Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > Soru Cevap Arşivi

Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi:  07 Ekim 2008 (23:56), Konuya Son Cevap : 13 Şubat 2013 (21:32). Konuya 3 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 07 Ekim 2008, 23:56   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Sala okunması bid'at mıdır ?

Sala okunması bid'at mıdır ?

Sala okunması bid'at mıdır ?
Devr-i risâlette ve sonraki dönemlerde "salâ" diye birşey yoktu. Bu sebeple salâ bid'attir. İmam-ı Rabbani'ye göre bid'atın hasenesi ve seyyiesi olmaz. Salâ okunurken, "Efendiler Efendisi'ne salât u selâm getirme niyet edilse yine de bid'at olur mu?" denecek olursa, bu takdirde salât u selâma zaman, mekan ve vak'a tayin etme karşımıza çıkar ki, bu da ayrı bir bid'attır. İbadetlerde zaman ve mekan tayinini, sadece sahib-i şeriat yapar.

Sadr-ı İslamda sala diye bir şey yoktu.
Sahabe, tabiin ve etbaut'-tabiin de eimme-i müctehidin de bilmezdi.
Bu yeni bir şeydir.
Bid'at mı?
Bir şeyin bid at olması için: a) Dinin bünyesine eklenmesi b) Bir sünneti bozması, c) dinden olduğunun iddia edilmesi gerekir.
Ben sala'yı böyle görmüyorum. Eğer dinin bir parçası dahil edilirse bid'at olur, yok gelenek olarak okunursa değildir.
Kandil mahyaları, kandil simitleri, namazdan sonraki tesihatın müezzin komutuyla yaptırılması, camilerde minare yapılması, caminin banisinin ruhuna namazdan önce gönderilmesi, cenaze sahibine helallik dilenmesi, nasıl bilirdiniz denmesi ve bunun gibi yüzlerce uygulamaya benzer bir uygulamadır.
Vesselam.


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
__________________
İmanı olanın, imkanı tükenmez.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... Videolar/Slaytlar Medine-web 1 2755 22 Ağustos 2013 23:41
İran Emperyalizmi Makale ve Köşe Yazıları Medine-web 6 3360 26 Ocak 2013 21:53
gerekli gereksiz bir şiir.. Makale ve Köşe Yazıları MERVE DEMİR 0 3094 06 Aralık 2012 09:48
olmamış kayınbiradere mektup :) Komik Paylaşımlar Allahın kulu_ 10 6966 03 Kasım 2012 22:19
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür Makale ve Köşe Yazıları Esadullah 11 6414 02 Ekim 2012 20:16

Alt 13 Şubat 2013, 20:39   Mesaj No:2
Medineweb Sadık Üyesi
iklimya - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:iklimya isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 90
Üyelik T.: 21 Ağustos 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Memleket:Ankara
Mesaj: 513
Konular: 114
Beğenildi:31
Beğendi:0
Takdirleri:112
Takdir Et:
Standart Sala Verilmesi

"Dinimize göre, cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Kerahet vakitleri dışında, günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Bunun için, hazırlanmış olan bir cenazenin bekletilmeden namazı kılınıp defnedilmesi daha uygundur.

Bununla beraber, cenaze namazına daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmak üzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla vakit namazlarından sonra cenaze namazının kılınması teâmül haline gelmiştir.

Belirtilen amacın gerçekleşmesi için, ölen kişinin ikamet ettiği mahalle camiinin minaresinden cenaze salası okunması da bu teâmülün bir devamıdır.

Ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Bu bakımdan, minareden cenaze salası okunması ve arkasından da ölen kişinin adının ve memleketinin söylenmesinde dinen bir sakınca bulunmadığına, ancak, ölen kişi için övücü sözler söylenmesinin uygun olmadığına karar verildi.


diyanet.gov
__________________
Bismillah diyerek...
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2013, 20:43   Mesaj No:3
Medineweb Sadık Üyesi
iklimya - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:iklimya isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 90
Üyelik T.: 21 Ağustos 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Memleket:Ankara
Mesaj: 513
Konular: 114
Beğenildi:31
Beğendi:0
Takdirleri:112
Takdir Et:
Standart Cuma Günü Sala Verilmesi

Ezan Müslümanlıkta namaz vaktini bildirmek ve namaza çağırmak için minareden yüksek sesle ve makamla okunan, kalıplaşmış kutsal sözlerdir.

Hicretten sonra Medine'de uzakta oturan Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildirmek gerekiyordu. Boru veya çan çalınması, ateş yakılması, mescidin damına bayrak asılması başka dinlere ait özelliklerdi. Önceleri bu çağrı görevi Bilal-i Habeşi'ye verildi. O sadece yüksek sesle 'el-salat' (namaza) veya 'el-salatu cemian' (toplu olarak namaz) diye sesleniyordu. Namaz vakitleri bir süre böyle bildirildi.

Bir gün Abdullah bin Zeyd gördüğü rüyada öğrendiği sözleri Hz. Muhammed'in isteği ve onayı ile Bilal-i Habeşi'ye öğretti. Böylece sözleri kesinleşen ezan o tarihten sonra İslam dininin en önemli simgelerinden biri haline geldi. Ezan önceleri yüksek binaların üzerinde okunuyordu, ilk minare hicretin 58. Yılında Muaviye zamanında Mısır Valisi Mesleme bin Muhalled tarafından Amr Ibnül-As camiinin yanına yapıldı.

Müslüman ülkelerde ezanla doğup, ezanla yaşayanlar için ezan yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak cuma günleri, cuma namazından önce verilen salanın ne anlama geldiğini çoğu kişi bilmez. Bir cenaze olduğunda da verildiğinden bazıları salanın ölümle ilgili olduğunu sanır.

'Sala', dua, namaz, ahret anlamlarına gelir. Genel anlamda Hz. Muhammed'e Allah'tan selam ve esenlik dileyen bestelenmiş dualardır. Salanın tarihi ezana göre oldukça yenidir. Müslümanlığın başlangıcında minarelerden sala vermek adeti yoktu. Cuma namazından önce sala verilmesi usulü ilk defa 1300 yılında Mısır hükümdarı Melik Nasır Kalavun'un emriyle uygulamaya sokulmuştur.

Salavat, Hz. Muhammed (s.a.v)'e ve onun soyundan gelenlere saygı ifade etmek için okunan dualardır. İnsanların tehlikeli bir durumla karşılaşınca 'salavat getirmesi' deyimi de buradan kaynaklanır. Sala vermek bir açıdan minareden salavat okuyarak namazı haber vermek olarak da kabul edilebilir.

Sala eskiden çeşitli vesilelerle daha sık verilirmiş. Zamanımızda genellikle cuma namazları, bayram namazları, zaman zaman da sabah namazlarından önce verilmektedir. En bilineni cuma günleri namazdan bir saat veya 45 dakika önce verilen cuma salasıdır.

Cenaze için kılınacak namazı haber vermek amacı ile de sala verilir. Eskiden cenaze salası sadece önemli, hatırlı, varlığı yaşadığı çevreye şeref ve itibar kazandırmış kişiler için verilirmiş. Günümüzde yakınlarının talebi halinde herkes için verilmektedir.

(alıntı)
__________________
Bismillah diyerek...
Alıntı ile Cevapla
Alt 13 Şubat 2013, 21:32   Mesaj No:4
akanakan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:akanakan isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 26045
Üyelik T.: 12 Şubat 2013
Arkadaşları:0
Cinsiyet:erkek
Memleket:kayseri
Yaş:69
Mesaj: 8
Konular: 2
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Cuma Günü Sala Verilmesi

Cuma günü ve Namazı
24 Kasım 2010 / 01:44

Yazımızın başlığı ile ilgili bilgilerden önce konuyu ana kısımlara ayırıp, bu kısımlar hakkında kaynaklara dayalı olarak bazı tesbitler yapalım. Yaptığımız tesbitler muvacehesinde konuya açıklık getirmek ve tabii seyrini gözlemek mümkün olsun.
Önce "Toplantı Günü-Yevm'ül Cum'a" ile ilgili gelişmelerin tarihçesini ortaya koyalım.

Bugün 'Cum'a Namazı' adı ile anılan namazın İslâm tarihine bakıldı*ğında İlk'inin kılındığı yer'in hilafsız Medine (Yesrib) şehri olduğu görülü*yor.(1)

Yine bu ilk Toplantı Günü (Cum'a Günü) Namazını kıldıran İmam'ın da Peygamber olmadığı kesin. Bildiğiniz gibi Mus'âb İbn Umeyr veya Es'âd İbn Zurâre'nin isimleri üzerinde durulmaktadır. Hattâ bazıları te'vil ederek önce birinin kendiliğinden bu işi yaptığını, bilahare ise Peygamber'den ge*len habere dayalı olarak Mus'abın imam olarak bu günde namaz kıldırdığı söylenmektedir. Yine ilk toplantı günü (Cum'a) kılınan namazın zaman iti*bariyle İkinci Akabe Biâtı ile Resulullah (s.a.)'ın Medine'ye hicreti tarihle*ri arasında kılındığında da bir hilaf bulunmadığı görülüyor. Özetlersek;

1. İlk Toplantı Günü (Yevm'ül Cum'a) Namazı (bugün Cum'a Namazı adı ile anılan namaz) Medine'de kılınmıştır.

2. Bu Namaz'ın imamı kesin olarak Peygamber olmayıp Mus'ab veya Es’ad'dır.

3. Bu Namazın İslâm tarihi içindeki yeri (zaman bakımından) İkinci Aka*be Biâtı'nın yapıldığı 13. yılın Hacc mevsimi ile birkaç ay sonraya rastlayan Resulullah'ın Medine'ye hicreti arasındaki zamana rastlamaktadır.

Önce biz dilerseniz âyetten söz edelim: "Ey İnananlar! Cum'a Günü na*maz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun; alım-satımı bırakın; bilseniz bu sizin için daha iyidir."(2)

Biz şimdi bu meali biraz daha açalım ve Cum'a Günü'nün yerine Türkçedeki karşılığını koyarak yeniden tercümesini verelim de biraz önümüz açılsın, âyetin manasını kavramak ve anla*mak açısından.

"Ey İnananlar! Toplantı Günü Namaz için ezan okunduğu (çağırıldığı*nız) zaman Allah'ı anmaya koşun; alım-satımı bırakın; bilesiniz bu sizin için daha iyidir." Dikkatlerinizi ayetin delalet ettiği mananın üzerinde toplama*ya çalışarak yaklaşınız konunun üzerine. Görünen odur ki hitab şöyledir: "Ey iman edenler! Toplantı Günü namaz için çağırıldığınızda..."

Buradan açıkça şu anlaşılmaktadır: Zikri geçen günün özelliği TOPLANTI GÜNÜ oluşudur. Bildiğiniz gibi bu günün arablar arasındaki adı YEVM'ÜL ARUBA (Yedinci cennet günü anlamına geliyor)'dır. İlk TOPLANTI yapıldığın*dan itibaren kullanıla kullanıla bu isim Müslüman arablarca terkedilmiş ve gün artık TOPLANTI GÜNÜ yani YEVM'ÜL CUM'A olarak anılmaya baş*lanmış ve eskisi hatırlardan çıkarak bize kadar yalnızca TOPLANTI GÜNÜ anlamını taşıyan CUM'A GÜNÜ diye gelmiştir. Esasen cum'a günü di*ye bir gün yoktur, Aruba günü vardır. Lakin bu güne rastlayan günlerde Müs*lümanlar biz ÖZEL TOPLANTI (EL CUM'A) yapmaya başlayıp, sürdü*rüp geldiklerinden artık günün adı (gerçek adı) unutulmuş ve güne TOPLAN*TI GÜNÜ manasına gelen YEVM'ÜL CUM'A (Türkçesi Cum'a Günü) de*nilmiş ve denilmektedir.

Buradan önce şunu anlamak mümkündür ki günün özelliği namazdan değil, toplantı yapılan gün oluşundan kaynaklanmaktadır. Ayete bakıldığında zaten namaz için Cum'a Namazı değil, gün için Cum'a Günü yani toplantı günü denilmektedir. Ayetteki anlam yalnızca budur. Perşembe ile Cumarte*si arasındaki günün adı artık ARUBA GÜNÜ değil, TOPLANTI GÜNÜ olmuştur arab dilinde ve İslam ıstılahına da aynen geçmiştir.

Bildiğiniz gibi Farslarda da günler (Yek şembe, düşembe, seşembe, çârşembe (çarşamba) şençşembe (perşembe), şeşşembe ve şembedir. Şembe haf*tanın başlangıç veya son günü anlamındadır. Yek şembe birinci gün, düşembe ikinci gün, şeşembe üçüncü gün, çârşembe dördüncü gün, v.s. olarak anılır*ken Farslar da Müslüman olduktan sonra şeşembe (altıncı gün)'yi İslâm ıs*tılahında yer eden ismiyle yani Yevm'ül Cum'a (Cuma Günü) olarak anma*ya başlamışlardır. Tıpkı arablarda olduğu gibi.. Müslüman olan bütün ka*vimler de aynı işi yapmışlar ve adı geçen altıncı güne kendi kavmî örflerinde ne deniyorsa onu terkedip, CUM'A GÜNÜ (TOPLANTI GÜNÜ) adı ile an*maya başlamışlar ve eski günlerinin isimleri de ancak çok eski kaynaklarda, tarih kitaplarında kalmıştır. Artık altıncı günün adı Müslüman olan her ka*vim için yalnızca TOPLANTI GÜNÜ manasına gelen CUM'A GÜNÜ'dür.

Diğer bir hususa değinmek istiyor ve diyoruz ki âyetlerin Mekkî ve Me*denî olarak yazılışları genellikle bir yanlış anlamaya meydan veriyor: Bu da başka bir rivayet bulunsa bile elimizdeki Kur'ân'larda Mekkî veya Medenî olduğu yazılı bulunan surelerin ne kadar âyeti varsa yüzeysel bakan ve temel bilgiler kendilerinde yerleşmemiş olanlarda filân surenin tüm âyetlerinin üze*rinde yazılı bulunan şehirde nazil olduğu şeklindeki bir yanlış anlayıştır. Ör*neğin Bakara suresi Medenî bir suredir mi denilmektedir, çoğu insan sanı*yor ki bütün âyetleri Medine'de nazil olmuştur. Kesinlikle böyle değildir ger*çek. Üzerinde Mekkî yazılı bir surenin de içindeki bir kısım âyetlerin Mede*nî olduğunu biliyoruz.

Bildiğiniz gibi Kur'ân Tarihi ile ilgilenenlerin rahatlıkla anlayacağı gibi Resulullah (s.a.), kendisine nazil olan âyetleri birer birer veya birkaçını birden isimlerini söylediği surelere yerleştirtiyor ve bir bakıma bir tasnif yapıyordu. Mekkî veya Medenî oluşları (isimlendirilişleri) Peygamber zamanı*nın sorunu olmayıp, daha sonraları hattâ Kur'ân'ın harekelendirilerek istin*sah edilişi sırasında söz konusu olmuş ve belirlenmeye, isimlendirilmeye ça*lışılmıştır. Tabii bu iş yapılırken mezkûr surelerin âyetlerinin nerede (hangi şehirde) nazil olduğuyla ilgili rivayetlere itibar olunmuştur. Amma hemen Kur'ân'ın bütününde ne surelerin Mekkî veya Medenîliği konusunda, ne de hele âyetlerin birer birer hangi şehirde nazil olduğu konusunda bütünüyle bir rivayet ittifakından söz edilmemektedir.

Bu cümleden olarak galib zannımız odur ki TOPLANTI SURESİ (SURET'ÜL CUM'A)'nin ilk sekiz âyeti Medenî olsa bile son âyetlerinden 9 ve 10. âyetlerin kuvvetle muhtemel olarak Mekkî olduğu, kanaatındayız. Bizi burada bilhassa 9 ve 10. âyetler ilgilendirmektedir. Zira Toplantının ilki Medine'de yapılmasına rağmen bu toplantıya işaret eden âyetin Mekke'de indi*ği kanısındayız. Diğer yandan bilindiği gibi bu günde daha önceki benzerle*rinde öğle vakti dört rek'at öğle (farz) namazı kılınırken toplantının yapıldı*ğı bu ilk gün farz namaz olarak 2 rek'at namaz kılınmış ve bir de yine nama*zın bir rüknü olarak hutbe okunmuştur. Aynı gün bir de koyun kesilip eti pişirilerek toplantıya katılanlar arasında yenildiğini biliyoruz.

Şimdi Toplantı-Cum'a olayının bu şekilde cereyan etmiş siyakına baka*rak şunları daha rahat söyleyebilir haldeyiz:

Müslümanlar din adına ne yapmışlar ve yapacaklar ise mutlaka Allah'ın Resulü olarak kabul ettikleri Hz. Muhammed (s.a.)'den sorarak veya O'nun söylemesi üzerine yapmışlardır. Teslim olmuşluk da bu manaya gelmekte*dir. Haftanın altıncı günleri İsrâ olayından bu yana öğle vakitleri dört rek'at farz namaz kılan bu Müslümanlar; ikinci Akabe Biâtından sonra, Medine'de ve Peygamber imamları olmadığı halde öğle namazı kılmayıp iki rek'at farz namaz kılıyorlar ve bir de hutbe irâd ediyorlar. Bu durumda düşünmek gerekiyor ki Müslümanlar bunu, dinde bir yeniliği kendiliklerinden yapamazlar. Hiçbir vahiy de Hz. Muhammed'den başkasına gelmediğine göre onlar bunu nasıl yapmışlardır? Biz diyoruz ki Toplantı (Cum'a) Suresinin 9 ve 10 âyetleri Mekke'de nazil olmuştur. Lâkin Peygamber bunu yapma yani toplantı tertib etme imkânından mahrum idi. Değil toplantı kendisinin bir kişi olarak bile artık Mekkelilerin gözünde fazla görülmeye başlandığı*nın ve mes'elenin hayat-memat mes'elesi haline gelindiğinin farkında idi. Zira Kureyş'in kızgınlığı, azgınlığı bu boyutlara ulaşmıştı.

Bu takdirde İkinci Akabe Biatını takiben Medine'de toplanmalarına ka*rar verilen ve birer-ikişer ve gizlice Medine'ye giden Müslümanlardan birile*ri bu toplantı ile ilgili talimatı Medine'deki kardeşlerine Resulullah'ın emriyle alıp götürmüştür. Bu haber üzerinedir ki Medine'deki Müslümanlar böyle esaslı bir değişikliği Resulullah aralarında olmadığı halde yapabilmişlerdir. Zira Peygamber kendilerine bu haberi Medine'ye hicret eden bir Müslüman kardeşleriyle göndermiş olmalıdır. Nitekim Dâre Kutnî'nin İbn Abbas'tan yaptığı nakilde "Aleyhisselatüvesselam hicret etmezden evvel Cum'a'ya (Top*lantıya) me'zun olmuştu, fakat Mekke'de toplantı (günü kılınan toplu na*maz kıldırmaya) kudreti yoktu. Onun için Mus'âb ibn Umeyr'e yazdı ve (Me*dine'ye hicret eden Müslümanlardan biriyle) gönderdi. Diğer yandan Taberânî'nin Ebû Mes'ud-u Ensârî'den rivayetinin aynı mahiyette olduğu ve Me*dine'de ilk Cum'a (toplantı) günü namazını kıldıranın Mus'âb olduğunu(3) bildiriyor.

Mus'âb ibn Umeyr (r.a.) Medine'den cahiliyye haccı zamanında Mek*ke'ye hacca gelmiş, Müslüman olmuş ve Medine'ye geri dönmüş birkaç Medineli'nin ertesi yıl geldiklerinde Peygambere "— Yâ Resulullah Biz geçen yıl sizden öğrendiklerimizi Medine'de kabile ve kavmimizden birçok insana anlattık ve gördük ki durum çok müsaittir. Lâkin biz fazla bilmediğimizden ikna edici olarak anlatamıyoruz. Bize İslâm'ı iyi bilen birini versen de yanı*mızda alıp götürsek. Orada yedirip içirir, evimizde yatırırız. Ve yanımızda onu gezdirip, oradaki insanlarla görüştürürüz. Umuyoruz ki Allah'ın dini*ne girenler bu suretle çoğalır." demişler ve Resulullah bu münasebetle ken*disini Medine'ye göndermişti. Bir bakıma Medine'de Resulullah'ı temsil edi*yor, O'nun getirdiği dini anlatıyor, tanıtıyor ve kabul edenlere belletiyordu.

İkinci Akabe Biâtından sonra Medine'ye toplanması istenilen Müslümanla*ra liderlik de ediyordu Resulullah'a vekaleten diyebiliriz. Bu sebeble diğer namazlarda da olduğu gibi ilk toplantı namazını kendisinin kıldırması tabii görünüyor. Zaten haberin de Peygamber tarafından kendisine gönderildiği rivayet ediliyor.

Şimdi biz Mekke'de bu Toplantının neden yapılamadığını, yani Resulullah'ın toplantı tertib ederek namaz kıldırması ve hutbe irad etmesinin neden mümkün bulunmadığına müteallik Mekke'nin şartlarından kısaca bahsedelim.

Başından beri kendileriyle bir türlü uzlaşmaya yanaşmayan Muhammed'în giderek kendilerini kızdırdığını, bu kızgınlığın çeşitli işkence, ambargo ve Ha*beşistan'a hicretlere neden olduğunu da biliyoruz. Kendisine yapılan "— Gel eskisi gibi yine beraber olalım. Ziyanı yok bir gün senin Rabbine bir gün de putlarımıza tapmakta günleri eşit olarak paylaşalım ve aramızdaki ihtilaf kalksın ve sarstığın Kureyş'in itibarı yerine gelsin!" teklifine yanaşılmamıştır. Daha sonra kendisini koruyan amcası Ebû Tâlib'e defaatle hey'etler ha*linde gidilerek "Yeğenini bu işten vazgeçirmesi ya da onu korumaktan vazgeçip kendileriyle başbaşa bırakması" taleblerinin sonuçsuz kalması, ve en son kendisine yapılan "— Gel seni başımıza geçirelim. Dinini de yay. Lâkin bir tek ricamız var: Şu putlarımıza birşey deme!" tekliflerinin de kabul edil*memesi Peygamberi de O'nun getirdiği dine inananları da gittikçe zorlaşan bir duruma sokmuş, kendilerince hiçbir uzlaşmaya, anlaşmaya yanaşmayan ve gücü de bulunmayan (kendi kalabalıklarına göre zayıf durumda bulunan) Müslümanlara ve onların lideri, önderine karşı büsbütün hiddetlenmeye baş*lamışlardı.

Bütün bunlara ilave olarak bir de o yılın Hacc Mevsiminde hacca gelmiş Medinelilerin bir kısmının da olsa "Kureyş aleyhine Muhammed'le anlaştıkları" haberi onları büsbütün çileden çıkarmış ve Müslümanların varlıklarına tahammüllerini iyice bitirmişti. Medinelilerden tanıdıklarını Aka*be Biatinin yapıldığı gecenin sabahında bu haberi duyduktan sonra sıkıştır*malarından anlıyoruz bunu. Medinelilerin henüz müşrik ve Kureyş ile arala*rı iyi olanlarıyla yapılan bu görüşmelerde Medineliler Kureyş'i yeminle te*min etmeye çalışmışlar ve Medinelilerin Kureyş aleyhine asla böyle birşey yapmayacaklarını söylemişlerdi. Bu biat (ikinci akabe biâtı) çok gizli ve büyük tedbirler alınarak yapıldığından kesin bir bilgileri yoktu Medinelilerin. Zira Müslümanlar Akabe Kayalıkları arkasında sabaha yakın saatte Resulullah'la gizlice görüşmüşler, her biri yataklarından sezdirmeden çıkıp, randevu (bu*luşma) yerine gelmişlerdi.

Buna rağmen Kureyş'in kulağına karsuyu kaçmış ve zaten kızıp durduk*ları ve nasıl yapacaklarını bilemediklerinden birşey yapamadıkları Müslü*manlara ve hele onların liderinin bir de aleyhlerine başkalarıyla anlaştığı ha*beri onları büsbütün çıldırtmıştı. Fakat yaptıkları araştırmada bu haberin doğruluğu yönünde bir ize rastlamadıklarından haberi biraz kulak ardı etti*lerse de kızgınlıklarını azaltıcı değil, belki aşırı birşey yapmalarını çabuklaştırmadı o kadar.

Bu biattan sonra Müslümanların birer-ikişer Mekke'yi terkedişleri, göz önünden kayboluşları Mekke'lilerin böyle bir anlaşma yapıldığı yolundaki zannlarını güçlendirmeye başlamış ve gidişler çoğaldıkça artık Muhammed bin Abdullah'ın da gideceği ve kendileri için tehlikenin büsbütün artacağım düşünmeye başlamışlar ve bu durum karşısında ne yapacakları gündemleri*nin baş maddesi haline gelmişti. Mekke'de esen hava bu idi ve her hareketle*rinden bu anlaşılıyordu. Kureyş artık bu işi bitirecekti, karar gecikmişti bi*le. Bilindiği gibi Resulullah'ı öldürme plânlan üzerinde konuşmalar da bir sonuca varmış ve bütün kabile temsilcilerinin aralarında anlaşma sağlanmıştı. Her kabileden bir kişi bu cinayet şebekesinde bulunacak ve benî Hâşim kan davası güdemeyecek ve ister istemez de diyete razı olacaktı.

Müslümanların ancak canlarını kurtararak kaçabildikleri, Resulullah'ın da hayatının gittikçe tehlikeye girdiği bu ortamda gitmemesini, kendisi*ne arkadaş olarak kalmasını istediği Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Peygamber de bir takım gidiş (kaçış) plânları hazırlıyorlar, tedbirler alıyorlar ve Allah'a tevekkül ediyorlardı. Bu cümleden olarak Hz. Ebû Bekir yapacakları bu yol*culuk için bir kendisi, bir de Peygamber için iki güçlü deve satın almış ve yine parası ile tuttuğu bir de yol kılavuzunu develerle birlikte gözden uzaklaştırmış, Mekke'den çıkarmıştı. Develeri Mekkelilerin gözünden uzak bir yerde yayacak olan kıla*vuzun yerini Hz. Ebû Bekir biliyordu ve gerektiğinde ona haber göndererek istedikleri yere gelmesini tenbih etmişti.

Şimdi böyle bir ortamda yani Peygamberin bile hayatının azamî tehlike*de bulunduğu bir ortamda yani Müslümanların birinin bile varlığının, gö*rülmesinin Kureyş için tahammülü mümkün olmayan hâle geldiği bir ortamda Peygamber kendisine inananları da başına toplayarak Kureyş'in gözü önünde Kureyş açısından adetâ GÖVDE GÖSTERİSİ mahiyeti de taşıyacak bir toplantı tertib edecek, onlara topluca namaz kıldıracak ve bir de İslâm'ın ve Müslümanların kaderleriyle ilgili konuşma (hutbe) yapacaktı. Bu müm*kün değildi. "Cum'a kıldırmaya istitaâtı yoktu. Bunun için Mus'ab'a yazdı" diyen İbn Abbas (r.a.) gerçeği ifade ediyordu.

Bilindiği gibi bir şer'î kaide vardır: "Bir vacibin vücubu için bir başka şey elzem ise bu elzem olan şey de vâcib olur". Örneğin pek küçük yaşta çocukların nikâhlanması, bir diğer ifade ile bu çocuklardan birinin karı, di*ğerinin koca olması bu vücubun yerine gelmesi için bir başka şey elzemdir: Bu da erkek çocukta erkeklik iktidarı (gücü) varlığı, kız çocukta da kadınlı*ğın (kadınlık iktidarının) teşekkül etmesine ihtiyaç vardır. İşte ancak bu suretledir ki bunlardan biri karı, diğeri koca olabilir. Karı-kocalık için erkek*lik ve kadınlık iktidarına nasıl ihtiyaç var ise, aynı illete bağlı olarak Resululah'ın da Mekke'de böylesi bir gövde gösterisi niteliği taşıyan TOPLANTI (CUM'A) yapması aynı iktidara sahip olmasını gerektiriyordu fakat Mek*ke'de bu iktidara malik değildi, zira orada bulunan Müslümanların Kureyş'e nisbetle güçleri çok zayıftı ve başa çıkabilecek halde değildiler. Böylesi bir toplantı bir diğer açıdan varlık belirtisidir, ayrı bir cemaatın varlığının dışa vurulması, gösterilmesi şeklidir dışa dönük yanı bakımından. Bir başka ifa*de ile de iktidar (güç) sahibi olmanın belirtisidir. Zira herkese rağmen bu ÜMMET (CEMAAT) kendine has bir ümmettir ve varlığı başkalarına rağ-mendir. Bunun izhârı ise ancak bir gücü (iktidarı) gerektirir. Bu güç de, Mekke'de Müslümanlarda yok idi. Bundandır ki orada TOPLANTI (CUM'A) yapılamadı ve toplu namaz kılınıp, hutbe irad edilemedi. Bunun mümkün olduğu Medine'ye haber salındı ki orada yapılsın ve İLK TOPLANTI (CUM'A) Medine'de yapıldı, namaz kılındı ve hutbe irâd olundu. Peygamber'in Cum'ası Medine'deki Müslümanlarınkinden dört-beş Cum'a eksik*tir. Zira bilindiği kadarı ile Peygamber bu toplantıdan 4 ilâ 6 hafta sonra Medine'ye Hz. Ebû Bekir ile birlikte gelebilmiştir.

Resulullah'ın Medine yakınlarındaki Küba'da ilk konak yerini seçtiği, bu*rada bir mescid inşa ettiği ve birkaç gün burada kaldığı bilinmektedir. Bu*gün mezkûr mahaldeki Mescid KÜBA MESCİDİ olarak anılmaktadır. Kü*ba'dan ayrılarak Medine'ye doğru yola koyulmuş ve Medine'li Müslüman*lardan Salim bin Avf Oğulları'nın RANUNE denilen vadisinde İLK TOPLANTI'yı yapmış ve gün adı olduğu halde sonradan namaza da adını veren CUM'A NAMAZI'nı kıldırmış, ilk hutbeyi de irad etmişti.

Şimdi biz bu kadar bilgiden sonra ve konunun ana unsurlarını ortaya çı*karmamızı takiben MEDİNE'de Resulullah tarafından kurulan ilk İSLÂM DEVLETİ'nde Cum'a (toplantı) günü kılınan namazların bu namazların bir rüknü olan ve CUM'A HUTBESİ adı ile anılan hutbelerin anlamı ve kapsa*mı üzerinde biraz duralım.

Bize ulaşan bilgilerden biliyoruz ki Resulullah (s.a.) haftanın diğer gün*leri işleri, güçleriyle meşgul olan, ticaret veya ziyaret için, ziraat veya hay*van sürülerinin başında veya bir başka münasebetle yeni teşekkül etmiş bu cemaatın ulaştığı son nokta olan İSLÂM DEVLETİ'nin daha sağlıklı yürümesini sağlamak, yönettiği kişilerde vâki olacak dağınıklıkları gidererek, unut*tuklarını hatırlatacak, kendileri için vâki tehlikelerden onları haberdâr edecek, ne yapmaları, nasıl yapmaları gerektiği konusunda bilgi verecek velhâsıl müşterek problemlerini birlikte çözecek, istişare edecek en iyi ortamı (im*kânı) ancak bu TOPLANTI (Cum'a)larda buluyordu. Hayat hergün bu denli biraraya gelmeye elvermeyecek kadar işler ile doludur. Lâkin insan için on*ca yorgunluk, meşgale ile geçirdiği günlerin ardından haftada bir gün böyle bir toplantıya katılması, kendi iradeleri ile seçtikleri din üzerinde teşekkül eden Devlet'lerinin işlerinden haberdâr olmaları, kendilerini nelerin bekle*diğinden bilgi almaları, neler yapmaları gerektiğini öğrenmeleri, sürüp gi*den hayatın dağıttığı fikirlerini gözden geçirip toparlanmanın sağlanması için böyle bir toplantı mutlaka hayati önemi haizdir.

Böylesi disipline bir toplantının insan hayatı için önemine ışık tutacak bir teşbih ile konuyu anlamayı kolaylaştıracağı mülahazası ile şöyle bir ör*nek vermek istiyoruz: Düşününüz ki aynı anda alınmış iki otomobil vardır. Bunlardan birisi rastgele ve kâh 6 ayda bir defa, kâh ayda bir defa bakıma götürülüyor. Diğeri ise her hafta muntazam bakıma sokuluyor. Yıkanıyor, yağlanıyor, aküsüne, yağına, lastiklerinin havasına, motoruna, ve her tara*fına bakılarak kontrol ediliyor velhâsıl. Yani ne gibi bir eksiği varsa tamam*lanıyor, ne gibi bir arızası varsa gideriliyor ve ne gibi bir gevşemiş vidası so*munu varsa sıkılıyor yani elden geçiriliyor baştan aşağıya.. Mutlaka her hafta bakıma alınan araba bu kadar titizlikle üzerinde durulmayan ve rastgele ba*kıma götürülen bir arabadan çok daha fazla dayanacak, daha uzun süre kendisinden yararlanılacak halde kalacaktır.

Belki örnek önemsiz ama günlük hayatımızdan alındığı ve anlatılmak is*tenilen şeyi anlatıcı gördüğümüz için verilmiş ve bu haftalık bakıma benzet*tiğimiz CUM'A (TOPLANTI) GÜNÜ kılınan namazın ve verilen HUTBE'nin, ÜMMET'in bakımı manasında anlaşılması gerektiğine değinmek istiyoruz. HAFTALIK BAKIM'ın sağlandığı gündür YEVM'ÜL CUM'A pra*tikte. Resulullah ya da O'nun halefleri İSLÂM ÜMMETİ'ni CUM'A (TOP*LANTI) GÜNLERİ topluyor ve onlarda geride bırakılan hafta içinde vâki olmuş ne gibi eksiklik, değişiklik, arıza, bilgisizlik varsa hepsini o gün ve birarada gideriyorlardı. Müslümanlar da bugünde birbirlerini görüyor, dost*luklarını tazeliyor, haberleşiyorlar, bilinçleri yenileniyor, bilmediklerini öğ*reniyorlar, duymaları gerekenleri duyuyorlar, yapmaları gerekenleri öğreni*yorlar velhâsıl daha sağlıklı hâle geliyorlardı Cum'a'dan sonra. Yenilenmiş, elden geçmiş, eksikleri giderilmiş, bilmedikleri öğretilmiş, bir hafta içinde dünyada ve ülke (dâr) de olup bitenlerden haberdâr olmuşlar, kardeşlikleriyle ilgili bilinçleri perçinlenmiş, İslâm'ın nasıl bir nimet olduğunu daha iyi ve tazelenmiş olarak anlamış ve bir sonraki haftaya kadar yine (Namaz bi*tince yeryüzüne yayılın; Allah'ın lûtfundan rızık isteyin; Allah'ı çok anın ki saadete erişesiniz) dağılıp işleriyle uğraşmak üzere yeryüzüne yayılıyorlar. Bir bakıma, bakımdan çıkıp yeniden hayatın içine dağılıyorlardı.

Nasıl ki bu toplantıya (Cum'aya) "...Alım-satımı bırakarak Allah'ı an*maya koşmaları daha iyi olduğu" gerekçesi ile koşmuşlardı. Bu toplantıdan sonra da yeryüzüne yayılıp Allah'ın lûtfundan rızık arayacaklardı. Fakat el*den geçmiş olarak, eksikleri tamamlanmış, bilmedikleri öğretilmiş, bildikle*ri yeniden hatırlatılmış bir bakıma akü'nün şarj edilmişliği gibi ŞARJ olup dağılıyorlar, hayata karışıyorlardı.

Devlet (İslâm Devleti) yönettiği ümmeti böylece her an taze tutuyor, bi*lincini geliştiriyor, zamanı yaşar hâle getiriyor, zamanın gerisinde kalması*nın önüne geçiyor, paslanmasının, köhnemesinin önüne geçiyordu. Yönetenlerle yönetilenlerin her hafta böylesine birarada sorunlarının ideolojileri (dinleri) istikametinde çözülmesini sağlayan bir diğer ifade ile HAFTALIK KONGRE (TOPLANTI) yapmaları, aralarına girecek soğukluklara meydan vermiyor, birbirinden habersiz bırakmıyor, birbirinden haberli kılıyor, has*ta olanlarından, derdi bulunanlarından, sevincine iştirak edilmesi gereken*lerinden haberdâr oluyorlardı haftada bir olsun hep birarada bulunarak.

Toplantı (Cum'a) Günleri hem Devlet ile halkın, hem de halkın biri ile diğeri arasındaki ilişkileri taze ve sağlıklı tutmayı mümkün kılan bir LUTF-U ÎLAHİ'dir gerçekten. Böylesi bir müessese bir başka dünya görüşünde, hayat tarzında yoktur, denilse yeridir. Her ne kadar Pazar ve Cumartesi'nin hıristiyan ve yahudiler için aynı maksadı gerçekleştirici günler olarak kulla*nıldığı biliniyorsa da onların dinlerinin İslâm Dini ile kıyasının mümkün olmayacağı kadar farklılıklar arzetmesi ve İslâm'ın Allah'ın Kelâmına dayalı bir din olduğu ve hiçbir değişiklik olmadan günümüze kadar geldiği gibi kı*yamete kadar da Allah'ın koruyuculuğunu Bizzat yüklendiği bir din oluşu*na karşılık adı geçen bu iki dinin ruhban sınıflarının uydurmalarından iba*ret hâle gelmiş olmaları sonucu TOPLANMA GÜNLERİ olan Pazar ve Cumartesi'leri ibadet için bir araya geldiklerinde yalnızca Papaz, Rahib ve Hahamları konuşurlar ve cemaat yalnızca dinler. Dinledikleri ise uydurulmuş şeyler olup Allah'ın kelâmı diye takdim olunan şeylerdir.

İslâm'da TOPLANTI (CUM'A) GÜNÜ irşad edilen hutbe ise çok yanlı ve yönlüdür. Başta gelen vasfı Hutbe'nin resmî beyanât niteliğini taşıyor olu*şudur. Ve mutlaka ya Devletin fiilî başı (İmam, Emir'ül Mü'minîn, Hâlife veya Devlet Başkanı) tarafından veya ister merkezde ister taşrada olsun onun tarafından tevkil edilmiş ve kendi adına konuşan bir görevli tarafının bu ko*nuşmanın yapılıyor oluşudur. Bir kerre İslâm'da DİN ADAMI diye bir kav*ram bulunmadığından ne namazın kıldırılmasında ne de Hutbe'nin iradında bu tür bir sıfat taşıyanın -ki yasaktır bu tür sıfat taşımak- bulunması söz ko*nusu olamaz.

Bu TOPLANTI (Cum'a) İslâm Devleti tarafından tertib olunan bir top*lantıdır ve bu toplantıda Devlet temsil edilir. Ya bilfiil bu devletin başında bu temsil yerine getirilir veya onun vekil ettiği kişi yine ona vekâleten devleti temsil ederek namazı kıldırır ve hutbeyi okur. Değindiğimiz gibi bu toplan*tıyı devlet tertib etmektedir. Devletin kendisi -Ümmetin seçimi ile başa Al*lah'ın Kitab'ı ve Resulü'nün Sünneti ile hükmetmek üzere getirilen- Ümmet'in başı bu toplantının da tabii başkanıdır. Ya da onun vekâlet verdiği bir resmî devlet görevlisi bu görevi (toplantı başkanlığı, bir diğer ifade ile Cum'a İmam*lığını) yapacaktır.

Toplantıya çağırılanlar bu devleti kuran ve Allah'ın Kitab'ı ve Resulü'*nün Sünneti üzere kendilerini idare etmek üzere kendisine biat eden İSLÂMİ TEBEA'dır.

Toplantının gündemi Müslümanların umuru, devletlerin durumu, dün*yada ve Dâr'da neler olup bittiği, yapılan ve yapılacak işler ile Müslüman*ların ferden ferda Allah ile aralarındaki ilişkileri sağlam temellere oturtmaktır. Kitabullah ve Sünneti Resulullah'ın ışığında kitleler bu toplantılarda bilgi*lendirilir, yönlendirilirler.

Mahiyeti, açıklamaya çalıştığımız türden olan bu resmî toplantının ne*den bölük-pörçük cemaatler halinde birçok camide kılınması yerine merkezî ve müsait bir tek camide veya mahalde kılınması gerektiği daha iyi anlaşılı*yor. Burada Hanefıyye ve Ca'feriyye'nin; CUMA'nın neden bir yerleşim mer*kezinde (şehir veya benzeri bir yer) bir İmam arkasında bir tek cemaat oluş*turmaları gerektiğine dâir ictihadlarının isabeti daha iyi anlaşılmaktadır. Dev*letin resmi görüşü etrafında tebeayı birleştirmek, aralarındaki bağları pekiş*tirmek, bilgi ve bilinç düzeyini yükseltmek, Devlet'in amacını daha iyi an*laması ve benimsemesine imkân tanımak, ezcümle YÖNETENLERLE YÖNETİLENLER arasında en güçlü bağları kurmak ve korumaktır bu toplan*tının amacı. İslâm Devleti'nde gerek Devletin gerekse İslâmî tebeanın AL*LAH'I RAZI ETME İSTİKAMETİNDE katedeceği yolun haftalık durak ve lojistik vakitleridir Cum'a Vakitleri.

Herhangi bir vakit namazını cemaatle kılmak Resulullah (s.a.) tarafın*dan teşvik edilmiş ve 25 ilâ 27 misli sevabı bulunduğu bildirilmiştir. Gerek farz vakit namazları gerekse nafile olarak edâ edilecek herhangi bir nama*zın imamı, bu namazı kılacaklar arasından ve bir takım şartlar (kıraat v.s. gibi) aranarak seçilebilir ve onun arkasında namaz edâ edilebilir iken CUM'A GÜNÜ kılman İKİ REK'AT farz namazın imamı mutlaka resmî sıfatı olan birisi olmalıdır. Zira bu toplantıda Devleti temsil etmektedir. Devlet adına konuşacak (hutbe)tır. Resmî bir beyanâtın güven vericiliğinin ilk şartı ise bu beyanatı verenin resmî kişiliğidir. Bu konuşmayı yapacak kişi rastgele bir imam olmayıp Devlet'i temsil eden İMAM (Devletin başı) olmak gerekmek*tedir. Veya onun tevkil ettiği fakat kendi yerine kâim bir resmî yetkili. Vilâ*yetlerde Devleti Vali temsil ettiğinden mutlaka Vali tarafından Vali'nin fev*kalâde bir meşguliyeti var ise yerine vekil ittihaz ettiği kişinin kıldırması ve bilhassa resmî beyanât anlamındaki HUTBE'yi okuması gerekmektedir. Zi*ra CUMA'daki Hutbe Devletin sesi, tebeasının duyması gereken sesi demektir.

Bu vasıflarıyla Cum'a kılman namaz, hutbe ise bir siyâsî konuşmadır. Ki İslâm Devleti'nin ne dediği anlaşılır bu konuşmadan.

Resulullah (s.a.) zamanında Cum'a Günü okunan hutbe esnasında Müslümanlar Resulullah'a soru sorarlardı. Açıklanmasını istedikleri hususu öğ*renmek isterlerdi. Resulullah'ın sünneti olarak bu tatbikat Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.)'lerin Devlet başkanlıkları günün*de de devam etti. Bilindiği gibi Hutbe için Minbere çıkan Emir'ül Mü'minîn Ömer libn'ül Hattâb'a cemaatin içinden birisi bir gün önce ganimetten her*kese eşit olarak dağıtılan fakat kimseye bir elbise çıkacak kadar olmayan kumaştan üzerinde bir elbise görüp sorması ve Hz. Ömer'in oğluna düşen mik*tar ile birleştirerek o kumaştan bir elbise yaptırabildiğini söylemesi Hutbe sırasında DEVLET TEBEA ilişkilerinin hiçbir rejimde emsaline rastlanamayacak kadar yüzyüze, açık, murakabe edilebilir, hesab sorulabilir olduğunu göstermektedir.

Yaptıklarının hesabını veremeyecek durumda bulunanların, Müslüman*lara başkan oldukları müteakib yıllarda ise Cum'a (Toplantıda)'da konuş*manın yasaklanması başlamış ve günümüze kadar dinin bir gereği gibi sür*dürülüp gelmiştir. Resulullah (s.a.)'ın belki pek gereksiz bir konuyu o kadar insanı meşgul edecek şekilde topluluğun önünde sormaması gerektiğini bu tür bir soru sahibine minberden açıklaması sonrakiler için suistimal edi*lerek kendi emellerinin istikametinde kullanılmış ve Müslüman cemaat (yö*netilenler) susturulmuştur. O gün bugündür de bu suskunluk sanki din sanı*larak sürdürülmekte hattâ nereden çıkarıldığı bilinmeyen bir takım mesnedlerle "Camide (hutbe sırasında) konuşana sus demek bile caiz değildir" de*recesinde kendisinden sevab umulan bir amel olup çıkmıştır. Peygamber'in gününde dinde bulunmayan birşey olması itibariyle de bir BİD'AT'tır ve her bid'at gibi de haramdır bu tutum.

Elbette ki toplantı yerleri (Camiler) herkesin, her kafadan bir ses çıkar*dığı, kimin ne dediğinin anlaşılmadığı yerler değildir. Toplantılar Devletin riyaseti ve İslâmî disiplin içinde yapılırlar. Hutbeler de yine resmi görevliler*ce verilir. Lâkin İslâmi Tebeâ kendini yönetenlere sualleri burada tevcih eder*ler, buralarda içiçeleşir, birleşir, saflarını sıklaştırırlar. Bunun yapılmasında da anarşiye yer vermezler. Belli bir edeb içinde konuşur, sorar, söylerler. Üm*metin söylediklerini dinlemeyen Yöneticide hayır olmadığı gibi, Yöneticisini uyarmayan ümmette de hayır yoktur.

Muaviyye bin Ebi Süfyân Şam'da bilinen yollarla Müslümanlara Emir olduktan sonra bir gün kendisi gibi Resulullah'a VAHİY KATİPLİĞİ de yapmış olan birine der ki: "— Sen Resululah'ın yanında benden fazla bulundun. Bana Ondan bir hadis nakledermisin?" Sorduğu kişi ise kendisine şu hadisi nakleder: "— Şehidlerin efendisi Hamza'dır. Kim câir (zâlim) bir hükümdar zamanında yaşar ve ona hakkı söylediği için onun tarafından öl-dürülürse bu kimse de şehidlerin efendisi Hamza gibidir." Bu hadisi işiten Muviyye nakledene "— Anan ölsün emi! Bula bula bu hadisi mi buldun nak*ledecek!" diye tarizde bulunur. Zira Müslümanların Emirliğini şeriatta hîle varmış gibi hile-i şer'iyye ile ele geçiren ve bu kadarla da kalmayıp, İslâm tarihinde Saltanat (BABADAN OĞULA SULTA'NIN DEVRtJ'm ilk muci*di kendisidir ve bu İlk bid'at'ın sahibidir. Yaptıklarını bildiğindendir ki ken*disine yukarıda nakledilen türden bir hadis nakledilmesi onu rahatsız etmiş ve hoşlanmamıştır.

Camilerde, hutbe esnasında ve giderek hemen her zaman konuşmak işte yaptıklarından gocunanların günlerinde yasaklanmaya başlamıştır ve günü*müze kadar bildiğiniz biçimine bürünerek gelmiştir. Zira Müslümanların tümünün birarada bulunduğu bir zamanda cemaatten birinin yapılan bir yan*lış işi açıkça söylemesi mü'minlerin otoritesini onların da, Allah'ın da razı olmayacağı yollarla ele geçirenle için elbette düşünülemezdi. Yaptıkları yanlışlar kendilerini de aşarak zamanımıza kadar gelenlerin elbette bu yanlışla*rından sorulacaklarını biliyoruz.

Cami (Toplantı Yeri)'de konuşulmaz: Ne demektir bu? Nasıl olur böyle birşey? Olmuştur işte. Allah'tan az korkanların günlerinde bu bid'at işlen*miş, bu cinayet işlenmiş ve günümüze kadar tek tük bazı Müslümanlar bu konuda da seslerini çıkarmışlarsa da sesleri kaybolup gitmiş ve günümüze kadar nicesi gibi bâtıllar, bid'âtlar hak kılığında çıkıp gelmiştir. Dini atala*rından tevarüs eden, atalarından kalanları elden geçirmediği gibi üzerine de birşeyler koyayım endişesi taşımayanlar da böyle şeyleri gerçek din sanarak yaşatmaya azamî gayret gösteregelmişlerdir.

Resulullah (s.a.)'ın zamanında ve onu takib eden kısa da olsa yıllarda CAMİ (TOPLANTI YERİ), özel adı ile MESCİD-İ NEBÎ hemen herşeyin içerisinde konuşulduğu, yabancı (kâfir) ziyaretçilerden elçilere kadar herke*sin kabul edildiği, Ümmet'in kadın erkek hayatı ile ilgili en önemli şeylerin konuşulduğu, dertleşildiği, tedbirlerin alınıp gereğine tevessül edildiği, vel*hâsıl Ümmet'in YÖNETİM YERİ olduğunu da biliyoruz. CAMİLER/MESCİDLER İslâm'da ilk örneğini Peygamberimizde gördüğümüz gibi Devletin İdare Merkezi'dir. Ümmetin hayatının etrafında dönüp durduğu bir mihver*dir. Okuldur, sosyal bir tesistir aynı zamanda. Bir yandan devlet yönetilmek*tedir buralarda, diğer yandan yatacak yeri olmayanların sofasında barındığı bir sosyal tesisdir.

Resulullah (s.a.) ve O’nun halefleri gününde MESCİD'ÜN NEBÎ İslâm Devlet ve Toplum hayatının etrafında dönüp durduğu, tüm yaşamın kendi*siyle ilgisi bulunduğu bir Merkez'di. Devlet yönetiminin Mescidlerden saraylara geçişi Şam'daki yönetimle olmuştur. Her ne kadar bilhassa Hz. Ömer zamanında nüfusu artan, işleri çoğalan, sınırları iyiden iyiye genişleyerek, başka kavimden olanların da girmesiyle büsbütün gerçek cihanşümul niteli*ğine bürünen İslâm Devleti'nin çoğalan işlerinin rahat görülebilmesi için Mescid Yönetim Merkezi kalmak kaydı ile ikinci derecede (Beyt'ül Mâl'in sak*lanması ganimet mallarının muhafazası -dağıtılana kadar- ve diğer ihtiyaç*lar için) binalar da devreye girmişse de MESCİD merkezî önemini korumuş*tur. Benzer uygulamayı Asr-ı Saadet'den motifler taşıyan İran'daki İslâmî Devrim sonrasında da görüyoruz. Bu uygulama bilhassa Toplantı (Cum'a) Günleri kendini bütün heybeti ile göstermektedir. Asgarî 1 milyon Müslümanı Tahran Üniversitesi bahçesinde Cum'a İmâmı olarak ya Devlet Başkanının veya Meclis Başkanının kıldırdığı Cum'a Günü namazında görmek, İslâm'ın ilk yıllarının hafızalarda canlanmasına neden olmaktadır.

Şimdi biz Benî Umeyye'nin sultayı bilinen yollarla ele geçirmesinden sonra yine konumuz olan Toplantı (Cum'a) günü namazlarıyla ilgili neler olup bit*tiğine dâir bazı bilgiler vermeye çalışarak konumuza tarihten ışıklar da tutalım.

İbn Nüceym El Bahr'ür-Râîk isimli eserinde Tabiîn ileri gelenleri (müctehid)'nden İbn Muhacir ve İbrahim Nehâî'nin Benî Umeyye emirlerinin kıl*dırdığı namazlara Cum'a günleri gitmediklerini, evlerinde öğle namazı kıldıklarını anlatmaktadır. Böylesi ileri gelenlerin, yani Müslümanların gözlerinin üzerlerinde bulunduğu böylesi takva sahibi kişilerin Cum'a (Toplantı)'ya iştirak ettirildikleri ve kendilerine "— Biliyoruz siz neden Cum'a'ya gelmiyorsunuz. Bizim yönetimimizi tasvib etmemek anlamına gelen bu ha*reketinize asla müsaade etmeyeceğiz. Sizi sürükleye sürükleye de olsa cema*atın içine götürecek ve orada bulunduğunuzun görünmesini sağlayacağız. Bu*nu döverek, hapsederek de olsa yapacağız!." dediklerini nakleden İbn Nuceym eserinde daha da ileri giderek cemaatın bile Cami'de namaz için top*lanmasına rağmen benî Umeyye'den birinin imamlığa geçtiğini görmeleri üze*rine namaza kalkılmasma rağmen camiyi terkettiklerini de yazmaktadır. Buna engel olmak için o günkü yönetimin cami-mescid kapılarına kolluk kuvvetlerinden kişiler yerleştirdikleri ve cemaatten ayrılmak isteyenleri kırbaçlaya*rak onlara engel olmak istediklerini ve cemaatın buna rağmen camiyi terket*tiklerini de nakletmektedir.

İbrahim Nehîî, İbn Muhacir ve daha başkalarının da aynı şekilde hare*ket ettiklerini, o yönetimde evlerinde öğle namazı kıldıklarını nakletmesi, Cum'a ile ilgili Resulullah günü uygulamalarına uygun düşmektedir. Zira Cum'a (Toplantı) Günü kılınan namazın, irâd olunan hutbenin ve bu amaç*la meydana getirilen Toplantı'nın gerçek anlamını taşımadığı zamanlar -şartlarının bulunmadığı diye fıkıh kitaplarına geçmiştir- Öğle Namazı farziyetini korumakta, fakat Cum'a namazı onun yerini alamamaktadır. Nite*kim Resulullah (s.a.) da Medine'de Müslümanlar Cum'a Günü hutbeli iki rekat farz namazı kılarlarken, kendileri Mekke'de bu imkâna kavuşana kadar aynı günler öğle vakitlerinde öğle namazı kılmaya devam etmişlerdir. Müs*lümanların Resulullah'ın hareketlerinin inceliklerine vukufunu gösteren dav*ranışları, O’nun getirdiği dinin gerçeğine uygun şekilde bilinip, anlaşıldığı, taklidin yaygınlaşmadığı yıllarda onunkine benziyordu. Zira onlar tefhim ede*rek, tefekkür ederek İslâm’ı yaşamaya çalışıyorlar ve bunu da çoğu başarıyordu.

Bilindiği gibi yukarıda adı geçen İbrahim Neheî Ebû Hanife'nin kendi*sinden ders aldığı hocalarından biridir ve önde gelenlerindendir. Ebû Hanife'nin ve diğer müctehid imamların da gerek Benî Umeyye Sultası dönemin*de gerekse Benî Abbas Sultası dönemlerinde Resulullah'ın Allah katından getirdiği dini yaşamaya, onu yaşatmaya çalışmaları karşısında bu yönetim*lerde neler çektiklerini tarih kitapları kaydetmiş ve günümüze kadar da bu bilgiler ulaşmıştır. Meşru' bulmadığı yönetimini tasvib anlamına geleceği ve Müslüman halkın da böyle anlayacağı endişesi ile Abbas Oğulları Emirle*rinden Harun'ur-Reşîd'in kendisine teklif ettiği Kad-ul Kudât (Başkadılık) görevini kabul etmemesi ve bu sebeble hapislerde ömrünü geçirmesi, kırbaç*lanması yine bildiğimiz olaylardandır. Bu olayların geçtiği yıllarda devlet temelinde Allah'ın hükümleriyle hükmedilen bir devlet idi. Buna rağmen yöneticilerde görülen zulüm nitelikli söz, tavır ve uygulamalar karşısında İslâm’ı bilenlerin yukarıda anlatıldığı gibi davrandıklarını görüyor ve günlük ha*yâtımızda bunları örnek hareketler olarak da anıyoruz çoğu kez. Azıcık bu konularda mürekkep yalamış olanların bile İslâm mefahiri olarak mezkûr olayları imrenti içinde naklettiklerine hemen her yerde rastlıyorsunuz.

İslâm Devleti, hukukunun Allah'ın hükümlerinden teşekkül ettiği bir Hu*kuk Devleti idi. İşte yaşadıkları zaman bu hukuka riâyet eder görmedikleri yöneticilerine Müslümanlar yukarıda pek az da olsa verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi davranıyorlar ve yöneticilerini bu hareketleriyle hukuka uy*gun hareket eden yöneticiler olmaya zorluyorlardı. Cum'a'ya (toplantıya) iştirak etmemek de bu cümleden mütaleâ olunuyordu. İslâm Hukuku'nun câri bulunduğu ve temelde uygulamanın bu hukuka uygunluğu söz konusu olduğu dönemlerde bile Hukuka uygun düşmeyen görünüşteki idarenin ta*sarruflarına karşı muhlis-müctehid Müslümanlar böyle davranırlarken, adı geçen hukukun tümden sözünün bile edilmediği, bilâkis mezkûr hukuktan tümüyle vazgeçildikten sonra nasıl hareket edilmesi gerektiği kendiliğinden ve anlaşılır şekilde ortaya çıkıyor değil midir?

Biz, ele aldığımız ve tamamen kaynaklara dayalı olarak vermeye çalıştı*ğımız bilgilerle istedik ki okuyucularımız veya konuyu İslâm Tarihi ve nassların ışığında anlayıp kavramak isteyenler doğru bir muhakeme sahibi ol*sunlar, mes'eleyi gerçeğine uygun olarak bilsinler. Nasıl amel edecekleri konusu ise artık doğrulan bildikten sonra nasıl hareket edileceği ortaya çıktı*ğından tamamen kişilere kalmakta ve basiret ve takvaları ile ilgili bulunmak*tadır. Şunu dileriz elbette ki insanlara doğru ulaştıktan sonra insanlar, kendilerine ulaşan doğrularla amel etsinler. Fakat buna rağmen alışkanlıklarını din edinenler, düşünmeden mukallidlik edenler, babalarını yürür buldukları yolda yürümeyi doğru bilenler her zaman bulunmuştur, şimdi de vardır, belki çoğunluktadır da. Lâkin bu hâl üzere bulunmanın sakıncaları Kur'ân'da defaatle örneklendirilerek kınanmakta ve bu gibiler için Kötü bir yer hazırlandığı'ndan söz edilmektedir, Mü'min olana, imân ettiğinin emirleri istikame*tinde inanmak ve amel etmek düşer ki Allah yine çoğu yerde "Ya Eyyühellezine amenû ve amilüssâlihatü. (Ey imân eden ve sâlih amel işleyenler!)" diye hitab etmektedir.

Müslüman olarak ne aklen, ne de kalben kimsenin kötülüğünü isteyecek ruhsatımız yoktur. Cennet geniştir ve Allah'a, O'nu razı edecek şekilde ina*nanlar ve yine O'nun belirttiği sâlih amelleri işleyenlerin hepsini alacak kapasitededir. Bu sebeble biz de elbette insanların tümünün Allah tarafından belirtilen 'Doğrular' üzerinde bulunmasını diliyoruz. Lâkin bilinmelidir ki yalnız bizim dileyip istememizle kendisi için dilekte bulunduğumuz Cennet'e girici değildir. İllâ ki kendisi de bunu istemelidir. Nitekim Resulullah (s.a.) hayatı boyunca kendisini koruyup, kollayan amcası Ebû Tâlib'in cennete gir*mesini çok istemiştir, hem de vazgeçmeden.. Fakat Ebû Talib de aynı şeyi istemeyince bu gerçekleşmemiştir. Bildiğiniz gibi Peygamber'in kendisine ölüm döşeğinde iken sevgi, merhamet dolu ifadelerle: "— E amcam! Ne olur şu anda bari Allah'tan başka Allah olmadığına ve benim de O'nun kulu ve El*çisi olduğuma imân et!.. İmân et ki Senin için Allah'a yalvarabileyim.." de*miş durmuş fakat amcasının cevabı bize kadar intikal eden bilgilere göre şöyle olmuştur: "Mekke'nin kadınlarının 'Ebû Tâlib ölümden korktu da Müslü*man oldu' demelerinden çekinmese idim, sana iman ederdim."

Görüldüğü gibi tek taraflı istek birşey ifade etmemektedir. Gerçekten biz Müslüman olarak herkesin Cennete girmesini, Allah'ı razı etmesini diliyor. İstiyor ve bunun için uğraşıyoruz. Lâkin kendileri için istediklerimiz de aynı şeyi ister olmadıkça bu gerçekleşemeyecektir. Allah herşeyi bilendir.

Dipnotlar:
(1) İlk Toplantının yapıldığı ve Toplantı Namazı'nın kılındığı mahallin Medine olduğu için bütün İslâm Tarihi kaynaklarına bakınız.
(2) Cum'a (Toplantı) Suresi 62/9
(3) Elmalılı H. Yazır; Hak Dini, Kur'ân Dili, C. 7, s. 4977.
__________________
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Kuran Hatmi ve hatim duası var mıdır? Peygamber Efendimiz ve Sahabeler yapmış mıdır? KuM TaNeSi Soru Cevap Arşivi 1 28 Aralık 2021 10:59
Forumdaki uzun yazıların okunması sevginin_bedeli Serbest Kürsü 10 20Haziran 2015 13:34
Safer ayı bela ayı mıdır?Böyle bir ay var mıdır? TÜRKcan Soru Cevap Arşivi 10 31 Aralık 2013 16:34
Cengiz Han Türk Müdür ve İslam Düşmanı Mıdır? İslam_Güneşi İslami Haberler 1 27 Eylül 2013 11:50
sela verilmesi - Sala nedir? Sela konusunda Diyanet Fetvası KuM TaNeSi Soru Cevap Arşivi 1 11 Şubat 2010 17:22

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.