Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İLİTAM Bölümleri Ders/ Dökümanlar > SAKARYA İlitam

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  26 Aralık 2013 (13:16), Konuya Son Cevap : 26 Aralık 2013 (13:16). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 26 Aralık 2013, 13:16   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1171
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart İslam Mezhepler Tarihi 12-13-14 hafta(sakarya ilitam)

İslam Mezhepler Tarihi 12-13-14 hafta(sakarya ilitam)

12. Hafta



12. ALEVÎLİKTE İNANÇ İBADET ve AHLAKÎ KURALLAR
İnançlar
Alevîliğin inanç dünyasını tasvir etmek, birçok sebepten dolayı son derece güçtür. Her şeyden önce, tarihsel gelişimi itibarıyla Alevîliğin, sözlü kültür geleneğine sahip olmasından kaynaklanan eklektik yapısı, araştırmacıların önünde onları zorlayan bir problem olarak durmaktadır. Alevîlik’te daha çok yeni inançların, eskilerinin yanına eklenerek tedrîcî bir yapı içerisinde oluşması sonucunda, inanç sisteminin gelişimi ve bu sistemin kökenlerinin, değişik yer ve zamanlarda bulunan öğeleri içermesi dolayısıyla, Anadolu Alevîliği’nde sistematik ve herkes üzerinde bağlayıcı olan homojen bir inanç yapısı ortaya koymak güçtür.
İnanç esasları ile ilgili bilgiler, böyle bir özellik arz ettiğinden dolayı, dört başı mamur, çok belirgin ve net özelliklere sahip değildir. Bu yüzden, sahip olduğu “karma inanç yapısı” dolayısıyla, homojen
bir özellik arz etmeyen ve İslam kültürü içindeki genel kabullerden de farklı özelliklere sahip olan Alevî/Kızılbaş inançlarını sistematik bir tarzda, net ve kesin bir biçimde ortaya koymak güç görünmektedir. Bu çerçevede burada ülkemizde değişik yörelerde yaşayan Alevî anlayışlarının temel inanç konularına yaklaşımları ortaya konulacaktır.

Allah’a İman
Alevî inançlarının merkezinde geleneksel bir tanrı anlayışı vardır. Bu inanç, Alevî topluluklarında önemli bir yere sahiptir ve Allah’ın varlığıyla ilgili herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Bu çerçevede Alevî topluluklarının, büyük ölçüde Allah’a inandıkları ve O’nu tanımakla kalmayıp içtenlikle sevdikleri de tespit edilmiştir.2 Nitekim Alevî-Bektaşî edebiyatına bakıldığında ozanların çoğunun, Allah’a yakarış ve niyaz ifade eden yüzlerce deyiş söyledikleri görülür.

Geleneksel Alevîlikte güçlü bir Allah inancının ve bu inanca dayalı geniş bir duygu birikiminin bulunduğu görülür. Buna göre Allah, vardır, birdir, doğmamış ve doğrulmamıştır. Zaman ve mekandan münezzeh olup her yerde hazır ve nazırdır. Allah, ezeli ve ebedidir. İşte bütün bu vasıflara sahip olan Allah’ın eşi ve benzeri yoktur, Allah, mutlaktır ve kainattaki her şey O’nun varlığına ve kudretine işaret etmektedir. Rızık verici ve bağışlayıcı olan Allah, her şeyden haberdardır. O’nun isim ve sıfatları, sonsuzcadır. O, evvel, ahir, zâhir ve bâtın’dır.4 Allah, yaratıcıdır ve hâlâ yaratmaya devam etmektedir. Allah’ın halen yaratmaya devam etmesine ek olarak, veli kullarına ilham eder, her an da ilham etmeye devam etmektedir. Tüm bunlar, her an her şeye gücü yeten bir Allah inancının var olduğunu göstermektedir.

Öte taraftan Allah’ın varlığı ve birliği hususundaki bu ortak tavrın, O’nu tanımlama ve yorumlamada bazı farklılıkların ortaya çıkmasına mani olamamıştır. Bu farklı anlayışın temelinde bâtınî bir tasavvufî yaklaşım ile vahdet-i vücûd anlayışının etkili olduğu görülür.

Vahdet-i vücûd anlayışı5, bu inancın merkezindedir. Bu anlayışa göre, insan ve diğer tüm varlıklarla birlikte âlemin bütünü, Tanrı’nın yansıması ve görüntüsüdür. Başka bir ifadeyle yeryüzünde var olan her şey, Allah’ın hayali bir görüntüsü, ondan yansıyan bir aynadır. Bu
yüzden Alevî çevrelerde Allah sevgisi, Allah aşkı, bağışlaması ve lütfü ön plana çıkmış olup bunlara sağlam ve sarsılmaz bir bağlılık vardır, buna karşın Sünnî çevrelerde geçerli olan Allah korkusu, hemen hiç akla gelmemektedir. Öyle ki, Allah’tan korkmak ve bu doğrultuda endişe
duymaktan ziyade, O’nun af ve merhametine güvenilerek, olağanüstü bir şekilde O’na yaklaşılır, O’nunla manevi ve mistik bir yöntemle konuşulur ve hatta Sünnî çevreler tarafından yadırganacak bir biçimde, O’nunla şakalaşılır. Bu bağlamda, Allah ile nükteleşme, O’na kullukta epey mesafe katetmiş olanların yapabileceği bir şeydir.6 Nitekim bunun çarpıcı bir örneğini, Alevî çevrelerinde şiirleri sıklıkla okunan meşhur ozan Kaygusuz Abdal (XIV-XV. yüzyıl)’da görüyoruz: Yücelerden yüce gördüm erbapsın sen koca Tanrı Alem okur kelam ile sen okursun hece
Tanrı
***
Yiğit adılan anılur filan oğlu filan deyû
Anan yoktur baban yoktur sen benzersin
niçe Tanrı
****

Yukarıdaki şiirde görüldüğü üzere Alevî anlayış içinde Tanrı, bazen bir dost, bir arkadaş gibi ele alınır; bazen bir hasım ya da hata yapan bir büyük gibi değerlendirilir; bazen de kıyasıya eleştirilir. Bu anlayışı pek çok Alevî ozanın deyişlerinde, tasavvuf geleneğindeki karşılığı ile şathiye8 şeklinde görmemiz ve mecazi anlamda değerlendirmemiz mümkündür.

Geneli itibarıyla bakıldığında Alevilikte Tanrı, insanı sürekli kontrol eden ve onun günah ve sevaplarını devamlı meleklerle kaydeden biri olarak görülmez, tam tersine O’nun güzellikleri, af ve merhameti öne çıkarılır. Zira O, dünyadaki tüm güzelliklerin yaratanıdır, güzellikler de
onun yansımasıdır.

Tasavvuf geleneğinde önemli bir yeri olan Vahdet-i vücûd anlayışı, Alevî/Bektaşî düşüncesinde de önemli bir hareket noktası olup pek çok açıdan Tanrı-insan ve Tanrı-evren arasındaki ilişki, bu bakış açısından hareketle açıklanmaya çalışılır. Vahdet-i vücûd anlayışında tasavvufî özelliği ön plana çıkan bir Tanrı-tabiat iç içeliği söz konusudur. Bundan dolayı da yeryüzündeki her şey, değerli olarak kabul edilir ve her şeyde Tanrı’nın güzelliği aranır ve görülür. Artık bu felsefeyi benimsemiş insan, “nereye bakarsa Tanrı’nın yüzünü görür; gökteki her yıldızdan Tanrı ışır onun üzerine; tarladaki her çiçekten Tanrı bakar ona, her dürüst yüzde Tanrı gülümser ona, her tatlı sesle Tanrı konuşur onunla; dahası tüm çevresinde Tanrı vardır. Eğer gözlerini içine çevirip yüreğine bakarsa harfi harfine Tanrı’nın yüreğini okuyabilir”.

Dolayısıyla bu anlayışta insanın çevresindeki her şey, Tanrı’nın varlığının bir işareti ve onun hatırlatıcısı olarak görülür. Tabiattaki her şeyin bu anlamda bir canı ve taşıdığı bir ruh vardır.
Taşların, dağların ve ağaçların bile canı yani ruhu vardır.

Vahdet-i vücut anlayışına göre insandaki güzellikler tanrının birer tecellisidir. Tanrı, ölümsüz olduğu için insanın özü de ölümsüzdür ve insan tanrısal bir öz taşıdığından dolayı değerlidir, kutsaldır. Bazı yörelerde kullanılan “Balık suyun içinde yüzer suyu görmez, Adem
Hakkın içinde yüzer Hakkı görmez” deyişi, bu durumu ifade eder.

Allah’ın sıfatlarını üzerinde taşıdığı kabulünden hareketle insan, Allah’ın bir tür yürüyen görünümü olarak değerlendirilir; kimi tecelli anlamında, kimi de hulûl anlamında bu inanca sahiptir ki bu anlayış, Alevî çevrelerde “Hakk, beni Ademdedir” sözüyle ifade edilir. Buna göre
Allah’ın bütün esma ve sıfatı, diğer yaratılmışların her birinde dağınık olarak bulunduğu halde, insanda topluca ve tam olarak bulunur. Bundan dolayı insan, kötülüklerden arındığı zaman yücelik ve olgunluğa erişerek Tanrı’ya ulaşır. Yine bundan dolayı Allah, evrene sığmadığı halde insanın kalbine/gönlüne sığar ve insana şahdamarından daha yakındır. Bu
aşamaya ulaşmış olan insan, artık Kur’an-ı Nâtık (Canlı/Konuşan Kur’an)’dır. Bu haliyle insan, Hakk’ın aynası ve bir sureti olarak yeryüzünde Hakk’ı temsil eder. Alevî geleneğindeki ifade tarzıyla, çevremizdeki zâhirî âlemi geçip bâtınî âleme kulaç atanlar, diğer bir ifadeyle şeriatı aşıp marifet ehli olanlar, hakikat denizine dalıp Tanrı ile hemhal olurlar, yani Tanrı’da eriyip O’nda yok olurlar. Böylece insan, mutlak varlığın en olgun tezahürü haline gelerek kainatın
hülâsası/özeti olur. Evrenin özeti olan insan, Tanrı’ya en yakın olan varlıktır, onun yeryüzündeki halifesidir.

Vahdet-i vücut telakkisi dikkate alındığında Alevî çevrelerde bolca zikredilen “Alemi var eden, Sultan Ali’dir” şeklindeki ifadelerin ilk anda anlaşıldığı gibi Ali’nin Tanrı olduğunu ifade etmediği görülür. Bu itibarla alevi ozanların Ali’nin tanrısallığı ile ilgili dile getirdiklerihususların bâtınî bir içeriğe sahip olduğu bilinmelidir. Çünkü tarihi bir hakikat olan Hz. Ali’nin anne-babası belli bir insan olduğu ortadadır. Burada örnek olarak Pir Sultan Abdal’ın (XVI. yüzyıl) şu şiirini verebiliriz:

Gafil kaldır şu gönlünden gümanı
Bu mülkün sahibi Ali değil mi?
Yaratmıştır on sekiz bin âlemi
Rızıkları veren Ali değil mi?
Vücudum fer’idir zuhura gelen
Muhammed’dir Şâh’ın kudretin
bilen Adem’e tecelli eyleyip gelen
Adı ism-i a’zam şâh-ı Merdân’ın”

Öte taraftan Alevîler arasındaki Tanrı tasavvurunun, büyük ölçüde insanbiçimci bir forma indirgendiği, antropomorfist bir anlayışın egemen olduğu görülür. Özellikle Tahtacılar arasındaki Tanrı tasavvuru, bunun çarpıcı bir örneğidir. Tahtacılar, Tanrı’nın Musa peygamberi insan kılığında ziyaret ettiğine, Miraç olayında Hz. Muhammed ile birlikte yemekyediğine, Hz. Muhammed’in O’nun sesini duyduğuna, yine Tanrı’nın gökyüzünün yedinci katında perde arkasında bir taht üzerinde oturduğuna ve orada insan şeklinde göründüğüne inanırlar.11 Erken dönem bazı kelamî ekoller ve özellikle tasavvuf çevrelerinde görülen teşbihtecsim anlayışının Tahtacılarda da kendisini gösterdiği anlaşılmaktadır.

Yukarıda bazı örnekleri görüldüğü gibi, Allah ile âlem ve Allah ile insan arasındaki ilişkiye dayalı olan ve vahdet-i vücûd anlayışından bazı unsurlar taşıyan bu geleneksel tanrı inanışı, aynı zamanda sevgi ve aşkla süslenen bir muhteva da taşımaktadır. Bu anlayışta Tanrının mekanı, sadece gökler değildir ve Tanrı, insanları oradan yönetmez. Her yerde olan Tanrı, aynı zamanda insanların gönlündedir, özellikle kamil insanın kalbindedir. Dolayısıyla insan, Tanrı’yı gönül bilgisi/manevi bilgi ile tanıyabilir, ona ulaşabilir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, Alevî çevrelerde böylesine derin felsefi bir bilgi ve birikim gerektiren
Vahdet-i Vücûd düşüncesinin inceliklerini kendi birikimleri ile orantılı bir şekilde kavrayanlar olduğu gibi, bunu farklı boyutlarda algılayanlar, kavrayamayanlar hatta çok yüzeysel durumda kalanlar da vardır.

Alevilikte Hakk-Muhammed-Ali Anlayışı
Alevî inanışındaki Allah inancını ifade etmekte kullanılan anahtar bir deyiş daha vardır ki o da Hakk-Muhammed-Ali yahut Allah-Muhammed-Ali deyişidir. Bu gelenekte genel olarak inançlar, Hakk-Muhammed-Ali deyişi üzerine kurulmuş olup inancın temelini bunlar
oluşturur. Öyle ki Alevî edebiyatı bu deyişe ilişkin şiir ve nefeslerle doludur. Hizmet sahibi olan dedeler, cemlerde hizmet alırken, “Ya Allah, ya Muhammed, ya Ali” sözleriyle niyaza başlar; hatta “can”lardan her biri, bu deyişe işaret etmek üzere “Ya Allah, ya Muhammed, ya
Ali” diyerek üç defa kucaklaşırlar.12 Alevîler arasında bu deyişin algılanışı ile ilgili farklı değerlendirme ve yorumlar yapılmaktadır:


(ı) Birinci Yaklaşım: Hakk-Muhammed-Ali’deki Hakk ifadesinden, vahdet-i vücûda dayalı bir yorumla ifade edilerek her şeyin yaratıcısı olan ve âlemde, özellikle insanda tecelli ettiğine inanılan, aynı zamanda sonsuz derecede esirgeyici ve bağışlayıcı yüce bir varlık olan
Allah kastedilmektedir. Muhammed ise, Allah’ın insanlara göndermiş olduğu peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’dir. Ali de, Hz. Peygamber’in damadı, amcasının oğlu, halifesi ve Allah’ın aslanı gibi bütün üstün niteliklere sahip olmasından dolayı kendisine velâyet kapısının pîri olma özelliği verilmiş olan Hz. Ali’dir. Buna göre Hakk, ilah; Muhammed, Peygamber; Ali ise, velâyet kapısının pîridir. Burada “Hakk-Muhammed-Ali” anlayışının “ulûhiyet-nübüvvet-velâyet” şeklinde de değerlendirilmesi mümkündür.

(ıı) İkinci Yaklaşım: Hakk ibaresinden maksat Allah’tır. Muhammed ve Ali ise, ruhu ve bedeni aynı olan bir varlık olup aralarında bir ayrım yoktur; nitelik ve mahiyet olarak bunlar birbirine girmiş ve adeta birbiriyle bütünleşmiş bir görüntü arz etmektedir. Bu görüşte
olanlar, Allah’ın ilk yarattığı nurun Muhammed-Ali nuru olduğunu, bu nurun Hz. Adem’den itibaren Abdülmuttalib’e kadar geldiğini, bilahare Abdullah ile Ebu Talib’e geçtiği, sonrasında her iki oğlun neslinden gelen Hz. Fatma ile Hz. Ali’nin evlenmesiyle tekrar birleştiğini,
sonrasında Ehl-i Beyt soyundan gelen imamlarda taşındığını savunurlar.

Hz. Muhammed ile Ali’nin aynı cevherden yaratıldıklarıyla alakalı olarak Gadir Hum hadisesi de örnek gösterilir. Aleviler arasında yaygın olan bir inanca göre Gadîr-i Hum olayında ya da Medine’de gerçekleşen musahiplik esnasında Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin bir olduklarını göstermek amacıyla aynı kıyafetin içine girdiklerine ve cisimlerinin
aynîleştiğine inanılır. Alevî gelenekte bu olay, Hz. Peygamber’in ağzından Hz. Ali’ye “Ey Ali, etin etim, kanın kanım, cismin cismim, ruhun ruhumdur” şeklindeki rivayetle teyit edilmektedir.14 Buna göre Hz. Ali ile Hz. Muhammed’i birbirinden ayırmak mümkün gözükmemektedir. Hatta Tahtacılar arasında bunları birbirinden ayıranın kafir olacağı kabul edilir.

(ııı) Üçüncü Yaklaşım: “Hakk, Muhammed, Ali” sırrının tek bir varlık olup üçü de aynı varlığın farklı tezahürleridir. Pek çok şiir ve deyişte dile getirilen bu inancın İslam akaidine uymayan hulul inancını gündeme getirdiği ileri sürülmektedir. Alevî çevrelerde Hakk-Muhammed-Ali deyişi; “Hakk-Muhammed-Ali kabul etsin”, “Muhammed-Ali yolu”, “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” şeklinde dile getirilmektedir. Bu deyişin değişik yörelerde ve cemlerde sıkca söylenen ve Kul Himmet (XVI. yüzyıl)’e ait olduğu ifade edilen aşağıdaki şiirde de görmemiz mümkündür:

Eyvallah şâhım eyvallah,
Hak Lâ ilâhe illâllah
Ali bizim şâhımız,
Kâbe kıblegâhımız,
Miracdaki Muhammed
O, bizim padişahımız”

Mahabbettir Lâ ilahe illallah
Mahabbettir Muhammed
Rasûlullah
Mahabbettir Ali Şah Veliyyullah
Üç isim, manada birdir mahabbet
Yerde insan gökte melek yok iken
Kudretinden bir nûr indi süzüldü
Cümle mahluk kandildeki nûr iken
Aynı Ali, mim Muhammed yazıldı”

Alevi-Bektaşi geleneğinde ifade edilen pek çok şiir, deyiş ve nefeslerde Hz. Muhammed ile Ali’nin aynı özden meydana geldiği, görünüşte farklı vücutlara sahip olmakla beraber, gerçekte gerçek de aynı oldukları ve bu yüzden de “Muhammed-Ali” şeklinde aynı şahsın ismi imiş gibi ifade edildiği görülür. Böylece Hz. Peygamber ile Hz. Ali, teolojik bir simada
birleştirilmişlerdir.18 Hz. Muhammed’e ait olduğu söylenen ve hadis olduğuna inanılan “Ali ile ben, aynı nurdanız”, “Ali ile ben, bir ağacın meyvesiyiz”, “Ey Ali, etin etim, kanın kanım, cismin cismim, ruhun ruhumdur, canın benim canımdır”, “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
mevlâsıdır”, “Ali bendendir ve ben Ali’denim, benden sonra Hak üzere olmak isteyen Ali’den ayrılmasın”, “Her Peygamberin bir sırdaşı vardır, benim sırdaşım Ali’dir”, “Ben ilim şehriyim, Ali ise o şehrin kapısıdır” ve “Ben hikmet eviyim, Ali de o evin kapısıdır” gibi ifadeler19 bu
telakkinin ispat edici delili olarak kullanılmaktadır. Böylece Hz. Muhammed’in yanında Hz. Ali’ye de ilahi ve yüce bir sıfat kazandırılmış olmaktadır


Netice olarak, Alevî inançlarının temelinde sağlam bir Allah inancı olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Allah’ın tek ve yüce bir varlık olduğuna, sıfatlarına, bütün varlıkları onun yarattığına inanılır ve tevhid anlayışı benimsenir. Öyle ki, Alevî-Bektaşî edebiyatı baştan başa Allah inancı, Allah sevgisi ve Allah aşkı ile dolu şiir ve nefeslerden oluşur. Bu gelenekten gelen şairlerin hemen hepsi, şiirlerinde Allah’a iman, Allah’ın birliği, Allah’ı yüceltme, Allah sevgisi, Allah aşkı ve Allah korkusu gibi konuları işlemiştir. Bununla birlikte söz konusu şiirlerde, Yüce Allah’ı tanımlama ve yorumlamada genel İslamî anlayıştan bazı farklılıklar görülür. Bu durumu bâtınî unsurların Aleviliğe tesir etmesi sonucunda ortaya çıkan özgün bir vahdet-i vücûd anlayışı ile izah etmek mümkündür.

Meleklere ve Kitaplara İman
Alevî çevrelerde meleklere ve kitaplara iman konusunun, bazı farklı telakkilerle birlikte, İslam kültüründeki kabullerle aynı çerçevede ifade edildiği görülür. Özellikle meleklere iman konusunda Aleviler arasında bir farklılığın olduğunu söyleyebilmek güçtür. Dört büyük melek
inancı olduğu gibi kabul edilerek, Cebrâil’in, vahiyle; Mikâil’in tabiat olaylarını yönetmekle; İsrâfil’in sûra üflemekle ve Azrâil’in de insanların canını almakla görevli olduğuna inanılır.20 Bununla birlikte Alevî çevrelerde Cebrail’e daha fazla vurgu yapılır. Hz. Ali’nin fazilet ve
kahramanlıkları anlatılırken dört büyük melekten söz edilir, yine cemlerde aşıklar tarafından özellikle miraçlama bölümü okunurken Cebrail’den bahsedilir, ayrıca meleklerin ilahi birer kudretin temsilcileri olduklarına da inanılır. Öte taraftan dört büyük meleğin yanı sıra,
kirâmen katibin (yazıcı melekler) ve münker-nekir (sual) melekleri, Alevî çevrelerde varlıklarından şüphe edilmeyen meleklerdir. Meleklerin bir kısmı, insanların sevap ve günahlarını yazmakla görevli olup her bir meleğin farklı görevi olduğuna inanılır. Alevî- Bektaşî edebiyatında konumuzla alakalı pek çok şiir bulunmaktadır:
İki melek gelir sual sorarlar,

Döker hurucunu gevher ararlar,
Bir kılın üstüne köprü kurarlar,
Geçemezsin Hakk’a kul olmayınca”
(Pir Sultan Abdal)
Kudret kelamını söyler Cebrail,
Rıza lokmasını sunar
Mikail, Canı cana ulaştırır Azrail,
İsrafil ağzında surdur mahabbet” 24
(Kul Himmet)

Kitaplara iman konusuna gelince Alevî çevrelerde, genel İslamî anlayışa göre ufak tefek farklılıkların bulunduğunu söylemek mümkündür. Her şeyden önce Alevî topluluklar, dört büyük kutsal kitap ve bazı sahifelerin varlığını ve bunların insanlığa bir rehber olarak gönderildiğini kabul ederler. Ayrıca Tanrı’nın ne kadar sırrı ve gizemi varsa, bunların dört
kitapta bildirildiğine inanırlar.25 Bu bağlamda tüm peygamberlere tebliğ edilen dinin İslamiyet/tevhid inancı olduğu benimseberek öncelikle Kur’an’a bağlı olunmasının gerektiğine inanırlar. Aynı paralelde diğer kutsal kitaplara değer vermek gerektiğini kabul ederler. Öyle ki bir insan, Hz. Peygamber’e inanıp, diğer peygamberleri ve kitapları inkar etse,
böyle bir insan iman etmiş sayılmaz.

Alevi geleneğinde peygamberler içinde Hz. Muhammed’in konumu gibi, diğer kitaplar içinde de Kur’an’ın ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu görülür. Alevîliğin temel yazılı kaynaklarına göre Kur’an, Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Hz. Muhammed’e vahyedilmiş
bir kelâmdır.27 Yirmi üç yılda inen bu ilahî kelam, 114 sureden oluşur ve toplam 6666 ayetten ibarettir. Peygamber’e indirilen Kur’an konusunda şüphe yoktur ve herhangi bir eksiklik iddiası yer almaz. Alevîliğin temel kaynaklarından olan Buyruklarda değişik görüşler temellendirilirken, özellikle Kur’an ayetlerine dayanılır ve pek çok düşünce, meşruiyetini
Kur’an’dan alır. Özellikle dede ve aşıkların Kur’an’ın buyruklarını yerine getirmesi ve cemlerde Kur’an’ı övmesi gerekir. Sözleri Kur’an’a uymayan aşığın sözüne itibar olunmaz. Yine ayetsiz söz söyleyip, nasihat eden dedenin söylediği sözlere de itibar edilmez.

Ülkemizdeki Alevî zümrelerde önemli ölçüde Kur’an’a genel bir saygı ve hürmetin olduğu gözlenmektedir. Hemen hemen her evde mevcut olan Kur’an’ın belli toplantılarda sohbet konusu yapıldığı, bu çerçevede Muharrem geceleri başta olmak üzere dinî gün ve gecelerde, bazen Cuma akşamları ve arefe günleri mezarlıklarda ölmüşleri ziyaret ederken

okunduğu, özellikle Alevîliğin temel inanç ritüeli olan Âyin-i cem’de bazı ayetlerin okunduğu görülmektedir. Yine doğum, düğün, nikah, askere uğurlama ve asker karşılama amacıyla düzenlenen kurbanlarda da Kur’an okunur. Ayrıca vefat etmek üzere olan bir kimsenin başucunda hastayı rahatlatıp ölümü kolaylaştıracağı düşüncesiyle Kur’an okutulur. Ölen
kimsenin vefatının yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günleri ile yıldönümünde ölenin ruhu için Kur’an okunur ve saygı ile dinlenir. Bu çerçevede “Başımız, Kur’an’a bağlıdır” sözü, Alevî büyüklerinin sık sık telaffuz ettikleri bir söyleyiştir. Bu da Kur’an’a olan derin saygılarını ifade eden önemli bir göstergedir. Bütün bunlara rağmen Alevî çevrelerde gelişmiş bir Kur’an kültürünün olduğunu söylemek de güçtür. Derinlemesine bir Kur’an eğitimi ve dolayısıyla kültürü olmadığından ayetlerde geçen bazı kelimelerin Ali’den bahsettiği iddia edilir. Âl-i
İmran suresinde geçen “Âl” kelimesinin Ali olarak anlaşılması, yine bazı ayetlerde zikredilen ilahi sıfatların Ali şeklinde anlaşılması burada örnek olarak gösterilebilir. Nitekim “O (Allah), yücedir ve büyüktür” şeklinde Allah’ın yüceliği ve azametini ifade eden “ve huve’l-aliyyu’lazîm”
ibaresi, “O Ali, büyüktür” şeklinde anlamlandırılmıştır.

Aleviler arasında Kur’an tilavet edenlerin oranı da az değildir. Gerçi bu durum bölgeden bölgeye biraz farklılık gösterse de yine de önemli bir yekun tutmaktadır. Tarafımızdan yapılan bir anketli çalışmada Bingöl Alevilerinin önemli bir kısmının Kur’an tilavetini bildiği tespit edilmiştir.

Batınî anlayıştan fazlasıyla etkilenmiş olan Alevilik, Kur’an’ın yorumlanmasında da kendisini göstermektedir. Alevî topluluklar, genel olarak Kur’an’ın biri zâhir (dış, lafız), diğeri de bâtın (iç) anlamı olmak üzere iki farklı anlam düzeyinin olduğunu ileri sürerler. Zâhir, Kur’an’ın literal anlamını ifade eder ki, emirler, yasaklar, yaptırım ve mükafatlar, onun zâhirî boyutunu oluşturur. Kur’an’ın bir de görülmeyen ve ancak özel bilgiye sahip olan kimseler tarafından anlaşılabilecek bir de batınî boyutu vardır ki asıl olan da budur. Buna göre zâhir, işe yaramayan bir kabuk; bâtın ise asıl, öz ve cevher yerine geçer. Ayrıca onlar, Allah’ın
insanlık için bildirdiklerinin sadece Kur’anla sınırlı olamayacağını, Hz. Ali ve on iki imamlar başta olmak üzere bir takım mürşit ve sufîlerin bildirdiklerinin de bu kapsamda olduğu kabul edilir. Bu çerçevede Kur’an’ın kendisi Kur’an-ı Sâmit (Suskun Kur’an) olup, onu yeniden
bâtınî bir tarzda yorumlayıp seslendirenler ise, Kur’an-ı Nâtık (Konuşan Kur’an) olarak nitelendirilir.

Bazı alevi kesimlerce Kur’an’ın bütünlüğü, toplanması ve günümüze kadar ulaştırılması konularında genel İslamî kabullerden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunların anlayışına göre Kur’an, bizzat Hz. Ali tarafından toplanmış ve Hz. Peygambere sunulmuştur. Ancak Hz.
Osman döneminde Mushafların çoğaltılması sırasında diğerlerinin yanı sıra Ali’nin mushafı da imha edilmiştir. Osman, Ali ve Ehl-i Beyt ile alakalı bazı ayetleri Kur’an’dan çıkarmıştır. Nitekim sık sık Kur’an’ın 6.666 ayetinin olduğu söylendiği halde, eldeki mevcut Kur’an’da
sadece 6.234 ayet bulunduğu, geri kalan 432 ayetin –Hz. Ali ve Ehl-i Beytten bahsettiğinden dolayı- çıkarıldığı iddia edilir.34 Bir diğer kabule göre ise, Kur’an’daki “ala’l-kavmi’l-kâfirîn”, “ala’l-kavmi’z-zâlimîn” gibi ifadeler, Ali ve taraftarlarının kötülenmesi için Yezid tarafından
Kur’an’a sonradan eklenmiştir.35 Bu iddia, Alevi-Bektaşi kaynaklarında bulunmamakla birlikte sözlü olarak bazı çevrelerde dile getirilmektedir. Bu durum, erken dönem aşırı Şii fırkalarınca dile getirilen benzer iddiaların36 bazı Alevi çevrelerine sirayeti olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte yazılı kaynaklarda söz konusu iddianın izlerine rastlanılmaz.

Sonuç olarak, Alevî çevrelerin çok büyük bir bölümü Kur’an’a saygı beslemektedir. Bununla birlikte, günümüz Alevî toplumunun Kur’an’la ilgili yaklaşımları üç grupta ele alınabilir. İlk gruba göre Kur’an, Tanrı kelâmıdır, bu yüzden günümüze kadar herhangi bir değişiklik söz konusu olmadan gelmiştir. Ancak onun hem zâhirî, hem bâtınî anlam düzeyleri
vardır. Sünnîler onun zahirine, Alevîler ise bâtınî yönüne ağırlık verirler. Zâhiri esas alan Sünnîler’e göre Kur’an’ın emredici yönü kesinken, iç anlama (batın) önem veren Alevîler’e göre burada yer alan hükümlerin emrediciliği yoktur. İkinci gruba göre ise Kur’an, Allah kelâmı olarak Hz. Muhammed’e indirilmiş, ancak daha sonra orijinalliğini muhafaza
edememiştir. Üçüncü grup ise, Kur’an’ın sıhhati ve yorumuyla ilgili görüşler ne olursa olsun asıl olanın canlı Kur’an (Kur’an-ı Nâtık) olduğu, bunun da insan olduğu görüşündedir. Böylece ülkemizdeki Alevî çevreler arasında Kur’an’a bakış tarzı ve yorumlama biçiminde bazı farklılıkların ortaya çıktığı ve yer yer bâtınî bir anlayışın tezahür ettiği anlaşılmaktadır.

Peygamberlere İman ve Hz. Muhammed’in Konumu
Hz. Muhammed’in peygamberliği konusunda Alevî topluluklarının önemli ölçüde Sünnî topluluklar gibi inandıkları görülür. Allah’ın insanlığa yol göstermek amacıyla peygamberler gönderdiğine, bunların seçkin kimseler olduklarına ve ilahi vahyin açıklanması gibi önemli bir
vazifeyi ifa ettiklerine inanılır. Peygamberlerin sayısı 124 bin olup hepsi haktır. Kur’an’da yirmi sekiz peygamberin ismi geçtiği için, sadece bunların isimleri bilinir ve hepsine büyük saygı duyulur.39 Alevî çevrelere göre, kendilerine mucizeler bahşedilen peygamberler,
adaletli olup aynı zamanda masumdurlar. Dört büyük peygamber olarak adlandırılan Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’e kutsal kitaplar gönderildiğine inanılır ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslam dini olduğu kabul edilir.

Geleneksel telakkiye göre Allah, rahman sıfatı gereği insanların mutlu olmalarını sağlamak amacıyla peygamberler gönderir. Hz. Muhammed de, bu çerçevede gönderilen son peygamberdir. Peygamberlerin içinde Hz. Muhammed’in ayrıcalıklı bir konumu olduğu görülür, zira O’nun nuru her şeyden önce yaratılmıştır.40 O’nun sıradan bir insan olmadığına, âlemlere ve tüm insanlığa rahmet olarak gönderildiğine inanılır. O’nun gelişiyle dünya nura boğulmuş, Hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır. Yine O, gelişiyle birlikte önceki şeriatları kaldırıp yerine yeni bir şeriat getirerek son makama erişmiş ve bununla ulû’l-azm peygamber
olmuştur.41 Hz. Muhammed, âlemin yaratılış sebebi ve iki cihan serveridir.42 Sünnî çevrelerde de ifade edildiği şekliyle O, “Adı güzel kendi güzel Muhammed” olup her şeyden önce dürüstlüğün, doğruluğun ve seçilmişliğin simgesidir. Böylece Hz. Muhammed, bütün peygamberlerden daha faziletli olarak görülür; çünkü onda hem nübüvvet nuru, hem de velâyet nuru birlikte mevcuttur.43 Hz. Muhammed’in bize bırakmış olduğu iki emanet bulunmaktadır. Bunlar, Kur’an ile Ehl-i Beyt olup değerleri hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Yedi ulu ozandan biri olan Şah Hatâî, Hz. Muhammed’i şöyle anlatmaktadır:
Şu âleme bir nur doğdu
Muhammed doğduğu gece

Bazı Alevî çevrelere göre Hz. Muhammed, Ali ile birleşince bütünselliğe/mükemmelliğe kavuşur. Bundan dolayı Hz. Muhammed, Alisiz, Ali de Muhammedsiz olmaz. Burada ikisinin de aynı nur/ruhtan yaratılmış olup etle tırnak gibi olduğuna vurgu yapılır. Bu yüzden ikisini
birbirinden ayırmak, ayrı düşünmek mümkün değildir. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber ile Hz. Ali’yi birbirinden ayrı görmeyip ikisini birlemek sırr-ı Muhammed Ali olarak yorumlanır. Cebrail’in üstadı Ali, pîri Muhammed’dir.45 Bu manevi birlikteliği ifade etmek için de
“Muhammed-Ali”, tek bir kimlik altında ifade edilir. Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed ile Ali’yi manevi yönden özdeşleştirip ona daha çok Hz. Ali penceresinden bakılmaktadır. Hatta Hz. Muhammed’in sadece zâhir ehli olduğu, dolayısıyla görevinin şeriatın zâhirini öğretmekle
sınırlı olduğu düşünülür, bâtınî anlayışa ise Hz. Ali’nin öncülük yaptığına inanılır. Yine genel İslamî inanışlardan farklı olarak Hz. Muhammed, Hz. Ali ile musahip olmuş, cem ibadetini icra edip kırklar meclisinde dem almıştır.

Geleneği temsil eden anlayış içinde Hz. Ali büyük bir velî olup velâyet misyonunu üstlenirken; Hz. Muhammed de, nübüvvet misyonunu üstlenmiştir. Buna göre Peygamberde sona ermiş olan nübüvvet misyonu, Hz. Ali ile velâyet şeklinde devam etmiştir. Bu anlamda anlatılan söylencelerde Hz. Muhammed’in konumu, Hz. Ali’nin biraz daha altındaymış gibi görünmekte, Ali motifi, Muhammed motifinden daha ağır basmaktadır. Örneğin, Peygamberin miracı bile bu anlamda onun Ali sırrına ermesi şeklinde yorumlanır. Burada öyle anlaşılıyor ki Hz. Muhammed ile Ali’nin müşterek bir nurdan yaratıldığına inanıldığı için,
Peygamber ile Ali’nin kimliği çoğu zaman birleşmekte ve bu yüzden Hz. Ali de Peygamber gibi, hatta daha ileri derecede yüceltilmektedir.
Geleneksel inanışa göre Allah, âlemi yaratmadan önce Hz. Muhammed’in nuru ile Ali’nin nurunu yaratmış; bu nur da ilk peygamber olan Adem’e geçmiş, daha sonra da Şit’e ve diğer peygamberlere geçmiştir. Peygamberin dedesi Abdülmuttalip’e gelince söz konusu nur
ikiye bölünmüş, yarısı babası Abdullah kanalıyla kendisinde ve diğer yarısı da amcası Ebû Talip kanalıyla Hz. Ali de zuhur etmiştir.48 Böylece birine nübüvvet, diğerine de velâyet verilmiş ve bunları birleştirmek için de Ali ile Fatma evlenmişler, bu yüzden Hasan ve
Hüseyin’le imamet ortaya çıkmış ve bu zincir, on iki imam’la devam etmiştir. Görüldüğü gibi Anadolu Alevîleri, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin yaratılışını mitleştirmişlerdir. Bu bağlamda Allah, nûr-ı mutlak olarak kabul edilmiş; Peygamber, nübüvvet nuru (nûr-u nübüvvet)nu
taşıyarak dini öğretileri bildirmiş; Ali ise velâyet nuru (nûr-u velâyet)nu temsil etmiştir.

Netice olarak, ülkemizdeki Alevî çevrelerin peygamberliğe bir iman esası olarak sağlam bir şekilde inandıkları ve İslam kültüründeki genel kabulleri benimsedikleri anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edip onu tarihsel şahsiyetine uygun biçimde benimseyenler bulunduğu gibi, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmekle birlikte tarihsel şahsiyetini bilmeyen yahut önemsemeyenlerin de bulunduğu görülmektedir.

Ahiret Gününe İman
Alevî çevrelerin ahiret anlayışı ve bu olguya bakışı, kendi içinde bazı farklılıklar arz etmektedir. Her şeyden önce önemli bir çoğunluğun, güçlü bir ahiret anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Buna göre kıyametin mutlaka bir gün kopacağına, fakat bunun ne zaman gerçekleşeceğini Allah’ın dışında kimsenin bilemeyeceğine, ayrıca tüm insanların öldükten sonra tekrar öteki dünya denilen zaman dilimi içinde diriltileceklerine inanılmaktadır. Bu çerçevede Alevî kitlenin ahiret, kabir, ölümden sonra dirilme, sorgu-sual, cennet ve cehennem gibi genel İslamî anlayışta var olan esasları benimsediği görülmektedir.

Alevî çevrelerde ahiret inancıyla alakalı en önemli konu kul hakkı meselesidir. Allah’ın kul hakkı hariç insanların diğer kusur ve eksikliklerini affedebileceğine inanılır. Bu nedenle üzerinde kul hakkı olan kişi, düşkün kabul edilir ve o kişi, âyin ve ritüellere katılamaz; ancak problem çözüldükten sonra katılabilir. Bu şekilde herkesle razılık içerisinde yaşayan ve Hakk’a yürüyen bir kişi ahirete gider. Ahirete gidiş, yani ölüm, bir ayrılık değil, Hakk’a yürümek, Hakk’a kavuşmak, gerçeklere kavuşmak olarak değerlendirilir. Bir diğer ifade ile ölüm, ruhun yer değiştirmesi olup yok olmak anlamına gelmez.

Ölümden sonra kıyametin kopmasına kadar kabir hayatı denilen bir dönemin var olduğuna inanılır. Buna göre insanların bu dünyada yaşadıkları hayat doğrultusunda bir kabir hayatı yaşayacakları kabul edilir ve bu hayat öncesi bir sorgunun yapıldığına ve burada
münker-nekir’in soruları arasında Allah, peygamber, din, kitap gibi konular yanında ”kimin talibisin?” şeklinde bir soru da sorulacağını kabul ederler.50 Aleviler, cennet ya da cehennemi hak etmenin Ehl-i Beyt’i sevip sevmemekle bağlantılı olduğunu savunurlar. Buna göre mahşer günü sırat köprüsü önüne gelindiğinde, köprübaşında Hz. Ali ile oğulları Hasan ve Hüseyin’in bulunduğuna ve eğer kişi dünya hayatında Ehl-i Beyt’i ve on iki imamları seven biri ise, bu kişinin yardım görüp sırat köprüsünü kolayca geçeceğine inanılır. Yine özellikle Ehl-i Beyt ile
Hz. Hüseyin’i seven ve onun Kerbelâ’da şehit edilmesinden dolayı derin bir üzüntü duyan insanların cehennem yüzü görmeyeceğine, öte taraftan Ehl-i Beyt’i sevmeyenlerin cennete giremeyeceğine inanılır. Bu çerçevede ahiret inancı ile bağlantılı olarak değişik yörelerde ölenin arkasından yapılan dardan indirme âyini, kabir kurbanı, üçü, yedisi, kırkı ile yıl dönümü yemeği ve kurbanı gibi ölü için yapılan törenler, ayrıca belli dönemlerde mezarlık ve türbelere yapılan ziyaretler de ölümden sonraki hayatı ifade etmekle birlikte, ahiret inancına olan bağlılığı ve bu inancın sosyal yaşam üzerindeki etkisini gösterir.

Genel Alevi anlayışında var olan ahret inancına rağmen Tahtacılar ve Kürt kökenli bazı Alevî çevrelerinde tenâsüh (ruh göçü)’e inancı da görülür. Özellikle Tahtacılar içinde tenâsühle ilgili pek çok anlatı mevcuttur.53 Bununla birlikte tenâsühü benimseyenler arasında
ahret, cennet ve cehennem’le ilgili konularda bazı belirsizlikler bulunmaktadır.

Ehl-İ Beyt Anlayışı ve Hz. Ali Telakkisi
Ülkemizdeki Alevî topluluklarının inanç ve görüşlerinde Ehl-i Beyt ve özellikle Hz. Ali çok önemli bir yere sahiptir. Ehl-i Beyt kavramı, “ev halkı” anlamına gelmekte olup Hz. Peygamber’le birlikte onun aile fertlerini de içine alan bir kavram olarak kullanılmaktadır.

Ancak, zamanla Hz. Peygamber, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin ile aynı soydan gelen ve imam kabul edilen diğer dokuz kişiden ibaret olan klasik Şîî Ehl-i Beyt anlayışının Anadolu Alevîliğine hakim bir görüş haline dönüştüğü görülmektedir. Ülkemizdeki Alevî toplulukları
da, Ehl-i Beyt kavramı bu şekilde kabul etmektedirler.

Hz. Peygamber’in aile fertleri olan Ehl-i Beyt’in, ilk dönem İslam Tarihi’nde önemli bir yeri ve konumu vardır. Ehl-i Beyt mensupları, yüksek ahlaki vasıfları ve kişisel özellikleri ile temayüz etmişlerdir. Bu anlamda ilim, zühd, takvâ, fesâhat ve cesaret, onların müşterek
vasıfları olarak kabul edilmiştir. Özellikle Kerbelâ hadisesinden sonra uzun bir süre sessiz kalıp kendilerini ilmî çalışmalara vermişler, bütün tahriklere rağmen siyasî mücadelelerden uzak durmayı başarmışlardır. Bu yüzden de ilim, bu ailenin ayrılmaz bir vasfı haline gelmiş ve
aile içinde sağlam bir ilmî gelenek oluşmuştur. Onlar, siyasal iktidarla iyi geçindikleri sürece, saygı ve hürmet görmüşler, ancak sadece onurlarını koruyarak yaşama çabası içinde olduklarında, bazen dışlanmış ve zulme maruz kalmışlardır.

Dünyevi menfaat ve siyasî ikbal temin etmek isteyen bir takım çevreler Ehl-i Beyt neslinin saygınlığını istismar etmiştir. Bütün bunlara rağmen, Ehl-i Beyt’e yönelik sevgi ve saygı, İslam tarihinin her döneminde, Müslüman halklar için sarsılmaz bir değer ve duygu olmuş; Hz. Hasan neslinden gelenlere şerîf, Hz. Hüseyin neslinden gelenlere de seyyid adı
verilmiş ve kendilerine hürmet ve muhabbet göstermek, Peygamber’i sevmenin bir tezahürü olarak kabul edilmiştir. Öte yandan bir takım menfaatler elde etmek amacıyla Peygamber soyundan geldiklerini iddia eden yalancılar da cezalandırılarak Ehl-i Beyt’in istismar edilmesi
önlenmeye çalışılmıştır. Abbasilerin ilk yıllarında bu amaçlarla kurulan ve daha sonraki dönemlerde de varlığını devam ettiren “Nakîbü’l-Eşrâflık” müessesesi, tarih boyunca bu işlere bakmıştır.

Anadolu Alevîleri Ehl-i Beyt’in öneminin bizzat Kur’an’da vurgulandığını kabul ederler ve kendi inanışlarını doğrulamak üzere “Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her türlü pisliği giderip sizleri tertemiz kılmak ister”54 ayetini Ehl-i Beyt’in tertemiz ve masum olduğuna delil
getirirler. Yine “(Ey Muhammed) önce en yakın akrabalarını uyar”55 ayetiyle de Peygamber’in ailesinin, Tanrı katında özel bir yeri ve öneminin olduğu düşünürler. Ayrıca onlar, “De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum”56 ayetiyle ve yine “Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer. Kim ona binerse kurtulur, kim de ona girmezse boğulur”57 mealindeki hadis-i şerifle Ehl-i Beyt’i sevmenin dini ve imanî bir zorunluluk olduğunu kabul ederler. Alevi şiir ve nefeslerinde Ehl-i Beyt sevgisine çokça yer verildiği görülür. Fedai Baba’ (ö. 1940), bu sevgiyi şöyle anlatmaktadır:
Beş vakit namaz değil İslamlık heman
On iki şehzadeyi sevmektir iman,
Eğer eder iseniz bunlara güman (kötülük),
Lanete müstehak ola canınız”.

Anadolu Alevîleri arasında Ehl-i Beyt neslinin melekler gibi nurdan yaratıldığına, dolayısıyla Peygamberler gibi masum/günahsız olduklarına, Şîîler’de olduğu gibi dünyanın Ehl-i Beyt ve on iki imamların nuru için yaratıldığına inanılır.59 Yine Kur’an’ın bazı ayetlerinin Ehl-i Beyt’le ilgili olduğu düşünülür.60 Bu çerçevede, ayrıca Ehl-i Beyt’e kozmolojik bir önem atfedilerek onlar, yeryüzünde insanların emniyet ve kurtuluşunun vesilesi olarak kabul edilir.

Genel Alevi anlayışına göre eğer onlar olmasaydı, Yüce Allah, ne göğü, ne yeryüzünü, ne cenneti, ne cehennemi, ne Adem’i, ne Havva’yı, ne melekleri ne de yarattığı şeylerden bir tekini yaratırdı. Buna göre Ehl-i beyt inanışı, temel bir iman esası olarak kabul edilir.

Ehl-i Beyt denilince, Alevî çevrelerde ilk planda Hz. Ali akla gelir. O’nun kişiliği, üstün ahlakı, ilmi ve ortaya koyduğu erdemleri, özellikle de kahramanlığı, bu müstesna yeri daha da güçlendirmiş, onu Anadolu Alevîliğinin vazgeçilmez sembollerinden biri haline getirmiştir. Bu
durum, ülkemizde yaşayan hemen her Alevî çevrede gözlenir.

Alevi çevrelerindeki Ali ile ilgili tasavvurlar tarihi şahsiyetinin ötesinde mitolojik ve efsanevi özelliklere sahiptir. Öyle anlaşılmaktadır ki, Hz. Ali’nin tarihsel şahsiyeti ile inançları, otantik ve doğru bir şekilde ortaya konmadığı için Alevî çevreler, biraz da geçirdikleri tarihsel ve sosyal sürece bağlı olarak, kendi kültürel yapıları içinde daha farklı bir Ali oluşturmuşlar ve onu o şekilde tanımış ve sevmişlerdir. Ali ile ilgili anlatılan menkıbe ve efsaneler, bu önemli tarihsel karakterin, Alevî toplumunun kültürel belleğinde sembolik bir biçimde nasıl canlı
tutulduğunu ve ölümsüz kılındığını gösterir. Bu bağlamda ona olağanüstü bir takım güçler atfedildiğinden dolayı Ali, tanrısal bir güçle donatılmış adeta fizik ötesi bir varlık olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden Hz. Ali, tarihsel gerçeklik içinde değil de, tamamıyla mitolojik/efsanevi
bir tarzda anlaşılıp öyle algılanmıştır. Burada önemli olan Hz. Ali ile Ehl-i Beyt’in tarihsel ve gerçek kişilikleri değil, mitolojik ve simgesel kişilikleridir. Ülkemizdeki Alevî çevreler arasında Ali, daha çok kendisiyle beraber yüceltilmiş olan on iki imamların ilki ve yolun kendisine bağlanmış olduğu önder bir şahsiyet olarak kabul edilir. Başka bir deyişle Ali, imamet ağacının gövdesi, imamlar da o ağacın kollarıdır. Ali, konuşan Kur’an (Kur’an-ı Nâtık) olup, onun en iyi yorumcusudur. Zira Ali, Kur’an’ın zâhirî ve bâtınî bilgisini bilir. Olgun (kamil)

insanın prototipi olarak insan-ı kamil formunda mü’minlerin en önemli kılavuzu yine O’dur. Gizli ilimlerin kaynağı ve gayb sırlarının hazinesidir.61 “Hakikat, Ali’de ve Ali ile birliktedir”.62 Allah’ın yer ve gökteki tüm varlıklar üzerine hüccetidir.63 O, meleklere özgü yeteneklerle donatılmış olup bu yetenekler, onda potansiyel halinde mevcuttur. Ali, İslamiyet’in gerçekleştirmek istediği insan tipinin en mükemmel örneğidir. O, “erenler şahı” olup velâyet âleminin de güneşidir. O, dünyanın en güzel insanı olarak görülmekte olup bütün dünyaya ışık veren yine O’dur. Böylece Ali, Allah’ın cemali ve bütün kainatın kendisinde tezahür ettiği bir olgu olarak değerlendirilir. Ali, Allah’ın aslanı, yiğitlerin sultanı, manevi dünyanın da kılavuzu ve aynasıdır. O, ölüsünü kendi taşımış ve böylece manevi dünyanın kapılarını tüm insanlığa açmış, İslam’a akılcı yorumu da O, sokmuştur. O, yer, su ve gök, duman iken, yani dünya var olmadan önce nurdan bir kandilde bulunan ve Hz. Muhammed’in bile sırrına eremediği yüce bir kişidir.64 Tüm bu yönlerden Alevî çevrelerdeki Ali algılayışı, sadece
Müslüman toplumları değil, tüm insanlığı kucaklayan geniş bir anlayışı ifade eder. Onun bazen yaman bir kahraman olduğu vurgulanarak sürekli menkıbeleri anlatılır, örnek olarak savaşlarda sadece bir vuruşta 70-80 kafiri öldürdüğü ifade edilerek kahramanlığıyla ilgili destanlar dilden dile nakledilir. Yine anlatılan rivayetlerde Ali, kendi tabutunu kendisi taşır,
nefes ve deyişlerde Ali’nin sesi, sembolik biçimde turna kuşunun sesine benzetilir.

Öte taraftan Hz. Peygamber yaşarken gerçekleşmiş olan önemli tarihsel olaylarla ilgili olarak, Alevî çevrelerde en büyük payın mutlaka Ali’ye verildiği görülmektedir. Buna göre Hz. Peygamber, Allah’ın dinini yaymaya çalışırken, çocukluğundan itibaren Ali’nin büyük
fedakârlık ve yardımlarının bulunduğu; eğer Ali’nin yardımları olmasaydı, İslamiyet’in bu denli yayılamayacağı görüşü yaygındır. Yine Hz. Muhammed’in miracı da, Alevî çevrelerde Hz. Muhammed’in Ali sırrına ermesi şeklinde yorumlanır ve miraç olayı Ali’yi yüceltmek amacıyla anlatılır.

Anadolu Alevî düşüncesinde on iki imamlar, Şîî gelenekte olduğu gibi, “Silsiletü’z- Zeheb” yani altın silsile şeklinde adlandırılır ve velâyet sıfatları sebebiyle evrendeki gizli sırları çözüp aydınlatarak insanları İslam’ın gerçeklerine ulaştırdıklarına inanılır. Ali soyundan gelen
kişilere, evlâd-ı Rasul denir. Ali soyunun, erkekten devam ettiğine inanılır. Evlâd-ı Rasul olarak adlandırılan kişiler içinde de özellikle Ca’fer-i Sâdık (148/765)’ın ismi öne çıkarılır ve imamların ismi anılırken onun adı daha bir vurgu ile söylenir. Toplum içinde bu soydan
geldiğine inanılan dedelerin çok saygınlığı vardır. Bu yüzden evlâd-ı Rasul soyundan gelen, ni ocakzâde olan bir dedenin bulunduğu yerde, babalar ya da dikme dedeler posta oturup ya hizmet veremezler. Hizmet yapma mecburiyeti ortaya çıksa da, dededen izin ve yetki almadan posta oturup hizmet yapamazlar.

On iki imamların Anadolu Alevî kültüründe, Allah’a çok yakın kimseler olarak görüldükleri için üstün ve kutsal niteliklere sahip olduklarına inanılır. Onlara itaat eden, Peygamber’e itaat etmiş olur, onları seven Allah’a ibadet etmiş sayılır. Geleneksel inanışta on iki imama bağlılık, değişmez bir temel kuraldır. Öyle ki bu inanış, önde gelen ozan ve aşıklar
tarafından yüzyıllardan beri söylene söylene Alevî/Bektaşî edebiyatında ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Düvaz-imam denilen bu şiirlerde sürekli on iki imamlar ele alınmıştır: Anadolu Alevîleri’ne göre Kur’an’daki bazı ayetler, on iki imamlara işaret etmektedir. Örnek olarak,“Bir zamanda Musa, kavmi için su istemişti. ‘Asanla taşa vur’ demiştik. Bunun
üzerine taştan on iki pınar fışkırmıştı. Herkes kendi içeceği pınarı bilmişti”70 ayetinde geçen on iki pınar, on iki imamlara işaret etmekte olup buradaki pınarlar, gerçek bilgi kaynağını gösterirler.

Alevî köylerinde kış aylarında yapılan cemlerde düvaz ve düvaz-imam gibi isimlerle on iki imamı anlatan nefes ve deyişler, sıkça okunur ve cemlerden sonra yapılan sohbetlerde, daha çok onlar üzerinde durulur. Fakat on iki imamlar, -tıpkı Hz. Ali’de olduğu gibi- inanç ve yaşayışları itibariyle tarihsel realiteye uygun olarak algılanmaz. Ayrıca bu çerçevede bazı Alevî dedelerine göre, her Alevî’nin, on iki imamların isimlerini ezberleyip zikretmesi büyük bir ibadet olarak görülür ve yine Ehl-i Beyt ve on iki imamların isimlerini bilmeyenlerin ibadetleri de kabul edilmez.72 Günümüzde özellikle orta yaşlı ve yaşlılar arasında on iki imamı sayamayan yok gibidir ve on iki imamların isimlerinin, daha çok kırsal kesimde, onların hatırasını yaşatmak amacıyla çocuklara yaygın bir şekilde isim olarak verildiği de gözlenir.

Anadolu Alevî kültüründe on iki imamların dışında on dört masum ve onyedi kemerbest kavramları da vardır. Ondört masum ya da on dört masum-u pâk, on iki imamların soyundan gelip ergenlik dönemine ulaşmadan çocuk yaşta şehid olan kişilere denmektedir,
bu yüzden sürekli saygı ve hürmetle anılırlar. Alevî geleneğine göre ondört masum, Hz. Ali’nin oğlu Muhsin (Hâdî-i Ekber), Hz. Hasan’ın oğlu Abdullah, Hz. Hüseyin’in çocukları Abdullah, Kasım ve Ali Asgar, Zeynel Abidin’in oğlu Kasım, Muhammed Bâkır’ın oğlu Ali Eftar,
Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu Abdullah, yine Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu Yahya el-Hâdî, Musa Kâzım’ın oğlu Salih, yine Musa Kâzım’ın oğlu Tayyib, Muhammed Takî’nin oğlu Ca’fer, Ali Nakî’nin oğlu Ca’fer ve Hasan Askerî’nin oğlu Kasım’dır. Bunlar, Alevî inanışına göre Emevî ve Abbasî dönemlerinde şehid edilmişlerdir.73 Buna karşılık bazı yörelerde geleneksel olarak kullanılan onyedi kemerbest ifadesi ise, Hz. Ali tarafından ikrarları alınarak bizzat yine onun tarafından
tevellâ ve teberrâ kemerleri kuşatıldığına inanılan kişiler için söylenir. Bu kişilerin kim olduğuna gelince, bu noktada Anadolu Alevî geleneğinde görüş birliği yoktur. Bazılarına göre bunlar, Hz. Ali’nin bizzat kemer kuşatıp yanında savaşlara getirdiği çocuklarıdır.74 Bu rivayet
tutarsız görünmektedir, zira Hz. Ali’nin kendisiyle birlikte savaşlara, sadece üç oğlu, Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. el-Hanefiyye katılmıştır.75 Bazılarına göre onyedi kemerbest, Kerbelâ olayında Hz. Hüseyin’in yanında şehit düşen on yedi kişidir.76 Yine bazılarına göre, Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e bağlılıkları ile tanınan kırklar meclisinin cemaatinden olan on yedi sahabedir. Bunlar ise, Selmân-ı Fârisî, Muhammed b. Ebî Bekr, Ammâr b. Yâsir,
Mâlik Eşter b. Hâris, Veysel Karanî, Ebû Zer el-Gıfârî, Hâşim b. Hâris, Abdullah b. Yedil, Abdullah b. Adil, Ebû’l-Hişâm, Hâris eş-Şeybânî, Hâşim b. Utbe, Muhammed b. Ebî Hâzika, Kamber, Mürtefî b. Vezza, Saîd b. Kays ve Hz. Ali’nin yakın arkadaşı olan meşhur sahabî
Abdullah b. Abbas’tır.

Anadolu Alevî muhitlerinde Ehl-i Beyt soyu ile ilgili olarak -tıpkı Şîî/İmâmîlik’te olduğu gibi- tevellâ ve teberrâ inanışı vardır. Birine yaklaşma, yakınlık duyma, ilgi gösterme, sevme ve bağlanma gibi anlamlara gelen tevellâ kavramı, Ehl-i Beyt soyuna ve bu soydan gelen
imamlara bağlanmak, onları hem dünya hem de ahiret işlerinde tek hakim görmek, onları sevmek, hatta bu halka biraz daha genişletilerek onları sevenleri de sevmek anlamına gelir ve çok önemli bir inanç esası olarak kabul edilir. Tevellâ’yı oluşturan ikinci unsur da, Ali ve Ehl-i
beyt yolunu izlemek, o yolda verilen ikrardan dönmemektir. Buna simetrik olarak yine, Ehl-i Beyt’e ve onun soyuna düşman olanlara düşman olmak, onlardan uzak durmak ve yüz çevirmek anlamına gelen teberrâ da, kutsal bir buyruk olarak kabul edilir. Amellerin en
yücesi, “Muhammed-Ali’nin dostuna dost, düşmanına düşman olmak” şeklinde anlatılır.78 Bu prensiplerden hareketle bazı Alevî topluluklarının, hem geçmişte hem de günümüzde Sünnî kesimleri yadırgadıkları görülmektedir, zira onlara göre Sünnîler, Hz. Ali ile Ehl-i Beyt’i sevmekle beraber Ehl-i Beyt’e yeterince önem vermemekte ve bu insanlara zulmeden, bunların kanını döken kimseleri kınamadıkları gibi, onlara saygı duymaktadırlar. Fakat özellikle şehir merkezlerinde diğer Müslüman çevrelerle iç içe yaşayan Alevî kesim ise, geçmişte sanıldığının aksine, Sünnîlerin Ehl-i Beyt düşmanı olmadıklarını anlamışlardır.

Son olarak denilebilir ki, ülkemizdeki Alevî çevrelerde ifadesini bulan inançlar, asıl renklerini İslamiyet’ten alırlar ve öz olarak da İslam’ın dışında değillerdir. Alevî çevreler, inanç yönüyle İslam’ın temel iman esaslarına gönülden inanmaktadırlar. Bununla birlikte ifade edilen düşünceler, sistematik olmayıp büyük ölçüde dağınık bir özellik arz eder ve -Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve on iki imamlar ile ilgili inançlarda olduğu gibi- çoğu kere de mitolojik/efsanevi bir temele sahiptir. İnançlarda çoğu defa birlik ve bütünsellik olmadığından varılan sonuçlar da, doğal olarak genelleştirilemez.


13. Hafta



13. ALEVİLİKTE İBADET ADAP ve ERKAN, BAZI KURUMLAR
Alevilikte İbadet Anlayışı1
Alevilik aslında bir tarikattır, İslam içinde şekillenen ve günümüzde de varlığını hala devam ettiren ve baskın bir şekilde hissettiren bir tarikat. Alevîliğin esası olarak kabul edilen ve Üçler şeklinde isimlendirilen Hakk, Muhammed, Ali kalıbının, İslâm tasavvuf ekollerinin temel
kabullerinden biri olan Ulûhiyyet, Nübüvvet, Velâyet prensibinin ifade şekli olması, Tanrı, Evren, İnsan ilişkisinde daha çok “Vahdet-i Vücûd” anlayışının hakim olması, çoğunlukla ibadet hayatının temeline oturtulan içinde “tevhid” kısımlarının da bulunduğu cemlerin birer zikir

toplantısı olması, Alevîlikteki ‘İkrar Verme Cemi’nin aslında bir tarikata giriş uygulamasından farklı bir şey olmaması, diğer tarikatlarda olduğu gibi pîr, şeyh, dede şeklindeki bir hiyerarşik yapılanmanın bulunması, ocakların silsilelerini Hz. Ali’ye ulaştırmaları ve “silsiletü’z-zeheb”
denilen bu silsile olgusunun “el ele el Hakk’a” olarak isimlendirilmesi, her bir grubun müstakil olarak varlığını sürdürmesi, Alevîlik şemsiyesi altında toplanan bütün grupların dini ve sosyal hayatlarını tarikat hayatı kalıplarında şekillendirdiklerini ve bunların her birinin birer tarikat
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

İbadet Telakkileri
Alevîlerin ibadet hayatını genel olarak tasavvuf ve tarikat hayatı kalıplarında şekillendirip temel İslâmî ibadetler bakımından olumsuz bir tavır sergilemeleriyle ilgili birkaç sebebe işaret edilebilir. Bunlardan ilki, tarihsel süreçte çoğunlukla göçebe ya da yarı göçebe bir hayat yaşayan
zümrelerin, yaşamış oldukları sosyal hayat gereği, içinde bulundukları şartların elverişsizliği nedeniyle, temel İslâmî ibadetleri yerine getirmelerindeki güçlüğün, zamanla, bu ibadetlere alışamama sonucunu doğurmuş olmasıdır. Bu noktada zikredilecek ikinci husus, İslâmlaşma
sürecinden itibaren karşılaşmış oldukları grupların etkisidir. Bu etkinin iki boyutu bulunmaktadır: Bunlardan ilki, İslâmlaşma sürecinde yeni müslüman olanlara etki eden gruplardan bazılarının iman ile ameli birbirinden ayırmalarının, yeni müslüman olanlar üzerinde amel konusunda bir umursamazlığa neden olması ihtimalidir. Bu noktadaki ikinci boyut ise ibadetler hakkında getirilen bâtınî yorumla ilgilidir.

Alevilikte İbadet Hayatı
Bir kısım Alevîlerin ibadetler noktasında gevşek bir tutum sergilemelerinde, yukarıda anılan geleneklerin etkisiyle zamanla oluşmuş tasavvuf telakkilerinin başrol oynadığını ifade etmek gerekir. Tasavvuf sistemini, diğer tasavvuf ekollerinde olduğu gibi Dört Kapı-Kırk Makam
prensibi üzerine kuran Alevîler, çoğunlukla temel İslâmî ibadetleri Dört Kapının ilki olan “Şeriat Kapısı”nın gereği olarak görmekte, bu ibadetlerle ilgili teklifin “Şeriat Makamı”ndaki kişiler için geçerli olduğunu” kabul etmektedir. Kendilerini “Tarikat Makamı”nın müntesipleri olarak gören Alevîler, Şeriat Makamının ibadetleriyle mükellef olmadıklarını düşünebilmektedir. Nitekim bu türlü yaklaşımların cezbeci tasavvuf ekolleri tarafından dile getirilebildiği bilinmektedir. Günümüzde Alevîler arasında ibadetlerle ilgili yaklaşımların çoğunlukla bu noktadan hareketle açıklandığı özellikle vurgulanmalıdır. Alevilerin ibadet hayatının unsurlarını, bir zikir ayini olan cem, farklı zamanlarda tutulan oruçlar, tekke ve Hacı Bektaşi Veli etrafında şekillenen ziyaretler, bazı mali ibadetler ve kurbanlar oluşturmaktadır.

Cem Ayini
Aleviler bir zikir ayini olan cemi, ibadet hayatlarının merkezine oturtmuşlardır. Eski Türklerde bulunan ve günümüze dek gelen inançlardan bir tanesidir. Alevîlerin dînî zihniyetini oluşturan bütün simge ve semboller burada ifadesini bulmaktadır. Meleklerin Adem’e secdesi, Hz. Peygamber’in miraca çıkarak, Ali’nin sırrına mahzar olması, Kırklar Bezmi gibi Alevîliğe ana karakterini veren bütün mitolojik inançlar cem âyini esnasında canlandırılmaktadır. Ayrıca cemlerde toplumdaki bazı problemlerin halledilmesi, küskünlerin barıştırılması, tarikatta görülen hizmetlerin Dede tarafından bazı ahlâkî hususlarla açıklanması, Alevîlikte ahlak anlayışının da şekillenmesinde cemlerin büyük öneminin olduğunu ortaya koymaktadır.

Kurban
Kurban, Aleviler arasında en yaygın olarak yerine getirilen ibadetlerden birisidir. Canlı kurbanlar-cansız kurbanlar, içeri kurbanlar-dışarı kurbanlar şeklinde farklı şekillerde anılan türleri mevcuttur. Canlı kurbanlar, belirli erkânlara göre kesilen hayvanlardır, cansız kurbanlar
ise cemlere gelirken evlerde pişirilen yemeklerden ya da meyvelerden getirilir ve bunlar dede tarafından dualanarak kurban sofrasında yenmek için sunulurdu. Bunlara cansız kurbanlar denirdi. İçeri kurban ise ayin ve erkanlara göre kesilen kurbanlardır. Bunları ikrar kurbanı, görgü
kurbanı, müsâhiplik kurbanı, düşkünlük kaldırma kurbanı, dardan indirme kurbanı, Abdal Musa kurbanı, Muharrem kurbanı ve Hızır kurbanı şeklinde sıralamak mümkündür. Dışarı kurbanlar
da ayin ve erkanlarına riayet etmeksizin kesilen kurbanlardır. Bunları da, Kurban bayramı kurbanı, yağmur duası kurbanı, adak kurbanları, ziyaret kurbanları, şükür kurbanı, Hıdırellez münasebetiyle kesilen kurbanlar ve nevruz bayramında kesilen kurban şeklinde saymak mümkündür.



Bu kurbanların erkân içerisinde kesimi ya da Alevîlerin isimlendirmeleriyle tığlanması ise şu şekildedir: Kurban edilecek hayvana önce tuz ve su verilir. Daha sonra hayvana abdest aldırılır (Bu abdest, elin ıslatılarak hayvanın ayaklarını dizlerinden aşağıya sıvazlamak ve kuyruğunu kaldırarak su serpmek şeklindedir) Bunun üzerine Dede besmele çekip 3 defa tekbir getirir, Kur’an’dan kurbanla ilgili ayetleri okuyup (genellikle Peygamber’e de salavat verdikten)
sonra kurban duası yapar. Dedenin bu duasından sonra, (zâkirler kurban için üç düvaz ya da deyiş okurlar). Hayvan sağ ön ayağı serbest kalacak şekilde kıbleye doğru yatırılır. Daha önce abdest almış olan Kurbancı tarafından kurban (başı kıbleye çevrili bir şekilde) tekbirler eşliğinde
tığlanır.

Temel İslami İbadetlerin Alevilikteki Yeri
Temel İslâmî ibadetlerin bir tarikat yapılanması olan Alevi-Bektaşilik içinde nasıl yorumlandığı meselesine geçmeden önce Alevîlerin temel kaynaklarında hakim olan itikadîamelî çizginin, daha ziyade Hanefi-Maturidî çizgi içinde olduğunu belirtmek gerekir. Her ne kadar tarihsel süreçte Safevî etkisiyle beraber yüzeysel bazı On İki İmam Şiîliğiyle alakalı motifler yer etmiş olsa da, aslında İslâmlaşma sürecinin ilk döneminden günümüze kadar daha çok Hanefî-Maturidî çevrelerle aynı ortamı paylaşmaları ve ana damarın Yesevî geleneğe dayanmasından kaynaklı Hanefî-Maturidî çizgide olduğu anlaşılmaktadır. Amentü esasları olarak bildiğimiz esasları Alevi gruplar da kabul etmektedirler, ancak bu esasların çok iyi bir şekilde yerine getirildiği söylenemez.

Gusül ve Abdest
Alevîler arasında 2 tür abdestten söz edilir: Şeriat abdesti, tarikat abdesti. Alevîliğin temel kaynakları olarak görülen eserlerde “şeriat abdesti” olarak isimlendirdikleri abdestin alınmasının gerekliliği açıkça yer almaktadır. Günümüzde Alevîler, cinsel ilişkiden sonra, görgüye girerken, kurban keserken, bayram namazlarından önce, musahiblik erkânı vb. cem ayinlerinden önce gusül ve abdest alırlar.

Tarikat abdesti ise cemde görgü sırasında toplum huzurunda kimseye elinden, dilinden ve belinden bir zarar gelmeyeceğine dair söz vermektir ki, işte “abdesti alınmış ve namazı kılınmış” olmak da bu demektir. Bu abdeste gönül abdesti ve ruh abdesti de denir. Alevîlerin şeriat
abdesti olarak isimlendirdikleri abdesti almakla beraber, toplumsal hayatta daha çok tarikat abdesti dedikleri ve cemlerde sembolik olarak yerine getirdikleri abdesti yerine getirdikleri bilinmektedir.

Namaz
Alevi kaynaklarda namaz ile ilgili pek çok bilgi yer almakta ve bazı benzetmeler yapılmaktadır. Alevî kaynaklarda talibin gönlünün temiz olması için “namaz kılıp niyaz etmesi” gerektiğinin dile getirilmesi; “Biz emaneti yere ve göğer arz etmiştik” (Ahzâb, 33/72) şeklindeki
Kur’an ayetinde geçen ‘emanet’ kelimesden muradın “beş vakit namaz ve taliblerin birbirini sevip ziyaret etmesi” olarak açıklanması; beş vakit namazda mutlaka Hz. Muhammed Mustafa, Hz. Ali, Hz. Hatice, Hz. Fatıma, On iki İmam ve Ondört Masum’la beraber meşayıhın ruhlarına da dua etmenin bir erkândan olduğunun ifade edilmesi namazın Alevî kaynaklarda ele alınışı ve keyfiyetini göstermesi açısından önemlidir.

Kaynaklardaki kabul ve vurguya rağmen, beş vakit namazın kılınması hususunda Alevîler arasında bölgeden bölgeye, ocaktan ocağa bazı farklı kabul ve uygulamaların olduğu ifade edilmelidir. Bu çerçevede her ne kadar gelenekte namazın kılındığı ile ilgili şeyler anlatılsa, namaz kılmalarının gerektiği yönünde görüşler beyan edilse ve çoğunlukla bayram namazları ve cenaze namazı kılınsa ve Cuma namazını kılanlar bulunsa da, istisnası olmakla beraber, kimi Hz. Ali’nin camide öldürülmesinden dolayı camiye gitmediklerini ve namazı terk ettiklerini, kimi bu namazın beş vakit olarak Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ömer ve özellikle Emevîler ile Abbâsîler döneminde düzenlenmiş olduğunu, kimi de kendilerinin tarikat ehli olmaları sebebiyle
Şeriat Makamının gereği olan namazdan sorumlu olmadıklarını söyleyerek Alevîlerin çoğunluğunun birtakım gerekçelerle beş vakit namaz kılmadıkları müşahede edilmiştir. Günümüzde ise namaz denilince Alevi gruplar arasında daha çok halkacık namazı (tarikat
namazı) anlaşılmaktadır.

Oruç
Alevîler arasında oruç hakkında ocaklara, bölgelere ve kişilere göre farklı uygulamaların olduğu görülmektedir. Kaynaklarda Ramazan orucuna yoğun atıflar olmasına ve fiilen Ramazan orucu tutan Alevîler bulunmasına rağmen Alevîlerin çoğunlukla üzerinde daha çok durup
vurguladıkları ve tuttukları orucun 12 günlük Muharrem Orucu olduğu söylenebilir.
Aleviler arasında tutulan bazı oruçlar şunlardır: Muharrem orucu, Hızır orucu, 48 Perşembe orucu, adak orucu ve Ramazan orucu. Burada belirtilmesi gereken diğer bir husus, Alevilerin Sünnilere benzememek için oruçlarını akşam ezanından önce ya da sonra açtıklarıdır.

Hac
Alevilerde hac konusu, hem Kabe haccı, hem gönül haccı, hem de ziyaretlerin haccı gibi farklı şekillerde yorumlandığı görülür. Nitekim Beytullah’ın ziyaret edilmesi sırasında ifa edilen menasık batınî/tasavvufî bir şekilde tevil edilmektedir. Alevi kaynaklarda Ka‘be’ye gidene kılavuz
gerektiği, gönlün kılavuzunun ise Allah olduğu dile getirilmektedir. Bu çerçevede hakkı batıldan ayırmak ihram giymeye, yoldan bir taş kaldırmak hacdaki şeytan taşlamaya, nefsin hevâ ve hevesini tepelemek kurban kesmeye, geçmiş ömür Safâ’ya, gelecek ömür Merve’ye, geçmiş
ömür için pişmanlık duyup tevbe etmek ve kalan ömrü Allah’ın kulluğunda geçirmek Safâ ile Merve arasında yürümeye, devamlı tevbe istiğfar halinde olmak Ka‘be’yi tavaf etmeye benzetilir. Onlara göre tâlibler, pîrlerinin ve mürşidlerinin evini ziyaret etmekle, bin bir kere hacı ve gazi olup bütün günahlardan kurtulup masûm-pâk olurlar.

Mali İbadetler
Alevîler’in temel kaynaklarında, “Allahu Teâlâ’nın verdiği malın yüz akçede iki buçuk akçe Hakkullâhı vardır. Sene be sene vermek gerektir. Zîrâ sonra hisâbı ve azâbı vardır” şeklinde yer alan ifadelere rağmen, çoğunlukla Alevîler fiilen zekat vermezler. Onların, gelen gidenin yemeiçme ve konaklama ihtiyaçlarını karşılamaları ya da bu işi yürüten insanların yaptıklarına maddî katkı sağlamaları türünden tarikat hayatının devam ettirilmesinde gerekli olan mali harcamaları malî ibadet olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Bu çerçevede tekke ve dergahlara yapılan
bağışlar, hakkullah ve diğer bazı yardımlar mali ibadetler olarak değerlendirilir.

Adap ve Erkan
Burada, Dört Kapı-Kırk Makam başlığıyla tasavvuf anlayışlarına, Üç Sünnet-Yedi Farz adı altında âdâb-erkân anlayışlarına ve son olarak da “eline, diline, beline sahip olmak” ilkesiyle de ahlak anlayışlarına yer verilecektir.

Dört kapı-Kırk makam
Bir tâlibin Hakk’a ulaşması için katetmesi gereken yolu ifade eder. Buna göre, dört ulu kapı ve bu dört kapıya bağlı kırk makam vardır. Birinci kapı Şeriat, ikinci kapı Tarikat, üçüncü kapı Marifet ve dördüncü kapı, ana kaynak olan Hakikat kapısıdır. Her bir kapının kendi içinde on
makamı bulunmaktadır. Tarikat ehli, dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek Hakk’a ulaşır. Şeriat kapısının on makamı şunlardır: 1. İman getirmek: Allah Teâlâ’ya inanmak, buyruğunu tutmak imandandır. Meleklerine inanmak, Kur’an’a ve diğer kitaplara inanmak, Allah
dostlarına ve kıyamete inanmaktır, 2. İlim öğrenmek, 3. Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, gücü yetince hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana gitmek ve cenâbetten temizlenmek, 4. Helal kazanmak, faizi haram bilmek, 5. Nikah kıymak, 6. Hayz ve lohusalıkta
cinsî münasebeti haram bilmek, 7. Sünnet ve cemaat ehlinden olmak, 8. Şefkatli olmak, 9. Temiz yemek ve temiz giyinmek, 10. Emr-i bi’l-ma‘ruf ve nehy-i ‘ani’l-münker (iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmak).
Tarikat kapısının on makamı: 1. Pirden el alıp, tövbe etmek, 2. Mürid olmak , 3. Saç kesmek, 4. Mücahede etmek (nefs savaşında olgunlaşmak, pişmek), 5. Hizmet etmek, 6. Havf (korku), 7. Ümid etmek, 8. Hırka, zenbil, makas, seccade, sübha (yüz taneli tesbih), ibrat (iğne) ve asa sahibi olmak, 9. Sahib-i makam, sahib-i cemiyet, sahib-i nasihat ve sahib-i muhabbet olmak, 10. Aşk, şevk, sefâ ve fakirliktir.
Marifet kapısının on makamı: 1. Edeb, 2. Korku, 3. Perhizkârlık, 4. Sabır ve kanaat, 5. Utanmak, 6. Cömertlik, 7. İlim, 8. Miskinlik, 9. Marifet, 10. Kendini bilmek. Hakikat kapısının on makamı: 1. Toprak gibi verimli ve mütevâzî olmak, 2. Yetmiş iki millete aynı gözle bakıp, hiçbir kimseyi ayıplamamak, 3. Elinden gelen iyiliği kimseden
esirgememek, 4. Dünyada yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olması, 5. Mülk sahibine yüzünü sürüp, yüzsuyunu (Yaratılış sebebi olan Muhammed nurunu) bulmak, 6. Sohbette hakikat sırlarını söylemek, 7.Seyr-i sülûk, 8.Sır saklamak, 9.Münâcât, 10.Hakk Teâlâ’ya
(Çalap Tanrı’ya) ulaşmak.

Üç sünnet-Yedi farz
Üç sünnet şu şekildedir: 1. Sûfînin dilini kelime-i tevhidden ayırmamasıdır, 2. Sûfînin kalbinden kibri ve tekebbürü gidermesidir, 3. Sûfînin farzları bilmesi ve edâ etmesidir.

Yedi farz ise şu şekildedir: 1.Sûfînin sır saklamasıdır. Nasıl ki, zâhid imanını şeytandan saklarsa, o da sırrını zâhidden saklamalıdır, 2.Kendisine bir “nefes” söylendiğinde onu hak bilerek kabul etmesi ve onunla ilgili bir delil istememesidir, 3.Özrüne niyaz ehli olmasıdır,
4.Mürebbî hakkını hak bilip, hakkına itaat etmesidir, 5.Musâhip hakkını hak bilip, toplumda musâhipliğin gereklerini yerine getirmesidir, 6.Tövbe ehli ve sahib-i irşad olmasıdır, 7.Tâc vurunması, üstadlara itaatkâr olması, ayin-i cem kardeşlerini hak bilmesidir.

Eline, Beline, Diline sahip olmak
Yukarıda zikredilen usûl ve âdâb-erkân ile hedeflenen şey ahlaklı, olgun insan yetiştirmektir. Tasavvuf ahlakı çerçevesinde kâmil insan olmak için gerekli olan özelliklerin bilinmesi gerekir. Bunlar temel Alevî kaynaklarında bir sûfînin uyması gereken kurallar olarak
zikredildiği görülmektedir. Bir Alevi gözünü, kulağını, dilini, elini, gönlünü, hırsını, nefsini, boynunu, gazabını, belini, ayağını, sıdkını bağlaması gerekir. Buna karşılık sofrasını, kapısını, gönlünü, dilini, hulkunu, lutfunu, elini açık tutmalıdır. Eline sahip olmak, insanlara el ile zarar vermemektir. Diline sahip olmak, insanlara dil ile gelecek her türlü zarardan uzak durmaktır. Beline sahip olmak, başkalarının namusuna zarar vermemektir.

Alevi Geleneğinde Sosyal, Ekonomik ve Dini Bazı Kurumlar
Alevilik ortaya çıktığı dönemden bu çağın başlarına kadar kapalı bir toplum olarak varlığını devam ettirdiğinden, başkalarına muhtaç olmadan kendi içinde sosyal, dini ve ekonomik bir yapı geliştirmiştir. Aşağıda dedelik, musahiplik ve düşkünlük kurumları buna örnek olması bakımından özetle anlatılmaktadır.

Alevilikte Dedelik Kurumu (Ocak Sistemi)
Dedelik kurumu Ocakzade ailelere dayandığı için ocak sistemi adıyla da anılır. Geleneksel yaşamda toplum düzeninin sağlanması açısından dedelerin önemli bir yeri vardır ve Alevi topluluklarda ocak sistemi iç disiplini oluşturmaktadır. Ocak terimi, dinsel hizmetleri gören
dedelerin aileleri ve ailelerin çevresinde oluşan organizasyonu ifade eder. Her dede ve talibin bağlı olduğu bir ocak vardır. Alevi toplumu Ocakzadeler ve taliplerden meydana gelir. Ocaklar veya dede soylular dışında kalanların hemen hepsi talip konumundadır. Her talibin mensup
olduğu bir ocak ve dolayısıyla bir dedesi olmalıdır.

Alevilik “eri erden seçen kördür” ilkesini kullanarak hiçbir alevinin diğerine üstünlüğü olmadığını kabul eder. Ancak yine “el ele el Hakka” sistemiyle ocaklarda mürşitlik, pirlik ve rehberlik bağı vardır. Bu üç kişi de dede soylu olur ve görev paylaşımları vardır. Rehber Pir’e, Pir
de Mürşit’e bağlıdır. Ancak bu bağlılık dairesel olarak devam eder, birinin diğeri üzerinde üstünlüğü yoktur. Daha çok Orta Anadolu’da bir kısım ocaklar arasında rehber, pir, mürşit ilişkisinin yerini Hacı Bektaş Çelebilerine bağlı dedeler almaktadır. Hacı Bektaş Çelebisinden her
yıl icazet alan dedeler hizmetle görevlendirilir. İcazet almayan dedelik yapamaz. Bazı ocaklar ise diğer ocaklardan bağımsız olarak kendi hizmetlerini kendi içlerinde görürler.

Başlangıç dönemi itibarıyla bir ocakzade olmanın bazı kriterleri ortaya konulmuştur.

Ocaklar, şu üç özelliği taşıdıklarından dolayı zaman içinde ocak kabul edilmişlerdir. Bunları soy, keramet ve hizmet şeklinde ifade etmek mümkündür. (ı)Soydan maksat, Ehl-i Beyte mensubiyettir. Anadolu’da dedelerin Hz. Peygamber neslinden olduğuna inanılır. Bu durum
onlara ayrı bir karizma katmaktadır. (ıı)Ocak kurucularının bazı olağanüstü güçlere sahip olduklarına ve bu bağlamda keramet gösterdiklerine inanılmıştır. (ııı)Bazı ocak uluları Hacı Bektaş Veli dergâhında yapıldığı gibi hizmetleri karşılığı görevlendirilmişlerdir.
Ocakların ne zaman ortaya çıktığıyla alakalı olarak farklı görüşler bulunmaktadır. Bunları şöylece özetleyebiliriz: (ı) Bazıları ocakların Hünkâr Hacı Bektaş Veli zamanında ortaya çıktığını ileri sürmektedir. (ıı) Bazıları da ocakların, Hünkâr Hacı Veli’den önce de var olduğunu ve Hz. Ali soyundan gelen aileler tarafından oluşturulduğunu savunmaktadır. (ııı) Bu konudaki diğer bir görüş, ocakların Kızılbaş Türkmen boylarınca Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail zamanında
oluşturulduğu şeklindedir. (ıv) Bu konudaki son görüş ise söz konusu ocakların Anadolu’ya gelen Türkmen babalarının ailelerince oluşturulduğu şeklindedir. Anadolu’daki ocaklar, özelliklerine göre şöylece sınıflandırılabilirler:





Bağımsız Ocakzade Dedeler
Ağırlıklı olarak Türkiye’nin Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde bulunan Ocakzade dedeler, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi pir ve ser çeşme kabul etmekle birlikte, Hacı Bektaş’ın postunda oturan ve onu temsil ettiğine inanılan Çelebilerden icazetname almaksızın taliplerinin hizmetlerini görürler. Bu durum hem bu ocakların farklı kaynaklı kökeninin, hem ulaşım ve iletişim olanaklarının sınırlılığının, hem de Osmanlıların Safevilerle olan siyasal mücadelesinin bir sonucu olarak görülebilir. Bunlar arasında Hacı Bektaş Veli, ser çeşme kabul edilmekle birlikte
Sarı Saltuk, Hıdır Abdal, Pir Sultan gibi yerel önderlerin ağırlıkları fazladır.

Hacı Bektaş Çelebilerine Bağlı Dedeler/ Vekiller
Bunlar, yılda bir Hacı Bektaş Veli postunda oturan Çelebilerden onay almak ve dergâha parasal ve ayni ödemede bulunmak suretiyle dedelik/babalık hizmetlerini yerine getirirler. Bu hizmet genellikle babadan oğla geçmekle birlikte, bunlarda Hz. Peygamberin soyundan gelmek(Evladı Resul olmak) şartı aranmaz. Özellikle Orta Anadolu’da Amasya, Tokat, Çorum gibi illerde bulunan bu ocakzadeler, Hacıbektaş’ta bulunan Ulusoy ailesine, yani Çelebilere bağlıdırlar ve
onları “efendi” olarak kabul ederler. Bu statüde olan dedeler, Çelebiler tarafından verilen ve “icazet, icazetname, hüccet” gibi isimlerle anılan belgeler sayesinde vazife yaparlar

Ocakzade Dedelerce Görevlendirilen Dikme
Dedeler/ Babalar/ Sofular
Ocakzade dedenin yokluğunda taliplerin hizmetlerini yapmak için görevlendirilen kimselere “dikme” adı verilir. Evlad-ı resül olmadıklarından bunlarda dedelik babadan oğla geçmez. Bu dikme dedelere “mürebbi” de denir. İhtiyaç miktarınca ve taliplerin istekleri
doğrultusunda Ocakzade dede tarafından görevlendirilirler. Bunlar, gerçek dedenin yetişemediği yerlerde dedenin izni ile hizmet gören vekillerdir. Dikme dedeler, taliplerin şikayeti ve onu atayan dedenin isteği üzerine görevden alınabilir.

Diğer Dedeler/ Babalar
Daha çok Batı Anadolu, Trakya ve Balkanlarda bulunan Alevi-Bektaşi grupların bağlı olduğu Kızıl Deli, Babai Bektaşi babaları bu grup içindedir. Bunların işleyişinde bazı farklılıkların olduğu kabul edilmektedir.
***
Alevi toplumu içinde önemli bir yeri olan ocakzadelerin bazı işlevleri bulunmaktadır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür: (ı)Sosyal ve dinsel bakımından topluma önderlik etme ve davranışlarıyla, yaşantısıyla örnek olmak; (ıı)Toplumu irşad etmek ve bilgilendirmek; (ııı)Toplumda birliği ve dayanışmayı sağlamak; (ıv)Sosyal ve dinsel törenleri yönetmek; (v)Adaleti sağlamak, suçluları düşkün ilan etmek; (vı)İnancı ve gelenekleri yaşatmak ve aktarmak; (vıı)Kutsal güçleri nedeniyle maddi-manevi sorunu olanların dertlerine çare bulmak.

Geleneksel alevi toplumunda yukarıdaki görevleri yerine getiren ocakzadelerin bu toplumun merkezinde yer aldıkları görülmektedir. Bununla birlikte Anadolu’da var olan bazı ocaklar, sosyal, siyasi ve ekonomik sebeplerden dolayı işlevsiz kalmış, zamanla da kapanmıştır.
Göç olgusu, köylerdeki sosyal yapının çözülmesine yol açmış, eğitim kurumlarının, iletişim olanaklarının artması gibi gelişmeler Dedelik ve diğer geleneksel Alevilik kurumlarının çözülmesine, Dede-Talip ilişkilerinin kopmasına neden olmuştur. Genç kuşaklar için Alevi kurum
ve kurallarının gerçek hayattaki anlam ve önemi giderek zayıf bir bağlantıya dönüşmüştür. Kentleşme sonrası kopan dede talip ilişkileri ve bunun yarattığı boşluğun birçok yansımaları olmuştur. Aleviliğin temel ibadeti cemler yapılmamaya başlanmış, dedeler Aleviler arasında eski
saygıdeğer ve yaptırım gücüne sahip konumlarını yitirmişlerdir.

1980’li yılların sonlarına doğru Aleviler için yeniden yapılanma dönemi olmuştur. Bu dönemden itibaren dedeler yerine okumuş elit kesim tarafından kaleme alınan Alevilikle ilgili yazılarda artış olmuştur. Dernek, vakıf, cemevi gibi çeşitli kurumlarda faaliyetler şeklinde hızlı
örgütlenmeler başlamış, kendi içlerinde inanç ve ritüellerine yönelik ilgi giderek artmıştır. Alevilikle ilgili toplantılarda dedeler yerine artık yeni önder kuşak konuşmacılar dinlemektedir. Günümüzdeki Dedelik Kurumu, Ocak dedeliğinden kurum dedeliğine dönmüştür.

Geleneksel Alevilikte otorite dede iken kentleşme sonrası odak noktasında dede değil kurumun adı olmuştur. Ocak dedeliğinden şehirde örgütlenmiş dernek, vakıf ve yurtdışında Alevi kültür merkezleri gibi kurumlarda görev yapan bir dedelik organizasyonuna geçiş söz konusudur. Bu çerçevede Cem Vakfı, Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’nı kurmuş, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) ise Dedeler kurulu oluşturmuştur. Türkiye’de dernek ve vakıflara bağlı
Cemevlerinde ve yurtdışında Alevi Kültür Merkezleri bünyesinde bulunan Cemevlerindeki Dedelerin arasında giderek yeni kuşak dedelerin oranı artış göstermektedir. Gerek Dedelik Kurumu gerekse Aleviliğe bağlı diğer oluşumlar kentsel yaşama göre yeniden şekillenmektedir.

Musahiplik Kurumu
Arapça "arkadaşlık eden, sohbeti güzel olan" anlamına gelen musahip kelimesi Alevilikte ikrar vermiş, evli iki bireyin eşleri ile birlikte, Hakk'a yürüyünceye değin kardeş kalacaklarına, birbirlerini koruyup kollayacaklarına, birlik ve beraberlik içinde yaşayacaklarına, dedenin ve cem
topluluğunun önünde söz vermeleri biçiminde gerçekleştirilen bir törenle kurulan "toplumsal bir akrabalık" kurumunun adıdır. Diğer bir ifade ile musahiplik, Alevilikte inançsal ve toplumsal akrabalığın adıdır.

Musahipliğin toplumsal ve ahlaki anlamda tanımlanması; yeni bir yola birlikte girmiş olan musahiplerin ahlaki kazanımlarını ve yükümlülüklerini ifade etmektedir. Ahlaki kazanım olarak
ceme kabul edilişin ya da yola kabul edilişin ilk koşulu kişinin kendi benliğini arındırması, toprağa yüz sürerek öz benliğini kul eylemesidir. Yine musahiplik toplumsal, sosyo-ekonomik yaptırımlar
ve kazanımların bütünüdür.

Musahip kardeşler kan bağı kardeşliğinin çok ötesinde birbirlerine karşı sorumlu oldukları gibi, birbirlerinden dolayı topluma karşı da sorumludurlar. İmam Cafer Sadık buyruğunda musahiplik tavsiye edilmiştir. Musahiplerin saklısı-gizlisi olmaz, onlar birbirlerinin evlerinden herhangi bir şeyi teklifsiz alabilirler, onların arasında ben-sen kavgası asla olmaz. Onlar, tarikat ve hakikat yolunda birdirler. Bu anlayış, yedi ulu ozanlardan biri olan Pir Sultan Abdal’ın (ö 1547?)
nefesinde; “Musahip musahibe demezse beli/ Ona şefaat etmez Muhammed Ali / Dünyada ahrette eğridir yolu / Söyleyen Muhammed dinleyen Ali” dizeleriyle açıkça ifade edilmiştir.

Musahipliğin Tarihsel Boyutu
Alevi geleneğinde önemli bir yeri olan musahipliğin kökeniyle alakalı olarak farklı görüşlerin olduğu görülür. Bu görüşlerden birine göre, Hayber Savaşı sırasında Hz. Muhammed, her askerin kendine bir arkadaş bulmasını emreder. Bu buyruk gereği her asker kendisine bir arkadaş seçer. Sonunda görülür ki Hz. Muhammed ile Hz. Ali yalnız kalmışlardır. Hz. Muhammed, Hz. Ali'ye "Ey Ali gel biz de yoldaş olalım" der. Böylece herkes birbiriyle yol kardeşi olur. Farklı bir görüşe göre musahipliğin kaynağı Hz. Peygamberin Medine’ye hicreti sonrasında
gerçekleştirilen kardeşlik anlaşmasına (muahede) dayanmaktadır. Buna göre Allah Elçisi, Medine’ye varınca mühacirler ile Ensarı kardeş ilan eder ve herkesin kendisine bir kardeş seçmesini talep eder. Ali’nin yalnız kaldığını gören Hz. Peygamber, onu kendisine kardeş seçer.


Böylece musahiplik kurumunun ilk örneği Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin kardeşliği olur. Enfal süresinde zikredilen; “Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki hicret edenleri barındırıp yardımda bulundular, işte bunlar birbirlerinin
dostu ve yardımcılarıdır.”2 Mealindeki ayet buna delil olarak göstermektedir.

Musahiplik kurumunun kökeniyle alakalı diğer bir görüşe göre musahiplik, Hz. Muhammed'in miraç dönüşünde vuku bulduğu kabul edilen bir olaya dayandırılır. Buyruk’ta zikredildiğine göre Hz. Peygamber miraç dönerken yeşil bir kubbe görmüş ve oraya girmek
istemiştir. Burası kırklar meclisidir. Gelişen olaylar neticesinde kırkların şahı olan Ali ile Hz. Peygamber kardeş olurlar.4 Sosyal gerçeklikten hareketle musahiplik kurumunun kökenini açıklamaya çalışanlar da
olmuştur. Buna göre zengin Mekke toplumunun değerler sistemini altüst eden Müslümanlar, baskı ve şiddete maruz kalmışlar ve kendi içlerinde bir dayanışma hareketini geliştirmişlerdir. Ekonomik ve sosyal boykota maruz kalış ilk Müslümanları tekbir vücut haline getirmiş ve
paylaşımcı bir sistemi öngören inanç kuralları ve ibadet biçimlerini oluşturmalarını sağlamıştı. Hz Muhammed'in miraç olayı da bu baskı ve boykot döneminde gerçekleşmiştir. Çeşitli yollarla abluka altındaki Müslümanlara yiyecek-içecek sağlayan ve Yesrib’lilerle ilişkileri geliştiren bu meclise Hz Muhammed miraç dönüşünde uğramış ve yaşadığı göksel vizyonu ilk onlara anlatmıştır.



İslamiyet'teki bu kardeşlik ve birlik kurumunu yeniden düzenleyen ise Hacı Bektaş Veli olmuştur. Hacı Bektaş Veli, Alevilikteki dusturları açıklarken "Birinci kapı musahiplik kapısıdır" diyerek bunu inanan için en yüce kapı sayılacağını dile getirmiştir. Aleviler, musahipliği
peygamberin ve Kuran'ın bir emri olarak kabul ederler.

Musahiplik Töreni
Musahiplik evli iki çiftin birbiriyle yol kardeşliği kurmasıdır. Musahip olabilmek için bazı şartlar aranır. Bunları şöylece özetlemek mümkündür: (ı)Yol kardeşi olmaya karar veren erkeklerin evli olmaları lazımdır. Bekarların musahip olmaları söz konusu değildir. (ıı)Taraflardan
her birinin daha önce bir başkasıyla yol kardeşi olmaması lazımdır. Zira yol kardeşliği bir sefer yapılır ve ölünceye kadar devam eder. (ııı)Birbirleriyle aynı dili konuşmalıdırlar.irtibatı engelleyeceğinden farklı dilleri konuşanların ya da farklı kökene sahip olanların musahip
olmaları doğru değildir. (v)Tolumsal konum eşitliğinde bulunmaları gerekir. Sözgelimi zengin zenginle, yoksul yoksulla yol kardeşi olabilir. (vı)Eğitimde aynı düzeyde bulunmaları lazımdır.
(vıı)Yerleşimde beraberlik olması lazımdır. Örneğin, kentlinin kentliyle, köylünün köylüyle yol kardeşi olması uygundur. (vııı) Adaylar, uzaktan yakından birbirleriyle soy akrabası olmamaları
gerekir.

Bu özelliklere sahip olan iki yetişkin birbiriyle musahip olmak isterlerse anne ve babalarının rızasını aldıktan sonra dedeye giderek isteklerini belirtirler. Bu durumda Dede, onlardan yol kardeşliğinin gerektirdiği koşulları sorar. Koşulların tümünün var olduğunu gördükten sonra yol kardeşliğinin zorluklarını ve zorunluluklarını anlatır. Buna göre; (ı)Birbirinize ölünceye dek yardımcı olacaksınız. (ıı)Yoldan eylemeyecek, haram yemeyeceksiniz. (ııı)Elinize, dilinize ve de belinize sahip olacaksınız. (ıv)Birbirinizin yaptığı günahtan ötekiniz de
sorumlusunuz. Bu nedenle birbirinizin suç işlemesine engel olacaksınız" der. Yükümlülükleri kabul eden çiftler için bir senelik bir deneme süreci başlar. Bu süreç hazırlanma, yetiştirilme ve eğitim sürecidir ki bu eğitimin bir kurumu yoktur. Evde, tarlada, dinlenme zamanlarında
musahipliğin adap ve erkanları öğrenilir.

Bir senelik deneme sürecinden sonra musahip adaylarının birbirleriyle anlaşabileceklerine hükmedilirse musahiplik erkanı uygulanır. Peyk'in cem erenlerine cem yapılacağını haber vermesiyle tören başlar. Musahip olacaklar boy abdesti alarak cemin yapılacağı yere gelirler.
Cem esnasında Çerağ uyandırılarak ayine başlanır. Rehber, Pir huzurunda dar'a durur5 ve musahip olacakları orada bulunan dede, on iki hizmet sahipleri ve cemdeki canlara tanıtarak yola girmek isteyenler adına onlardan izin ister. Pirin izin vermesiyle musahiplerin bir sene
içerisinde çalışarak kazandıklarından aldıkları tercüman kurbanı ortaya alınır. Bu sırada musahiplikle ilgili nefesler ve düvazimam söylenir. Bu zamana kadar musahipler dışarıdadırlar. Rehber musahip olacakların boyunlarına tığ bentler veya düğümlenmiş mendil bağlayarak bu
şekilde çekerek odaya alır. Bu sırada musahip adaylarının üzerinde akbezler(kefen) vardır ve ayakları çıplak, başları açıktır. Uzun ve detaylı bir törenden sonra Pir, yeni musahip olmuş canlara gerekli nasihatleri yapar. Böylece ömür boyu sürecek “yol kardeşliği” başlamış olur. Yolkardeşliği kan kardeşliğinden daha öte bir konumda olduğu için kan kardeşliğinden daha fazla yükümlülükler kişiyi beklemektedir.

Musahipliğin en ilgi çekici yönü, musahip çocuklarının birbirleriyle evlenmesi yasağıdır. Bunun nedeni kardeş sayılan musahiplerin çocuklarının da kardeş sayılmasıdır. Sanal akrabalık olan musahipliğin ne denli etkili bir kurum olduğunu göstermektedir. Öte taraftan Alevi
gruplarında genel olarak bir iç evlilik söz konusudur. Çünkü Alevilerin dışarıdan evlenmesi yasaktır. Yani yine alevi olan birisiyle evlenebilirler. Bu itibarla Alevilikte evlilikler köy ya da grup içinden olmaktadır. Dahası akrabalar arasında bir iç evlilik söz konusudur. Amca çocuklarının, teyze çocuklarının evlenmesi gibi. Görüldüğü gibi burada kan bağına dayalı kardeşlerin çocukları evlenebilmektedirler. Bu durumu soyun dışarı çıkarılmaması ve toprakların parçalanmaması gibi
nedenlerle açıklayabiliriz. Musahip çocuklarının aralarında bir kan bağı olamamasına rağmen ciddi bir ensest yasağının konması sanal olarak kurulan akrabalığın (kardeşliğin) önemini ortaya koymaktadır. Bu yasak, dinsel ve toplumsal boyutlu gibi görünse de aslında yukarıda belirttiğimiz
Manen Allah'ın huzurunda durmak anlamına gelmektedir. Dört türlüdür: (ı) Mansur darı; sağ el kalbin üzerindedir. (ıı) Fazlı (Fazlullah el-Hurufî) darı; hafif eğilme hali, karnına hançer saplanan Fazlullah‘ın elini
karnına bu şekilde bastırdığı rivayet edilir. (ııı) Nesimî Darı; dizlerin üzerinde oturma hali, Nesiminin oturtularak derisinin yüzüldüğü iddia edilir. (ıv) Fatıma darı; sağ ayağın baş parmağının solun üzerine

konulması şeklinde yapılır. Söylenceye göre Hz. Fatıma, Hz Hüseyin'in kanayan sol başparmağının üzerine sağ başparmağını koymuştur.
gibi soyun dışarı çıkarılmaması kuralını destekleyen ve ekonomik kaygılar yüzünden toprağın parçalanmaması için başvurulan bir uygulamadır.

Sonuç olarak denilebilir ki musahiplik olgusu Alevi felsefesi içinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü birlik ve beraberliği, karşılıklı özveriyi beraberinde getirir. Alevi gençlerinin belli bir olgunluğa erişmesinin toplum tarafından kabulüdür. Diğer taraftan musahiplik kurumu kendi
içinde güçlü bir dayanışmayı da barındırır. Aleviler için musahip(lik), sırtını güvenle dayayabileceği bir duvardır. Savaşta, askerde çiftini, çubuğunu, eşini, çocuğunu gönül rahatlığıyla bırakabileceği bir kurumdur. Musahip emanete hıyanet ederse mensup olduğu
toplum tarafından kovulacaktır. Bununla birlikte geleneksel Alevilikte önemli bir yeri olan musahiplik kurumunun köyden kente göç ve özellikle şehirleşme ile birlikte önemini ve uygulanabilir olmasını büyük ölçüde kaybetmiştir. Kökeni Asr-ı Saadet dönemine dayandırılan
bu uygulamanın toplumda birlik ve kardeşliği güçlendirmesi adına yeniden geliştirilip uygulanması pek çok sosyal, ekonomik ve hatta psikolojik probleme cevap verecektir.

Alevi-Bektaşi Geleneğinde “Düşkünlük”
Alevî ve Bektâşî geleneğinde düşkünlük, topluluk içinde bir kişinin ya da kişilerin kendi istek ve arzularını “yolu ve yolun ilkelerini” dikkate almaksızın uygulamaya çalışması ve Alevî ahlakının hoş görmeyip yasakladığı şeylerin yapılması halinde uygulanan suçluluk ve yaptırım
durumudur. Yol’un erkân’ın kurallarını çiğneyen kimse düşkün olarak isimlendirilir. Bu kişi yol’dan süreli ya da süresiz uzaklaştırılır.

Düşkünlük Alevîlikte ahlaki bir yaptırım yasasıdır. Düşkün olanlarla kimse konuşmaz, alış veriş yapmaz birlikte vakit geçirmez en önemlisi cemlere katılamadığı gibi toplumda hiçbir faaliyetin içinde bulunamaz.

Düşkünlük kurumu Alevî geleneği içinde çok güçlü bir yaptırıma sahip olmuş köklü bir kurumdur. Fakat kökeni konusunda Alevî kaynaklarda farklı bilgiler vardır. Bu kurumu Hz. Peygamber ile irtibatlandıran görüşe göre “Tebuk” seferi için hazırlanan orduya katılmayan ve bir mazeret bildirmeyen üç kişiye uygulanan ceza düşkünlük müessesinin temellerini oluşturur. Bu üç sahabeye bir süre boyunca Hz. Peygamber ve çevresindeki Müslümanlar konuşmamışlardır. Düşkünlüğün kökenine dair bir başka görüş ise Osmanlı Safavi ilişkileri ve Çaldıran savaşı sonrasındaki dönemdir. Osmanlı devleti ile ilişkileri bozulan Kızılbaşlar bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi yapmışlar ve kendi içlerinde meselelerini halletme kararı almışlardır. Böylece kendi toplumlarının suçlularını kendileri yargılayacaklardır. Bütün bu bilgilerle birlikte düşkünlük mekanizmasının hangi tarihte ve hangi şartlar altında ortaya çıktığı konusunda net bilgiler yoktur. Fakat “Buyruk”ta düşkünlük cezalarından bahsedildiği görülmektedir.

Düşkünlük kurumu Alevî kültürünün ayakta kalmasını sağlayan önemli unsurlardan birisi olmuştur. Bu kurum temellerini Alevîliğin “eline, diline, beline sahip olmak” düsturu üzerine kurmuştur. Kişinin düşkünlükten kurtulması için kurulan düşkünlük meydanında kişi toplum
önünde hesap verme durumundadır. Bu sebeple düşkünlük bireysel ve toplumsal yaşam için çok önemli kontrol mekanizması olmuştur.

Üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise kimler için “düşkün” ifadesinin kullanılabileceği meselesidir. Zira toplumda yaşayan her suçlu düşkün değildir. Kişinin düşkün olması için öncelikle musahiplik erkânından geçmiş ve görgü erkânında ikrar vererek yola girmiş
olması gerekir. Bundan sonra suç işleyen kimse ise düşkün sayılır. İkrarı alınmayan kişi bir suç işlerse düşkünlük cezasına çarptırılmaz, dinen sorumlu değildir. Bu kişilere özellikle “Tahtacılar” arasında “”ağzı kara” denir.

Bir kişi düşkün ilan edilmeden önce onun suçu rehbere bildirilir. Rehber kendisiyle konuşur ve bu suçu işleyip işlemediğini sorar ve uyarılarda bulunur. Şayet bu durum meselenin çözümüne yeterli değilse bilgi dedeye iletilir, dedenin müdahalesiyle ve gerekli gördüğü
zamanda kişi toplum huzurunda düşkün ilan edilir. Bu ilanın şekli gruplara ve bölgeye göre değişiklik arz eder. Mesela Tahtacılar düşkünlük ilanında “yüzün kara olsun” ifadesini kullanırlar.
Düşkün ilan etme işi sadece dedenin sorumluluğunda olan biri iştir.
Kişinin düşkün sayılması için Alevîliğin yasaklarını çiğnemesi gerekir. Adam öldüren, zina yapan, hırsızlık yapan, musahip ile küsen, piri, rehberi, yolu inkâr eden, anne ve babaya saygısızlık eden, yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan, haklı sebepleri olmadan karısını boşayan, birden fazla kadınla evlenen, emanete hıyanet eden, kul hakkı yiyen, cemlere katılmayan, kız kaçıran, musahiplik erkânından dönen, dedelik ve taliplik görevini hakkıyla yerine getirmeyen, yüz kızartıcı suç işleyen, kısacası eline, diline, beline sahip olmayan kimseler düşkün ilan
edilirler. Düşkün ilan edilen kimseye toplum içinde selam verilmez, selamı alınmaz ailesi dâhil kendisiyle hiç kimse konuşmaz, bir sorunu olduğunda yardım edilmez. Hasta olsa ziyarete gidilmez, öldüğünde darı yapılmaz. Bir ölüsü olursa kendisine defin için yardım edilir, kırk gün
teselli amacıyla konuşulur fakat cenaze için dağıttığı yemek dahi yenmez. Bazı bölgelerde düşkünken ölen kimsenin biçimsel olarak cenaze namazı kılınır fakat halktan rıza alınmaz.

Toplumdan soyutlama cezası yukarıda ifade edilen ağır suçlarda uygulanmaktadır. Basit suçlarda ise ihtar, ayıplama türü cezalar vardır. Ayrıca para cezası ve kurban cezası da mevcuttur. Verilen cezalar yöreye, dedenin inisiyatifine göre değişebilir.

Düşkün olan kimsenin yeniden yola girmesi için kurulan ceme düşkünlük cemi adı verilir. Bu cemlerde aynı zamanda küçük meseleler de dede tarafından çözüme kavuşturulur. Düşkün ilan edilen kişi şayet pişmanlığını ortaya koyar ve fiillerinde bir iyileşmeye giderse dede
tarafından düşkünlük kaldırma cemi kurulur. Buna bazı yörelerde “Yunmak” ismi de verilir.

Dedenin hakemliğinde gerçekleşen bu yargılamada temel ölçüt, suçlunun düzelmesi ve toplumun da kişiyi düzelmiş kabul etmesidir. Kişinin düşkünlük cezası kalktıktan sonra toplum içindeki hayatına geri döner. Ayrıca dedelerin ve diğer büyüklerin de yargılanabiliyor olması bu
sistemin toplum ahlakını düzenlemede ne kadar etkin rol oynadığını göstermesi anlamında çok önemlidir. Düşkünlük, kapalı bir toplum için yeterince caydırıcı bir kurum olup, toplum mensuplarını kontrol altında tutmaya imkan sağlamıştır.

Düşkünlük kurumuna getirilen eleştirilerden biri Hristiyanlık’taki aforoz ile benzer yönler taşıyor olmasıdır. Oysa dikkatle değerlendirildiğinde aforoz ve düşkünlüğün birbirinden çok farklı şeyler olduğu görülür. Düşkünlük cezası alan kişi topluma cezası bittikten sonra geri
dönecektir. Aforozda ise böyle bir durum yoktur. Asıl farklılık ise, aforozda kilise hukukunun korunması amaçlanırken düşkünlükte toplumun dini ve ahlaki değerlerinin korunması hedeflenmektedir. Geleneksel Alevilik yüzyıllar boyunca düşkünlük kurumunun uygulanması ile varlığını ve bütünlüğünü devam ettirmiştir. Ancak pek çok hususta olduğu gibi, şehirleşme ve modernite ile birlikte düşkünlük kurumu da etkinliğini büyük oranda kaybetmiştir. Kapalı toplumlarda etkili olan bu kurum, geniş şehir ortamlarında anlamını yitirmiş ve caydırıcı olmaktan çıkmıştır.




14. Hafta



14. Gulüv ve Gulat Fikirlerinin Değerlendirilmesi
İslam Mezhepleri Tarihinin metot ve yöntemi, var olan görüş ve ekolleri tarafsız bir şekilde ortaya koyup tanıtmak, söz konusu fikir ve grupların ortaya çıkış süreçleri, teşekkülleri ve temel görüşleri hakkında bilgi vermektir. Bununla birlikte söz konusu fikir ve gruplar hakkında ileri
sürülen lehte ve aleyhteki görüşleri de açıklamak, İslam düşüncesi içerisinde nereye konulduklarını belirtmek de onun hedefleri arasındadır. Bu çerçevede belli ekoller, farklı bakış açılarına göre tasnif edilmiş, bunun neden ve niçinliği açıklanmıştır. Bir görüşün değerlendirilmesinde hangi ölçülerin kullanılması gerektiği de önemli bir husustur.

Mezhepler tarihi yazarları erken dönemlerden itibaren İslam düşüncesi içinde teşekkül eden ekolleri belli kriterlere uyarak; hak-batıl, fırka-i naciye-fırak-ı dâlle, mutedil fırkalar-aşırı fırkalar (galiye) vb. şekillerde tasnif etmişlerdir. Biz de, dönemin son ünitesi olarak, İslam düşüncesi tarihi içinde ortaya çıkan ve müslümanların ekseriyeti tarafından gulat (aşırı) diye isimlendirilen fırkaların genel bir değerlendirmesi anlamına gelen ortak özellikleri üzerinde durmayı uygun gördük. Burada öncelikle “aşırılık” (gulüv) kavramı tahlil edilecek, neyin ya da nelerin aşırılık sayıldığı yine genel İslamî anlayıştan hareketle belirtilecek, son olarak da gulat fikirleri maddeler halinde açıklanacaktır.

İslam’da Gulüv (Aşırılık)
Kur’an ve Sünnet’e dayalı yaygın İslâm anlayışının sınırlarını aşan inanç ve telakkileri nitelemek için “gulüv” (aşırılık) terimi kullanılır. Kelimenin sözlük anlamı, haddi aşmak, itidal çizgisinin ötesine geçmek şeklindedir. Arapça kökenli bu kelimenin karşılığında “aşırılık”
ifadesini kullanabiliriz. Gulüv, sözde, davranışta, her türlü telakkide mâkul sınırın ötesine geçmeyi ifade eden genel bir terim olmakla birlikte İslâmî kaynaklarda daha çok dinî alanda kullanılmıştır.

Kur’an’da iki yerde gulüv kökünden türeyen fiiller yer almaktadır. Ehl-i kitaba hitap eden ve onlardan dinlerinde haddi aşmamalarını isteyen âyetlerin ilkinde, Allah hakkında gerçek olandan başkasını söylememeleri emredilmiş ve Meryem oğlu Mesîh İsâ’nın Allah’ın oğlu değil sadece elçisi olduğu, fakat yaratılışının mucizevî bir şekilde gerçekleştiği, Allah’tan başka bir ilâhın bulunmadığı vurgulanmış, İsâ ile annesi Meryem’e ilâhlık isnat etmenin dinde aşırılık (gulüv) niteliği taşıdığına dikkat çekilmiştir.1 İkinci âyette de yine Meryem oğlu Mesih’in tanrılaştırmasının küfür olduğu beyan edildikten sonra Hıristiyanlara hitaben, “Dininizde haksız yere haddi aşmayın”2 uyarısında bulunulmuş ve önceden sapıklığa düşüp birçok kimseyi de
sapıklığa sevkeden topluluğun arzularına uymamaları emredilmiştir.3 Bu âyetler; Hıristiyanların Hz. İsâ ile Meryem’i tanrılaştırması (ifrat) ve Yahudilerin de Meryem’e zina isnat edip hakarette bulunmaları (tefrit) şeklinde iki türlü aşırılığı tasvir etmektedir. Hıristiyanların Hz. Meryem ve İsâ ile ilgili aşırı inançlarına gulüv, Yahudilerin isyan ve taşkınlıklarına da hevâ, dalâlet ve lanet kavramları nispet edilmiştir. Buradan hareketle gulüv kavramını, dinî bir hükmü nasların ve
genel kuralların çizdiği sınırların ilerisine taşırıp mübalağalı bir şekilde benimsemek ve uygulamak şeklinde tanımlamak mümkündür. Nitekim yukarda zikredilen iki ayette de Hıristiyanların Hz. İsa ve annesini tanrılaştırmaları aşırılık/gulüv olarak değerlendirilmiştir. Hak
dinin ve bunun son halkasını oluşturan İslâmiyet’in bir itidal dini olduğunda şüphe yoktur. Dinî konularda maksatlı, sistemli ve sürekli bir şekilde geri kalmak veya ileri gitmek itaat ve itidalle bağdaşmaz. Bundan dolayı Kur’an’da her iki aşırılık da yerilmiştir.

Hz. Peygamber de her fırsatta müminleri aşırılığa düşmekten sakındırmıştır. Dinde aşırı gitmeyi yasaklayan ve geçmiş ümmetlerin aşırılıkları sebebiyle helak olduklarını belirten Hz. Peygamber (Müsned, I, 215, 347, 386), ibadetten savaşa kadar pek çok konuda ümmetini
gulüvve sapmamaları için uyarmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre Resûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp ifasında zorluk çekileceği endişesiyle teravih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü
veya dördüncü geceden sonra ara vermiş, dua ederken sesi yükseltmeyi, hastalık ve yolculuk esnasında namaz ve oruç gibi ibadetler için tanınan ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, oruç tutarken iftarda acele etmeyi, sahuru ise geciktirmeyi tavsiye etmiş, insan gücünü
zorlayacak şekilde nafile namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş, abdest alırken organları üçten fazla yıkamayı haddi aşmak olarak değerlendirmiş, dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların bunda muvaffak olamayacaklarına dikkat çekmiştir (Müsned, IV, 422). Bunun yanında Hz. Peygamber, günlük hayatın neşeli ve kederli görünümlerinde ifrat ve tefrite gitmeyi de menetmiş, sözleri ve davranışlarıyla insan fıtratına
uygun düşen itidal çizgisini daima korumuş ve tavsiye etmiştir. Hıristiyanların Hz. İsâ’yı övmekte ifrata düştüklerini hatırlatarak kendisine karşı gösterilecek övgü ve saygıda aşırı gidilmesine de
izin vermemiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 48). Resûl-i Ekrem’in gulüvvü yasaklayan bu sözlerinin yanı sıra itidali tavsiye eden, İslâm dininin müsamaha ve kolaylık dini olduğunu ifade eden hadisleri
de vardır.

İslâm düşüncesinde gulüv anlayışının ve buna bağlı hareketlerin ortaya çıkışını hazırlayan sebepler, gulüvvü benimseyen şahıs ve grupların psikolojik yapıları ile müslüman olmadan önceki inanç ve kültürlerine göre farklılık arz eder. Bu sebepleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

Siyasî sebepler: Mevcut yönetimden umduğunu bulamayan ve iktidara karşı meşru yollarla muhalefet etme imkânına sahip olmayan grupların kurtarıcı beklentisi içine girmesi, bazı liderlere tanrılaştırmaya kadar varan bir nazarla bakması bu faktör içinde mütalaa edilebilir. Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelen imamlara karşı gösterilen aşırı bağlılık bunun
örneklerinden biridir.

Yabancı tesirler: Her türlü aşırı görüşe kaynaklık eden ve Kûfe’de yaşayan Kinde kabilesine mensup Seneviler (Seneviyye) başta olmak üzere, eski din ve kültürlere bağlı grupların ve gulüvve düştükleri Kur’an tarafından belirtilen Yahudilerle Hıristiyanların İslâm dünyasındaki gulüv hareketinin ortaya çıkışında etkili olduğu genellikle kabul edilir. Bunun dışında, müslüman olmadıkları halde müslüman görünerek İslâm’ı tahrif etmek isteyen Arapların ve Arap olmayan unsurların, hakkında siyasî ve hissî birçok spekülasyonun yapıldığı Hz.
Ali ile onun soyundan gelenlerin etrafında bâtıl inançlar oluşturma faaliyetleri gulüv hareketini, özellikle de Gâliyye’nin ortaya çıkışını etkileyen sebepler arasında zikredilir.

Psikolojik sebepler: Dinî hayat açısından insanların farklı yeteneklere sahip bulunması gulüvvün psiko-sosyolojik sebepleri arasında gösterilir. Zira hangi dine mensup olursa olsun fıtraten insanların çoğunluğu itidal çizgisinde, az bir grubu da gulüv çizgisinde yer alır. Meselâ Ehl-i beyt etrafında oluşturulan aşırı sevgi halesi, fikrî derinliği bulunmayan hassas bazı çevrelerin aşırı duygulara sahip olmasına sebep teşkil etmiştir.

Gulüvvün Çeşitleri
Dinde aşırılık şeklinde değerlendirilen inanç ve davranışları itikadî ve amelî olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. Ehl-i beyt’e mensup imamların, velî olduklarına inanılan kişilerin (abdal, ricâlü’l-gayb) ve tarikat şeyhlerinin gaybı bildiklerine, kâinatın işlerinin yürütülmesinde
tasarrufta bulunabildiklerine, darda kalan müslümanlara yardım edebileceklerine inanmak, bu maksatla kabirlerini ziyaret etmek, ayrıca imamların ve şeyhlerin masum olduğunu kabul edip onlara ait söz ve davranışları âdeta dinî bir kaynak saymak, itikadî konulara ilişkin gulüvvün belirgin örnekleridir5. Bunun yanında dinden olduğu kesinlikle bilinen konular (zarûrât-ı dîniyye) dışında kalan itikadî ve amelî meselelerde muhalif görüşleri benimseyenleri tekfir etmek de gulüv içinde mütalaa edilmiştir. Tekfirde gulüv başta Haricîler olmak üzere hicrî I. yüzyıldan zamanımıza kadar azımsanmayacak derecede itikadî fırka ve grupların vazgeçemediği bir aşırılık olmuştur.

Amelî konulardaki gulüvve gelince, yapılması emredilen veya yasaklanan hususlara ilâvede bulunmak şeklinde özetlemek mümkündür. Bunların fertle veya içtimaî hayatla ilgili olması sonucu değiştirmez. Meselâ Hz. Peygamber tarafından kılınmayan nafile namazlar belirleyip
kılmak, muayyen evrâd ve ezkârı belli zamanlara tahsis edip yapmak, sakal bırakmak ve çarşaf giymek gibi hususları farz telakki etmek, bunun yanında kumar niteliği taşımayan oyunları oynamayı, spor müsabakaları düzenlemeyi, sözleri ahlâka aykırı olmayan mûsiki eserlerini
dinlemeyi yasak saymak bu konudaki bazı örnekleri teşkil eder.

Nasların yorumlanmasına veya siyasî telakkilere bağlı olarak ortaya çıkan itikadî ve fıkhî mezheplerin varlığı sosyolojik bir realitedir. Geniş halk kitlelerinin mensup olduğu ve yeni nesillerin kendilerini içinde buldukları bu mezhepleri dinin yerine koyarak onlara bağlılıkta aşırı
gitmek, naslara aykırı olsa bile mezhebin görüşüne uymak da gulüv çeşitleri arasında yer alır. Erken dönemlerden itibaren günümüze kadar müslümanlar arasında vuku bulan ve zaman zaman birbirlerini tekfire kadar varan mezhep ve cemaat mücadeleleri, bu alanda da gulüv
anlayışının hâkim olduğunu göstermektedir. Bu sebeple gulüv, sadece Şia’nın aşırı gruplarına tahsis edilmesi doğru değildir. Mutezile, Hariciler ve hatta Ehl-i Sünnetin bazı gruplarında da gulüv örnekleri bulunmaktadır. Bu çerçevede Cebriyye’nin kullara ait fiilleri Allah’a nispet etmesi, Mu’tezile’nin de fiileri tamamen kullara mal etmesi, Haricîlerin iman-amel ilişkisi konusunda aşırı davranıp kendileri gibi yaşamayanları tekfir etmeleri birer aşırılık olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca bazı tasavvufî gruplarda şeyhlere atfedilen bir takım özellikler de
gulüv kapsamında değerlendirilmiştir. Benzer aşırılıklar fıkhî mezhepler içinde de yer yer görülür.

Günümüzde gulüv telakkilerinin başında müslümanı küfürle itham etme problemi gelmektedir. Bunun sosyo-psikolojik ve siyasi sebepleri bulunmaktadır. İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde dinini bütün yönleriyle hayata geçirmek amacıyla faaliyet gösteren cemaatler
yönetimlerin baskısı ile karşılaştıklarından, yöneticilerin yanı sıra İslâm adına sürdürülen mücadeleye katılmayan müslüman çoğunluğa karşı da aşırı tepki göstermekte, hatta içlerinden bazıları onları tekfir etmekte ve İslâmiyet’i sadece kendilerinin temsil ettiğini savunmaktadır. Bu tür cemaatlerin bir kısmı devlet işlerinde görev almayı haram saymış, İslâmî rejimle yönetilmeyen ülkelerde cuma namazının kılınmasını caiz görmemiştir. Sayıları çok olmayan selefî ve tasavvufî bazı akımların, gerek itikadî gerekse amelî konularda aşırılığa varan tutumlarıyla müslümanların çoğunluğunu sapık gösteren anlayışları, ayrıca tarihî süreç içinde İslâm âlimlerince yapılan yorumları nas gibi telakki edip bunları taklit etmeyi farz mertebesine yükselten aşırı taklitçi görüşler de gulüvvün günümüzdeki tezahürleri olarak değerlendirilebilir.

Dinde aşırılık konusunu değerlendirirken kişinin İslâm’dan çıkması sonucunu doğuran türü ile böyle bir sonuç doğurmayan türünü birbirinden ayırmak gerekir.

Dinden çıkarmayan gulüv: Daha iyi bir kul olmak için bizzat Hz. Peygamber’in yaşadığı ve ashabına öğrettiği dinî hayatın ötesine geçip ruhbanlığa kadar varan aşırı telakki ve uygulamaları benimsemek şeklindeki gulüv, kişinin İslâm çerçevesi içinde kalmasına engel
değildir. Allah rızâsını kazanmak gibi bir iyi niyetten doğmasına rağmen bu tür anlayışları da İslâm’ın ruhu ile bağdaştırmak güçtür. Zira Kur’ân-ı Kerim ile Hz. Peygamber’in sünneti göz önünde bulundurulduğu takdirde, İslâmiyet’in insan fıtratıyla uyum sağlayan kolaylık, rahmet ve
müsamaha dini olduğunu söylemek gerekir. Hangi amaçla olursa olsun Allah’ın insanlara helâl kıldığı bir şeyi haram sayma yetkisi hiçbir kula verilmemiştir. Bundan ayrı olarak belli bir âlime, şeyhe ya da imama aşırı derecede bağlı olmak, mezhep, tarikat veya meşrepte aşırı derecede
tutucu olmak da İslâm’ın tasvip etmediği bir aşırılıktır.

Dinden çıkaran gulüv: İslam dini aşırılığın bu türünü asla tasvip etmez. İnsanı veya başka bir varlığı tanrılaştırmak, tanrıyı insana benzetmek veya insan bedenine intikal edip onunla birleştiğine inanmak (hulûl-ittihad), peygamberlik iddiasında bulunmak, sadece Allah’a
ve O’nun özel olarak bilgilendirdiği peygamberlere has gayb bilgisine vâkıf olduğunu ileri sürmek, nasların haber verdiği âhiret hayatını temelinden veya naslarda yer aldığı şekliyle yok sayan tenasüh (reenkarnasyon) vb. inançlar taşımak, farzları veya haramları inkâr etmek, manevî bir dereceye ulaşan kuldan dinî yükümlülüklerin kalktığına inanmak vb. anlayışlar kişiyi İslâm dairesinin dışına çıkaran gulüv türleri olarak kabul edilmiştir.

Gâlî Fırkalar
Dinde aşırı gidenlere “gâlî” (çoğulu gulât) denilmiştir. İlk asrın ortalarından itibaren İslam dünyasında aşırı giden şahıs, gruplar ve bunlara ait gâlî düşüncelerin var olduğunu İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarından öğrenmekteyiz. Ancak saha ile alakalı eser yazan erken devir mezhepler tarihi müellifleri, gâliyye terimini genellikle imamet konusunda aşırı görüşler benimseyen ve Şîa’ya bağlılık iddia eden gruplar için kullanmışlardır.7 Bu bağlamda Hz. Ali’nin imamet hakkını gasp ettikleri gerekçesiyle Hz. Ebû Bekir ile Ömer’e dil uzatmayı ve gerçek imamın masum olduğu telakkisini gulüv olarak değerlendirdikleri için Şii-İmamiye grubunu da Gâliyye’ye dahil etme eğilimi göstermişlerse de daha sonraları bu terim Zeydiyye, İsnâaşeriyye
ve bazan da İsmâiliyye’nin dışındaki fırkalar için kullanılmıştır. Mezhepler tarihiyle ilgili eserlerde, benimsenen aşırı görüşlerden hareketle sınıflandırmalar yapılmış, bu görüşleri benimseyen itikadî, siyasî ve tasavvufî gruplar da gâlî (yahut müslüman olduğunu iddia ettiği
halde İslâm’ın dışında kalan) fırkalar olarak değerlendirilmiştir. Böylece Gâliyye Şia ile sınırlandırılmayıp kapsamı genişletilmiştir. Gâliyye’nin ortaya çıkışında siyasî, iktisadî ve psikolojik sebepler yanında İslâm ülkesine katılan bölgelerdeki eski din ve kültürlerin de büyük
etkisi olmuştur.

Burada Hz. Ali ya da Şia’nın imamet anlayışının zamanla bir gulüv görüşüne dönüşmesi örnek olarak verilebilir: Hz. Peygamberin vefatından kısa bir zaman sonra yönetimin Emeviler tarafından ele geçirilip saltanata dönüştürülmesi Müslümanlarda ciddi bir hoşnutsuzluğa sebebiyet vermiştir. Yöneticileri meşru saymayan ve adaletli bir düzenin kurulmasını isteyen bazı gruplar, Peygamber neslinden gelen saygın kimselerin idareye hâkim olmasını bir çıkış yolu
olarak düşünmeye başlamışlardı. Kerbela faciası sonrasında başta Kufeliler olmak üzere bazı grupların kurtarıcı lider ve adaletli idareci beklentisi artmıştı. İşte bu süreçte Hz. Ali ve özellikle mazlum evlâtları için duyulan aşırı sevgi ve muhaliflerine karşı gittikçe artan nefret duygularının etkisiyle onların etrafında efsaneler geliştirilmiş ve her birine ilâhî özellikler isnat edilmeye başlandı. Ali evladına gösterilen bu aşırı sevgi, itikatta aşırılığa zemin hazırlamış oldu. Diğer taraftan müslümanların ele geçirdikleri bölgelerdeki dinlere mensup kimselerin İslâm’a girmeleri, eski inanç ve kültür artıklarını İslâm muhitine taşımaları yahut kültür ve medeniyetleri zarar gören gayri müslim unsurların kendi dinî ve kültürel değerlerini İslâmî bir görünüm içinde
sunmaları, aşırılıkların ve aşırı grupların ortaya çıkışında etkili olduğu kabul edilir.

Aşırı Şii gruplar genel olarak Kûfe’de ortaya çıkmış, buradan İslâm dünyasının çeşitli merkezlerine yayılmıştır. İlk Gâliyye’nin, Hz. Ali’nin uzun yıllar yaşadığı Medine’de değil daha çok Yahudi, Hıristiyan, Zerdüştî ve gnostik menşeli kimselerden oluşarak Kûfe’de ortaya çıkması
çevrenin buna uygun olmasına bağlanabilir. Geleneksel olarak ilk gâlî şahsın Abdullah b. Sebe olduğu kabul edilir. Kaynakların bildirdiğine göre İbn Sebe’, Hz. Ali’nin Resûl-i Ekrem tarafından vasî olarak belirlendiğini, onun ölmediğini, geri dönüp geleceğini söylemiş ve hatta Ali’nin ilâh olduğunu iddia etmiştir. Kufe’de doğup oradan diğer şehirlere yayılan bu aşırı yüceltmeci fikirler Mugîre b. Saîd el-İclî, Ebû Mansûr el-İclî, Ebü’l-Hattâb el-Esedî gibi şahıslar tarafından dile
getirilmiştir. Bunlar, Allah’ın insana yahut harflere benzediğini, kendilerinin Allah’la irtibat kurduklarını, peygamberliğin ebediyen devam edeceğini, kendilerine vahiy geldiğini iddia
ederek haramları mubah saymaya yönelmişlerdir.

Yukarda da ifade edildiği üzere gali fikirler ya da gruplar daha ziyade Şii düşünce içinde doğup gelişmiş olmakla birlikte Ehl-i Sünnet içinde de doğup gelişen aşırı gruplar olmuştur. Bazı mistik akımları bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Nitekim tarihi süreçte gelişen tasavvufî
düşünce içinde hulul, ittihad, tenasüh, teşbih ve ibâhaya inanan, kâinatın idaresini harflerdeki gizli mânalarda arayan, mensup oldukları kişilere dinin koyduğu sınırları aşacak özellikler atfeden Hallâciyye, Hurûfîyye vb. ekoller mutasavvıfların Gâliyye’sini teşkil etmiştir.

Gâlî Fırkaların Ortak Görüşleri
Müslümanların fethettiği topraklarda karşılaştıkları eski düşünce ve kadîm felsefî görüşler, zamanla kendi aralarında bazı aşırı grupların ortaya çıkmasına zemin hazırladığını yukarıda belirtmiştik. İslam düşünce tarihi dikkate alındığında pek çok aşırı fırkanın ortaya çıktığı görülür.

Bununla birlikte söz konusu gulat fırkaları çokluğu ve çeşitliliğine rağmen devlet kuramamış ve hiçbir zaman Müslüman çoğunluğa hakim olamamışlardır. Ancak yıkıcı fikirleriyle Müslümanların birlik ve bütünlüğüne zarar vermişler, bozgunculuk, direniş ve isyan hareketlerine öncülük etmişlerdir. Ayrıca yazdıkları eserlerle zihinleri bulandırmaya
çalışmışlardır. Galiye fırkalarının ortaya attığı fikirler, Müslüman düşünürlerin ve özellikle Mutezile alimlerinin gayretleri ile çürütülüp reddedilmiş ve İslâm akaidinin saflığı korunabilmiştir. Bu çerçevede ilk iki asrın alimlerini ve özellikle Mutezile kelamcılarını şükran ile
yad etmek gerekir. Aşırı grupların ileri sürdükleri fikirlerin bazıları şöyledir:

Hulul ve İttihad İnancı
Bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek gibi anlamlara gelen hulul kelimesinin terim anlamı, ilahî zatın veya sıfatların yaratıklardan birine veya tamamına intikal edip onlarla birleşmesi şeklinde tanımlanır. Bu inancın ilk örnekleri ilkel dinlerde görülür. Sonraki dönemlerde özellikle
Hint dinlerinde tanrının insan ya da başka bir varlık suretinde bedenleşmesi inancına rastlanır. İlahi ruhun İsa’nın bedenine girmesi biçiminde izah edilen Hıristiyan teolojisinde de hulul inancının tezahürleri görülür. İmam Gazzalî ve İbn Haldun gibi bazı düşünürler, hulul fikrinin Hıristiyan asıllı olduğunu, buradan İslam dünyasına girdiğini kabul ederler.

Hululün, Allah’ın zatının her şeyle birleşip onunla beraber bulunduğu şeklinde “mutlak”, zatı veya bir kısım sıfatlarıyla bazı şahıs veya nesnelere intikal ettiği biçiminde “kısmî” nevilerine ayrılması mümkündür. Bunların birincisi panteist felsefeciler ile vahdet-i vücut taraftarları, ikincisi ise Hıristiyanlar ile bazı aşırı Şii fırkaların telakkileriyle uyum halinde bulunur.

Hulul inancını savunan fırkalara “Hululiye” de denilmiştir. Çeşitli gulât fırkaları imamların uluhiyetine inanmışlardır. Bazıları ilahî bir parçanın imamlara hulul ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanmış, bazıları da bizzat bu yolla reislerinin ilah olduğunu iddia etmiştir. Nitekim Abdullah b. Sebe, “Şüphesiz, Ali ilahtır” diye iddia etmiştir. Beyâniye grubunun iddiasına göre“ilâhî bir parça Hz. Ali’ye hulul etmiş ve onun bedeniyle bir olmuştur; bu ilâhî parça sebebiyle o gaibi biliyordu” denilmiştir. Hulul inancını dile getiren gruplar arasında Sebeiye, Hattabiye, Beyaniye, Nemiriye, Mukannaiye gibi aşırı fırkaları zikretmek mümkündür. Hulul ve ittihad gibi düşünceler ileri süren bazı tasavvuf erbabı ve özellikle Hallâc-ı Mansûr’a mensup olan Hallâciyye, Allah’ın güzel yüzlü insanlara hulul etmesi sebebiyle onlara secde etmenin gerekli olduğunu söyleyen Hulmâniyye Galiyye’den sayılmıştır.

Mutezile, Ehl-i sünnet ve Şiî kelâmcılar, hulul ve ittihad düşüncesini reddetmişler ve bu düşünceyi taşıyanları küfürle, zındıklıkla suçlamışlardır. Çünkü kelamcılar, ilâhî varlığın karakteri
ile beşerî varlığın karakterinin imtizaç edebileceği inancının İslâm’ın vahdaniyet prensibine tamamen ters düştüğü kanaatindedir.




Teşbih ve Tecsim
Benzetmek, benzeri veya dengi olduğunu söylemek anlamına gelen teşbih kelimesi kelam literatüründe, Allah ile yaratılmışlar arasında gerek zat gerek sıfatlar açısından benzerlik bulunduğu fikrini ifade etmek için kullanılır. İslam alimleri, “O’nun benzeri olacak hiçbir şey
yoktur” (eş-Şura 42/11) ayeti gereğince Allah ile yaratılmışlar arasında her hangi bir iştirak noktasının bulunmadığı hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla birlikte benzerlik kriterinin belirlenmesi noktasında ihtilaf edilmiştir. Bazı gruplar, benzeşme olabileceği ihtimaline binaen
bazı sıfatları zat-ı ilahiyyeye nispet etmemiştir. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre hem yaratan hem de yaratılanlarda bulunan bir mananın bütün özelliklerinde iştirak varsa teşbih olur, değilse
teşekkül etmez.

Tecsim ise, bir şeyi cisim olarak düşünmek ve onun üç boyutlu olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Mücessime de bu düşünceyi kabul edenler manasınadır. Mücessime’nin ortaya çıkışında, zât-ı ilâhiyyeyi yaratılmıştık özelliklerinden münezzeh kılma endişesiyle O’na sıfat
(sübûtî sıfatlar) nisbet etmeyen Muattıla’ya tepki gösterme eyleminin rol oynadığı kabul edilir.

Bundan başka aklî istidlali akaid alanında kullanmayı doğru bulmayan veya böyle bir yeteneğe sahip olmayan muhafazakâr âlimlerin tutumu da etkili olmuştur. Bu sebeple kelâmcılar Mücessime ile Haşviyye arasında paralelliğin bulunduğunu ileri sürerler. Aslında Müslüman kelamcılar, Kâinatı yaratan ve yöneten yüce varlığın duyular yoluyla algılanamadığını kabul ederler. Ancak bu, Allah’ın sadece zihinde bulunan soyut bir varlık olduğu mânasına gelmez.

Bütün ilâhî kitaplarda -yoğunluk bakımından birbirinden farklı olsa da- kelâm ilminde “haberî sıfatlar” diye anılan ve ilk bakışta “yaratılmışlık-maddî” özelliği taşıyan bazı sıfatlar Allah’ın zâtına nisbet edilir. Maddeyi aşan âleme dair bilgi verilirken mecaz yönteminin kullanılmaması
mümkün değildir. Kur’an’da yer alan istiva (arş üzerinde karar kılma), yed (el), vech (yüz) ve ayn(göz) gibi kavramlar bunlardan bazılarıdır. Bu tür kavramları mecazi mânaya gitmeden zâhirî/maddî muhtevalarıyla anlayıp Allah’a nisbet etmek tecsîm sonucuna götürür. İslâm
mezhepleri tarihinde mensupları fazla olmayan bu anlayışın bir mezhep haline geldiğini söylemek mümkün değildir. Mücessime ile Müşebbihe arasında bazı paralellikler varsa da Müşebbihe daha kapsamlı bir terim durumundadır.

İslamî fırkalarda görülen teşbih ve tecsimin kökeniyle alakalı olarak bazı iddialar ileri sürülmüştür. Kelamcılar, Allah’ın kula yahut kulun Allah’a benzetilmesi demek olan teşbihin yabancı menşeli olduğunu kabul ederler. Şehristânî’ye göre teşbih görüşü, yaratıcıyı yaratılana
benzeten Yahudi ve yaratılanı yaratıcıya benzeten Hıristiyan düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Eski Yunan ve Hint dinlerinde de görülen bu düşüncenin tabii sonucu Allah’ın insanlar gibi cisim
olarak kabul edilmesidir. Nitekim mezhepler tarihi kaynaklarında pek çok teşbih örneklerine rastlanmaktadır.

Sürekli Nübüvvet ya da İlahî Bilgilendirmenin Daimî Olduğu
Aşırı fikirlerin yaygın olduğu çevrelerde görülen aşırılıklardan biri de “peygamberliğin son bulmadığı” ya da “sürekli nübüvvet” fikridir. Bu düşünceyi dile getirenlere göre peygamberlik

daimî bir kaynaktır. Kesintisiz devreden bir zincirdir. Peygamberlerin ardı kesilmeyecektir. Bu zincirdeki her bir halka kendisinden öncekine nispetle daha değerli, ondan daha üstün derecede ve daha kâmildir.

İslamî çevrelerde, doğrudan peygamberlik iddiasından ziyade ilahi bilgilendirmenin Hz. Muhammed ile birlikte sona ermediği, yüksek mizaç ve kabiliyete sahip olan bir takım şahısların bu bilgileri almaya devam ettiği ve filan kişinin bunlardan olduğu şeklindedir. Aşırı fırkalardan hemen hepsinde bu iddiaların dile getirildiği görülür. Örneğin Nusayriler, Muhammed b. Nusayr’ın, Dürziler Hamza b. Ali’nin, Kadiyaniler Mirza Gulam Ahmed’in ve Bahailer de
Bahaullahın bu özelliğe sahip olduğunu iddia etmişlerdir.

İmamlara/ Şeyhlere Üstün Vasıflar Atfedilmesi
İmamların yetenekleri ve dindeki konumları hususunda aşırı iddialar ileri süren Gâliyye, onların Hz. Peygamber’in vasisi olduklarını, nübüvvet otoritesine sahip bulunduklarını, gaybı bildiklerini, bir kısmının ölmeyip gözden kaybolduğunu ve bir gün mutlaka döneceğini (rec’at)
iddia etmiştir. Özellikle rec’at konusunda Yahudilik ve ondan etkilenen Hıristiyanlığın tesirleri bulunduğu düşünülmektedir.


Bazı mistik akımlarda, tarikat şeyhlerine bazı üstün özellikler atfedildiği görülmektedir; şeyhin gaybı bildiği, müritlerinin bütün hallerinden haberdar olduğu, keramet ve harikalar yarattığı, günahlardan mahfuz olduğu gibi bir takım insan üstü özelliklerin tarikat şeyhlerine
nispet edilmesi bunlardan bazılarıdır. Ayrıca üçler, yediler, kırklar, ricalü’l-gayb gibi bazı kimselerin öldükten sonra da maddî ve manevî tasarruflarının devam ettiğine inanılmaktadır.

Şiilerin kendi imamlarına atfettikleri bir takım beşer üstü vasıfların benzerlerinin bazı Sünni tarikatlerde şeyhlere nispet edildiği görülür. Şiilerin imamlarına yönelik bu tutumlarının eleştirilip kendi şeyhlerine toz kondurmayanların bu yaptıklarının da aşırılık (gulüv) olduğunu
bilmek gerekir.

Tenasüh, Devir, Tezahür
Tenasüh, ölüm münasebetiyle bir bedenden ayrılan ruhun insan, hayvan veya bitki türünden başka bir bedene geçtiğini kabul eden inanış şeklinde tanımlanır. Türkçe’de “ruh göçü” (bir türüyle reenkarnasyon) diye ifade edilen söz konusu telakki, İslâm dünyasında Şiî olduklarını iddia eden bir kısım aşırı gruplar ile mistik anlayışlarda hulul, ittihad ve vahdet-i
vücûd görünümleriyle kendini göstermiştir. Bunların temel iddiaları şöyle özetlenebilir: Dünya yurdundan başka gerçek yurt yoktur. Kıyamet, ruhun bir bedenden çıkıp diğer bir bedene girmesidir. Ruhlar bu bedenlerin içinde sevinçlidirler yahut da yine bu bedenlerin içinde azap
çekmektedirler. Bedenler cennettirler, yine bedenler cehennemdirler... Ruhlar, hayatlarında nimetler içinde insan biçiminde güzel bedenlerle taşınırlar yahut da çıyanlar, korkunç böcekler, akrepler, yılanlar, domuzlar, maymunlar, köpekler gibi çirkin kötü bedenler içinde azap
görürler... Birinden diğerine tahvil edilirler ve bu böylece o bedenlerin içinde ebediyen devam eder gider... Ruhların girdiği beden onların ya cennetleridir, yahut da cehennemleridir... Kıyamet de yoktur, öldükten sonra dirilmek de... Gerçekte ne cennet ne de cehennem vardır...

Büyük ihtimalle Hinduizm ve Budizm’den Maniheizm’e, daha sonra da Gâliyye’ye geçen ruhun bir bedenden diğerine intikali (ruh göçü) inancı Sebeiyye, Kâmiliyye, Harbiyye, Nusayriyye gibi gâlî fırkalarda yaygın olarak görülmektedir. Tenasühe inanan gruplar, sonuçta kıyameti
kabul etmeyerek bunun ruhun bir önceki bedende işlediği amele göre bir başka bedene geçişi olduğunu, son bedendeki durumunun daha önce bulunduğu bedendeki hareketlerine göre nimet ve azap şeklinde gerçekleşeceğini iddia etmişlerdir.

Öte taraftan gulât fırkaları içinde, ruhların bir bedenden diğer bir bedene geçişinin belirli bir müddeti ve vakti olduğunu kabul edenler vardır. Bunlar derler ki, insanî bedenlerdeki her devir özellikle müminler içindir. Gezinti yapmak üzere hayvan kılığına sokulurlar. Özellikle
krallara, halifelere mahsus binekler olan atlara, küheylanlara vs... Bu tahvil onların diyanetleri ve imamlara itaatleri ile mütenasip olarak yapılacaktır... Bu gezintide bin sene kalırlar. Sonra tekrar insanî bedenlere tahvil edilirler ve on bin sene de böyle kalırlar. Bu onların kibre düşüp de teati bırakmamaları için bir imtihandır. Kâfirler, münafıklar, müşrikler ve âsilere gelince onlar on bin
sene süreyle filden deveden tutun da buzağılara kadar her çeşit çirkin vahşi bedenlere nakledilirler.

Mezhepler tarihçileri tenasüh akidesinin ilk çıktığı fikir çevresinin tespitinde ihtilâf etmişlerdir. Mesela Şehristânî tenasüh akidesinin Sabîilerde ve filozoflarda, ayrıca Brahmanistler, Hindular, Mazdekîler ve Mecûsîler gibi dinî guruplarda taraftar bulduğunu belirtmiştir.13 Müslümanlar arasında tenasüh düşüncesine sahip olanlara gelince bunlardan Reyaniyye, Cenahiyye, Hattabiyye, Râvendiyye gibi hulul inancına sahip olan Râfıziler Allah’ın ruhunun imamların bedenine tenasüh ettiğine inanmışlardır.

İslâm fakihleri ve kelâmcıları tenasüh akidesini reddetmişler ve buna inananları küfürle suçlamışlardır. Çünkü bu inanç İslâm’ın birinci plândaki akidelerinden olan kıyamet, hesap, haşir, ceza ve mükâfat akidelerinin reddine müncer olmaktadır. Ahiretin varlığını iddia eden bütün semavi dinler ve özellikle İslâmiyet tenasüh fikrini reddederler. Yaratılmışların en değerlisi olan insanın olgun ve ergin vasfına ulaşıp davranışlarını kontrol altına almasında çok önemli bir âmil
olan âhiret hayatı, bütün insanların ölümünden sonra üzerinde yaşadığımız yer küresinin başka bir arza dönüşmesi neticesinde başlayacaktır. Orada herkes hem yaratıcıya hem de birbirlerine
karşı sorumlu olacak, hesap görüldükten sonra, dünyadakinden apayrı, iyi veya kötü (cennet ve cehennem) fakat her ikisi de ebedî bir hayata intikal edecektir. Baştan sona Kur’ân-ı Kerîm’de açık beyanlarla ifade edilen bu hususu tenasüh inancıyla bağdaştırmak mümkün değildir.

Bâtınî Te’vil (Aşırı Yorum)
Tevil, terim olarak “bir lafza ilk bakışta beliren mânayı değil, muhtemel bulunduğu diğer mânaları vermek” diye tanımlanır.14 Kur’an âyetleri mânası açık ve kesin olan muhkem ile birden fazla anlama ihtimali bulunan müteşâbih olmak üzere ikiye ayrılır. Âl-i İmrân süresindeki
müteşâbihât âyetinde15 muhkemlerin Kur’an’ın esasını teşkil ettiği beyan edilir. Müteşâbihlerin yorumu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. 1. Naslarda akaidle ilgili olarak yer alan bu tür
beyanların te’vilini caiz görmeyen ve Selefiyye diye anılan ilk dönem âlimleridir. Ancak günümüze kadar devam eden müteakip dönemlerde de -az da olsa- bu görüşü benimseyenler olmuştur. 2. Te’vile giden kelâm âlimleri. Fetihlerin genişlemesi sonunda sosyal hayatta olduğu
gibi din anlayışı ve ayrıca düşünce alanlarında da farklılıklar meydana gelmişti. Felsefeye ve Bâtınî düşünceye önem veren bazı gruplar İslâm dininin akaid hatta fıkıh alanlarında bâtıl yorumlar yapmaya başlamışlardı. Onların te’villeri nasların zahirî mânalarıyla uyuşmadığı gibi dil ve edebiyat açısından mecazi muhtevalarıyla da bağlantılı değildi. Bu sebeple kelâmcılar zaruret halinde nasların mecazi mânalarına alınarak te’vil edilmesini caiz görmüşlerdir. 3. Çok az sayıda
âlim de söz konusu nasları zahirî mânalarına almamakla birlikte mecazi yorum yapmayı da doğru bulmamıştır. Bunlara Vâkıfe denilmiştir. Aslında mecazi mânalar içermeyen, farklı şekillerde yorumlanma zenginliği taşımayan dinî bir metnin mevcudiyeti düşünülemez. Te’vil veya müteşâbihât konusunda muhafazakâr davrandığı görünümü arz eden Selefiyye gerçekte böyle olmayıp icmâlî te’vili benimsemektedir. Çünkü bu kadarı da olmayınca teşbih ve tecsîm ortaya çıkar. İcmâlî te’vil haberi sıfatları zahirî mânalarına almama fakat te’vile de gitmeme yöntemidir.
Selefiyye bu noktada Vâkıfe ile birleşmektedir.

Milâdî I. yüzyılda eski Yunan felsefesinden Yahudiliğe geçen ve Tevrat’ın zahirî ve bâtınî anlamı bulunduğu şeklinde yaygınlaşan bâtınî te’vil Yahudi asıllı olan Abdullah b. Sebe, Meymûn el-Kaddâh ve oğlu Abdullah b. Meymûn gibi mühtedi görünen kimselerce İslâm dünyasına
taşınmış ve daha çok İsmâiliyye mezhebinin mensuplarınca benimsenmiştir. En geç III. (IX.) yüzyıldan itibaren Gâliyye arasında Kur’ân-ı Kerîm’in sembolik ve bâtınî tefsiri geliştirilmiştir.

Zahirî ölüm (Docetism) ve Gaybet İnancı
Gulât çevrelerinde görülen ortak inançlardan biri de “Zahirî ölüm” (Docetism) inancıdır. Bu inanç bazı Hıristiyan bid’at fırkaları ile irtibatlı olarak ortaya çıkmış, buradan da İslâm fikriyatına geçtiği kabul edilmektedir. Bazı Hıristiyanların iddiasına göre, Mesih’in beşer niteliğiyle realitede maddî bir varlığı yoktur. Onun beşerî hayatı, doğumu, vaftiz edilmesi, beşerî hatalarının keffareti olarak çektiği acılar, bütün bunların hepsi insanların vehmidir, hayaldir, onlara öyle
görünmüştür. O hakikatte çarmıha gerilmemiştir. Çarmıha gerilen Mesih’in düşmanlarından biriydi. Mesih’in başlattığı hareketi bozmağa kalkmış, bunun üzerine saptığı bu kötü yolun cezası olarak bizzat Mesih onun kendisine yapmak istediği şekilde onu çarmıha germek suretiyle
cezalandırmıştır. Mesih’in kendisi de gizlenmiştir.
Gelecekte tekrar geri dönecektir.

Hıristiyan çevrelerdeki bu anlayışın İslam düşüncesindeki yansıması daha ziyade gaybete girmek şeklinde olmuştur. Gulât fırkaları bu düşünceyi benimseyerek bazen Hz. Ali’nin şahsına veya onun neslinden gelen imamların şahıslarına ve bazen da kendi reislerinin şahıslarına monte etmişlerdir. Bunu, lider kabul edilen kişinin gerçekte ölmediği, bir müddet sonra geri döneceği ve dünyayı adaletle dolduracağı şeklindeki “gaybet” inancıyla da ifade edebiliriz. Gizlenmek veya görünmemek manasına gelen gaybet kelimesi, daha ziyade Şii fırkalarında mevcuttur. Erken dönemden itibaren dile getirilen bu inanç, özellikle İmamiye Şia’sında sistematik bir hal almış; küçük ve büyük gaybet şeklinde tasnif edilmiştir. On birinci imam Hasan el-Askerî’nin 260 (873)
yılında vefatından sonra mensupları beş yaşındaki oğlu Muhammed’in imameti konusunda ihtilâfa düşmüş ve çoğunluk onun imamlığını kabul etmiştir. Muhammed, Abbâsîlerin kendini öldürme niyetinde olduklarını bildiği için Allah’ın takdir ettiği bir zamana kadar gizlenmiş, yani
“gaybete girmiş”tir. İsnâaşeriyye’nin bu telakkisini İslâm dünyasının büyük çoğunluğunu teşkil eden Ehl-i sünnet âlimleri naslar, realite ve on dört asırlık İslâm tarihi açısından isabetli görmemektedir. Şia’nın diğer bazı kollarında da gâib imam telakkileri bulunmaktadır.




İlhad ve İbahilik
Gulât çevrelerinde ilhad (dinsizlik), ibâhîlik (her şeyi mubah gören serbestlik) ve namus ve ahlâk kaidelerinden kurtulma gibi temayüller de zuhur etmiştir. İlhâd, terim olarak “Allah’ın varlığını veya birliğini, dinin temel hükümlerini inkâr etmek, bunlar hakkında kuşku beslemek
veya uyandırmak, dinî kuralları hafife almak; dinden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunmak” mânasına kullanılır. İlhâda sapan kimseye mülhid denilir, çoğulu melâhidedir. İslâm tarihinde Ehl-i hadîs ve Selefiyye gibi gruplar bid’at ve dalâlete düşen bazı
kişilere mülhid yakıştırmasında bulunmuşlarsa da aslında ilhâd “İslâm’dan çıkıp başka bir din veya kültüre intisap etmek” demektir. Nitekim Fars kökenli bazı kişiler Şuûbiyye adı altında Fars
kültürüne ve onun bir parçasını teşkil eden Maniheist ve Mazdeist inançlara hayranlık duymuşlar ve bu düşüncelerini dile getirmeye başlamışlardır. Benzer gelişmeler Hint ve Yunan felsefeleri bağlamında da görülmüştür. Bunlar arasında tenasüh ve hulul inancını savunanlar,
mülkiyet hakkını inkâr edenler, evliliği reddederek kadında ortaklığı ileri sürenler çıkmıştır. İslâm tarihinde İbnü’l-Mukaffa’, Beşşâr b. Bürd, Salih b. Abdülkuddûs, Ebân b. Abdülhamîd ve Ebû İsâ el-Verrâk gibileri mülhid diye vasıflandırılmıştır. İlhâd cereyanı ortaya çıktığı tarihten itibaren kelâm âlimleri, bu akımın taraftarlarının görüşlerini çürütmek amacıyla büyük gayretler göstermiş ve çeşitli eserler kaleme almışlardır.

İbahiyye ise, terim olarak “dinin emirleriyle ahlâkî ve kanunî düzenlemelerini benimsemeyen gruplar” demektir. Bunlar mülkiyet hakkını ve aile kutsiyetini tanımadıkları için hem serveti hem de kadınları ortak kabul ederler. İbâhiyye dar mânada Mezdekiyye, Bâbekiyye ve Mâziyâriyye gibi eski zümreler, genel anlamda ise âyet ve hadislerin zahirî mânaları yanında bâtını muhtevalarının da bulunduğunu ileri sürerek bâtını benimsediklerini söyleyenler için kullanılır. Böyleleri herhangi bir kurala bağlanmadan nasları te’vil etme sonucunda haramları
helâl sayar, dinî hükümlerin birçoğunun geçersiz olduğunu ileri sürerler. İslâm mezhepleri tarihinde aşırı Şiî fırkaları yanında bâtınî-tasavvufî gruplar da İbâhiyye içinde zikredilir. Örnek olarak Hattâbiyye, Nusayriyye, İsmâiliyye, Keysâniyye, Meymûniyye, Hürremiyye gibi gâlî fırkalar ve Hulmâniyye, Hallâciyye, Kalenderiyye gibi tasavvufî akımlar zikredilebilir.

Burada örnek olarak Mansuriyye fırkası verilebilir. Mansuriyye, kadınları ve haramları helal addetmiştir. Mezhep lideri Mansur, ölü eti, kan, domuz eti, şarap ve başka haramların hep helal olduklarını iddia etmiştir. Haramların hepsini tevil etmişler ve “bunlar Allah’ın bize düşmanlık yapmamızı emrettiği adamların isimleridir» demiştir. Yine farzları da «Allah’ın bize tabi olmamızı emrettiği zevatın isimleridir» şeklinde tevil etmişlerdir. Anneleri, kız evlatları, kızkardeşleri ve erkekleri nikahlamayı caiz görmüşlerdir.

Rakamların Kutsallığı
Gulât çevrelerinde rakamları ve harfleri kutsal sayma düşüncesi de görülmüştür. Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu ve gaybın keşfedilebilme-si için bunlardan faydalanılabileceği” iddiasına dayanan huruf ilmi milattan önce IV. ve III. yüzyıllardan itibaren Ortadoğu inançlarında ortaya çıkmıştır. Genellikle dinî inançlara yapılan baskı, merak ve hayal ürünü olan Hurufîlik Helenistik-gnostik izler, mistik ve teosofik düşünceler taşıyordu.

İslâm dünyasına ise Câbir b. Hayyân’dan (ö. 200/815) itibaren görülmeye başlanmış, bir taraftan felsefî bir nitelik taşırken diğer yönden istismara açık aşırı Şiî-Bâtınî bir şekil almıştır. İslâm’da Kur’an ve Sünnet’e dayanan anlayışa göre insanların bilgi kaynağı sağlam duyular, sâdık haber ve akıldan ibaret olup, son peygamberin âhirete intikalinden sonra bu üç vasıtanın dışında kalan hususlar gayb âlemine aittir. Gaybı ise Allah’tan başka kimse bilemez. İslâm tarihinde özel amaçlı aşırı grupların dışında bulunan, ilim ve şahsiyet sahibi bazı kimselerin Hurufîlik ve cefr ile meşgul olmalarını bir nevi fantezi saymaktan başka bir izah yolu görünmemektedir.
***
Gulüv görüşleri ve gulat fırkaları burada ortaya koyduğumuz görüş ve gruplarla bilinmektedir. Biz burada, - sınırlandırılamaz. Her dönemde başka aşırılıkların ortaya çıktığı da genel İslamî anlayış dikkate alınarak- İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan bazı görüşleri örnek olarak göstermek ve günümüzde de bunların benzerlerinin var olduğuna dikkat çekmek istedik.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 202 30 Nisan 2023 15:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 161 29 Nisan 2023 17:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 939 27 Nisan 2020 20:40
T.B.Teknolojileri-2 Vize Konuları Ozet(2017) Temel Bilgi Teknolojileri 2 Medine-web 3 2603 06 Ekim 2017 19:31

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 5.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 28 Aralık 2013 13:30
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 3.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 28 Aralık 2013 13:27
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 9.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 27 Aralık 2013 14:01
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 8.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 27 Aralık 2013 13:58
sakarya ilitam Mezhepler Tarihi 10.Hafta Medineweb SAKARYA İlitam 0 27 Aralık 2013 13:54

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.