.

Dünyalık içinde yaşayanların çoğunun daha fazlasına ihtiyaç duyarak hayat sürdürdüklerini, muhtaçlık hissini kalplerinden silemediklerini, gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu, onların çoğunun bu olgunluğa ulaşamadığını unutmayınız.

Rabbimizin bahşettiği imkanlara şükrediniz ve onları Allah ın helal çizgileri içinde değerlendirerek daha kıymetli bir kazanç elde ediniz. Teslimiyetinizin huzur, şükrünüzün bereket, azminizin muvaffakiyet getireceğini unutmayınız.
__________________________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Rikak (19/ 11), Sahih-i Müslim, Zekat (2/ 726).
[2] Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 730), Sünen-i Tirmizî, Zühd (4/ 576).
[3] Sahih-i Buhârî, Cihad (11/ 419-420).
[4] Sünen-i Nesâî, Nikah (6/ 135).




34. Nasihat

Evinizin, kendinizin ve çocuklarınızın maddî, manevî temizliğine dikkat edininiz.


Ebu Mâlik el-Eş arî nin(ra) rivâyet ettiği bir hadis-i şerife kulak veriyoruz:

"Temizlik imanın yarısıdır. El-Hamdü Lillah mizan doldurur. Sübhanellahi Vel-Hamdü Lillahi yerle gökler arasir kazandırır.

Namaz nurdur. Sadaka hesap gününde iyi niyete açık delildir. Sabır ve sebat ışık saçıcıdır. Kur an okuyup amel edenler için lehinde, ondan uzak duranlar veya yüz çevirenler için alehinde delildir.

Her insan belli bir istikamete doğru koşar. Canını bedel karşılığı satar; bu satışın sonunda ya onu azad edip hürriyetine kavuşturur yada helaka süsükler." [1]

Bu hadis, bir çok açıdan üzerinde durulması gereken bir hadistir. Diğerlerini merak ve gayretlerinize terk ederek temziliğin, nezahetin İslâmdaki dağerine vurgu yapan ve dillerde en fazla dolaşan "Temizlik imanın yarısıdır" veciz ifadesinin üzerinde duruyoruz. Her fıkıh kitabı tahâretle ilgili bilgilerle başladığını da unutmuyoruz..

Bu hassasiyeti paylaşmak için daha öncelere gidiyoruz. Rabbimizin, Rasûlü ne ilk emirlerinden olan şu emirleri ibret ve tefekkürle değerlendirilmelidir:

“Ey örtüsüne bürünen!

Kalk ve insanları hakka uyandır.

Sadece Rabb ını yüce tanı.

Temiz tut elbiselerini.

Yüz çevir, uzak dur, terket putları, bütün kötülükleri ve bâtıl zihniyetleri.

Çok görüp başa kakma yaptığın iyilikleri!

Ve Rabb in için sabret, göster sebatını .” (Müddesir 74/ 1-7)

Bu âyetlerde tebliğ emri var, tevhid vurgusu var, dış temizlik var, iç temizlik var, güzel ahlâka irşad var ve inanılıp gönül verilen davada sabr ve sebat var.

Hıra Dağı nda nazil olan âyet-i kerîmeler "Yaratan Rabbinin adıyla oku!"emriyle başlıyordu. Bunu "İslâm ın ilk emri Oku! emridir," diye biraz eksiğiyle sık sık tekrarlıyoruz.

Ancak bilmemiz gereken bir gerçek daha vardır. Hıra da nazil olan bu ilk âyet-i kerimelerden sonra bir süre vahyin gelişi durmuş, daha sonra yukarıda zikredilen Müddesir Sûresinin ilk âyetleri nazil olmuştur. Yeni emirler ve irşad gelmiştir. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" emrinden sonra tebliğde bulunma emri, maddî ve manevî temizlik emirleri nazil olmuştur. Dolayısıyla iç ve dış temizlik İslam ın ilk emirlerindendir. Zikredilen hadis-i şerifte de bu vurgunun varlığına iyi dikkat ediniz.

Tevhid inancının safiyet ve berraklığında, ona zarar verecek kirlerden, bulanıklıklardan uzak durmanın son derece mühim olduğunda şüphe yoktur. İki cihan saadeti temelde buna bağlıdır. Onunla iç içe zikredilen dış temizliğin ehemmiyeti de gözlerden ve gönüllerden kaçmamalı, ihmale uğramamalıdır. Bedenimizin, elbiselerimizin, evimizin, eşyamızın temizliği de bu temizlik çerçevesindedir. Bu âile fertlerimizin sağlık ve sıhhati, huzur ve saadeti için de son derece lüzumludur.

Kısaca mü minin bedeni, elbisesi, evi, iş yeri, bulunduğu ortam temiz olmalıdır. Görenin gönlüne ferahlık verecek derecede temiz.

Elbise veya ev temizliği denilince de lüks ve pahalılık anlaşılmamalıdır. Sadeliğin kendine ait bir güzelliği ve olgunluğu vardır. Temizlik, pahalılık ve lüksten çok farklı bir şeydir. Temizlik mü minin şi ârı olmalıdır. İslâmın emri budur.

Rasûlullah(sav) Efendimizin çevresinde bulunan ashabına söylediği şu sözler bizleri dış görünüşe dikkatte, tertip, düzen ve temizlik konusunda irşad edicidir:

“Siz kardeşlerinizin yanına geliyorsunuz. Güzel elbiseler giyin. Binekleriniz, üzerlerindeki eğerleriniz, semerleriniz, yükleriniz de düzgün olsun. Kendinize öyle dikkat edin ki, diğer insanların içinde vücuttaki güzel ben gibi göze çarpıcı ve güzel olun. Şüphesiz Allah çirkinliği, kötülüğü sevmez; çirkinleşmeyi de sevmez.” [2]

Bir mü’min her zaman ve her yerde, giyiminin düzgünlüğü, endamının uyumluluğu ve davranışlarının olgunluğu takdir toplamalıdır.

Esasen mü’min her şeyiyle güzel olmalıdır. Davranışlarıyla, cana yakınlığıyla, kullandığı kelimelerle, ifade gücüyle, taşıdığı niyetle, güler yüzüyle, güzel giyimiyle… Sadelikte güzelliği yakalayışıyla, zevk anlayışıyla, fıtrata güzel gelen şeyleri seçiciliğiyle, yakalayışları ve vurgularıyla takdir edilir, dostluğu istenilir ve arkadaşlığı arzu edilir bir insan olmalıdır.

Aynı şey evi için de geçerlidir. Evler düzenli, temiz ve hijyenik olmalıdır. Elbette çocukların hali ve çocuklu evlerin durumu bilinir. Ancak bu ihmale sebep gösterilmemeli, evde sıhhatli bir ortamın daima varlığı korunmaya çalışılmalıdır. Bu, kendimiz ve çocuklarımız için son derece lüzumludur.

Bir şeyi daha düşününüz. Daha dün temizlik nedir bilmeyen, taharet nedir anlamayan, halen de asıl ruhunu yakalayamayan batılılardan temizlik ve düzenlilik dersi alır, onlara imrenir hale geldiğimizi. Daha doğrusu neler kaybettiğimizi ve ne hale düştüğümüzü.

Evlerimiz bizim ve çocuklarımızın en çok vakit geçirdiği, oturduğu, yattığı, kalktığı, gülüp oynadığı, yuvarlandığı, namaz kıldığı, yemek yediği yerdir. Yuva bizim yuvamızdır. O, bizlere yakışır şekilde olmalıdır. Bu eşyanın varlığıyla değil bizim duygu ve hassasiyetimizle ilgili bir konudur.

__________________________________________________ _
[1] Sahih-i Müslim, Tahâra (1/ 203).
[2] Bu hadisi Ebu Dâvud Sünen’inde, Libas (4/ 349-350), İmam Ahmet, Müsned’inde (4/ 180), Hâkim, Müstedrek’te, Libâs (4/ 183)’de rivâyet eder. Hâkim Ebu d-Derdâ dan(ra) rivayet ettiği bu hadis için; "İsnadı sahihtir" der. Zehebî de onu tasdik eder.








35. Nasihat

Çocuklarınızın iyi arkadaşlar edinmelerine dikkat ediniz.


Ebu Sa îd el-Hudrî (ra) rivâyet ediyor: "Ancak mü min birisiyle arkadaşlık et. Sofrana oturtup yemek yedirdiğin insan, ancak takvâ ehli bir insan olsun."[1]

Hadisteki hassasiyete dikkat ediniz. O mü min gönüllerle, takva ehli dostlarla kaynaşmamızı emrediyor. Bu, asla ihmal edilemeyecek bir irşaddır.

İyi arkadaş, hem büyükler hem de çocuklar için son derece önemlidir. İnsan yaratılıştan başka insanlarla bir araya gelmeye, onlarla kaynaşmaya meyillidir. İhtiyaçların temini, hayatın devamı için her insan başkalarıyla dayanışmak zorundadır. Böylece her insanın kendini daha fazla güvende hissedecek, hayatı mana kazanacak, karşılıklı bilgi, duygu ve tecrübe akışı insanlara medeniyet alanında durmadan yükselme imkanı sunacaktır.

Çocukların arkadaş ihtiyacı ise, ayrıca üzerinde durup değerlendirilmelidir.

Arkadaşlar daima birbirinin davranışlarından, duygu ve düşüncelerinden tesir alırlar. Bu tesir, her ne kadar arkadaşlık derecesine ve arkadaşlığın sürdüğü zaman dilimine göre değişse de zannedildiğinden çok daha büyük, çok daha derin bir tesirdir. Allah Rasûlü(sav) bu tesire dikkat çekmek için;

"Kişi, dostunun dini üzerindedir. Dolayısıyla sizden birisi kiminle dostluk edeceğine iyi dikkat etsin," [2] buyurur.

İnsanlara karşı gösterilecek sıcak davranış, güler yüz, kaynaşıcı ve içten tavır yerli yerinde olduğu zaman güzel hasletlerdendir. Arkadaş veya dost edinmek ise bundan daha farklıdır. Kendisi de tesiri de devamlılık ifade eder. Her insan hayatın iniş ve çıkışlarında dost olacağı ve arkadaşlık kuracağı insanları iyi seçmeli, bu konuda son derece dikkatli olmalıdır.

Aynı dikkat fazlasıyla çocuklar için gösterilmelidir. Çünkü onlar hayatın ilk basamaklarındadır ve arkadaş seçme konusundaki tecrübeleri oldukça azdır. Dolayısıyla anne ve baba çocuklarının edindiği arkadaşlara dikkat etmeli, güzel arkadaş seçme konusunda onlara yardımcı olmalı, yol göstermelidir.

Çocuğun arkadaş edinebilmesi, arkadaşlarıyla iyi geçinmesi, onlar tarafından sevilen ve aranılan birisi olması sevinilecek bir durumdur. Bu, çocuğunuzun kendisine güven duyduğunu, arkadaşlarıyla paylaşmayı bildiğini, kaynaşma duygusu taşıdığını, arkadaşlarını anladığını ve onlarla birlikte hayatı paylaşmak konusunda uyumlu olduğunu, ahlâkî değerlerinin bulunduğunu, karşılıklı hukuka uyduğunu gösterir. Bütün bunlar da sıradan meziyetler değildir. Çocuğunuzun ruhî sağlığının da yerinde olduğunu, hayat basamaklarında iyi ilerlediğini gösterir.

Unutmayınız ki arkadaş edinmenin en iyi yolu iyi bir arkadaş olmaktır. Dost olmanın en iyi yolu da iyi bir dost olmaktır. Çocuğunuz iyi arkadaş edinebiliyorsa, iyi arkadaş olabiliyor demektir.

Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Çocuğunuz güzel hasletleri, dostça tavırları, arkadaşlık hukukuna riâyeti ile dikkat çekmeli ve arkadaş edinmeli, edindiği arkadaşlarda da bu özellikler olmalıdır.

Daha kolay anlaşılır şekilde misallendirerek söylemek gerekirse, eline verdiğiniz para veya imkan ona arkadaş çekiyor olmamalıdır. Sineklerin bala, reçele üşüştüğü doğrudur, fakat bu üşüşme hiç de sevimli bir beraberliğin habercisi değildir. Çevresini saranların onu el üstünde tutması böyle bir sebebe dayalı olmamalıdır. Çünkü böyle bir sebebe dayalı arkadaşlık, gerçek bir arkadaşlık, gerçek bir dostluk değildir. Süresi de çok defa elde bulunan imkanların süresiyle sınırlıdır yada istenilen yöne kolay sürüklenir olduğu keşfedilmiştir. Bu da menfaatçi arkadaşlarının çocuğunuzdan ayrı bir menfaatlenme yoludur. Böyle bir arkadaşlığın da peşinden hayır getirmeyeceği bilinen bir gerçektir.

Bütün bu durumlar anne ve baba tarafından iyi değerlendirilmeli, çocuk ve arkadaş çevresi takip edilmeli, çocuğa yöneltilen yerli yerinde sorularla veya zaman zaman arkadaşlarını görme ve konuşma yoluyla hem arkadaşları, hem de yaptıkları ile ilgili bilgiler toplanmalı, arkadaşlık çerçevesi ve boyutları iyi tespit edilmelidir.

Anne ve baba çocuklarının arkadaşlarına değer vermeli, çocuklarıyla birlikte güzel ve doğru adımlar atmalarından memnun olduklarını dile getirmeli, ziyarete geldiklerinde güzel karşılanmalı, güvenildiği ve değer verildiği kendilerine hissettirilmelidir. Arkadaşına vereceğiniz değer, aynı zamanda çocuğunuza verdiğiniz değerdir. Sizin güzel tavırlarınız arkadaşından çok çocuğunuzu memnun edecektir, bunu unutmayınız.

Çocuğunuzu arkadaşlarına güzel örnek olma, onlara güzel hasletler aşılama, onları doğru şeyler yapmaya teşvik etme konusunda yüreklendirmelisiniz. Ona ön bilgiler vererek ufkunu açmalısınız. Bu hem çocuğunuzun arkadaşları arasındaki durumunu güçlendirecek, hem de arkadaşlarıyla birlikte güzel şeyler yapmasına vesile olacaktır.

Zikr-i Hakîm de yer ala şu duânın dile getirdiği ve bizi irşad ettiği mânâyı unutmayınız: “Rahmân ın kulları; Rabbimiz! Bizlere, yüzümüzü ağartacak, göz nûrumuz olacak eşler ve çocuklar, nesiller nasib eyle! Bizleri takvâ sahiplerine önder kıl! derler.” (Furkân, 25/ 74)

Ayrıca mü min gönüller olarak birbirimizin çocuklarına da sahip çıkmak, onların hayrı ve salâhı için gayret göstermek zorunda olduğumuzu, yeryüzünde iyilik, doğruluk ve güzelliğin yayılması, hak dâvânın muzaffer olması için el ele vermemizin lüzumu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Mü minler daha çok zaman kaybı yaşamadan bu şuura ermelidirler.

Kayıplar ve acılar yaşamak istemiyorsanız çocuklarınızı kötü arkadaşlardan uzak tutunuz. Bunu yaparken güzel üsluplar kullanınız.

________________________________________
[1] Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 167-168), Sünen-i Tirmizî, Zühd (4/ 600-601), Müstedrek, Hakim (4/ 128). Tirmizî hadisin "hasen", Hakim sahih olduğunu söyler, Zehebî de onu tasdik eder.
[2] Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/168), Sünen-i Tirmizî, Zühd (4/ 589). Tirmizî hadis için "hasen garip" der.
Alıntı ile Cevapla
Alt 10 Temmuz 2012, 00:13   Mesaj No:9
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

36. Nasihat

Çocuklarınızın yanlış alışkanlıklar edinmesine fırsat vermeyiniz.


Allah Rasûlü(sav) anne ve babanın çocuğun manevî gelişmesi üzerindeki tesirini şöyle vurgular: “Bir çocuk ancak selim İslâm fıtratı üzerine doğar. Onun Yahudî, Hıristiyan veya Mecûsî olmasına anne ve babası sebep olur.” [1]

Allah Rasûlü(sav) birçok kaynakta yer alan bu hadisin devamında bir de misal verir: “Develer yavrular. Siz bu yavrular arasında kulağının ucu kesik bir yavru buluyor musunuz? Onların kulak uçlarını daha sonra siz kesiyorsunuz.”[2]

Bu misalde ifade edilen gerçek, fazla izaha ihtiyaç duyurmayacak kadar açık ve nettir. Nasıl bir yavru, annesinden dünyaya gelişinde selim, azaları tam olarak dünyaya geliyorsa insanlar da, fikir ve düşünce olarak selim bir şekilde dünyaya gelirler. Dış tesirler onlara kötülük aşılamasa ve kötü yolları öğretmese, bu selim fıtratları devam etse hayr ve güzelliklerle iç içe olurlar. Nasıl selim doğan hayvanların kulakları tanınsınlar diye veya başka sebeplerle sonradan insanlar tarafından kesiliyor ve hayvanın selim yaratılışı bozuluyorsa insanın selim yaratılığı da dış tesirlerle bozulmaktadır.

Size dıştan tesir eden bütün duygulardan sıyrılarak selim fıtratla bir düşününüz. Neler doğrudur? Neler doğru değildir?.. Neler yapılmalı, neler yapılmamalı?

Başkasının malını zorla veya hileyle elinden almak, aklı baştan alan, insanı rezilce davranışlara sürükleyen, sıhhatini yok eden içkiler içmek, başkasının iffetine göz dikmek veya iffetsizlik örnekleri sergilemek, zayıf ve çaresizi ezmek, başkalarının acı ve sıkıntılarından zevk almak, alın terine, el emeğine dayanmayan, başkalarına hizmet sunmadan, karşılığını vermeden kazanç elde etmek, cana kıymak, başkalarının rahatsız olacağını hesaba katmadan sınırsız hürriyet kullanmak, çirkin kelimeler sarf etmek, büyükleri hiçe saymak, küçükleri korkutup ürkütmek, bencillik ve saldırganlık.

Güler yüzlü, tatlı sözlü olmak, insanlarla iyi geçinmek ve onlara güven duygusu vermek, alın teriyle, el emeğiyle kazanmak, helal yemek, helal giymek, Allah ın bahşettiği nimetlerden istifade etmek ve onu lütfedene şükretmek, yardıma muhtaç insanların yardımına koşmak, hayrı ve güzellikleri tavsiyeleşmek, iffetli ve güzel ahlâklı olmak, mazluma yardım etmek, zalimin zulmünü durdurmak, bunun için bir araya gelip yardımlaşmak, yeryüzünde hakkın hakim olması, iyiliğin yayılması, kötülüklerin, çirkinlik ve çirkeflerin silinmesi için mücadele vermek. Ve daha niceleri.

Bütün bunları tefekkür süzgecinden geçirin. Haklarında iyi veya kötü, doğru veya yanlış olarak hüküm verin. Bunu iyi niyetle yapın. Gönlünüz gerçekten ne diyorsa ona hükmedin. Verdiğiniz hükümlerin çoğunun İslâmın verdiği hükümlerle aynı yönde olduğunu göreceksiniz.

Şimdi tekrar düşününüz, hangi çirkin ve yanlış şey vardır ki İslâm ona güzel veya doğru demiştir. Hangi güzel ve doğru olanı da çirkin veya yanlış olarak adlandırmıştır.

Eğer az da olsa zihninizin takıldığı şeyler olursa geri dönünüz, bilgilerinizi ve duygularınızı yeniden gözden geçiriniz, sağlam bilgilere ulaştığınızda, duygularınızı dış tesirlerden kurtardığınızda nice doğruları yakalayacaksınız.

Sonra dış dünyadaki zorlamaları ve yanlış kanaatleri düşününüz. İblis in kendisine ne kadar köle ve uşak bulduğunu, akıllarla, kalplerle ne kadar oynandığını göreceksiniz.

İçki içmenin, bar ve pavyonları, plajları doldurmanın, kucak kucağa dans edip edeb, iffet, ar duygularını hiçe saymanın, eşini, annesini, kardeşini, yakının, sevdiğini kıskanma hissini gönüllerden silmenin çağdaşlık sayılması, methedilmesi nasıl mümkündür!?.

Allah için alnı secdeye koymak, kula kulluk etmemek, Allah ın emirlerini hayata aksettirerek iki cihan saadeti için gayret göstermek, samimi duygular beslemek, iffetli olmak, Allah ın emirlerini yerine getirmek için çırpınmak, helal, haram çizgilerini korumaya çalışmak ne zaman kötü oldu ve istenmeyen şeyler arasında yer aldı?.. Batıl ve yanlış zihniyetler birçok ülkede devlet güçlerini nasıl arkasına almayı ve onları hakka karşı kullanmayı başardı?!. Kötüye iyi, iyiye kötü denir oldu?!

Üzüm bağından kopardığınız bir salkımı düşününüz: Görünüşü ve tadıyla ne kadar güzeldir. Dünyada ne kadar çok çeşidi vardır. Biz ondan ne kadar çok istifade ederiz. Yaprağından, ışkınından, henüz olgunluğa ermemiş tanelerinden bile… Salkımından koparıp kendisini yeriz, kurutur kurusunu saklarız, meyvesiz mevsimlerde onu yeriz, kompostosunu yaparız, suyunu çıkarır içeriz, pekmezini yapar yeriz, şırasını içeriz.

Bütün bunlar lezzet ve gıda doludur. Onlarla yetinmeyip mayalandırıp şarap haline getirmek, haramlaştırmak ve bu kadar nimeti bize bahşeden Allah a isyan ederek onu içmek nankörlük değil de nedir?

Hayatın bütünü bunun bir benzeri değil midir? Sayısız nimetlere karşı ihanetler ve nankörlükler sergilenmiyor mu?.. Kimisi nimet sahibini unutup manasız bir hayatın girdaplarında dönüp durmuyor mu, kimi de iradesine hakim olamayıp nefis arzularının peşinde sürüklenmiyor mu?

Hayatın içinde ne kadar isyan ve nankörlük örnekleri var?!

Ancak biz bu satırlarda daha çok içki ve kumar çeşitleri, uyuşturucu, bar ve pavyonlara girip çıkma, sigara, hırsızlık, yan kesicilik, şehvet peşinde koşma, okuldan evden kaçma gibi kötü alışkanlıkları kastediyoruz.

Bu tehlikeleri sakın evinizden, çocuklarınızdan çok uzak tehlikeler sanmayın. Çoğu masumca sanılan küçük kaçamaklarla başlar ve gün gelir anne ve babayı şaşkınlık ve çaresizlikle kıvrandıracak bir noktaya ulaşır. Spor totoyu, lotoyu, iddiayı, piyango çekilişlerini, tavla oyunlarını, parasına veya hediyesine yapılan maçları, bayramlarda sigara paketlerine atılan küçük kasnakları ve sonrasını küçümsemeyiniz. Hatta ütmesine bilye oyunlarından başlayınız ve basamak basamak çıkınız.

Gizli gizli sigara çekişlerini, büyükleri içki içerken görüp yaşanan özentileri ve diğer içilen musibetleri. Yalnız iken, kendini dışlanmış hissederken, bir başarısızlığın burukluğu yaşanırken tesellinin böyle şeylerde aranışını. Kötü arkadaşların teşvikini. Ekranlardan yuvaların içine dökülen kirleri.

İçkili baloları, artık birçok evde yer alan bar köşelerini, elde kadeh tutmanın çağdaşlık sayılıp özendirilmeye, teşvik edilemeye çalışıldığını. Sabahlara kadar tepinip çığlıklar koparmanın marifet ve hayat zevki olarak zihinlere aktarılışını…

Yangın içinde yürüdüğümüz bir gerçektir. Her şeye rağmen yanmayanları görerek hamd ettiğimiz, sevinç duyduğumuz da bir başka gerçek. Selim fıtratların hala varlığın koruduğu da.

Ancak daima dikkatli, daima uyanık, daima yüksek dirençli bir iradeye sahip olmak zorunda olduğumuz asla unutulmamalı, ihmalin cansız ellerine bırakılmamalıdır. Rabbimizin ikazı ve buyruğu gözden ve gönülden ırak tutulmamalıdır:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları Şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki felaha, kurtuluşa eresiniz. Kesin olarak bilmelisiniz ki Şeytan içki ve kumar yoluysa aranıza düşmanlık, kin ve nefret sokmak, sizi Allah ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, onlara son verdiniz değil mi?" (Mâide 5/ 90-91)

Şeytan işi pislikler bu gün modern, çağdaş(!) şekillere büründüler, güzel ambalajlara sarıldılar, süslendiler, pazarlandılar. İşi gücü onları teşvik etmek, süslemek ve pazarlamak olanlar türedi.

Bir gazetenin son sayfasını bütünüyle kaplayan bir ilan görmüştüm. Ortalarında uzaktan rahatlıkla okunabilecek şekilde büyük harflerle "Mangaldaki külü daldaki bülbüle çeviren Türk mucizesi" yazıyordu. Bu bir rakının reklâmıydı. Mucize ne mucize, bülbül de ne bülbüldü! Demek ki bazı insanların zevki böyle bülbülleri dallara kondurup dinlemekti. Şakıyan bu bülbüllerin söyledikleri, şahsiyetleri, âileleri, çocukları, yarınları… Onlar ne olursa olsundu.

Bu gün boş arsalar, yıkılmaya yüz tutmuş, içi boşaltılmış harabe evler, köprü altları, kuytu köşeler tinerci barınağı haline geldi. O çocuklar da bizim çocuklarımız Dün uğruna fedakârlıklar sergilediği imanı, ulvî hedefleri, gayesi olan, bütün dünyaya örnek olma şerefine eren, tarihe izzet ve şerefini nakşeden bir milletin çocukları.Dışardan ithal edilmediler, uzaydan da inmediler… Rahman ı unutarak yetiştirilmeye çalışılan bir gençliğin kenar mahalleleri. Çağdaş marşlar ve şarkılarla yetiştiler… Aydınlığı bazen barlarda, pavyonlarda, bazen plajlarda, bazen kuytu köşelerde aradılar. Onların kalplerindeki imanı silerek yok etmek için gayret edenler artık sevinebilir, iftihar edebilirler. Boşluk denizinde yüzen, bataklıklarda gezen, haktan yan çizen, heveslerinin, arzularının peşinden sürüklenen bir nesil elde etmeyi, âile yuvalarının temellerini sarsmayı başardılar.

Sevinçleri yine de kursaklarında kalmalı. Ellerindeki bu kadar imkana rağmen iman fidanlarını hepten yok edemediler. Yeniden filizlendi, zor şartlara rağmen dalların ucunda tomurcuklar kendisini yine gösterdi. Kuş sesleri yeni baharların müjdesini veriyor. Ellerindeki tırpan bu çimleri biçmekten aciz kalacak. Zaman zaman tutuşturdukları ateş, enginlere uzanan ve giderek saf tutan bu ormanı yok etmeye yetmeyecek.

Çocuklarınızı kötü alışkanlıklardan koruyunuz. Birçok kötü alışkanlığın çok defa kenarlarda, köşelerde sigara içmekle başladığını unutmayınız. Sigarayı küçük bir musibet olarak görmeyiniz. Nice büyük belaların temelini küçük musibetlerin hazırladığını da unutmayınız. Şu hadis-i şerifin işaretini de aklınızdan çıkartmayınız:

"Rasûlullah(sav) her sarhoşluk vereni ve her insan bedenini zayıflatıp direncini kıranı yasakladı." [3]

Hadisin "her sarhoşluk verenin nehyedildiğini" dile getiren ilk bölümü, bir çok kaynakta farklı rivâyet ve ifade şekilleriyle nakledilir. Bu genellikle bilinmektedir. Ümmü Seleme Vâlidemiz in bize ulaşan bu rivâyet ise, Sünen-i Ebu Davud da nakledilir.

Rivayette yer alan "müfettir" kelimesinin iyi değerlendirilmesinin, ifade ettiği mânânın daha iyi anlaşılmasının gerektiğine inanıyoruz. Kelimeyi yukarıda "bedeni zayıflatıp direncini kıran" olarak tercüme ettik. Kelime esasen "beden direncinin kırıklığı, eklem yerlerinin halsizleşmesi, sinir sisteminin gerilip bedenin zayıflaması" mânâsına gelen bir kelimedir. Bedendeki halsizlik hissi "fütur" olarak ifade edilir. Zayıflığın, dirayetsizliğin, dirençsizliğin yaşandığı devirler de, bu mânâda "fetret devri" diye adlandırılır.

"Müfettir" kelimesinin neyi vurguladığı üzerine zihin yoran ilim ehli, uyuşturucuların ortaya çıktığı ve tanınmaya başladığı andan itibaren kelimenin ona işaret ettiğini dile getirmişler, afyon, eroin, esrar gibi uyuşturucu maddelerin de bedeni zayıflattığına, mafsalları gevşettiğine, iradeyi zaafa uğrattığına dikkat çekmişlerdir. Kelimenin yapısı bu mânâya yakındır. Ancak uyuşturucuları, "müskir" kelimesinin çerçeve içine aldığı da bir gerçektir. Çünkü müskir, sarhoşluk veren, akıla dengesini kaybettiren, aklı perdeleyen, aklın düzenli kullanılmasını engelleyen demektir. Dolayısıyla biz "müfettir" kelimesinin daha açık ve canlı bir şekilde sigarayı ve onunla aynı mânâda çiğnenen otları, burna çekilen enfiyeyi çerçevesi içine aldığına inanıyoruz.

Akıl almaz boyutlarda yayılan ve salgın dünya musîbetleri arasında sayılması gereken sigara alışkanlığı ile ilgili söylenebilecek elbette ki çok söz var. Sağlığa ve şahsiyete tesiri, sebep olduğu israf, en yakınlardan başlayarak çevrede yer alan insanların haklarının çiğnenmesi, irade zayıflığı ve daha nice konuda… Bunların çoğu bilinen ve giderek daha sıkça dile getirilen sözler. Giderek canlanan gayretler.

Onları düşünce ufuklarınıza bırakıyor, çalışmalarını daha çok âile ve çocuklar üzerine yoğunlaştıran Prof. Dr. Zig Ziglar ın kötü alışkanlıklar ile ilgili kendi yaşadığı dünyadan aktardığı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum:

"Amerikalılar dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan 5 milyar insanın toplamından daha yüksek düzeyde uyuşturucu kullanıyorlar. 9 milyondan fazla Amerikalı kokaini denemiş ve 25 milyonu ise herhangi bir tipte bir yasa dışı uyuşturucu kullanmış.

Günümüzde, doğan bebeklerin yüzde onu daha henüz rahimde iken uyuşturucu ve yüksek seviyede alkol kullanımı ile yüz yüze gelmekte. Hamile bir kadının kokain kullanması –bir kere dahi olsa- bebeğin üzerinde harap edici etkiler bırakabiliyor ve çok yüksek tıbbî harcamalara sebebiyet verebiliyor.

Her 12 Amerikalıdan birisi düzenli olarak uyuşturucu tüttürürken, 52 milyon kişiden her biri günde ortalama 31 sigara içiyor. 100 milyondan fazla Amerikalı her gün içki içiyor ve bunların 18,5 milyonunun ciddî alkol problemleri var.

Ya mâliyetler? Bu konuda hiç kimsenin elinde kesin sonuçlar yok. Fakat bazı kaynaklardan, tahminlerden ve matematiksel formüllerden faydalanarak birkaç rakama ulaşılabiliyor. İsterseniz işe "uyuşturucuya başlangıç" olan tütünden başlayalım. Satın alış fiyatı, tıbbî harcamalar ve üretkenlik kaybı toplam 150 milyar doları geçmektedir. Bu rakam sigara içiminin sebep olduğu insan mutsuzluğunu, rahatsızlığını içermiyor.

Yıkılan âileler ve mahvolan hayatlar işin içine katılmadan, alış fiyatı, tıbbî harcamalar ve üretkenlik kaybı açısından alkolün sebep olduğu zarar 250 milyar doları geçiyor.

Yasa dışı uyuşturucuların alış fiyatları, tıbbî ve rehabilitasyon harcamaları, üretkenlik kaybı ve işlenen suç faturaları 200 milyar doları geçiyor. Tabi buna hesaplanması mümkün olmayan kişisel yıkımlar dahil değil.

Bu üç rakamı topladığınızda 600 milyar dolardan daha fazla kayıpla karşılaşıyorsunuz. Toplumumuzdaki bu üç kanseri ve beraberlerinde getirdikleri problemleri ortadan kaldırarak, on yıl içerisinde yoksulluğa bir nokta koyabilir ve dünyanın en büyük kredi açan ülkesi haline gelebiliriz.

Boşanmalarımızın %90 ı temelde alkole dayanmakta. Alkol, kadın ve çocuk tacizlerinin %70 inde etkin sebep olarak yer alıyor.

Otoban ölümlerinin %50 sinden fazlası alkol bağımlısı. İçki problemi olan kişilerin %97 si evlerimizde, okullarımızda, fabrikalarımızda ve iş yerlerimizde rastladığımız kişiler.

İşin en korkunç yanı ise alkol bağımlısı olan kişilerin %90 dan fazlası bu konuda problemleri olduğunu kabullenemiyorlar.

Yaklaşık 10 ila 11 yaşındaki 100.000 çocuk en azından haftada bir kere içki içiyor. Amerika da 28,6 milyon çocuğun ebeveyni alkolik."[4]

İşte size yönünü ve olunu şaşırmışların imrendiği dünyadan bir yaprak. Peşinde sürüklendiklerimizin durumu bu olsa da, insanlarımızı çılgın bir gayretle onların yuvarlandığı uçuruma doğru sürüklemeye çalışanlar bulunsa da diyarımız henüz bu bataklığın içine bütünüyle gömülmedi. Ancak alkolik olanlarımız öyle hızlılar ki onlarla aramızdaki alkol litresi açığını bir hayli kapatıyor, çağdaşlık yolunda hızla ilerliyorlar… Ecel duvarına toslayıncaya kadar.

Rabbimize hamd ediyoruz ki kalplerden sökülüp atılamayan iman hala cemiyetimizi ayakta tutuyor. Bizim ulvî gayemiz, uğruna fedakârlılar sergileyecek hedeflerimiz, hayallerimiz, ümitlerimiz, hesap gününe imanımız var. Yolumuzu aydınlatan hidayet rehberimiz var.Bunların nasıl bir nimet olduğu, bize nasıl güç verdiği, ayaklar sürçünce elimizden nasıl tuttuğu üzerinde tekrar düşününüz.

Bunların ardından bir gerçeği tekrar vurguluyoruz: Çocuklarınızı her türlü yanlış alışkanlıklardan koruyunuz. Onlardan önce kendinizi.

İslâmî hassasiyeti olan kardeşlerimizin sigara içmelerinin ayrı bir çirkinlik arz ettiğini unutmayınız. Tesettürlü bayanların sigara içmelerinin ise çok daha çirkin bir şekilde göze battığını, görüp şahit olan insanlar tarafından ciddî bir eksiklik ve kusur olarak kaydedildiğini vurgulamak zorunda olduğumuza inanıyoruz.

Ayrıca aşırı televizyon düşkülüğünün kötü alışkanlıklardan sayılabilecek bir duruma geldiğini unutmayınız. Saatlerce televizyon karşısında kalmak, böylece bilgi ve ahlâk kirliliğinin hedefi haline gelmek veya boş, faydasız, ciddiyetten uzak, hedefsiz ve gayesiz programlara kilitlenip kalmak basite alınamayacak derecede bir kötü alışkanlıktır.

Televizyon neticede bir alettir. Aletler iyiye de kullanılabilir, kötüye de… Ancak son derece faydalı olabilecek bu âletin çılgınlık derecesinde kötüye kullanıldığı, bir milleti, hatta bütün dünyayı ifsat etmek için silah haline getirildiği her akl-ı selim sahibinin kabul edeceği bir gerçektir.

Bu konu üzerinde ayrıca durulacak ve incelenecek bir konudur. Televizyonun tehlikesi ve zararları bilinmekte, nasıl ve ne şekilde tedbir alınacağı, irade hakimiyeti için neler yapılacağı ise bilinmemektedir.

Kendinizi ve çocuğunuzu ekranların esiri olmaktan kurtarma irade ve şuurunu gösteriniz.

Aynı tehlike farklı bir şekilde bilgisayar tiryakiliğinde vardır. Saatlerce süren bilgisayar oyunlarına dalıp gitmek, bıkıp usanmadan internette dolaşmak, kopuk cümlelerle bilgisayarları karşılıklı dedi-kodu aleti edinmek ve daha neler evlerde daima görülen manzaralardan biri oldu. Çocuklar dış dünyayı, arkadaşları ile oynamayı, anne ve babası, kardeşleri ile konuşmayı unutur hale geldiler.El kabiliyetleri kayboldu. Kasları gelişmez oldu, hatta eridi. Yüzlerinin rengi gitti. Arkadaş edinme duyguları söndü. Tek yönlü bilgiler, çok bilgi sayılır oldu. "Bu günün çocukları çok farklı" denilerek, çok şey bildirdikleri zannedilir hale geldi. Çok şeyleri bilmedikleri, sunî bir dünyada yaşamaya başladıkları gözden kaçtı. Her şeyin aşırısının zararlı olduğu da unutuldu.

Bu tiryakiliğin üzerinde daha ciddî durulmalı, aletlere esir olmak yerine onları kullanmak ve onlara efendilik edebilme iradesine sahip olmak için çalışılmalıdır.

Bu yönde üsluplar geliştirilmeli, araştırmalar yapılmalıdır.

_____________________________________

[1] Sahih -i Buhârî, Cenâiz (7/ 93), Sahih-i Müslim- Kader (4/ 2047-2048).
[2] Sahih -i Buhârî, Cenâiz (7/ 93), Sahih-i Müslim- Kader (4/ 2047-2048).
[3] Sünen-i Ebu Davud, Eşribe (4/ 90)
[4] Olumsuz Bir Dünyada Olumlu Çocuk Yetiştirmek, Zig Ziglar (252-254)









37. Nasihat

Çocuklarınızı kendi cinslerine uygun olarak yetiştiriniz.


"Rasûlullah (sav), erkeklerden kadınlara benzemeye, kadınlaşmaya çalışanlar ile, kadınlardan erkeklere benzemeye, erkekleşmeye çalışanlara la net ettti.[1]

İnsan nesli tarihler boyu varlığını ve devamlılığını iki cins ile, yani erkek ve kadınla sürdürür. Bu iki cinsten dünyaya gelmeyen sadece Adem (as), Havva Vâlidemiz ve İsa (as) vardır. Bunun dışındaki bütün insanlar bir anne ve babadan dünyaya gelmişlerdir. Hepsinin soyu neticede Adem (as) ile Havva Valide mize dayanır.

Zikr-i Hakîm de bu gerçek şöyle dile getirilir: “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız, kaynaşmanız, farklı vasıflarınız, özelliklerinizle bilinmeniz için sizleri kavimlere, kabilelere ayırdık.

Şüphesiz Allah katında en değerli olanınız, en takvâlı olanınızdır.

Elbette ki Allah her şeyi bütün yönleri ve incelikleriyle bilir ve her şeyden haberdardır. (Hucurât 49/13)

Bu âyet-i kerîmede, hayatın iki cinsle başladığı ve devam ettiği, Allah katında gerçek değerin ve üstünlüğün takvâ ile olduğu vurgulandığı gibi, ırkçılık zihniyeti ve ona balı anlayışlar da reddedilir.

Evet, hayat iki cinsle devam eder. Bu iki cinsin kendi özelliklerini en iki şekilde koruması da hayatın en sağlıklı devam yoludur. Selim fıtrat da buna uygundur.

Nice gariplikleri yaşadığımız bu günlerde cins karmaşası ve eğitim düşüncesizlikleri de yaşıyoruz. Biz bu karmaşanın sadece eğitim ile ilgili kısmına dikkat çekiyor, anne ve babanın bu konuda dikkatli olmasını, bilgili ve şuurlu hareket etmesini arzu ediyoruz.

Şimdi “İnsan Denen Meçhul” isimli kitabıyla Nobel Tıp Ödülü alan Dr. Alexis Carrel in sözlerine kulak veriyoruz:

“Erkekle kadın arasındaki farklar… organlarının farklı şekillerinden, rahimin mevcudiyetinden, adet görmekten veya terbiye tarzından ileri gelmez. Bunlar çok derin bir sebepten ileri gelirler ki, bu da cinsî guddelerin imal ettiği kimyevî maddelerin bütün organizmaya dolması, organizmanın bununla dolu dolu olmasıdır.

İşte bu esasları bilmemek, feminizm öncülerini, her iki cinsin aynı terbiye, aynı işler aynı yetki ve sorumlulukları alabilecekleri inancına sevk etmiştir. Gerçekte kadın, erkekten önemli derecede farklıdır. Kadının vücudundaki hücrelerin her biri kendi cinsinin izlerini taşır. Organik ve bilhassa sinir sistemleri için de durum aynıdır. Fizyolojik konular da yıldızlar âleminin kanunları kadar sert ve merhametsizdir. Onların yerine insanî arzuları koymak imkansızdır. Onları oldukları gibi kabul etmek zorundayız. Kadınlar kabiliyetlerini kendi tabiatları (yaratılışları) istikametinde geliştirmeli, erkekleri taklit etmeye kalkmamalıdırlar.

Medeniyetin ilerlemesinde kadınların rolü, erkeklerinkinden daha yüksektir. Bu rolü terk etmemeleri gerekir.” [2]

Müellif, bir hayli tıbbî bilgiler verdikten sonra sözlerini şöyle tamamlıyor:

“Genç kızlara, erkeklere verilen fikri formasyonun, hayat tarzının ve idealin aynı verilmemelidir. Terbiyeciler, erkek ve dişilerin organik ve dimağî farklarını, bunların (yaratılıştaki) rolünü dikkate almalıdırlar. İki cins arasında değişmez ayrılıklar vardır. Medenî dünyanın kuruluşunda bunu hesaba katmak şarttır.”[3]

Bir çok fikirlerini, temel bilgilerini Avrupa dan almakla övünen zihniyet, bir Fransız bilim adamı olan Alexis Carrel’in bu sözlerini tutmuşa ve tutacağa benzemiyor. Sanki tam tersi yapılıyor, kadınlar erkekleştirilmeye, erkekler kadınsı yapılmaya çalışılıyor. Birbirini bütünleyici özellikler ve bağlayıcı bağlar koparılmaya, yok edilmeye uğraşılıyor.

Kız çocuklarının sadece bedenlerine değil davranışlarına bakınız, erkek çocuktan ne kadar farklıdır. Duygu yönü ne kadar canlıdır, kendisini sevdirmek, sevgi ve şefkat duygularını üzerine çekmek konusunda ne kadar başarılıdır. Oyuncaklarını nasıl farklı çeker. Ağlayan küçük kardeşinin sesi nasıl önce onun dikkatini çeker. Çocuk kucaklamaya ne kadar meraklıdır…

Aynı şekilde erkek çocuklarının davranış ve kabiliyetleri, atılganlıkları ne kadar farklıdır. Oyuncak tercihleri ne kadar dikkat çekicidir.

Doğru olan da bu yaratılışlarını uygun olarak yetiştirilmeleri, terbiye edilmeleri, eğitilmeleridir.

Bu alanda dış dünyada şahit olduğumuz dengesizlikler basite alınmamalı, yuvalar ihmal ve düşüncesizliklerden uzak tutulmalı, çocuklarımız fıtratlarına uygun yetiştirilmelidir.

Fıtrata ters insanların nasıl şahsiyetlerini kaybettiklerine, nasıl ulvî duygulardan sıyrılıp basitlikler sergilemeye başladıklarına dikkat ediniz.

Erkek çocuğu olmayan âilelerin kızlarından birini erkek gibi yetiştirmeye meraklı olduklarını, aynı şekilde kız çocuğu olmayanların erkek çocuklarından birini özellikle de küçüğünü evde dizlerinin dibinde kız gibi yetiştirmeye çalıştıklarını görüyoruz.

Ayrılan ailelerde, anne yanında kalan erkek çocukların hep anne ile veya annenin arkadaşları, yakınları olan kadınlarla bir arada buluna buluna onların tavırlarını ve davranışlarını taklit etmeye başladıkları, onların davranışlarını sergiledikleri görülüyor. Bu durumda olan çocukların erkek arkadaşları yoksa, erkek çocuklarla yeterli derecede vakit geçirip oynama imkânı bulamıyorlarsa tehlike oranı daha da büyümektir.

Çocuklarınızı bu tür tehlikelere karşı da koruyunuz ve onlara kendi cinslerine uygun terbiye veriniz. Hatalı davranışları basite alma, yanlış değerlendirme ve ihmal tuzaklarına düşmeyiniz.


__________________________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Libas ( 18/ 70)
[2] İnsan Denen Meçhul, (s. 114)
[3] İnsan Denen Meçhul, (s. 116)







38. Nasihat

Çocuklarınızı açık sözlü yetiştiriniz


Özü, sözü doğru olmak çok güzel bir haslettir. Doğruyu güzel bir ifadeyle dile getirmek ayrıca güzelliğe güzellik katar. Uyumluluk, sadakat ve vefa, iman ile bütünleştiğinde hayran olunacak bir yücelik kazanır.

Ubâde İbn Sâmit in (ra) Allah Rasûlü ne nasıl biat ettiğine dikkat ediniz:

"Biz Allah Rasûlü ne(sav), hoşumuza giden-gitmeyen, acı-tatlı, iyi ve kötü günde itaat etmek, kendisine mesuliyet verilenlere karşı gelmemek, nerede ve ne durumda olursak olalım, Allah uğrunda hiç kimsenin kınamasından, baskısından korkmadan çekinmeden, hakkı dile getirmek üzere biat ettik.”[1]

Bu kelimeler, Allah Rasûlü nün bir mü minin nasıl olması gerektiğinin, nasıl bir bağlılık istediğinin özetidir. Arzumuz, yavrularımızın bunu gerçekleştirecek bir anlayış ve yapıda yetiştirilmesi, bu duygularla filizlenip gelişmeleridir.

Açık sözlülük, edeb ölçüleri içinde olduğu sürece güzel ve asil bir haslettir. Duygular ve düşünceler iyi bir üslupla ve dürüstçe ifade edildiği zaman insanlarla paylaşılır ve tesiri gönülden gönüle sirayet eder. Kaynayarak dış dünyaya çıkan ve şırıldayarak akan sular, nasıl daha güzel, nasıl daha temiz ve daha berrak ise, insan gönlünde safiyet ve tazelik duygusu uyandırıyorsa, duygu ve düşünce kaynağından çıkan kelimeler ve cümleler de öyledir.

Kaynayan ve akan suların, nasıl diğer sularla buluşma, kaynaşma ve güçlenme ihtimali daha yüksek ise, zihinlerde şekillenip güzel kelimelerle dış dünyaya akseden düşüncelerin de paylaşılma, zenginleşme, güçlenme ve arzu edilen hedefe doğru yol alma ihtimali daha yüksektir.

Müslim in, Sehl İbn es-Sâ idî den naklettiği bir hatırada yer alan bir açık sözlülük örneğini paylaşıyoruz:

"Rasûlullah a(sav) bir içecek getirildi. Getirilen içecekten içti. Sağında bir çocuk duruyordu, solunda yaşlı insanlar vardı. Çocuğa; “–Bana izin verir misin, içeceği onlara vereyim? buyurdu.

Çocuk; “Hayır vallahi! Senden gelen nasibi başkasına kaptırmam, başkasını bu konuda kendime tercih etmem,” dedi.Bu sözler üzerine Rasûlullah(sav), kabı onun eline verdi." [2]

Rasûlullah(sav) Efendimiz de, orada bulunan sahâbeler de küçük delikanlının asıl hedefinin Allah Rasûlü nün arzusunu geri çevirmek, bencillik etmek veya küstahlık sergilemek olmadığını biliyorlardı. O, Allah Rasûlü nün içtiği kaptan içmek istiyordu. Belki bir daha ele geçiremeyeceği bir fırsatı kaçırmak istemiyordu. İstediği, dünyalık değeri olan bir şey değildi. O gönlünde doğan bir arzuyu açık bir ifadeyle dile getiriyor, istediğini de elde ediyordu.

Uhud Gazvesi öncesi saflar arasına karışan 13-15 yaşları arasındaki çocukları hatırlayınız: Kimi Efendimizin gözüne takılır da cihada katılmasına izin verilmez korkusuyla saflar arasında kendini saklamaya çalışıyor, kimi de boyunu büyük göstermek için ayak parmaklarının üzerine yükseliyordu.

Onların bu hali, yiğitçe ve pervasız duruşları, cesaretleri, iştiyakları Rasûlullah ı(sav) ne kadar duygulandırmıştı. Yine de yaşları küçük olduğu için onları saflardan ayırmıştı.

O günlerde 15 yaşlarında olan Râfi‘in(ra) babası oğlunun cihad saflarından ayrılmasını istememiş, Rasûlullah a(sav) gelerek; "Ya Rasûlallah! O, çok iyi ok kullanıyor, iyi bir atıcı!" demiş ve oğlunun cihad saflarında kalmasını sağlamıştı. Bunu gözden kaçırmayan ve iyi değerlendiren bir başka küçük delikanlı Semüra İbn Cündüb(ra) de Allah Rasûlü ne gelerek; "Ya Rasûlallah! Râfi ye izin verdiniz, beni savaşa kabul etmediniz. Ben onu güreşte yeniyorum!" diyor; yapılan güreşte gerçekten yenerek cihad meydanında büyüklerinin arasında yer almayı başarıyordu.[3]

Onun ve diğer küçük delikanlıların bu davranışlarının daha sonra yaşanan sıcak çatışmada payı ve tesiri olduğuna inanıyoruz. Gönüllerde bıraktığı izlerin de derin olduğuna. Taze gençlerin bu cesaret ve tavırlarının büyüklerini nasıl heyecanlandırdığını, ateşlediğini düşününüz.

Önceki yıllarda çocuklarımız çekingen yetişirdi. Duygu ve düşüncelerini söylemez, sorulan soruları çok defa cevapsız bırakırlardı. Günümüzdeki çocuklar ise biraz daha şımarıkça… Bir şey istediklerinde rahat istiyor, canlarının istediğini daha rahat ve ısrarla dile getiriyorlar. Eskisi kadar babadan korkmuyorlar. Elbette herkes için aynı şeyleri söylemenin mümkün olmadığı da ayrı bir gerçek. Eski ile yeni arasındaki ciddî farka rağmen günümüzün çocukları da duygu ve düşüncelerini açık ve güzel kelimelerle dile getirmiyor, "açık sözlülük" olarak ifade ettiğimiz o çocuk safiyeti ile bütünleşen güzelliği yakalayamıyor. Onların tatlı buluşları, evleri şen gülücüklere boğmuyor.

Misaller anlatmaya yardımcıdır. Hepinizin hayatında açık sözlülüğün, çocukça ve zekice buluşların güzel misalleri vardır. Onları göz önüne getirdiğinizde neyin murat edildiğini daha iyi anlayacaksınız. Onları hatıra dağarcığına kaydediniz Sonraki yıllarda da neşe kaynağınız olacaktır. Belki de torunlarınızla anne veya babalarının çocukluk hatıralarını paylaşacaksınız.

Böyle bir misali paylaşıyoruz: Biz evin bütün fertleri olarak dondurmayı severiz. Antalya da kaldığımız yıllarda, sıcak bir yaz gününde arabayla caddede ilerliyorduk. Çocuklar aralarında anlaşarak arabanın arka koltuğunda hep birden el çırpıp;

"Babam bize dondurma alacak!" demeye başlamışlardı. Aynı şeyi Mekke de yaparlardı. Gece serinliğinde Arafat a dostlarla oturmaya giderdik. Dönüşte dondurmacının yakınlarından geçtiğimizde bu el çırpışları ve neşeli isteği duyardık. Her zaman olmasa da zaman zaman alırdık. Burada da çok geçmeden dondurmacının yerini öğrenmişlerdi. Yakınlarından geçerken aynı arzuyu dile getiriyorlardı. Mekke yi hatırlattığı için güldük. Sonra; "Tamam, size bir kilo dondurma alayım!" dedim.

"-Olmaz!" dediler. "Yarım kilo dondurma kime yeter. O bizi daha da iştahlandırır. Hem kendimiz kanaat etsek bile gözümüz doymaz."

Yumşak anımızı bulduklarına inanarak cesaretlenmişlerdi. Altı kardeştiler ve iyi dondurma yerlerdi. Her birinden ayrı bir fikir geliyordu. Asıl derdin gözlerin doyması olduğunu ittifakla vurguluyorlardı.

"Mesele gözün doyması mı?" diye sordum. Hep birden; "-Evet!" dediler.

Bana göre tuzağa düşmüşlerdi. "Tamam!" dedim. "Dondurmayı alıyorum. Evde oturduğunuz masanın bir tarafına ayna koyuyorum. Dondurmayı da aynanın önüne koyuyorum. Dondurma iki katına çıkıyor. Aynı şekilde üç katına da çıkarabilirim. Böylece gözünüz doymuş olur."

Kendime göre meseleyi çözmüştüm. Şimdi ne diyeceklerdi?

Ancak henüz ilkokulun ilk basamaklarında olan kızımdan gelen itiraz bütün dengeyi bozuverdi:

"Hayır, doymaz baba!" dedi. "O zaman sadece dondurma çoğalmıyor, dondurmanın başına oturanlar da çoğalıyor."

Bunun nice değişik örneklerinin sizin âilenizde de yaşandığına inanıyorum. Onları koruyunuz ve çoğaltınız.

Ancak açık sözlülük küstahlığa, cesaret cür ete, dikbaşlılığa dönmemelidir. Olgun, cesur, zeki, atılgan, düşüncelerini yaşının samimiyeti içinde ve güzel bir üslupla ifade eden, kendisine değer verildiğinde şımarmayan, kendine güvenen, dürüst, imanlı, İslâmî değerleri bilen ve onlarla yoğrularak yetişen yeni bir nesle olan ihtiyacımız gerçekten büyüktür.

Yarınlarımız için bu nesli yetiştirmek zorundayız. Gayretlerimize Rabbimiz bereket verecek, ufkumuz açacaktır.

__________________________________________
[1] Bu biat, ikinci Akabe Buluşması sırasında yapılmıştır. Sahih-i Buhârî, Ahkam (20/ 162)
[2] Sahih-i Müslim, Eşribe ( 3/ 1604 ).
[3] Sîretü İbn Hişam (2/ 66), Es-Sîretü n-Nebeviyye (sh. 192), Hayatü’s-Sahabe (1/ 583)









39. Nasihat

Âile sırlarınızı dışarıya vermeyiniz

Allah Rasûlü(sav) mahrem sırların başkalarına aktarılmasının yasaklamıştır. Bunu oldukça ağır sayılacak kelimelerle ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü Allah katında en şerli insanlardan biri de, hanımıyla bir çok mahrem sırrı paylaştıktan, arada perde kalmadıktan sonra kadının mahrem sırlarını yayan insandır." [1]

Ebu Saîd el-Hudrî den gelen bu hadisin yine Sahih-i Müslim de yer alan bir başka rivâyetinde de karı koca arasındaki mahrem sırlar, kıyamet günü Allah katında emanetlerin en büyüklerinden biri sayılmış, sırrı yayış bir nevî ihanet kabul edilmiştir. [2]

Âile içinde yaşananların büyük bir kısmı, âile mahremiyetinden sayılır. Bunların dış dünyaya duyurulması veya bir şekilde sızdırılması doğru değildir.

Meşru bir nikah akdiyle bir araya gelerek yuva kuran karı-koca birbirine en yakın iki insan haline gelirler. Birçok sırrı ve geleceğe yönelik hayali paylaşır, yuvalarını yarınlara hazırlarlar. Şüphesiz yuvanın temeli karşılıklı sevgi, hürmet, merhamet ve şefkat üzerine kurulu olmalıdır. Ancak rüzgârlar her zaman istenilen yönlerden, istenilen hızlarda esmezler. Bazen hırçınlaşabilir, bazen ters yönden vurabilir, bazen yağmur, bazen de tozla karışık olabilirler… Âile içinde yaşananlar da böyledir. Beklenmeyen fırtınalar çıkabilir, soğuk rüzgârlar esebilir… Elbette baharlar da yaşanır, pırıldayan güneşler de görülür.

Bunların hangilerinin âile sırrı olduğu iyi değerlendirilmeli, nelerin başkalarıyla paylaşılabileceğine iyi karar verilmelidir. Âilede yaşanan her şey dış dünyaya aksetmemelidir. Dış dünyaya duyurulan sırlar, âilenin ve âile fertlerinin değer kaybına sebep olurlar. Yaraları büyütür, kötü emsal olurlar.

Anne ve babalara, âile büyüklerine nelerin anlatılabileceği de iyi seçilmeli, onların zihinlerinde bulanıklık, kalplerinde tedirginlik bırakacak, yanlış kanaat edinmelerine, hatalı adım atmalarına sebep olacak bilgiler verilmemelidir. Sözler yaylardan çıkan oklar gibidir, söylendikten sonra bir daha geri alınamazlar… Açtıkları yaralar, uzun zaman diliminde bile kapanmayabilirler.

Başkalarının duymadığı hatalar, enfeksiyon kapmamış yaralar gibidir. Çabuk iyileşirler. Onlara sürülen pişmanlık merhemleri tesirini çok çabuk gösterir.

Bir mü min, başka bir mü min kardeşinin şahid olduğu, öğrendiği kusurlarını bile örtmek, sırlarını saklamak için çırpınır. Kusurların tamiri ve tekrarlanmaması için üzerine düşeni yerine getirmeye çalışır.

Allah Rasûlü(sav); “Kim, bir Müslümanın kusurunu örter, ayıbını, sırrını saklarsa, Allah da dünya ve âhirette onun kusurunu örter, ayıbını saklar,” buyurur. [3]

Bir insan, başka insanların sırrını korumak zorunda ise kendi âile sırları konusunda daha da titiz olmalıdır. Âile sırrı sayılan şeyler, çok defa başkalarını ilgilendirmeyen, öğrenilmesi başkalarına fayda getirmeyen, âileye ciddî zararlar veren, belli bir mahremiyeti olan sırlardır. Bu tür sırların dertleşme manasında da başkalarına aktarılması doğru değildir.

Paylaşılan sırlar çok defa sır olmaktan çıkar. Hz. Ali; "Sırrın senin esirindir, onu başkasına söylersen sen onun esiri olursun,"[4]

Hele de eşlerin birbirlerinin kusurlarını başkalarının yanında dillendirmeleri, eşlerini çekiştirmeleri ciddî bir hatadır. Bu davranışları sadece eşlerinin değil, kendilerinin ve âilelerinin değerini de düşürür. Zihinlerde, kusur ve zayıflıkları ile yer etmelerine sebep olur.

Eşler birbirlerinin elbisesidirler. Haramdan korunmada, sadakat ve ahlâkî güzelliklerini korumada birbirlerine yardımcı, sırlarını saklamada emin, hataları ve kusurları örtmede perdedirler.

Çocuklarınızı da âile sırlarını saklamaya alıştırınız. Onlara bazı şeylerin sır olduğunu anlatınız, hissettiriniz. Küçük olsalar da bunu anlayacak ve hissedeceklerdir.

Yakın ve dostlarınızın çocuklarının ağzından âile sırlarını almaya çalışmayınız. Onları âile sırlarını korumaya teşvik ediniz.

Bununla ilgili bir hatırayı Enes ten(ra) dinliyoruz: "Ben çocuklarla oynarken Rasûlullah(sav) yanıma geldi. Bize selâm verdi. Peşinden beni bir iş için gönderdi. Bu yüzden annemin yanına varmakta geciktim.Yanına geldiğimde annem; “Seni geciktiren neydi?” diye sordu. “Rasûlullah(sav) beni bir iş için göndermişti,” dedim. “İşi neydi?” diye sordu. “–Bu sır!” diye cevap verdim. Ben öyle deyince annem; “Allah Rasûlü’nün sırrını hiç kimseye söyleme!” dedi."

Hadisin devamında Enes’in(ra) kendisinden bu hadisi duyan ve nakleden Sâbit’e; “Allah’a yemin olsun ki Sâbit, onu birisine söyleyecek olsaydım sana söylerdim,” dediği yer alır.[5]

Enes(ra) bir başka rivâyetinde; “Allah Rasûlü(sav) bana bir sır söyledi. Şu ana kadar onu hiç kimseye söylemedim. Ümmü Süleym bu sırrı sordu ona da söylemedim,” der.[6]

"Ümmü Süleym" Enes in(ra) annesidir. Fazîlet yüklü, hayr ve takvâ dolu bir kadındır. Son derece zekî ve olgun birisidir. Oğluna Allah Rasûlü nün sırrını saklama konusunda yaptığı tavsiye de çocuğun hayr ve salâhını isteyen mü mine bir kadının yapması gereken tavsiyedir. O, ne yaptığını bilen şuurlu bir annedir.

__________________________________________________ _________________________
[1] Sahih-i Müslim, Nikah (2/ 1060).
[2] Sahih-i Müslim, Nikah (2/ 1061).
[3] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).
[4] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 295)
[5] Sahih-i Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe (4/ 1929).
[6] Sahih-i Buhârî, İsti’zân (18/ 327), Sahih-i Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe (4/ 1930).




40. Nasihat

Eşinizin ve çocuklarınızın duygularını anlayınız, zaman zaman kendinizi onların yerine koyunuz ve olumlu yönde adımlar atınız.


Âişe Validemiz Allah Rasûlü nün(sav) şöyle buyurduğunu rivâyet ediyor:

“Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan ve âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır.”[1]

Âile içinde ve dışında yaşanan hadiselere sadece kendi bakış açınızda bakmayınız, sadece kendi fayda veya zararınız açısından değerlendirmeyiniz. Eşleriniz, çocuklarınız, hatta anne ve babanız, yakınlarınız ve dostlarınız açısından da bakıp değerlendiriniz. Rabbimizin bize bahşettiği akıl, zeka ve irade bütün bunları dakikalar, saniyeler içinde değerlendirecek güçtedir.

İnsanların aynı hadiseye bakış açıları farklı olabilir mi, farklı kanaatler ortaya çıkar mı? diye sorulacak olursa cevap elbette ki; "evet!" olacaktır.

Bir mağazanın vitrini önünde iki insan düşününüz. Birisi ihtiyacı olan elbiseyi arıyor, diğeri vitrinin tertip ve düzenini seyrediyor ve o anda bu vitrinin daha iyi nasıl tanzim edilebileceğini zihninde canlandırıyor. Bu iki insanın aynı vitrine bakış açılarının birbirinden ne kadar farklı olacağını tahmin edersiniz.

Kız çocuklarıyla, erkek çocukların oyuncak seçişlerindeki farklılıklara da dikkat ediniz. Hanımların renk ve koku konusunda erkeklere göre daha hassas oldukları biraz dikkat eden bir insanın gözünden kaçmayacaktır. Hassasiyet ve dikkatler yaşlara göre de değişir. Gençler, yaşlılar, çocuklar içinde bulundukları şartları birbirinden ne kadar da farklı değerlendirirler! Bunun daha nice misallerini bulabilirsiniz.

Onun için bir çatı altında yaşayan insanların birbirini daha iyi anlamaya, birbirinin bakış açılarını daha iyi değerlendirmeye ihtiyaçları vardır. Bunun en iyi yollarından biri de zaman zaman kendimizi onların yerine koyarak onlar gibi düşünmek, onları anlamak ve onlar anlayışlı davranmaktır. Bu, aradaki bağları güçlendirecek, yuvanın saadetini, fertlerin ecrini artıracaktır.

İbn Kesîr(rh.a.);"Onlara iyilikle, güzellikle muâmele edin!" [2] âyetini tefsir ederken şöyle der: "Hanımlarınıza güzel sözler söyleyin, davranışlarınız da, imkanınız derecesinde kılık kıyafetiniz de güzel olsun. Siz onların nasıl güzel sözlerinden, güzel davranışından, düzgün ve temiz kıyafetinden hoşlanıyorsanız siz de onlara karşı böyle olmalısınız. Rabbimiz;

"Erkeklerin kadınlar üzerinde nasıl temiz fıtratların kabul ettiği, şer-i şerifin tasdik ettiği haklarının olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır,"[3] buyuruyor." [4]

İyi geçimin, hoş muamelenin temeli eşlerin, âile fertlerinin birbirlerini anlamaları, birbirlerine anlayış göstermeleri, değer vermeleri, âile içinde ve dışarıda güzel ahlâklı olmalarıdır.

Ve unutmayalım: “Birr (güzel ahlâk, hayırlı amel ve takva) sahibleri elbette ki Cennet tedir.

Fâcirler, kötü ve reziller de şüphesiz Cehennem’dedir. " (İnfitâr, 82/ 13-14)

Bu gün mü min gönüllerin kendi öz yurtlarında garip ve boynu bükük duruma düşürüldükleri, nice hak ve hukuklarının gasp edildiği, tekbir sesleriyle fethedilen bir diyarda horlanmaya ve yabancı duruma düşürülmeye çalışıldıkları acı bir gerçek olarak gözler önündedir. Böyle bir durumda kendi yuvasının sıcaklığını hissedemiyor, güven ve huzuruyla kalbi rahatlamıyor, dış dünyada yediği darbelere bir başka darbe de yuvasından, yuvasının fertlerinden geliyorsa bunun gönüllerde estireceği fırtınayı düşününüz. Elinizdeki imkân veya gücü kötüye, hak gasbına, başkasına acı veya huzursuzluk vererek nefsin azgınlıklarını tatmine kullanmayınız. Bu size büyük zarar olarak geri dönecektir.

Şu emr-i ilâhîye kulak veriniz ve mü min gönüllere eziyet verenlerin akıbeti üzerinde tefekkür ediniz:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı, hak etmedikleri bir gerekçeyle eziyet veren, zulm edenler, şüphesiz büyük bir bühtan, apaçık bir günah üstlenmişlerdir.” (Ahzab, 33/ 58)

Bu âyeti tekrar tekrar okuyunuz ve cemiyet içinde yaşananları, Rabbinin emrettiği gibi yaşamak isteyenlerin uğradıkları mağduriyetleri ve İblis e uşaklıkta yarışanların gayretlerini, işgüzarlıklarını, hırslarını ve kinlerini iyi değerlendiriniz. Böyle bir denizde yol alırken âile geminizin ne kadar sağlam olması gerektiğine siz karar veriniz.

***

_____________________________________________
[1] Sünen-i Tirmizî, İman (1/ 9) Âişe Validemizin rivayet ettiği bu hadis için “sahih” demiştir.
[2] Nisâ Sûresi (4) Âyet: 19
[3] Bakara Sûresi (2) Âyet: 228.
[4] Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr (1/ 368-369).



Alıntı ile Cevapla
Alt 10 Temmuz 2012, 00:25   Mesaj No:10
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:38
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:166
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

41. Nasihat

Varlık sizleri şımartmasın, yokluk sizleri sızlandırmasın.


Ebu Hureyre(ra) Allah Rasûlü nün(sav) şu irşad ve ikazını bizlere aktarıyor: “Allah, sizin şekillerinize, ne kadar malınızın olduğuna bakmaz. Sizi bunlara bakarak değerlendirmez. O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[1]

Dünya hayatı fânîdir. Ne milyonlara hükmeden hükümdarlara, ne binlerce insana yetecek kadar malı, mülkü olanlara, ne dünya kadar bilgisi olan âlimlere, ne insanlara kan kusturan zâlimlere, ne bilmediğini bile bilmeyen cahillere, ne safahat içinde yüzenlere, çılgınlıklarına yeni çılgınlıklar ekleyenlere, ne de mazlumlara, çilekeşlere, ne de birçok kimsenin bilmediği uzak diyarlarda, yamaçlarda, ormanlarda ağaçlar, kayalar arasında sessizce yaşayanlara kalmamıştır. İnsan dünya hayatında bir yolcudur. İmtihan geiren bir yolcu.

Bu gerçeği herkes bilir, binlerce insan dillendirir. Ancak çok az insan hayatını bu gerçeğe göre tanzim ve tertip eder. Ömrün son demlerinde dahi bitmeyen hırslar, bile bile yanlış atılan adımlar, yenemeyecek, giyilemeyecek kadar biriktirmeler, her gün birbirini takip eden lüks ev eşyası ve arabalar… Dünya hayatının ötesine hazırlıktan uzaklık, ebedî dünyadaki evimizin nerede olması ve nasıl döşenmesi gerektiğine dair gösterilen gaflet ve daha nice boş oyalanışlar. Bütün bunlar düşünen beyinler için gerçekten ibret vericidir.

Herhalde dünyanın fanîliği gerçeğini sık sık birbirimize hatırlatmaya, değişik vesilelerle dile getirmeye ihtiyacımız var. Çünkü unutuluyor, unutulmak isteniyor, hatta hatırlanılması her şeyini dünya hayatına göre tanzim edenleri huzursuz ediyor. Zincirli Kuyu Kabristanı nın kapısının üstüne "Her nefis ölümü tadacaktır" meâlinin yazılması, hayatı çılgınca yaşayıp ölümü hatırlamak istemeyenleri rencide etmiş, yazının kaldırılmasını istemişlerdi.

Rabbimiz de; “Hatırlat, öğüt ver. Şüphesiz doğruları, hakkı hatırlatış, Allah için öğüt, mü’min gönüllere fayda verir,” (Zâriyât, 51/ 55) buyurarak mü min gönüllerin hatırlatışlardan, öğütlerden istifade edeceğini vurguluyordu.

Biz duyguları körelmeyenlerden, hayatın çılgın akışına şuursuzca kapılıp taştan taşa sekmeyenlerden olmak zorundayız. Rabbimizin dünya hayatını farklı açılardan değerlendirişinden ibretler almalıyız. Şu değerlendirişe ve ikaza dikkat ediyoruz:

"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda birbirinize karşı övünüp böbürlenme, mal ve evlad çokluğu yarışına girme alanıdır. Tıpkı çiftçilerin çok hoşuna giden ekinleri bitiren bir yağmura benzer. Sonra yeşilliği ve canlılığı söner, onu sararmış görürsün. Sonra da kurumuş çöplere dönüşür. (Dünya hayatı da böyle geçicidir.) Âhirette ise çok şiddetli bir azap vardır. Allah ın mağfireti ve rızası da vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir nimetlenişten başka bir şey değildir." (Hadîd 57/ 20)

Çevrenizdeki hayatın akışına bakınız. Şuursuz ve hedefsiz bir hayat, gerçekten ömür tüketmek için oyun ve eğlenceyle vakit geçirmekten, mal yarışına girme, mal ve makamla övünme yarışından ibaret değil midir? Aldanış içinde yüzüp, akıntıya kapılıp gitme gafleti değil midir?

Üstelik aynı gaflet girdabına başkalarını da çağırma, kiri onlara da sıçratma, çabaları da bu aldanışın bir başka çeşnisidir. Çünkü temiz ve şuurlu insanlara bakış, hayat akışı içinde onları görüş, kişilere kendi hatasını hatırlatmakta, çılgınca sürdürdüğü hayat içinde kalplerini rahatsız etmektedirler.

Abdü l-Fettah Ebu Ğudde Hoca Efendi den iki beyit dinlemiştim. Bir gerçeği hicivli bir üslupla vurguluyor ve şöyle diyordu:

"Köşk sahiplerini görüyorum; bitince dünya hayatları,

Mermer kabirler inşa ediyorlar mezarlar üstüne.

Ne edip edip hava atacaklar, övünecekler,

Fakir insanlara, garibanlara kendilerince,

Hatta kabirde, kabristanda bile"

Evet, dünyalık ve hava atma yarışının kabristanda bile hala devam ettiğini görüyoruz. Ancak dışarıdaki hava atışın içeridekine faydasının olmadığını da biliyoruz.

Tekrar bir başka ilahî hitaba dikkatlerini çekmek istiyoruz: "Ey İnsanlar! Allah ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. İşi gücü aldatmak olan şeytan da Allah hakkında sizi kandırmasın." (Fâtır 35/ 5)

Günümüzde insanlara şöyle bir soru sorsak: "Varlık sahibi olup varlığınızın şükrünü edâ etmeyi, günü gelince hesabını vermeyi mi, yoksa kıt kanat geçinip sabretmeyi, aza kanaat edip varlık imtihanından uzak durmayı mı tercih edersiniz?" İnsanların çoğunun, belki hepsinin tercihi birincisi olacaktır. Varlık sahibi olunca neler neler yapacaklarını anlatacaklar, akla gelmedik fedakârlık örnekleri sıralayacaklardır. Ancak görünen bir gerçek daha vardır. Varlığın, makam ve mevkiin imtihanında başarılı olanlar çok daha az, kaybedenleri, eski günlerini, hatta eski dostlarını, muhtaçları unutanları çok daha fazladır.

Her insan kendisine bahşedilen imkânlara göre hesaba çekilir. Dünya hayatında garipliklerle, tersliklerle karşılaşsak bile Allah katında gerçek değer kalplerde yer alan takvâya, işlenilen amellere göredir.

Hiçbir haksızlığın yapılmayacağı, mutlak adaletin gerçekleşeceği muhasebe gününde soyun, aşiretin, akraba ve hısım bağlarının fayda vermeyeceği gerçeği unutulmamalıdır. Allah Rasûlü nün(sav);

“Amellerinin yavaşlattığı bir kimseyi, nesebi hızlandıramaz. Amelleri ona yol aldıramıyorsa, soyu yol aldıramaz,”[2] buyruğu bu gerçeğin net bir ifadesidir. Dünya hayatında gördüklerimiz, yaşadıklarımız bizi aldatmamalıdır.

Hayatın iniş ve çıkışları vardır. Bunlardan biri de varlık ve yokluk anlarıdır. Varlık anında nasıl şükretmesini bilmeli, mütevâzî olmalı, muhtaca el uzatmalı, üzerimize düşenleri yapmalı, dünya hayatının akıntısında sürüklenmemeli, şuurumuzu kaybetmemeli isek, yokluk anlarında da sabretmeli, kendimizi içinde bulunduğumuz duruma göre ayarlamalı, imkânlarımızı tartarak hareket etmeli, sızlanmamalı, şikâyetçi olmamalı, karamsarlığa düşmemeli, ümitsizliğe kapılmamalıyız. Kendimizden daha zor durumda olan insanların hayata tutunuşuna, gayretlerine ve sabrına bakmalı, halimize şükretmeliyiz.

Tüketim çılgınlığı çevremizde sürüyor olsa bile adımlarımızı ihtiyatlı atmalı, her durumda izzet ve şerefimizi, alın açıklığımızı korumalı, dilimizden ve gönlümüzden daima güzel kelimeler gelip geçmeli, dünyayı kendimize ve çevremizdekiler için karanlık dehlizlere çevirmemeliyiz. Başkalarını, kaderi, yakınlarımızı, eşimizi, dostlarımızı suçlama, kalplerde yara açma gafletine düşmemeliyiz.

Şu gerçeği gözünüzün önünde uzak tutmayınız. Hatice Vâlidemiz(ra) Allah Rasûlü(sav) kendisine mukaddes vazifeyle vazifelendirildiğini söylediği ve kendisini hakka davet ettiği ilk günde tereddütsüz iman etti. İnandığı dava uğruna rahatını, varlığını feda etti. Dünya durdukça unutulmayacak fedakârlıklar sergiledi. Hep çileli yılları yaşadı. Sarsılmadı, geri adım atmadı, asla şikâyet etmedi ve İslâm ın zafer dolu günlerini göremeden, hicretten üç yıl önce hayata gözlerini kapadı…

Allah Rasûlü ve Vâlidelerimiz varlık içinde yaşamadılar. Evlerinde sıcak yemeyin piştiği, birden fazla yemek çeşidinin olduğu çok nadirdi. Ocaklarının yanmadığı, bacalarının tütmediği çok oldu.

Şimdi, renkli ve çeşnili sabah kahvaltıları iştah çekmez, çeşit çeşit öğle yemekleri, ikindi çayları, akşam yemekleri, ara pastaları, meyveleri fakir sayılan insanların sofralarında bile rahat bulunur oldu. Artık kimse tamir edilmiş, yamanmış elbise giymiyor.Yine de bir dizi şikâyet, sızlanma birbirini takip edip gidiyor.

Hayatımıza, içinde bulunduğumuz duruma biraz uzağa çekilerek bakmamız, pişmanlığın fayda vermeyeceği muhasebe günü gelmeden, hayat bitmeden kendimizi ciddî bir muhasebeden geçirmemiz, kusurlarımızı tamir etmemiz, yolumuzu, yönümüzü ve yürüyüş şeklimizi nizama sokmamız gerekir.

Unutmayınız, mü min için gerçek rahat ve huzur ebedî âlemdeki rahat ve huzurdur. Ancak o rahat ve huzur, dünya hayatında yapılan amellerle, sergilenen güzelliklerle, kalpte taşınan iman ve niyetle elde edilir. Bu açıdan bakıldığında dünya hayatı son derece kıymetlidir.

Ne mutlu kıymetini bilenlere, hakka doğru el ele, gönül gönüle yürüyenlere, girdaplarda kaybolup dünyada tükenmeyenlere, mü minler safında haşredilip ebedî saadete erenlere.

___________________________________________
[1] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 1987) Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49), Âyet 13.
[2] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).








42.Nasihat

Âile fertlerinizle istişare ediniz. Âilenin bütünü ilgilendiren konularda âile fertlerinin fikirlerini alınız.


Ebu Hureyre (ra) rivâyet ediyor: "Kendisiyle istişare edilen bir insan kendisine güven duyulan bir insandır." [1]

Kendisiyle istişare eden insana doğru bildiğini, hayır ümit ettiğini söylemeli bu yönde yol gösterici olmalıdır.

Edebü d-Dünya ve d-Dîn de nakledilen bir hadiste de şöyle buyrulur.

"İstişare pişmanlığa karşı koruyucu bir kale, başkalarının söz ve kınamalarına karşı emniyettir." [2]

İstişâre, bir çok insanın bilgisinden, tecrübesinden, zekâsından, bakış açısından istifade etmenin, müzakere sırasında yeni ufuklar açılışının getirdiği genişlikten ve farklılıklardan faydalanmanın yoludur. Verilen karara başkalarını da ortak ederek onların desteğini kazanmanın, başarıda paylarının olmasını sağlamanın yoludur. İstişare edilenlerin gönlünü kazanmanın, görüşlerine değer verildiğini ortaya koymanın, fikir üretmeye teşvik etmenin, ortaya konan fikirleri uygulamaya koymada aktif hale getirmenin, bir sonraki hamle için tecrübe kazandırmanın yoludur. Fikirlerin şahsîlikten uzak olduğunu en güzel ifade şeklidir.

Rabbimiz mü’minleri; “Onların işleri, aralarında yaptıkları istişâre iledir.” (Şûrâ 42/ 38) buyurarak övüyor.

Rasûlü ne hak davaya gönül verenlerle istişare etmeyi, karar verince de Rabbine güvenip dayanmayı emrediyor ve:

“Yapacağın işlerde onlarla istişare et. Kararını verdiğinde artık Allah’a tevekkül et, O’na dayan, O’na güven. Elbette ki Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever,” (Âl-i İmran 3/ 159) buyuruyor.

İdârî ve ticârî alanda istişare gerçekten önemli olduğu gibi âile içinde de önemlidir. Âile küçük bir idârî birimdir. Ancak idaresi, küçüklüğüyle kıyaslanamayacak kadar zor ve zannedildiğinden de önemlidir. Onun sağlamlığı, canlılığı, istikarlılığı, gelişmesi ve ilerleyişi cemiyetin de sağlamlığını, canlılığını, gücünü, istikararını ve gelimesini gösterir. Âilenin gelecek günleri için verilecek kararlar bunun için önemlidir ve asla küçümsenmemelidir.

Elbette ki istişare edilen her konu, aynı ehemmiyette değildir. Ancak istişare ile karar vermek çok güzel bir alışkanlıktır. İstişare ve iyi niyetlerle ortaya konan fikirlerin buluşmasıyla verilen kararlarda Rahman ın feyz ve bereketi tecellî eder.

Hasan el-Basrî (rh.a) istişârenin önemini şöyle vurgular: “İstişâre eden her topluluk, sonunda istişâre ettiği konuda en uygun ve doğru olana yol bulur.”

İbn Arabî (rh.a) de şöyle der: “İstişâre, cemaatin gönüllerininin kaynaşmasına, akıl süzgecinin çalışmasına, doğruya ulaşılmasına vesiledir. İstişâre eden her topluluk, istişâre ettiği konuda en uygun ve mutlaka doğru olanı bulur.” [3]

Çağıldayarak akan derelerdeki taşlara dikkat ediniz. Sivrilikleri gitmiş, toprak, kum ve çamurları temizlenmiş, çatlakları görülmeyen, eline alana, gözüyle görene sağlamlık ve düzgünlük hissi veren taşlardır. Düzgünlüğüne ve sağlamlığına hayran kalıp sakladıklarımız olur. İstişare edilen fikirler de böyledir. Zihinlerde yuvarlana yuvarlana sivrilikleri gitmiş, kirli yönleri temizlenmiş, sağlam ve temiz olanı kalmıştır.

İstişare meclisi, farklı zekâların, farklı bakış açısından değerlendirişlerin buluştuğu meclistir. Elbette farklı fikirler söylenecek ve savunulacaktır. Eğer böyle olmasaydı istişarenin mânâsı kalmazdı. Âile içinde de yaş, tecrübe, bakış açısı, zekâ, duygu ve bilgi farklılıkları sebebiyle elbete ki farklı fikirler ve bunları ifade şekilleri olacaktır. Bu yüzden annelerin, babaların, dedelerin, ninelerin, kardeşlerin, çocukların fikirleri istişareye mana katacak, alınan veya varılan kararlara değer kazandıracaktır.

Bunun içindir ki hikmet ehli; “Yaşlıların görüşlerine değer veriniz, onları ihmal etmeyiniz; çünkü onların doğuştan gelen zekâlarında kayıplar olsa bile gözlerinin önünden nice ibret verici sahneler gelmiş geçmiş, kulaklarına nice değişikliğin iz bırakan sadâları çarpmıştır,” [4] der.

Yaşlı ve tecrübeli insanlarla istişareye teşvik eden bu sözler, elbette sıradan sözler değildir. Üzerinde durup düşünülmesi, ibretle gönle süzülmesi gereken sözlerdir. Tefekkür süzgecinden geçmiş, asırların tecrübeleriyle yoğrulmuş, ifade güzelliğine bürünmüş, hikmet kazanmışlardır.

Şu sözler de böyledir: “Gençlerle istişarede bulunmaya önem veriniz. Çünkü onlar, eski yıllarının ulaşamadığı, yaşlanmışlık küfünün, rutûbetinin üzerini kaplamadığı fikirler üretirler.”[5]

Âile içinde âile fertleriyle istişare ederseniz, hadiselere bazen büyüklerin, bazen çocukların, bazen kadınların, bazen erkeklerin, bazen gönül arzularının gözüyle bakarsınız. Onları zihninizde ve kalbinizde yoğurursunuz. Daha güzel bir netice elde edersiniz. Âile fertlerinize de güzel bir alışkanlık kazandırmış, onların fikrî gelişmelerini hızlandırmış, ufuklarını açmış, mesuliyet üstlenme şuurlarını artırmış olursunuz.

İstişare ederken, çocukların çocuk dünyasında yaşadıklarını, hanımların daha duygulu olduklarını, kısaca menfî ve müsbet tarafları aklınızdan çıkartmayınız. Bu esasen her istişare edenin dikkat etmesi gereken bir husustur. İnsanların farklı tarafları iyi bilinmeli, iyi değerlendirilmeli ve doğru neticeye varmanın yolu bulunmalıdır.

Unutmayınız; bu ümmetin gerçek vasfı şûra ümmeti oluşudur. Bu vasfın yeniden kazanılmasına hasretiz.

_______________________________________
[1] Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 345), Sünen-i Tirmizî, Edeb (5/ 125)
[2] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 289)
[3] El-Câmi’ li Ahkâmil-Kur’ân, Kurtubî (16/ 36-37)
[4] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 22)
[5] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 23)










43. Nasihat

Bir yolculuğa çıkacaksanız, itidalinizi kaybetmeyiniz, aceleci, tedirgin ve hırçın olmayınız.


Allah Rasûlü (sav) yolculuğu azaptan bir parça olarak vasıflandırıyor ve yolculuk yapan insanın yola çıkış hedefini gerçekleştirdikten sonra oyalanmadan âilesinin yanına dönmesini tavsiye ediyor. Ebu Hureyre nin (ra) rivâyet ettiği hadise kulak veriyoruz:

"Sefer, azaptan bir parçadır. Sefere çıkan bir insan evindeki rahat yiyeceğini, içeceğini ve uykusunu bırakır, yollara düşer. Sizden birisi ne gaye ile yolculuğa çıktı ve bu gayesini gerçekleştirdi ise bir an önce âilesinin yanına dönsün." [1]

Günümüzde imkânların ne kadar ilerlediğini, vasıtaların ne kadar süratlendiğini, rahat ve lüksün giderek yaygın hale geldiğini hepimiz görüyor, biliyoruz. Asfaltların üzerinde arabalar dehşet bir hızla kayıyor. Gökyüzünde uçaklar yüzlerce insan ile tonlarca yükü eskiden aylarca yolculuk yapılarak ve nice maceralar yaşanarak varılan mesafelere birkaç saat içinde ulaştırıyor. Denizlerde şehir gibi gemiler yüzüyor. İhtiyaç duyulan birçok yiyecek ve malzeme artık kolayca yanımızda taşınabiliyor. Klimalar içeriyi yazın serin, kışın sıcak tutuyor. Yol boyunca var olan imkânlar ve konaklama yerleri göz kamaştırıyor.

Bütün bu imkânlar ve kolaylıklar zincirinin halkaları arasında meşakkat denilen halka acaba yok mudur? Modern dünyanın yolcuları hiç meşakkat duymadan mı yolculuk yapar?

Hayır, meşakkat yine vardır ve tarih boyunca da var olmuştur. O neredeyse yolculuğun kopmaz bir parçasıdır. Şekil değiştirmiş, başka renklere bürünmüş, bazen bavula saklanmış, bazen gizlice arabaya binmiş, bazen rüzgara, yağmura karışmış ardımızdan yetişmiş, bazen da nefislerimizin içine sinmiş bizleri yolculukta yalnız bırakmamıştır.

Hazırlık sırasında birden gözden kaybolan eşya, son anda akla gelen eksik malzeme, bulunamayan anahtar, inat eden kilit, yaklaşan vakit, vakitsiz ağlayan veya sızlanan çocuk, "-Unuttuğumuz bir şey var mı?" sorusunun beyinlerde estirdiği şok. Sonra yollar, beller, dağlar, süratle değişen iklim şartları, gıdalar, giderek artan çevre uyumsuzluğu, yorgunluk, uykusuzluk, dolayısıyla gerginlik.

Evet, yolculukta hala meşakkat, hala zorluk vardır.

Yolculukların sıkıntısız, meşakkatsiz olmayacağı baştan bilinmeli ve kabul edilmelidir. Gönüller ve sabır dağarcığı da yolculuğa hazır hale getirilmelidir… Sıla-i rahim, dostları ziyaret, helal kazanç veya hac ve umre gibi yolculuk hedefiniz hayırlı bir hedef olmalıdır.Ümitleriniz güzel çiçekler açmalı, güzel meyveler vermelidir. Hayırlı bir yolculuğa çıkarken sizin gönlünüz de hayır ve güzelliklerle dolu olmalıdır.

Şartlar ne olursa olsun gerginliğe teslim olmamalı, nefsinize esir düşmemelisiniz. Âilenizin diğer fertlerine bağırıp çağırmamalı, eşinizi ve çocuklarınızı yola çıktığına pişman etmemeli, hayrı şerre çevirmemelisiniz. Kırılan bir şey, her zaman eski haline döndürülemez. Gönül kırgınlığı da kolay tamir edilemeyen kırgınlıklardandır. Hoş görülü, yatıştırıcı, sakinleştirici, uzlaştırıcı olan, olgun davranan siz olmalısınız. Bunu başkasından beklememelisiniz. Olgun davranışı daima karşıdan beklemek ve yeterince olgun davranmıyor diye başkasına saldırmak zayıflıktır, haksızlıktır, iradesizliktir. Öfkeli ve gergin insanın üzerine aynı üslupla gitmek, yangına körükle gitmektir, onun içine düştüğü zayıflığın ve iradesizliğin bir benzerini sergilemektir.

Olgunluk göstermeyen bir insanın başkasından da olgunluk bekleme hakkı yoktur. Hiç kimsenin, başkası kendisine olgun davranmıyor diye çiğ davranma hakkı da yoktur.

Seferîlik anı, daha fazla yardımlaşmaya, anlayışa, olgunluğa, hoşgörüye ihtiyaç duyulan anlardandır. Gerçek dostların ve vefalı arkadaşların kendisini daha çok belli ettiği anlardandır. Siz bu ciddî imtihanı kazananlardan olun, kaybedenler arasına katılmayın. Âilenizle birlikte yapacağınız yolculuklarda âile fertlerinize örnek olun. Onlara olgunluk, anlayış ve güzel duygu aşılayın. İmtihanı bir bütün olarak kazanmaya çalışın.

Yolculuğunuzu güzel başlatın, güzel bitirin. Sonraki günlerde hatırladıkça huzur ve saadet duyun.

Abdullah İbn Ömer(ra) Allah Rasûlü nün yolculuğa çıkışını ve dönüşünü anlatıyor: "Allah Rasûlü(sav) sefere çıkıyordu. Devesine binerek üzerinde doğruldu. Üç defa tekbir getirdi. Sonra şöyle duâ etti:

"Bu vasıtaları bizlerin hizmetine âmâde kılan Rabbimize tesbihler olsun. O her şeyden yüce, her noksandan münezzehtir. Onun lütuf ve keremi olmadan biz bunlara güç yetiremezdik. Elbetteki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.

Allah ım! Şu çıkmak üzere olduğumuz seferimizde senden iyilik, hayr ve hasenât, takvâ, sevdiğin ve razı olduğun ameller niyaz ediyoruz.

Allah ım! Bu yolculuğumuzu kolaylaştırmanı, yeryüzünü katlamanı uzak mesafeleri bizlere yakın eylemeni diliyoruz.

Allah ım! Yolculuğumuzda elimizden tutan dost sensin. Arkamızda âilemizi emanet ettiğimiz, güvendiğimiz sensin.

Allah ım! Yolculuğun her nevî sıkıntı ve meşakkatlerinden, çirkin bir görünüşe düşmekten, acılar, üzüntüler yaşamaktan, âilemize, malımıza ve mülkümüze döndüğümüzde onları kötü bir durumda bulmaktan sana sığınırız."

Dönerken de aynı duâyı yapar daha sonra şunları eklerdi: "Dönüyoruz. Rabbimize yönelip tevbe ederek, ona kulluk ederek, Rabbimize hamd ederek dönüyoruz." [2]

Bu duâ, ibret dolu bir duâdır. Yolculuk gayesi, edebi ve üslubu, hamd, şükür, niyaz vardır… Meşakkatine, tehlikelerine işaret, Mevlâ ya tevekkül, vatana dönüşe sevinç vardır.

Allah Rasûlü(sav) ne güzel örnek, ne güzel muallim, ne güzel mürşiddir.

__________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Hac (8/ 315), Cihad (12/ 66), Sahih-i Müslim, İmâra (3/ 1526), Ayrıca bak: Muvatta, İsti zân (2/ 980).
[2] Sahih-i Müslim, Hac (2/ 978)









44. Nasihat

Çocuklarınıza paylaşma ve yardımlaşma duygusu aşılayın.


Ebu Hureyre nin (ra) rivayet ettiği uzunca bir hadiste yer alan Allah Rasûlü nün (sav) şu irşadına dikkat ediniz ve üzerinde düşününüz: "Kul, mü’min kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısıdır."[1]

Bu hadisin ifade ettiği manayı gerçekten idrak etmeli, bu şuura erenlerden olmalıyız.

Kâinatın sahibi onu yaratan ve nîmetlerle donatan Rabbimizdir. Bir mü minin bunda şüphesi yoktur. Her selim fıtrat sahibi hayatın akışı ve gerçekleri üzerinde tefekkür ettiğinde dünyada eline geçen ve önüne gelen nimet ve imkânların gerçek sahibinin kendisinin olmadığını, bu dünyaya gelirken yanında mal, mülk getirmediğini, giderken de hiçbir mal ve mülk götüremeyeceğini bilir ve kabul eder. Dünyada kendisine ait olan veya ele geçirip sahiplendiği malların dünya hayatıyla sınırlı kalacağını, dünya ihtiyaçlarını karşılayacağını tabii olarak akıl eder. Aksini de iddia etmez.

Ancak bütün bu bilgi ve duygulara rağmen insanın kolay kolay hakim olamadığı bir duygu vardır. Ele geçirme, sahiplenme, bir malın ve imkânın kendisine ait olmasını isteme duygusu. Mülkiyet duygusu… Bu duygu bazen önü alınmaz bir hırsa dönecek, insanı esir alacak kadar güçlenir ve insanı peşinden sürüklemeye başlar. Hayatın fani olduğu, dünyanın geçiciliği bilinse de bu bilgi, bu hırsı frenlemeye yetmeyebilir. Nitekim nice insanda frenlemeye yetmediği de gözler önündedir.

Her şeyin gerçek sahibi olan Rabbimiz insanlara mülkiyet hakkı vermiştir. Gönlüne mülkiyet duygusu da yerleştirmiştir. Bir çocuğunun tavırlarına dikkat ediniz. Sevdiği bir şeyin kendisine ait olmasını ister. Onun için mücadele verir. Gerekirse ağlama silahını kullanır. Oyuncağını bağrına bastırır, kimseye kaptırmamaya çalışır. Bu duygu, son derce lüzumlu bir duygudur. Ancak aynı zamanda terbiye edilmesi gereken bir duygudur. Bu duygu sayesinde insan kendisinin ve nafakasından mesul olduğu insanların hayat ihtiyaçlarını karşılar. Dar günler için hazırlık yapar. Rahat yaşama, gelecek günlere güvenle bakma imkanları hazırlar. Kendisinde var olduğu için başka insanların kazanma, mal, mülk edinme arzusuna, mülkiyet haklarına hürmet eder. Meşru yoldan mülk edinmenin kıymetini bilir. Karşılıklı hukuka riâyetin huzur ve güven getireceğini hisseder, anlar ve onu korumak için çalışır… Rabbimizin helal yoldan mal ve mülk edinme emirlerinin hayat nizamı için ne derece değer taşıdığını idrak eder.

Allah Rasûlü(sav) Vedâ Hutbesi nde kişilerin mülkiyetleri altındaki malların ne derece İslâm Hukuku çerçevesi içinde korunduğuna şöyle vurgu yapar:

"Ey İnsanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, iffetiniz, namuslarınız da öyle mukaddestir; bunlara her türlü tecâvüz haramdır, [2]" buyurur.

Mal, mülk edinme hakkının meşruluğuna ve lüzumuna dikkat çekildikten sonra insanlığın bu hakkı doğru yerde ve yönde kullanmasının, Allah rızasını kazanacak, iki cihan saadetini elde edecek şekilde sarf edilmesinin gönüllerde ve akıllarda yer etmesine birçok vesileyle irşad edilir. Bu konuda İslâm tarihinde nice tatlı ve ibret verici hatıra vardır. Sahabelerin en zenginlerinden olan Ebu Bekir, Osman ve Abdurrahman İbn Avf ın(ra) tarihe bıraktığı fedakârlık örnekleri ayrı ayrı yad edilmeye değerdir. Biz, bu duyguların hissedilmesi arzusuyla Ebu d-Derdâ nın sözlerinden bir demet sunmayı seçtik. Bu sözlerin anlatmak istediğimize tercüman olacağına inanıyoruz.

Ebu d-Derdâ(ra) varlıklı bir insandı. Medîne nin, belki de Hicaz Bölgesi nin en güzel koku mağazası ona aitti. Sonraki günlerde bilerek dünya malını azaltmış, çoğunu mü min kardeşlerine vermiş, Allah yolunda cihad için sarf etmiş, kabiliyetli bir tâcir olduğu halde boşalanın yerini doldurmaya da çalışmamıştı. Kendisine niçin böyle yaptığı soruldu. Cevabı ibret vericiydi:

“-Bizim, orada, sonsuz hayatın olduğu yerde de bir yurdumuz var. Elde ettiğimiz her malı, her eşyâyı oraya gönderiyoruz.”

Bu sözler, dünya hayatının fânîliğini gerçekten idrak etmiş, ebedî hayatın varlığına inanmış, Rabbine teslim olmuş, duygularını ölçmüş, ne yapacağına karar vermiş bir mü minin sözleriydi. Üstelik geçici olan ve sadece dünya hayatıyla sınırlı görünen dünya malını ebedî fayda verir hale getirme gayreti ve şuuruydu.

Ebu d-Derdâ nın(ra) bu cümlelerinin arkasından söyledikleri de bir başka irşad güzelliği taşıyordu: “-Sonra yürüdüğümüz yol çok engebeli, sarp bir yol. Yükü hafif olan bu yolda daha iyi yürür. Onun için yükümüzü hafifletmek istedik.”

Ancak yollar engebeli, sarp olsa da yükünü hafifletmek, sarp yolları, tehlikeli yamaçları rahat geçmek isteyenlerin sayısı çok fazla değildir. Üstelik insanlık giderek daha çok kazanmaya, daha bencilce davranmaya, daha hırslı olmaya teşvik edilmeye, başarılar, insanların değerleri mal ve mevkî ile ölçülmeye başladı.

Biz gerçek değerleri bilen, fani olan ile kalıcı olanı ayırt edebilen, emelleri, umutları, hedefleri, nihâî gayesi olan bir milletiz. Her hakkı yerli yerine oturtma, her şeye layık olduğu değeri verme, ifrat ve tefritten, yani aşırılıklardan uzak durma şuurunu ve iradesini elde etmek zorundayız. Kendimiz böyle olmalı, çocuklarımızı da bu şuurla yetiştirmeliyiz.

Yardımlaşma ve paylaşma duyguları çocukluk çağlarından başlayarak gönle yerleştirilir. Önceden de dile getirdiğimiz gibi çocuklar fıtrî bir duyguyla sevdikleri, hoşlandıkları şeyleri başkalarına kaptırmak istemezler. Bu duygu bebeklik çağlarında normaldir. Ancak giderek irade güçlenir. Akıl doğrularla yanlışları ayırt etmeye başlar. Bu çağlarda çocuklara ellerindeki oyuncakları, yiyecekleri ve imkanları arkadaşları ile paylaşma duygusu aşılanmalı, böyle olunca arkadaşları tarafından daha çok sevileceği, oyunlarının daha güzel olacağı, başka bir çocuğu sevindirmenin insanı mutlu edeceği anlatılmalı, yaşanan örnekler onun anlayacağı bir dille kendilerine anlatılmalıdır. Bencil olursa arkadaşlarının kendisinden uzak duracağı, her çocuğun, her insanın arkadaşına ihtiyaç duyacağı ona öğretilmelidir.

Başkalarının gözünün önünde dondurma yemenin, hele de bu şekilde arkadaşlarını imrendirmeye veya kıskandırmaya çalışmanın doğru olmadığı, güzel ahlâktan sayılmadığı, başkası kendisine bu şekilde davrandığında yapılan davranışın çirkin olduğu, kendisi yaptığı zaman da aynı çirkinliğin var olduğu ona aktarılmalıdır.

İmkan derecesinde elindekini paylaşmak, fedakârlık yapmak, oyun oynarken mızıkçılık yapmamak, neşeli ve sıcak olmak, arkadaşlarının haklarına riâyet etmek çocuğumuzu sevilir ve takdir edilir biri yapacaktır. Sonraki hayatına da ciddî şekilde tesir edecektir. Bu onun hem sıhhati, hem dünya, hem de âhiret saadeti için çok daha iyidir. Doğru olan budur.

Çocuğumuzun kendine ait eşyası olmalı, onları iyi korumalı, kıymetini bilmeli, paylaşmanın, iyilik etmenin şuuruna da ermelidir. Onları bu yönde teşvik ediniz.

_______________________________________________
[1] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).
[2] Sahih-i Buhârî, Fezâil (Umdetü’l-Kârî 14/ 371, 374), Sahih-i Müslim, Hac ( 2/ 889)






45. Nasihat

Çocukları vefat eden anne ve babalar, sabırlı, olgun ve teslimkâr olunuz. Allah ın ecrini ümid ediniz.


Âişe Vâlidemizden nakledilen bir hadiste Rasûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurur:

“İnsanlar arasından bir Müslüman, henüz ergenliğe ulaşmamış üç çocuğunu kaybederse, Allah bu çocuklara olan rahmeti sebebiyle o Müslüman ı lutf u ilâhîsi ile cennetine girdirir.”[1]

Hadisi yakın lafızlarla Ebu Hureyre ve Enes İbn Mâlik (ra) de rivâyet ederler.[2]

Allah Rasûlü nün (sav) kendisinin de bir baba olduğunu unutmayınız. Yedi çocuk babası… Üstelik yedi çocuğundan altısını kendisi hayatta iken toprağa veren bir baba. Bir tek Fatıma (ra), Efendimizden sonra vefat etmiştir. Çocuklarından üçünü henüz yaşları küçük iken toprağa vermiştir. Kızı Zeynep ile Ebu l-Âs ın oğlu olan küçük torunu da o hayatta iken dünyayı terk etmiştir. O da son nefeslerini Allah Rasûlü nün kucağında alıp vermiştir. O, yavrusunu, torununu toprağa verirken de en güzel örnektir. Davranışları ve sözleri ibret alınacak, sözleri unutulmayacak sözlerdir. Onun ibret dolu davranışları ve sözlerine daha yakından bakıyoruz:

Allah Rasûlü (sav) ve Oğlu İbrahim in Vefatı

Enes (ra) bizlere, İbrahim’i Rasûlullah’ın (sav) önünde son nefeslerini alıp verirken gördüğünü, Rasûlullah’ın gözlerinin yaşla dolduğunu ve şu kelimeleri söylediğini nakleder:

“Göz yaşarır, kalp hüzün duyar. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı, onun gücüne gitmeyecek şeyleri söyleriz.

İbrahîm! Senin ayrılığınla gerçekten mahzunuz!” [3]

Bu kelimeler, sevgi ve şefkat dolu bir babanın gönlünden dile gelen unutulmayacak kelimelerdir. Bu kelimelerde sevgi vardır, merhamet vardır, duyulan üzüntünün ifadesi vardır, bizi yaratan, yaşatan ve sayısız nimetler bahşeden Rabbimizin kaderine rıza vardır, ümmeti irşad vardır.

"Nice söz vardır, gözleri yaşla doldurur;

Ve nice göz yaşı vardır, anlayana çok şeyler anlatır."

Bu tabloda her ikisi de vardır.

İbrahim hayata gözlerini yumduğunda yaklaşık 18 aylıktır. En sevimli çağlarındadır. Koşup oynadığı, babasının geldiğini duyunca koşup ellerini boynuna doladığı, konuşmaya, “baba!”, “anne!” demeye, tatlı cümleler kurmaya başladığı çağlardadır.

Evet, onun ölümüne kalp hüzün duyar, göz pınarları yaşla dolar, kâinâta örnek insan, ancak ve ancak Rabbinin razı olacağı şeyler, onun gücüne gitmeyecek şeyler söyler. Biz onun ümmetiyiz.

İbrahim, Cennetü’l-Bakî‘ye defnedilmiştir. Defni sırasında güneş tutulmuş, insanlar bu tutulmanın İbrahim’in vefatı sebebiyle olduğunu dile getirmeye başlamışlardı. İnsanların bu sözleri üzerine Allah Rasûlü (sav) bir konuşma yapmış; “Güneş ve ay, Allah ın güç ve kudretini, İlahî nizamın yüceliğini gösteren birer nişandır. Onlar kimsenin ölümü, doğumu veya hayat sürüşü sebebiyle tutulmazlar,” buyurmuştur. [4]

İbret ve irşad. İçiçe duygular ve güzellikler. Acıda, hüzün de bile güzellik.

*

Allah Rasûlü (sav) ve Torununun Vefatı

Üsâme (ra) anlatıyor: Kızının oğlu Allah Rasûlü nün kucağına verildi. Son nefeslerini alıp veriyordu. Nefes alışı kesik kesikti. Rasûlullah ın gözlerinden yaş süzüldü. Sa d İbn Ubâde (ra); "-Ya Rasûlallah bu nedir?" diye sordu.

("-Bu nedir?" diye sorduğu Allah Rasûlü nün gözyaşlarıydı. Onları garipsemişti.)

Allah Rasûlü (sav) cevap verdi: "-Bu, Allah ın kullarının kalbine koyduğu rahmet ve şefkatin eseridir ve Allah, kullarından merhamet sahiplerine rahmet eder."[5]

Allah Rasûlü nün (sav) hadiste zikri geçen kızı Zeynep tir. Ebu-Âs ın hanımıdır. Çocuk da bu yuvanın çocuğudur. İmam Aynî, adının Ali olduğunu kaydeder.[6] Allah Rasûlü nün (sav) omuzunda taşıdığı Ümâme nin kardeşidir.

Mü min merhamet sahibidir. Sonsuz rahmet sahibi Rahman ın kulu olduğunun, onun rahmetinden bir parça taşıdığının şuurundadır ve iradesine hakim olandır.

Allah Rasûlü nün, kızı Rukiyye ile Hz. Osman dan Abdullah isimli bir torununun olduğu ve bu yavrunun Habeşistan Hicreti sırasında Habeşistan da dünyaya geldiği, altı yaşlarında iken Medine de vefat ettiği, namazını Rasûlullah ın kıldırdığı da bize ulaşan bilgilerdendir.[7]

Birçok çocuğun, henüz geldiği dünyadan çok şey anlamadan onu terk ettiğini, geride acı ve hüzün bıraktığını biliyoruz. Hele de bu çocuklar, yolları hasretle gözlenmiş, gelecek günlerine ait nice ümitler bağlanmış, onlar için nice hayaller kurulmuş çocuklarsa. Bıraktıkları boşluk da dolmamışsa.

Biz bu hazin atmosferin sisleri arasına dalıp kaybolmak istemiyoruz. Asr-ı Saadet e dönüyor bize ışık tutacak bir hatırayı paylaşıyoruz:

"Allah Rasûlü (sav) sahabelerinden bir grupla oturduğunda yanında küçük çocuğu olan bir adam da onlar arasında yer alır, Allah Rasûlü nü dinlerdi. Adam sohbete gelirken küçük çocuğunu da sırtında getirir, oturduğu zaman da onu önüne oturturdu.

Daha sonra bu çocuk vefat etti. Adam da bu sohbet halkasına gelmez oldu. Sohbet meclisine geldiğinde bunun kendisine çocuğunu hatırlatacağı ve üzüntüsünü tazeleyeceği kanaatindeydi.

Rasûlullah (sav) Efendimiz onun yokluğunu anlayınca; “Fülanı neden göremiyorum?” diye sordu.

“Ya Rasûllah! Sizin de görmüş olduğunuz o oğlu vefat etti," dediler.

Daha sonraki günlerde Rasulullah (sav) onunla karşılaştı. Karşılaşınca da oğlunu sordu. Adam üzüntü içinde Allah Rasûlü ne çocuğunun öldüğünü söyledi. Rasulullah (sav), ona taziyede bulundu, üzüntüsünü paylaştı.

Sonra kendisine; “Hangisi daha çok hoşuna gider. Ömrün boyunca çocuğunla birlikte olup onun varlığından zevk almayı mı, yoksa yarın Cennet kapılarından herbir kapıya geldiğinde çocuğunun senden önce o kapıya gelip kapıyı sana açtığını görmeyi mi?” diye sordu.

Adam; “Ya Rasûlallah! Benden önce Cennet kapısına gelmesi ve kapıyı bana açması elbette ki daha çok hoşuma gider,” dedi.

Allah Rasûlü (sav); “Bu senin için gerçekleşecektir,” buyurdu.[8]

Yavrusunu kaybeden ve onun üzüntüsünü derinden hisseden bir kalbe Allah Rasûlü nün verdiği müjdeyle sürdüğü merhem ne güzel. Kalpteki çocuk sevgisini silmeden, belki de artırarak üzüntüyü sevince dönüştürmek, yarınlara yönelik gönüllerde ümit meltemlerinin esmesine vesile olmak ne güzel. Ebedî saadeti, kimsenin veremeyeceği mükafatların verildiği günü hatırlatmak ve hayat çizgisinin bu yönde olması gerektiğini vurgulamak da ne güzel bir tebliğ üslubu.

Aynı manayı vurgulayan bir başka hadisi paylaşıyoruz. Ebu Sa‘îd el-Hudrî (ra) anlatıyor: “Kadınlar Allah Rasûlü’nden kendilerine gün ayırmasını istediler. Rasûlullah (sav) onlara ayırdığı günde vaaz etti ve konuşmasında;

“–Herhangi bir kadının üç çocuğu vefat ederse, bu çocuklar onunla ateş arasını perdelerler,” buyurdu.

Kadınlardan birisi; “İki çocuğu?” dedi, Rasûlullah (sav); “Ve iki çocuğu,” diye cevap verdi.[9]

Ve yine Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir kadın Allah Rasûlü’ne çocuğunu getirdi. “Ya Rasûlallah! Çocuk rahatsız, beni korkutuyor. Ben üç çocuğumu gömdüm,” dedi. Rasûlullah (sav); “–Üç tane mi gömdün?” diye sorunca kadın; “Evet,” diye cevap verdi.

Onun bu cevabı üzerine Allah Rasûlü (sav); “–Ateş ile kendi arana güçlü bir koruma duvarı ördün,” buyurdu [10].

Rahman ın gönlümüze yerleştirdiği ümit ışığı, unutma nimeti, zaman zaman hatırlama ve dünyanın fanîliğini idrak etme gerçeği iç içe yoğrulup bize ne kadar güzel şeyler söylerler ve bizleri ne kadar olgunlaştırırlar?

Hayat imtihanlar dünyasıdır, âhiret mükâfat veya ceza dünyası… İmtihan güzel geçerse, şüphesiz karşılığı da güzel olacaktır.

Eğer sonsuz rahmet sahibi Rabbimizin ebedî dünyada bahşedeceği ecir, mükafat ümidi olmasa, üzüntüyle kararan gönülleri Yaratan a teslimiyet ve onun rızasını elde etme ümidi aydınlatmasa, karanlıklar ne kadar uzun sürer, sisler ne kadar uzun süre çöktüğü yerde kalır?

***

__________________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Cenâiz (6/ 385, 388).
[2] Sahih-i Buhârî, Cenâiz (7/ 132, 133).
[3] Sahîh-i Buhârî, Cenâiz (7/ 8), Sahîh-i Müslim, Fedâil (4/1807-1808)
[4] El-Bidâye ve’n-Nihâye (5/ 269), es-Sîratü’n-Nebeviyye (s. 356).
[5] Sahîh-i Buhârî, Cenâiz (6/ 437-438), Sahîh-i Müslim, Cenâiz (2/635-636)
[6] Umdetül-Kârî (6/ 438)
[7] El- -İstî âb (4/ 299- 300), el-Bidâye ve n-Nihâye (4/ 91), , el-İsâbe (4/ 304)
[8] Bu rivâyeti Muâviye İbn Kurrah, Allah Rasûlü nün sahabelerinden olan babası Kurrah İbn İyâs el-Müzenî den naklederek anlatır. Hadis, isnâdı sahih olan bir hadistir. (Câmiu’l-Usûl 9/ 594)
[9] Sahih-i Buhârî, İlim (2/ 91), Cenâiz (6/ 388), Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2028)
[10] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2030)


Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Telli Babaya Noel Babayı Şikayet Kara Kartal Satır Arası Birkaç Kelam 1 31 Aralık 2021 15:42
çocuk eğitiminde anne-babaya öneriler AlimOğlu Çocuk Ve Gençlik Eğitimi 2 29 Mart 2016 01:17
ANA BABAYA İYİLİK VE SAYGI Yitiksevda Muhtelif Konular 3 15Haziran 2014 09:25
İsrâ Sûresi'nde, Anne Babaya 5 Mertebe Belgin Kur'ân-ı Kerim Genel 3 24 Aralık 2009 23:02
Yeni doğduktan sonra ölen bebek anne ve babaya şefaatçi olacakmış deniyor böyle birşe KuM TaNeSi Soru Cevap Arşivi 0 09 Nisan 2009 10:43

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.