Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Tefsir Çalışmaları (https://www.forum.medineweb.net/199-tefsir-calismalari)
-   -   TEFSİR DERSLERİ (https://www.forum.medineweb.net/tefsir-calismalari/481-tefsir-dersleri.html)

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 15:28

TEFSİR DERSLERİ
 
Kuran_ I Kerim'in Faziletleri
1.BÖLÜM


Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak Radyo ve Ak Televizyon izleyicileri! Allah hepinizden razı olsun... Sevdiği, razı olduğu işleri yapmayı, ömürlerinizi rızasına uygun geçirmeyi nasib eylesin... Tevfîkını cümlenize refîk eylesin... Cümlenize yardım eylesin... Hepinizi dünyada ahirette mes'ud ve bahtiyar eylesin...


a. Tefsir Dersine Başlarken


Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne asistan olduğum zamandan beri muhtelif camilerde, toplantılarda dînî konuşmalar yapardım. İskenderpaşa camimizde de, Hocamız cennet mekân, Mehmed Zâhid Kotku (Rahimehullàhu rahmeten vâsiah) Hazretleri zamanından beri, onun emri ve işareti ile konuşmalar yapmakta, özellikle Râmûzül-Ehâdis isimli hadis kitabımızdan hadis-i şerifler okumakta idim.

Bunları ve çeşitli yerlerde, çeşitli vesilelerle, çeşitli zamanlarda yaptığım dinî konuşmaların kayda alınabilenlerini zaman zaman sizler izliyorsunuz. Umûmîyetle bunlar hadis üzerine sohbetler tarzında oluyor.

Yayıncı arkadaşlar, bu kez benden Kur'an-ı Kerim'in meâli ve tefsiri üzerinde de konuşmalar istediler, sohbetler istediler. Ben de bu işin ne kadar ciddî bir iş olduğunu, ne kadar önemli olduğunu, ne kadar dikkat istediğini, ne kadar zor olduğunu bilmeme rağmen, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin affına sığınarak, lütfunu umarak, her halde konuşmalarımız bana da faydalı olur, dinleyen kardeşlerime de faydalı olur ve ahiret sevabı kazanmamıza vesile olur diye temenni ederek, dileyerek bu tekliflerini kabul ettim.


Ama bu teklifin yapılmasından sonra iki-üç hafta geçtiği halde, başlayamamıştım. Bu arada, beni sevindiren bir gelişme, bir olay da vuk buldu. Onu anlatmak istiyorum dinleyicilerime:

Berlin'den hâlis muhlis bir kardeşimiz rüya görmüş, bana anlattı: Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendimiz Hazretleri rüyasında ona çok güzel, nurlu, ışıltılı olarak görünmüş. "Tariflere sığmaz güzellikte ve heyecan verici bir durum idi." diyor anlatırken. Hocamız beni kasdederek:

"--Es'ad Kur'an-ı Kerim tefsirini ne yaptı?" diye rüyada o kardeşimize sormuş.

Halbuki o kardeşimiz benim sizlerden bir Kur'an-ı Kerim meal ve tefsir sohbeti talebi ile karşı karşıya olduğumu hiç bilmiyordu, birbirimizden haberli değidik. O zâten uzak bir yerdeydi. Bizim Almanya'da aldığımız mülkün bahçesindeki otları keseyim diye gelmişti, bu rüyayı kendisi anlattı. Hiçbir şeyden haberi yok, bizim böyle bir radyo-televizyon konuşması yapmak istediğimizi bilmiyor. Hocamız rüyada ona buyurmuş ki:

"--Es'ad, Kur'an-ı Kerim tefsirini ne yaptı?"

O da, rüya bu ya:

"--Birinci cildi tamam oldu efendim!" diye cevap vermiş.

Halbuki daha sohbetlere başlamadık. Ama "Birinci cildi tamam oldu efendim!" diye cevap vermiş. Ve tabii bunu da kendi kendine neye dayanarak söylediğini bilemeden, rüyanın güzelliğinden, manzaranın güzelliğinden, Hocamız'ın nûrâniyetinden feyzinden heyecanlanmış ve uyanmış. Bana anlattı, "Böyle bir rüya gördüm hocam, hayırdır inşaallah!" dedi.


Ben anladım tabii. Hocamız, demek ki bu tefsir ve meal konusunda çalışmamı te'yid ediyor, istiyor, rüya yoluyla işaret buyuruyor. İşin gecikmemesini de ikaz ediyor. Yâni bir kaç hafta geçti, ben başlayacağım dedim, başlayamadım seyahatlerim dolayısıyla; rüya yoluyla bana ikaz gönderiyor Hocamız (Rh.A).

Bu işe başlamamın güzel olduğunu, kararımın da isabetli olduğunu böylece kendi kendime anladım ve sevindim. Hocamız nûr içinde yatsın, makàmı daha a'lâ olsun... Ahirete irtihal etmiş olmasına rağmen, rüya âleminden bizlere böyle lütuflar izhar ediyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi, cümlenimizi enbiyâ ve evliyâsının ve hâssaten habîb-i kibriyâsı Muhammed-i Mustafâ'sının iltifat ve şefaatlerine, te'yîdat ve himmetlerine nâil ve mazhar buyursun, sevgili kardeşlerim! Âmîn bi hürmetismihil-a'zâm, ve nebiyyihil-ekrem, sallallàhu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsân ve selleme teslîmen kesîrâ...


İşte böylece güzel vesilelerle bu günden, şu saatten itibaren Kur'an-ı Kerim'in meal ve mânâ-yı münîfi ve tefsiri, açıklamaları üzerine sohbetler yapmaya karar vermiş bulunuyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri tevfîkını refîk eylesin, yardım eylesin... Fâtiha'dan başlayarak intizamlı bir şekilde, ayet atlamadan sonuna kadar Kur'an-ı Kerim'i böyle anlatmayı temenni ediyoruz; Cenâb-ı Mevlâmız itmâmını nasib ü müyesser eylesin...

Aziz ve muhterem dinleyiciler ve seyirciler! Kur'an-ı Kerim'in önemi ve değeri tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Bu hususta selef-i sâlihînimiz, büyük alimlerimiz pek çok eser te'lif eylemişlerdir, Kur'an-ı Kerim'in faziletini anlatan ciltlerle kitaplar yazılmıştır.

Kur'an-ı Kerim, alemlerin Rabbi Allah-u Teàlâ'nın hak kelâmıdır ve biz müslümanlara en muazzam lütfu ve ikramıdır. Çok büyük bir nimettir Kur'an-ı Kerim... Cebrâil'in indirdiği, Cenâb-ı Hak katından Muhammed-i Mustafâsına inzal eylediği, en mukaddes kitabı ve insanlığa tahrifât ve tezvirâtan korunmuş en sonuncu ve en sağlam hitâbıdır. Allah kelâmıdır, en sonuncu ilâhî kitaptır. Bozulmamış ilâhî kitaptır, tahrifâta uğramamıştır, bir harfi bile değişmemiştir. En sağlam hüccettir bizler için...

Onda bizden önceki ümmetlerin halleri, kıssaları, hikâyeleri; bizden sonra dünyanın ve insanların başına geleceklerin, ahiretin, olacak olanların haberi vardır. Hangi dinin, inancın, dünyadaki hangi kavmin ne kusuru olduğu, Allah katında makbul ve doğru inancın nasıl olması gerektiği onda belirtilmiştir. O bakımdan insanlığın kurtarıcısıdır.


O, cennetin nasıl kazanılacağını, cehennemden nasıl kurtulunacağını kesin çizgilerle beyan eder. Allah-u Teàlâ Hazretleri, onu terkedenin kemiklerini kırar, belini kırar. Doğru yolu onun dışında arayanı, bu küstahlığından dolayı dalâlete dûçâr eder. Ona sırt çevireni, cehenneme düşürür. Onu rehber edineni de, cennete götürür.

O, Allah'ın habl-i metîni, nûr-u mübîni, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmidir. Bu kelimeler hadis-i şeriflerden alınmıştır. Habl-i metîn, kuvvetli ipi demek. Yâni çukura düşmüş bir insanın sarılıp da ordan çıkartılmasına, kuyuya düşmüş bir insanın çıkartılmasına sebep olan kuvvetli bir ip gibi. Nûr-u mübîni, ortalığı aydınlatan nurudur. Zikr-i hakîmi, hikmet dolu zikridir. Ve sırât-ı müstakîmidir, yâni Kur'an yolu Allah'ın doğru yoludur.


Kur'an-ı Kerim zenginliktir, hazinedir. Rehber ve kılavuzdur. Deva ve şifâdır. Şefaati makbul bir şefaatçidir. Allah katında yerler ve göklerden ve onların içindeki tüm varlıklardan daha sevgili ve daha sevimlidir Kur'an-ı Kerim. O hidayet güneşidir, kurtuluş vesilesidir. O başlara tâc, dertlilere ilâçtır. Gözlere nûr, gönüllere sürûrdur.

Onu öğrenen, öğreten, okuyup ahkâmını uygulayan kimseyi bizzat Rasûl-ü Ekrem ve Nebiy-yi Muhterem SAS Hazretleri elinden tutup, ona delil olup cennete sevkedecektir. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bizzat kendisi böyle vaad etmiştir. İslâm'ın korunması, imanın ve itikàdın sapıtmaması, fikirlerin darmadağın dağılmaması ondandır, onunladır, insanlar ona sarıldığı zamandır.

Onu bilen ileriye gider, maddeten ve mânen yüksek derecelere yükselir. Onu uygulayan Allah'ın rızasına erer, büyük mükâfatlar kazanır. Onunla hükmeden adâletle hükmetmiş olur. Adâlet işlemiş olur. Ona sımsıkı sarılan fitnelerden korunur ve kurtulur. Onda derinleşen, ulûm-u evvelîn ve âhîrîne kavuşur.


b. Kur'an'a Tâbi Olan Sapıtmaz


Onunla ilgili bizzat Peygamber SAS Efendimiz'den pek çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. İlk önce bu hadis-i şeriflerle Kur'an-ı Kerim'in fazâilini size ifade etmek istiyor, hadis-i şerifleri izah ederek, böylece de hadis derslerini yaparken, Kur'an-ı Kerim derslerine geçerken hadis-i şerifleri köprü ve aracı ve vesile yapmış oluyoruz.

Peygamber SAS bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:


RE. 144/5 (İnnî târikün fîküm es-sakaleyn, kitâballah, azze ve celle) --ve muhtemelen bir cümle arada 've itretî' olacak-- (men etbeahû kâne alal-hüdâ ve men terekehû kâne aled-dalâleh.)

Bu hadis-i şerif ve benzerlerinin farklı kelimelerini de izah ederek farklı kelimelerini de izah ederek yine açıklayacağım, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(İnnî târikün fîküm) "Ben, benden sonra sizin aranıza bırakıyorum..." (es-sakaleyn) Burda sakaleyn, "Yâ eyyühes-sakaleyn! Ey İnsanlar ve cinler!" mânâsına gelir diye izah etmiş bazı alimler. Bazıları da sakaleyn, birisi Kur'an-ı Kerim, birisi de itretî, yâni "ehl-i beytim" mânâsına gelir diye tefsir edenler açıklayanlar olmuş.

Bu sakaleyn ikinci mânâya ise, bırakılan şeylerden bir tanesi (kitâbullah, azze ve celle) "Aziz ve celil olan, âlemlerin Rabbi Allah'ın kitâbı. Onu bırakıyorum size. Onlar, âyetler vahyedilmiş, tesbit edilmiş. Ben ahirete göçüyorum ama onlar sizin aranızda kalıyor." (Men tebiahû) Burdaki hû zamiri Kur'an-ı Kerim'e gidiyor: "Kim Kur'an-ı Kerim'e tâbi olursa; (kâne alel-hüdâ) hidayet üzere olur, doğru yol üzere olur. Hidayet yolundan ayrılmamış olur. (Ve men terekehû) Kim de Kur'an'ı terkederse; (kâne aled-dalâleh) dalâlet üzerine olur."


c. Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt


Bu mânâya yakın başka hadis-i şerifler de var. Meselâ, buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:


RE. 144/6 (İnnî ûşikü en ud'â feucîb) "Yakın bir zamanda, ben Allah tarafından ahirete davet olunacağım ve o davete icâbet edeceğim. Yâni, aranızdan ayrılacağım, ahirete irtihal edeceğim. (Ve innî târikün fîküm es-sakaleyn) Ve ben sizin aranıza ey sakaleyn, ey insanlar ve cinler; veyahut, sakaleyn diye iki şey bırakıyorum. (Kitâballah) Bunlardan birisi Allah'ın kitabıdır; (ve itretî) diğeri de benim itretimdir."

(Kitabullàhi hablün memdûdün mines-semâi ilel-ard) Allah'ın kitâbı, sanki semâdan yer yüzüne sarkıtılmış uzun bir kurtuluş ipi gibidir. (Ve itretî) İtretim de (ehli beytî) benim evimin ahâlisidir, sülâlemdir, evlâdlarımdır.

(Ve innel-latîfel-hâbîra habberanî) Lâtîf ve habîr olan, her şeyi bilen Allah-u Teàlâ Hazretleri haber verdi ki, (ennehumâ len yefterikà hattâ yeridâ aleyyel-havd) Havz-ı Kevser'in başında bana kavuşacakları zamana kadar, bu ikisi birbirinden asla ayrılmayacaklar, ayrı düşmeyecekler. Yâni Kur'an-ı Kerim'le benim itretim beraber olacak, ayrı düşmeyecekler.

(Fanzûrû keyfe tahlüfûnî fîhimâ) Bakın kendinize dikkat edin, benim geride bıraktığım bu iki güzel kıymetli şey hususunda benim arkamdan neler yapacağınıza bakın! Yâni hatâ etmeyin, Kur'an'a ve itretime sımsıkı sarılın!"


d. Kur'an'a ve Sünnete Sarılın!


Başka bir hadis-i şerif:



RE. 250/8 (Terektü fîküm) "Ben sizin aranıza bıraktım ki, yâni ahirete göçmeden evvel bırakmış oluyorum ki (mâ len tedillû ba'dî ini'tesamtüm bih) Eğer ona sımsıkı sarılırsanız, asla dalâlete düşmeyeceğiniz şeyler bıraktım; (kitâballah ve itretî) yâni, Allah'ın kitabı ve itretim. (Ve itretî ehli beytî) Benim itretim, ehl-i beytimdir."

Bu, Hatib-i Bağdâdî tarafından Câbir RA'dan rivâyet edilmiş. Bundan önceki hadis-i şerifleri Ahmed ibn-i Hanbel, İbn-i Abdil-Ber, İbn-i Sa'd ve diğer kaynaklar Ebû Said el-Hudrî Hazretleri'nden rivayet etmişler.

Aynı mânâyı ifade eden bir tanesini daha okuyayım. Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş:




RE. 339/5 (Kitâbullàhi ve sünnetî len yeteferraka) --bir rivâyette de lem yefterikà-- (hatta yeridâ aleyyel-havd) "Allah'ın kitabıyla benim sünnetim ayrılmayacaklar birbirlerinden. Birbirlerinden farklılaşmayacaklar, bana havzın başında kavuşuncaya kadar..."

Burdan anlaşılıyor ki, burda sünnetî kelimesi kullanılmış. Bu itretî sünnetim mânâsına da gelebilir. Ehl-i beytim demek olursa; Peygamber SAS Efendimiz'in sülâle-i tâhiresinden, hep Allah'ın mübarek kulları gelecek, onlar Kur'an-ı Kerim'i anlatan, Kur'an'dan ayrılmayan, dinin güzelliklerini, özelliklerini dosdoğru anlatan insanlar olacak demek olur.

Demek ki Peygamber Efendimiz ahirete irtihal ettikten sonra, bizim sarılacağımız şeylerden birisi Kur'an-ı Kerim'dir. Burda Peygamber Efendimiz hararetle tavsiye etmiş, "Buna sımsıkı sarılın!" diye. Kur'an-ı Kerim'e sarılmamız gerektiğini, onun mealini, tefsirini, ahkâmını öğrenmemiz gerektiğini gösteren hadis-i şeriflerden olduğu için okumuş oldum.


e. Kur'an Ehlinin Şefaati


Bir başka hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 438/1 (Men karaael-kur'âne fehafizahû vestazherahû ve ehalle halâlehû ve harrama harâmehû edhalahullàhül-cennete ve şeffeahû fî aşretin min ehli beytihî küllühüm kad istevceben-nâr.) Bu Tirmizî'de, İbn-i Mâce'de, İbn-i Asâkir'de, İbn-i Adiy'de Hazret-i Ali Efendimiz'den ve Hâtib-i Bağdâdî'de de Hazret-i Aişe Validemiz'den rivayet edilmiş. Bu hadis-i şerif de Kur'an'ı medheden hadislerden, okumak istediğim hadislerden birisi. Mânâ-yı münîfi, meâl-i şerifi şöyle:

(Men karaael-kur'âne) Kim Kur'an-ı Kerim'i okuduysa, (fehafizahû) ve onu hıfzettiyse, yâni ezberlediyse, veyahut ahkâmını bellediyse, (vestazherahû) onu ortaya koyduysa..." Ortaya koymaktan maksad, uygulamak demek. Zuhûra getirdiyse, yâni uyguladıysa demek; veyahut zahr kelimesinden, insanın sırtı mânâsına, yâni yüklendiyse sırtına, yâni bunun ahkâmını kabul edip, sırtına alıp, ben bunları taşıyacağım, dediyse. Uygulamak mânâsına her ikisi de.

(Ve ehalle halâlehû) "Kur'an'ın içinde helâl denilen şeyleri helâl bellediyse; (ve harrama harâmehû) haram dediği şeyleri haram bellediyse, helâllerden nimetlendi, istifade etti ve haramlardan kaçındıysa; (edhalahullàhül-cenneh) Allah onu cennete dahil eder, sokar; böyle Kur'an'a sarıldığı, onu hıfzettiği, uyguladığı için. (Ve şeffeahû fî aşretin min ehli beytihî) Ailesi etrafından on kişi hakkında ona şefaat selâhiyeti, hakkı verir. (Küllühüm kad istevceben-nâr) Hepsi cehennemi hak etmiş olan on tane ehl-i beytinden kişiyi cehenneme düşmekten bu Kur'an ehli kurtarır. Cehenneme girecekken Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne niyaz edince, 'Sen ehl-i Kur'ansın' diye, o cehenneme düşecek olanlar onun şefaatiyle kurtulur."

Şimdi buradan ne anlıyoruz? Hiç olmazsa çocuklarımızdan böyle hıfzı kuvvetli olan, Kur'an öğrenebilecek olan bir tane, iki tanesini din ilmine, Kur'an ilmine ayırmamız lâzım! Ben bazı kardeşleri, bazı talebelerimi hatırlıyorum, hoca talebelerimi hatırlıyorum. Çocuklarının hepsini, kız-erkek hafız yaptılar. Ne mutlu onlara!..


f. Kur'an'ı Öğrenen Cennete Gider


Diğer bir hadis-i şerif:




RE. 170/2 (Elâ men teallemel-kur'âne ve allemehû, alime mâ fîhi feene lehû sâikun ve delîlün illel-cenneh) Bu da İbn-i Asâkir'in Enes RA'den rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif:

(Elâ) "Dikkat ediniz, uyanınız ki kim Kur'an-ı Kerim'i teallüm ederse, öğrenirse; (ve allemehû) ve öğrendiğini başkalarına nakleder, öğretirse; (ve alime mâ fîhî) ve Kur'an-ı Kerim'in içindeki ahkâmı öğrenir, dini öğrenirse; (fe ene lehû sâikun ve delîlün ilel-cenneti) ben onun cennete sevkedicisiyim ve deliliyim." Yâni, "Onu, tutacağım elinden, cennete götüreceğim, cennetin yolunda kılavuzluk edeceğim ve cennete ulaştıracağım!"

Bu da yukarıdaki hadis-i şerifle beraber ehl-i Kur'an'ın cennetlik olacağının gösteren hadis-i şeriflerden.


g. Kur'an-ı Kerim Zenginliktir


Diğer bir hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 227/6 (El-kur'ânu gınen lâ fakre ba'dehû ve lâ gınen dûnehû) Enes RA'den Hatib-i Bağdâdî, Taberânî ve diğer kaynaklar, İbn-i Abdil-Ber rivayet etmişler.

Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifinde Kur'an-ı Kerim için buyuruyor ki:

(El-kur'ânu gınen) "Kur'an-ı Kerim zenginliktir, (El-kur'ânu gınen) zenginliktir. (Lâ fakra ba'dehû) Onu elde ettikten sonra fakirlik yoktur onun sahibine. Yâni maddeten, mânen o ağniyâdan, çok zenginlerden olur. (Ve lâ gınen dûnehû) O olmadığı zaman da, insanın zenginliği yoktur. Yâni maddî zenginliğin önemi yok. Kur'an'ı bilmiyorsa bir insan o zengin değil demektir, fakir demektir." Demek ki Kur'an-ı Kerim maddeten ve mânen zenginliktir.


h. Kur'an-ı Kerim Şifâdır


Diğer bir hadis-i şerifte:


RE. 227/8 (El-kur'ânü hüved-devâ') Ebû Nasr ve Kudâî, Ali (RA ve kerremallàhu vecheh) Efendimiz'den rivayet eylemiş: "Kur'an-ı Kerim devanın ta kendisidir, şifanın ta kendisidir."

Kur'an-ı Kerim fikrî hastalıklara, îtikàdî hastalıklara, kalbî, mânevî hastalıklara şifâ olduğu gibi, --çünkü ayetleri hakikatleri isbat ediyor, yanlış fikirlere, günahlara sahip olan insanları doğru yola çekiyor-- maddeten de şifâdır. Kur'an-ı Kerim sûreleri, ayetleri okunduğu zaman, hasta olan insanların maddî hastalıklarına da şifâdır.

Bunun İslâm tarihinde de ve günümüzde çok misalleri vardır. Sırf Yâsin okunduğu için, kırk bir Yâsin, beşyüz Yâsin okunduğu için yıllardır çoluk çocuğu olmayan zürriyetsiz insanlar, kısır insanlar çoluk çocuk sahibi oluyor. Doktorların ümid kestiği insanlar, ölüme götürücü hastalığa tutulmuş insanlar şifâ buluyor. Kolu bacağı kesilecek insanlar şifâ buluyor. Yâni maddî bakımdan da şifâ olduğu, mânevî bakımdan da Kur'an-ı Kerim'in şifâ ve ilâç ve devâ olduğu ispatlanmış ve denenmiş, görülmüş bir husus.


i. Kur'an-ı Kerim Şefaatçidir


Diğer bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 227/9 (El-kur'ânu şâfiun müşeffaun ve mâhilun musaddakun men cealehû emâmehû kàdehû ilel-cenneh ve men cealehû halfe zahrihî sâkahû ilen-nâr) Taberânî, Hulvânî, İbn-i Mes'ud RA'dan; İbn-i Hibban ve diğer kaynaklarda Câbir RA'den rivayet etmişler:

(El-kur'ânu şâfiun) "Kur'an-ı Kerim şefaatçidir." Ama nasıl şefaatçi? (şâfiun müşeffaun) "Şefaati kabul olunan, şefaat ettiği zaman şefaatine itibar edilen, şefaati kabul buyrulan bir şefaatçidir. Kur'an-ı Kerim şefaat edecek. (Ve mâhilun musaddakun) "Ve söylediği sözler tasdik edilen, sözü muteber bir varlıktır."

(Men cealehû emâmehû) "Kim Kur'an-ı Kerim'i önüne alırsa, yâni kendisine rehber edinirse, Kur'an'in Kerim'in ardından giderse; (kàdehû ilel-cenneh) Kur'an-ı Kerim onu peşinden sürükler, kılavuzluk eder, cennete götürür. (Ve men cealehû halfe zahrihî) Kim onu sırtının arkasına koyarsa, arka tarafına atarsa, yâni Kur'an'a sırt çevirirse, yâni Kur'an-ı Kerim'i öğrenmezse, dinlemezse, anlamazsa, Kur'an üzerinde çalışmazsa; o zaman, (sâkahû ilen-nâr) Kur'an-ı Kerim onu cehenneme iter, cehenneme sevkeder. Kur'an-ı Kerim'e sırt döndüğü için, cehenneme düşer."


Diğer bir hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz Ebû Hüreyre RA'den Ebû Nuaym El-İsfahânî'nin rivayet ettiğine göre Kur'an-ı Kerim'i şöyle metheylemiş:



RE. 453/2 (Ni'meş-şefîül-kur'ânu lisàhibihî yevmel-kıyâmeh, yeklu: Yâ rabbi ekrimhü! Feyülbesü tâcül-kerâmeh, sümme yeklü: Yâ rabbi zidhu! Feyüksâ kisvetel-kerâmeh, sümme yekûlü: Yâ rabbi zidhu irda anhu! Feleyse ba'de rıdallàhi şey')

Güzel, memnun olacağınız bir müjde var burada. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Ni'meş-şefî', el-kur'ânu lisàhibihî) "Kur'an ehline, Kur'an'a sahip olan insana kıyamet gününde ne kadar güzel bir şefaatçidir, ne kadar uygun bir şefaatçidir, ne güzel bir şefaatçidir Kur'an-ı Kerim!" Nasıl şefaat edeceğini bildiriyor:

"Kur'an-ı Kerim, kendisine sahip olan, ehl-i Kur'an olan, kendisini öğrenmiş olan, ezberlemiş olan ehl-i Kur'an'dan olan sahibini, arkadaşını Allah'ın huzuruna çekerken, (yâ rabbi ekrimhu) 'Bu kuluna ikram eyle yâ Rabbi!' der. (Feyülbesü tâcül-kerâmeh) Bunun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri o Kur'an ehli olan zâta, o insana, o kişiye, âdemoğluna, Kur'an'ın şefaati üzerine başına kerâmet tâcı giydirir.


(Sümme yeklü yâ rabbi zidhu) Sonra Kur'an-ı Kerim Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne yalvarmaya, niyaz etmeye devam eder:

'--Yâ Rabbi, daha çok mükâfat ver! Mükâfatını daha da artır yâ Rabbi! İkram yönünden, mükâfatça onu daha da ziyâde eyle yâ Rabbi!' diye tekrar ricâ eder.

(Feyüksâ kisvetel-kerâmeh) Ve bu zâtın eynine, sırtına kerâmet elbibesi giydirilir. Başına kerâmet tâcı takılır. Eynine, sırtına da keramet hırkası, elbisesi giydirilir.

(Sümme yekûlü yâ rabbi zidhu) Sonra Kur'an-ı Kerim gene durmaz, gene şefaat etmeye, niyaz etmeye devam eder, der ki:

"--Yâ Rabbi arttır ikramını bu kuluna, arttır yâ Rabbi! (İrda anhu) Razı ol bu kulundan yâ Rabbi" der.

(Feleyse ba'de rıdallàhi şey'un) diyor Peygamber Efendimiz sonunda. Yâni "Allah o kulundan râzı olur. Allah'ın râzı olmasının ötesinde de daha mükâfat olmaz. Allah kulundan razı oldu mu, ne mutlu o kula. Çünkü en yüksek mükâfatı almış olur."

İşte ne kadar güzel şefaatçidir Kur'an-ı Kerim! O halde Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılalım. İşte orda kütüphanemizin rafında duruyor. Öpüp başımıza koyalım ve Kur'an-ı Kerim'e çok çalışalım!


j. Kur'an-ı Kerim Allah'ın İpidir


Diğer bir hadis-i şerife devam ediyorum, bu hadis-i şerifler şevkinizi artırsın, gözümüzden perdeleri kaldırsın da Kur'an-ı Kerim'e daha iyi sarılalım diye sevgili kardeşlerim:



RE. 7/4 (Ebşirû e leyse teşhedûne en lâ ilâhe illallah, ve ennî rasûlüllah, feinne hâzel-kur'âne sebebun tarafuhû biyedillâhi ve tarafuhû bieydîküm fetemessekû bihî feinneküm len tadillû ve len tehlekû) Bu da bir çok kaynaklarda var, mevcut. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:

(Ebşirû) "Müjdelenin, müjdeler olsun size, ne mutlu size!" diye böyle bir müjdelenme kelimesiye başlamış sözüne. (E leyse teşhedûne en lâ ilâhe illallah, ve ennî rasûlüllah) "Siz Allah'tan başka tanrı, ma'bud, ilâh olmadığına ve benim onun rasûlü olduğuma şehadet eden kimseler değil misiniz? Buna inanan insanlarsınız. İşte size müjdeler olsun ki; (feinne hâzel-kur'âne sebebun) bu Kur'an-ı Kerim bir iptir, (tarafuhû biyedillâhi) bir ucu Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yed-i kudretinde, elinde; (ve tarafuhû bieydîküm) o ipin bir ucu da sizlerin elinde..."

Sebep, Arapçada ip demek. Kazıklar arasına gerilen ipe sebep derler, kazıklara da veted derler. Asıl mânâsı, yâni Bedevî lisânında ip demek.

"Kur'an-ı Kerim bir ip gibidir, bir ucu Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin elinde, bir ucu sizlerin elinde. (Fetemessekû bihî) O halde Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı yapışınız, (feinneküm len tadillû ve len tehlekû) böyle yaparsanız dalâlete düşmezsiniz ve helâk olmazsınız." buyuruyor Peygamber SAS Efendimiz. Kur'an'a ipe sarılır gibi, kurtuluş ipine sarılır gibi sımsıkı sarılmayı tavsiye buyuruyor.


İki hadis-i şerif daha okumak istiyorum, bu fazîlet-i Kur'an üzerine, fazâil-i Kur'an üzerine çok kitaplar yazılmıştır. Alimler çok güzel deliller göstermişlerdir ama bunlar bir numûne olsun diye, benim seçtiklerim... Bir hadis-i şerifinde de El-Hakim ibn-i Ümeyr'den Ebû Nuaym'ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 227/11 (El-kur'ânu sa'bun müsta'sabun alâ men kerihehû, ve müyesserun alâ men tebiahû, vehüvel-hakem; ve hadîsî sa'bun müsta'sabun ve hüvel-hakem; femenistemseke bihadîsî ve fehimehû ve hafizehû câe meal-kur'ân; ve men tehâvene bil-kur'ân, ve bihadîsî hasired-dünya vel-âhireh.)

(El-kur'ânu sa'bun) diyor Peygamber Efendimiz, "Kur'an-ı Kerim zordur, (müsta'sabun) yâni zor gelen, zor bulunan, aslında öyle olmadığı halde zor olduğu hissedilen, anlayışı zor olan bir varlıktır Kur'an." Ama kime karşı? (Alâ men kerihehû) "Onu sevmeyen, onu istemeyen kimseye karşı zordur. Anlatmaz, anlattırmaz kendisini. Sevmeyen insan Kur'an'ı anlayamaz, Kur'an-ı Kerim ona anlaşılmaz yâni.

(Ve müyesserun alâ men tebiahû) Ve kendisine tâbi olana da Kur'an-ı Kerim kolaylaştırılır, yâni mânâsı açılır önünde, mânâlar gönlüne doğar ve anlar. İnanmayan anlamaz, inanana açılır ve kolaylaştırılır. (Ve hüvel-hakem) Ve Kur'an-ı Kerim hâkimdir, hükmedicidir, Hak ile bâtılın arasında hâkimdir ve kişinin değerinin mahkeme-i kübrâda kararlaştırılmasında da hakemdir."


Kur'an-ı Kerim'in böyle olduğunu duyurduktan sonra Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: (Ve hadîsî) "Benim sözlerim, hadis-i şeriflerim de, (sa'bun müsta'sabun) zordur, zor gelir insanlara; zor gibi görünür."

İstemeyene zor gelir demiyor, isteyene kolaylaştırılır demiyor ama, aynı mânâyı burda da düşünebiliriz. "Hadis-i şerifler de zor gelir bazı insanlara... Sevmeyen insanlara, anlaşılmaz gelir, birbirine zıd gibi gelir ama, ona tâbi olanlara mânâları açılır, inceliklerini onu seven insanlar sezerler. (Ve hüvel-hakem) Kur'an-ı Kerim gibi hadis-i şerifler de hâkimdir, hakemdir. İnsanın ahirette mükâfatının verilmesinde veya cezâsının verilmesinde göz önünde bulundurulacaktır." Kur'an'a uyan, sünnete uyan necat bulacaktır, ötekiler helâk olacaktır. O bakımdan hakemdir. Hadis-i şerifler de hakemdir, Kur'an-ı Kerim de hakemdir.


(Femenistemseke bihadîsî) Kim benim hadis-i şerifime sımsıkı sarılırsa (ve fehimehû) ve bunu anlarsa (ve hafizehû) ve hadisimi hıfzederse..." Burdaki hıfzdan maksat, yâni "Ahkâmına riâyet ederse, sünnetime riâyet ederse (câe meal-kur'ân) Kur'an-ı Kerimle birlikte gelir, Kur'an-ı Kerime kavuşur, onunla birleşir."

Yâni Kur'an-ı Kerim'i anlamanın yolu, Kur'an-ı Kerim ehli olmanın yolu, Kur'an-ı Kerim'in mânâlarının mânevî bakımdan bir insana açılmasının yolu, Peygamber Efendimiz'in sünnetini öğrenmesi, tanıması, sevmesi ve sünnetine riâyet etmesidir.

Bu da bizim yolumuzun güzel olduğunu gösteriyor. Evliyâullah büyüklerimizin güzel yol gösterdiğini gösteriyor. Bizi terbiye etmek için hadis kitapları te'lif etmişler, "Bunları okuyun!" demişler. Bizim dergâhımızda Râmuzül-Ehâdis okunuyor. Tabii bunları okuyunca insan Kur'an-ı Kerim'le de bütünleşecek, Kur'an-ı Kerim'i de güzel anlaması mümkün olacak.


Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerine, bazı kalbinde eğrilik olan, hastalık olan insanlar özellikle müteşâbih ayetlere yanaşıp, onları kendi keyiflerine göre te'vil edip, ondan sonra dalâlete düşmüşlerdir. Misâl olsun diye söylüyorum. Meselâ:




(Ve'büd rabbeke hattâ ye'tiyekel-yakîn) "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" diye emrediliyor Kur'an-ı Kerim'de. Yakîn iki mânâya geliyor. Tabii lügattan açılırsa bir kelimenin pek çok mânâsı olur. Bizim Avrupalı bir profesörümüz vardı üniversitedeyken: "Talebe dil öğrenirken, yabancı dilden bir metni çözerken lügate bakar. Lügatte beş altı, sekiz on, üç beş mânâ görür ve en yanlışını seçer." derdi.

(Ve'büd rabbeke hattâ ye'tiyekel-yakîn) "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" Yakìnin bir mânâsı şeksiz kanaat, tereddütsüz, şüphesiz inanç ve kanaat demek. Yâni, "Sana bu inanç, kanaat gelinceye kadar ibadet et, ondan sonra ibadeti bırak!" mânâsını çıkarmış bazı zındıklar; namazı, niyazı, orucu, haccı terketmeye kalkışmışlar.

Halbuki Kur'an-ı Kerim bazen, başka ayetlerinden bu ayetinin anlaşılmasına malzeme verir, işaret verir. Kur'an ayetlerini, bazı diğer Kur'an ayetlerini tefsir eder. Öbür ayetlerde hem Allah: "Namaz kılın, oruç tutun, ibadet edin!" diyor, hem de "İyi bir müslüman olunca, yakìn gelince ibadeti bırak!" der mi?.. Demez.

O zaman yakînin bir başka mânâsı var. Evet, o mânâyı bir başka ayet-i kerimede görüyoruz. Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor ki, kâfirler cehenneme atıldıkları zaman melekler onlara:

"--Siz ne yaptınız da buraya düştünüz, size peygamber gelmedi mi, Kur'an gelmedi mi, size bu cehennemin varlığı hiç bildirilmedi mi? Ne şaşkınlık ettiniz de buraya düştünüz?" diye sordukları zaman, onlar diyecekler ki:

"--Peygamberler bize geldi, bize bunları anlattı, biz onları reddettik. Biz onları tekzib ettik,




(Hattâ etânel-yakìn) "Nihayet bize yakîn geldi, yâni hayat bitti, öldük gittik. Onun için böyle cehenneme düştük." diye bildirecekler.

Bu ayetten de görüldüğü gibi yakîn, herkesin başına geleceği kesin olduğu için, ölümün adıdır. Yâni yakîn kelimesinin bir mânâsı da ölümdür. "Ölümün gelinceye kadar ibadet et!" demek. Ama onu anlamıyor.

Demek ki Kur'an-ı Kerim'i ayetler tefsir eder, hadis-i şerifler tefsir eder. "Hadis-i şerifime sarılan, Kur'an-ı Kerim'le bütünleşir." diyor Peygamber Efendimiz. Burada müjdeyi veriyor. Hadis-i şerife sarılan, onu anlayan ve onu uygulayan Kur'an-ı Kerim'le bütünleşir.


Hadis-i şerifin devamına geçiyorum:



(Ve men tehâvene bil-kur'âni) "Kim Kur'an-ı Kerim'i hafife alırsa, önemsemezse; (ve bihadîsî) benim hadis-i şeriflerime değer vermez, onları hafife alırsa, (hasired-dünya vel-âhireh) dünyada ahirette hüsrâna uğrar, dünyası, ahireti ziyan dolar, iki cihanda hüsrana uğrayan, zarar eden, cezâ çeken kişi olur." diyor Peygamber SAS.

Demek ki, "Kur'an-ı Kerim Allah'ın sevgili, mübarek kullarına kolaydır, sünnet-i seniyyeye uyan, hadis-i şerifleri bilen kullarına kolaydır. Ama istemeyen, sevmeyen, hafife alan kimselere mânâlarını açtırmaz, anlattırmaz, kalbine imanı verdirmez. Böylece onlar Kur'an-ı Kerimi anlayamazlar, sevemezler, dünya ve ahiretleri harab olur." diye bildiriyor.


k. Allah'a En Sevimli Varlık


Bu günkü sohbetimi şu hadis-i şerifi okuyarak bitirmek istiyorum; Peygamber Efendimiz Ebû Nuaym el-İsfahânî'nin İbn-i Amr'dan --herhalde Abdullah ibn-i Amr ibnül-Âs RA olmalı-- rivâyet olunduğuna göre buyurmuş ki:




(El-Kur'ânu ehabbu ilâllàhi mines-semâvâti vel-ardi ve men fîhinne) "Kur'an-ı Kerim Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne göklerden ve yerden ve göklerdeki, yerlerdeki bütün varlıklardan, zenginliklerden, nimetlerden, her şeyden daha sevimli ve daha sevgilidir."

O halde Allah'ın sevdiği, en sevimli varlık olan Kur'an-ı Kerim'e, inşaallah bundan sonra daha çok değer vereceğiz.


Biz de bu dersimizle Kur'an-ı Kerim'in açıklanmasına, tanıtılmasına, mânâsının ve ahkâmının öğretilmesine yayınlarımızda başlamış olduk. Bundan sonraki sohbetimde --Allah sağlık, afiyet verir, imkân verirse-- Kur'an-ı Kerim hakkında genel bilgiler, tanıtıcı bilgiler vermeye devam ettikten sonra, eûzü besmeleden başlayıp, Fâtihâ'dan başlayıp Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini sonuna kadar, ömrümüz oldukça, Allah fırsat verdikçe anlatmaya devam edeceğiz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri lütfeylesin, yardım eylesin, tevfîkini refîk eylesin... Mânâsını anlamayı nasib eylesin... Doğru ve güzel söylemeyi, açıklamayı, tefsir etmeyi nasib eylesin... Söyleyeni de, dinleyeni de büyük sevaplara mazhar eylesin; cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Allah hepinizden râzı olsun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak Televizyon seyircileri!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


29. 09. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 15:34

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 

KUR'AN-I KERİM'LE İLGİLİ BİLGİLER
2,BÖLÜM


Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!

Aziz ve muhterem Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri! Kur'an-ı Kerim meali sohbetlerimizin ikincisine başlıyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri Fâtiha'dan başlayıp Kur'an-ı Kerim'in sonundaki Muavvizeteyn'e kadar izahları sıhhatle afiyetle yapmayı, tamamlamayı nasîb eylesin...

Bu ikinci konuşmamda, Kur'an-ı Kerim üzerine açıklamalara başlamadan önce, bazı ön bilgileri sizlere sunmayı düşünüyorum.

Kur'an-ı Kerim, yeri göğü yaratan, insi cinni var eden, alemlerin rabbi Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kelâm-ı kadîmidir. Bu bakımdan son derece önemlidir, konu son derecede ciddîdir.


Allah-u Teàlâ Hazretleri lütfuyla, keremiyle, rahmetiyle, insanoğlunu yarattığı zamandan beri rehbersiz, irşadsız bırakmamıştır. İlk insan Adem AS, aynı zamanda ilk peygamberdir.

Asırlar boyunca insanoğulları var oldukça, yaşadıkça, onlar doğru yolu görsünler, bulsunlar, iyi kulluk yapsınlar; birbirleriyle insânî münâsebetleri güzel olsun, hem dünyaları hem ahiretleri ma'mur olsun diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri nice mübarek kullarını, seçkin kullarını, yüksek kullarını, pür-nûr kullarını peygamber göndermiştir.

Bu peygamberlerin evveli Hazret-i Adem Atamız AS'dır. İbrâhim AS o peygamberlerin tanıdıklarımızdan, Kur'an-ı Kerim'de hakkında bilgiler verilen mübareklerinden birisidir. Nuh AS, sevdiğimiz peygamberlerimizden bir tanesidir. Mûsâ AS, Hârun AS sevdiğimiz peygambelerdendir. İsâ AS sevdiğimiz peygamberlerdendir.

Bu peygamberlerin sonuncusu ahir zaman peygamberi, efendimiz, serverimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ SAS'dir.


İslâm o kadar güzel ki, bütün insanlığı kucaklıyor. Bütün insanların büyük çoğunluğunun inandığı mübarek kimselerin mübarek olduğunu, kutsal olduğunu, iyi olduğunu bildiriyor ve biz onları seviyoruz. Ne kadar güzel...

Mûsâ AS'ı seviyoruz, İsâ AS'ı seviyoruz. Mûsâ AS'a indirilen vahiylere, İsâ AS'a indirilen vahiylere iman etmişiz. Ne kadar güzel!..

Ama başka dinlerin mensupları hem birbirleriyle çekişme içindeler, hem de bizim peygamberimize inanmadıkları için çok büyük bir hatâ işlemiş oluyorlar. Çünkü Adem AS'ı yaratan ve asırlar boyu nice peygamberler gönderen Allah-u Teàlâ Hazretleri, en son peygamber olarak, ahir zaman peygamberi olarak Peygamber-i Zîşânımızı göndermiş ve bundan önceki peygamberlere inen melekler ona da inerek, vahiy yoluyla Allah'ın emirlerini, yasaklarını getirmiştir.


İşte bu çeşitli vahiy şekilleriyle Cebrâil AS vasıtasıyla peygamberimiz, ahir zaman nebîsi Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz'e de Kur'an-ı Kerim'i cedde cedde, Arapça tâbiriyle nücûmen, yâni zümre zümre, küme küme 23 yılda, Allah-u Teàlâ Hazretleri indirmiştir. Bugün bizim kullandığımız milâdî tarihe vuracak olursak, 610 tarihinden Efendimiz'in vefat ettiği 632 tarihine kadar, Kur'an-ı Kerim'in inmesi devam etmiştir.

Böylece vahyin şiddetine dayanılması, Efendimiz'in gönlünün kuvvetlenmesi, hükümlerinin, konularının iyi anlaşılması, ayetlerinin ezberlenmesi ve hayata geçirilip uygulanması da kolay olmuştur. 23 yılda indirilmesi büyük bir hikmettir.

Tabii hemen hatırlatalım, 610'la 632 arası 22 eder ama, milâdî sene ile hicrî sene arasında fark olduğundan, birisi 365 gün diğeri 354 gün oduğundan, 11 günlük fark böyle senelerce birikince, ikisi arasında yıl farkı meydana getiriyor. Hicrî 23 yılda indirilmiş, yâni 40 yaşında peygamberlik gelmiş, 63 yaşında irtihâl-ı dâr-ı bekà eyleyinceye kadar vahiy devam etmiştir Peygamber Efendimiz'e...


Biliyorsunuz vahiy denilen olay, başkalarının da görebildiği, hissedebildiği, insanın duyularını zorlayan şiddetli bir olaydır. Bir kere vahiy geldiği zaman Peygamber SAS Efendimiz'e, arı vızılıtısına benzeyen bir ses duyulurdu. Bunları bilmek önemli, zamanımızın insanları bunları daha iyi anlarlar.

Peygamber Efendimiz'e değişik bir hal gelirdi. Terlerdi, mübarek terleri anlında boncuk boncuk görünürdü. Meselâ devenin üzerinde iken vahiy gelse, deve bu vahye dayanamaz ve çökmek zorunda kalırdı. O dayanıklı, kuvvetli çöl hayvanı deve yere çökerdi.

Bir başka olay benim dikkatimi çekmiştir. Peygamber Efendimiz ashabı ile topluca sıkışık bir vaziyette otururken vahiy geldi. O zaman Peygamber Efendimiz'in dizinin değdiği bir kişi çok ızdırab çekti ve sanki dizi ezilecek, dağılacak, parçalanacak gibi oldu.

Yâni bu vahiy denilen, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Cebrâil AS'la Peygamber Efendimiz'e gönderdiği ahkâmın gelişi, böyle çevreyi de etkileyebilen bir şekilde olurdu, görülebilen bir şekilde olurdu.


a. Ayetler


Biliyorsunuz Kur'an-ı Kerim sûrelerden, sûreler de ayetlerden meydana gelmiştir. Müstakil bir varlığı olan Kur'an-ı Kerim parçalarına ayet denilir. Bu ismi hep duymuşsunuzdur. Kur'an-ı Kerim ayetlerine, bu küçük harf veya kelime gruplarına ayet denilmesi, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bizzat kendisi tarafındandır. Âl-i İmran Sûresi'nin baş tarafında Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:




(Hüvellezî enzele aleykel-kitâb) "O Allah'tır ey Rasûlüm, senin üzerine bu Kur'an-ı Kerim'i indiren... (Minhü âyâtün muhkemâtün) Bu indirilen ayetlerin bir kısmı muhkem ayetlerdir." Muhkem, tahkim edilmiş, kuvvetli, mânâsı hemen, âşikâr anlaşılaben, kendisinden hüküm çıkarılabilen ayetlerdir. (Ve uharu müteşâbihât) "Bir kısmı da insanların anlayamayacağı esrarlı, rümuzlu ayetlerdir." diye bildiriliyor.

Buradan anlıyoruz ki, indirilen Kur'an-ı Kerim'in bu küçük parçalarına ayet ismini veren bizzat Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir. Çünkü burada âyâtün muhkemâtün derken, açıkça ayet kelimesi geçiyor.


Bu Kur'an-ı Kerim ayetleri çoklukla ibretli, hikmetli anlamlı bir cümledir. Bizim cümle sözünden anladığımız gibi, dilbilgisi kurallarına göre bir cümledir. Fakat bazan anlamı iyi anlaşılamayan rümuzlu, müteşâbih birkaç harf de ayet olabilir. Meselâ böyle ayetlerden, sizin de hemen hatırlayacağınız bazılarını söyleyeyim:

( ) Elîf, lâm, mîm. Kur'an-ı Kerim'in ilk süslü baş sayfasında, Fâtiha ile Bakara sûrelerinin olduğu sayfada, hemen Bakara Sûresi'nin ilk ayeti nedir?.. Elîf, lâm, mîm; üç tane harf...

Sonra meselâ: ( ) Hà, mîm... Meselâ: ( ) Tâ, hâ... Meselâ: ( ) Yâ, sîn... Meselâ: ( ) Kâf, hâ, yâ, ayn, sàd... (Meryem: 1) Meselâ: ( ) ayn, sîn, kàf... (Şûrâ: 2) Meselâ ( ) Tà, sîn, mîm... (Şuarâ: 1)

Bunlar birer harf grubudur; iki harf veya daha fazla harftir. Nedir mâhiyeti?.. Esrarlı, bazı duyumlar, bazı rivayetler var. Ama sonuç itibariyle harftir ve ayettir.

Demek ki ayet, en küçük böyle rümuzlu harfler olabilir. Bunlara hurûf-u mukattaa deniliyor. Tek tek böyle söylenen harfler, bir cümle, bir kelime değil yâni. Bunlar da ayet olabiliyor. Esrârını, rumûzunu Peygamber-i Zîşânımız SAS Efendimiz biliyor. Ama herkes bilmiyor.

Ashabdan bazı kimseler müteşâbih ayetleri, bazı izahlarda bulunarak açıklamışlarsa da, çoğu da esrarını muhafaza etmektedir.


Bazen ayet-i kerime bir tek kelime olur. Meselâ:




(Er-rahmân); bu bir ayettir. (Allemel-kur'ân) "Kur'an-ı Kerim'i öğretti." ikinci ayetidir Rahmân Sûresi'nin.

Meselâ:




(Elkàriah) bir kelime...

Meselâ:




(Ved-duhà) birinci ayettir, (Vel-leyli izâ secâ) ikinci ayettir.

Meselâ:




(Elhàkkah) bir kelime...

Meselâ:




(Sümme nazara) "Sonra baktı." Burda iki kelime var.

Meselâ:




(Müdhàmmetân) Uzatmalı, medli tek bir kelime Rahmân Sûresi'nde.

Meselâ Fâtiha'da:



(Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn) bir ayet, (Errahmânir-rahîm) bir ayet.


Demek ki, ayet ille cümle olacak diye bir kural yok. Bazen ayet bir tek kelime olabilir, hattâ rümuzlu birkaç harf olabilir. Bazen de bir çok kelimeden veya cümleden oluşan uzun bir cümleler topluluğu olabilir. Meselâ Ayetel-Kürsî bir ayettir. Okuduğumuz zaman biliyorsunuz, bayağı uzunca...

Sonra Kur'an-ı Kerim'in en büyük ayeti, bir büyük sayfa tutan, tek bir sayfa tutan Ayet-i Müdâyene'dir. Bakara Sûresi'nin sonunda, Amenerrasûlü'den bir sayfa önceki ayet-i kerimedir. Borçlanmanın ahkâmını, borçluların, alacaklıların bunu nasıl tesbit edeceğini bildiren uzun bir ayettir. Şahitler tutulacak, şahitler iki tane olacak. Eğer şahitlerden bir tanesi erkek olursa, o zaman iki tane kadın şahit daha olacak. Şahitler tehdit edilmeyecek, baskı altında olmayacak. Uzun uzun izahat, bir tek ayette yapılıyor.


b. Ayetlerin Sayısı


Ayetlerin birbirinden ayırım işaretleri vardır, fasılaları vardır. Fasıla fasleden, yâni ayıran demek. Kur'an-ı Kerim basmalarında ve yazmalarında, bazen buralara ayetin numarası yazılır. Kaçıncı ayet olduğunu bilmek bakımından, o da iyi bir şey.

Ayetlerin sayısı, tabii böyle önemli, büyük konularda, çeşitli bu kadar hacimli bir kitabın ayetlerinin sayımında alimlerin görüşlerinde bazı küçük değişiklikler olabilir. Bizim kendi din tarihimizde, Orta Asya'dan Ortadoğu'ya, Hindistan kıtasına, Osmanlı bölgesine, bugünkü Türkiyemize kadar ehl-i sünnet ulemasının kullandığı Kur'an-ı Kerim baskıları ve yazmalarında ayetlerin sayısı, bugün okuduğumuz Kur'an-ı Kerim'deki numaralamaya göre 6236 ayettir.

Bazı arkadaşlara soruyorum, "Kur'an-ı Kerim kaç ayet?" diye; "6666" diye, dört tane altıyı sıralıyorlar. Bu doğru değildir, gerçekleri yansıtmıyor. Kur'an-ı Kerim'in ayet sayısı 6236'dır.


Biliyorsunuz inen ayetler, tarifleri kolay olsun diye çeşitli yönlerden sınıflandırılmışlardır. Peygamber SAS Efendimiz zamanından beri yapılan bir bölümleye göre, ayetler Mekkî ve Medenî olarak ikiye ayrılır. Hangileri Mekkî sayılır, hangileri Medenî sayılır diye farklı izahlar var. Ama kuvvetli görüş, yaygın görüş hicretten önce inen ayetlere Mekkî ayetler denir. Peygamber Efendimiz henüz daha Medine-i Münevvere'ye hicret etmemiş, Mekke'de. Mekkî zaten Mekkeli demek... Hicretten sonra inen ayetlere ise Medenî denir, yâni Medine-i Münevvereli demek ama, ille bu ayetlerin Medine-i Münevvere'de inmesi şartı yoktur. Hicretten sonra inmiş olan ayetlere, Medine'de inmese bile Medenî, yâni Medine-i Münevvere bulunma devresinde inen ayetler denilmiştir.

Mekkî ayetlerin özellikleri, daha ziyade imana yönelik, kısa cümleli, heyecan dolu ayetlerdir. Medine-i Münevvere devresine ait ayetler ise, uzun ve hüküm bildiren; beşerî, siyâsî, ictimâî, ticârî ahkâmı bildiren, emir ve hüküm ayetleri oluyor diye biliyoruz.


Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde önemli olan bir başka mesele de, Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri Kur'an-ı Kerim'de Peygamber Efendimiz'e nüzul, iniş sırasına göre sıralanmamıştır. Sıra ilâhî emre ve işarete göredir ve tevkıfîdir; yâni keyfî veya tarihî değil, tevkıfî sırası vardır. Bir ayet-i kerime kümesi, birkaç ayet-i kerimeden ibaret bir vahiy geldiği zaman, Peygamber Efendimiz bu gelen vahiylerin, ayetlerin nereye konulmasını gerektiğini, hangi ayetin arkasına, hangi sûrenin içine konulması gerektiğini bildirmiştir; öyle oraya konulmuştur.

Biliyorsunuz, ayetlerden oluşan daha büyük Kur'an-ı Kerim bölümlerine sûre denilir. Eskiden şehirlerin etrafına müdafaa için duvarlar yapılırdı, bunlara sur denirdi. Sûre kelimesi de bununla ilgilidir. Sur demektir veya yüksek mevkî, şerefli menzile anlamına alınmıştır. Yâni bu sûreler şerefli olduğundan Kur'an-ı Kerim diyoruz, ayet-i kerime diyoruz. Kerim; soylu, asil demek... Sûre de bir müstakil Kur'an bölümü olmak şerefinden dolayı bu ismi almıştır.


Bir de Arap dilini bilenler, tarihini inceleyenler aşinâdır meseleye... Bir çok kavram hayattan alınmıştır, somut şeylerden alınmıştır. Sonra soyut kavramlara isim olmuştur. Meselâ netîce diyoruz, sonuç mânâsına. Netîce aslında, Arapların deve yavrusuna verdikleri isimdir. Devenin doğurduğu yavruya, doğmuş mânâsına netîce denir. Ordan sonuç anlamına kullanılmış. Sonuç kavramı için neticeyi biz de kullanıyoruz. "Bu işin neticesi..." diyoruz. Deve yavrusu demek değil tabii; sonucu demek.

Ayet, gözle görülen büyük alâmet demek. Büyük binalara, konak filân gibi çarpıcı binalara da ayet denir. İnsanın aklını etkileyen büyük olaylara da ayet denir. İşte bu büyük binâlara ayet denildiğinden, Kur'an-ı Kerim'in o parçalarına ayet ismi verildiğini düşünürsek; sur da şehri temsil ediyorsa; demek ki sûreler şehirler gibi, ayetler de o şehirdeki şerefli konaklar gibi... Bu mânâlardan düşünülerek Kur'an-ı Kerim'in küçük kısımlarına ayet denmiş, büyük kısımlarına, kümelerine sûre denmiş oluyor. Böyle bir benzetmeden çıkmış olabilir.

En küçük sûre üç ayetten müteşekkildir. Kevser Sûresi, Asr Sûresi üç ayettir. İhlâs Sûresi dört ayettir. En büyük sûre de, hemen Fâtiha'dan sonra (Elif, lâm, mîm.) diye başlayan Bakara Sûresi'dir. O da 286 ayettir, elli sayfa kadar devam eder. Yâni sûrelerin de muhteviyatları, hacimleri farklıdır, kimisi büyüktür, kimisi küçüktür. Bunlar da yine emre göre, ilâhî işarete göredir.


Bu sûrelerin içine, Peygamber Efendimiz gelen ayetleri, "Şu sûrenin falan yerine yerleştireceksiniz! Şu, şuraya konulacak!" diye açık ve kesinlikle bildirmiştir.

Meselâ ilk inen ayetler, İkra Sûresinin ilk ayetleri, Peygamber Efendimiz Hıra Dağı'nda iken indi. Vahiyle ilk defa karşılaştı Peygamber Efendimiz, Cebrâil AS'ı o devrede gördü. İlk inen ayetler İkra Sûresi'nin tamamı değildir, başındaki beş ayettir. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:




(İkra' bismi rabbikellezî halâk. Halekal-insâne min alâk. İkra' ve rabbükel-ekrem. Ellezî alleme bil-kalem. Allemel-insâne mâ lem ya'lem.)

Bunlar inmiştir, ama sûre bunlardan ibaret değildir. Aşağı doğru devam eder, aşağıda secde ayeti vardır. Onlar sonradan indiği halde, Peygamber Efendimiz şunun arkasına şöyle yerleştireceksiniz dediği için, oraya yerleştirilmiş ve böylece birkaç zamanda inen ayetler bir sûre teşkil etmiştir.

Bunların önemi çok büyüktür. O bakımdan Kur'an'ın açıklaması yapılırken, ayet kümeleri, mânâ bakımından bir birlik teşkil eden ayetler izah edilir. Ama sûrenin devamında bir başka konuya geçebilir, sûrenin devamında konu değişebilir. Yâni ille bir sûrenin bir konuya ait olması diye bir durum mevcut değildir.


c. Sûrelerin İsimlendirilmesi


Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiram sûreleri birbirlerinden ayırmak için, birbirlerine anlatmak için sûrelere isimler vermişlerdir. bazen bu isim bir tanedir, bazen müteaddit, pek çok isimleri olabilir bir sûrenin. Meselâ el-Bakara Sûresi diyoruz, meselâ er-Rahmân Sûresi diyoruz. Bu isimler, ya sûrenin içindeki önemli konulardan dolayıdır. Meselâ, Bakara Sûresi'nde Benî İsrâil'in Allah-u Teàlâ tarafından kesilmesi emredilen bir kurbanı, ineği kesmekteki tereddütleri anlatıldığından Bakara Sûresi denilmiştir.

Bir inek kurban kesilecekti. Çünkü çevresindeki kavimler ineğe tapıyorlardı. Kesilmesi lâzım ki, onun Allah'ın bir yaratığı olduğu ve insanların hizmetinde olduğu, tapınmaya lâyık olmadığı anlaşılsın diye. Ama o zaman Benî İsrâil onu kesmekte zorlanmış. Çünkü kalıntılar var eski inançlarından...

Allah-u Teàlâ Hazretleri kesilmesini buyurmuş, Mûsâ AS kesilmesini emretmiş. Onun için, 286 ayetlik o sûreye Bakara Sûresi denilmiş. Yâni bu ineğin kurban edilmesi olayının anlatıldığı sûre demek oluyor. Halbuki bu elli sayfalık, ikibuçuk cüzlük Kur'an-ı Kerim sûresinde, çok değişik konular da var...


Kur'an-ı Kerim'de bu surelerin isimleri demek ki konusuyla ilgili olabilir. Başladığı ilk kelime ile ilgili olabilir. Meselâ Tebâreke Sûresi diyoruz, (Tebârakellezî biyedihil-mülk) diye başladığı için. Aynı sûrenin Mülk Sûresi diye de adlandırılması vardır.

Meselâ imanı bütün sâfiyetiyle anlattığı için, katıksız, hâlis muhlis imanı anlattığı için Kul huvallàhu ehad Sûresi'ne İhlâs Sûresi denmiştir. Kevser anlatıldığı için, (İnnâ a'taynâ kel-kevser) diye başlayan sûreye Kevser Sûresi denmiştir.

Ondan sonra, meselâ Kul hu vallah, Kul e�zü birabbil-felak, Kul e�zü birabbin-nâs; bu üç sûreye Muavvizât denmiştir. Sondaki iki sûreye Muavvizeteyn denmiştir. Böyle çeşitli isimleri vardır.


Bunlar Kur'an-ı Kerim deki sûre başında ayrı bir çerçeve içine, başlık çerçevesi içine yazılır. Ve bu çerçeve içindeki bu isimler Kur'an-ı Kerim'den değildir. Yâni Kur'an-ı Kerim'in o bölümünün bilinmesi içindir. Burada sûresinin adı, âyet sayısı, Mekkî veya Medenî oluşu yazılmıştır ama bilgi olsun diye yazılmıştır. Yâni vahiy olduğu için değil. Meselâ:


[Taranıp resim konulabilir]


(Sûretül-Bakarah) "Bakara Sûresi... (medeniyyetün) Medine devresine ait ayetlerden müteşekkil bir sûre. (Ve hiye sittîn ve semânine ve mietâni ayeh) O ikiyüzseksenaltı ayettir." diye başında bunlar yazar.

Tabii her başlığın ille bunları yazsın diye bir mecburiyeti yok. Sadece sûre ismini yazıp, öylece geçen baskılar da vardır. Bu bizim kullanmakta olduğumuz Kur'an-ı Kerimlerdeki durumu söylüyorum. O başlıklar Kur'an-ı Kerim'den değildir.


d. Kur'an-ı Kerim'in Yazılması


Kur'an-ı Kerim ayetleri hazerde veya seferde, yâni şehirde otururken veya seyahat halindeyken veya savaş halindeyken, nerde inmişse derhal o zamanda yazılmıştır. Peygamber Efendimiz'e vahiy gelince, vahiy kâtipleri onu hemen Efendimiz'in emri üzere yazıya geçirmişler ve hemen ezberlemişlerdir. Arapların o zekâsı, hafıza kuvvetiyle bir anda aşk ile, şevk ile, inen ayetler ezberlenmiştir. Böylece Kur'an-ı Kerim hafızları çoktu Peygamber Efendimiz'in zamanında.

Hazret-i Ali Efendimiz meselâ vahiy kâtiplerinden birisiydi. Yâni vahiy geldiği zaman yazanlardan, yazıyı bilen bir büyüğümüz. Meselâ İstanbul'da kabri bulunan Ebû Eyyub El-Ensârî vahiy kâtiplerinden biriydi ve hafızdı aynı zamanda.

Sonra bu hafızlar --o zaman kurrâ deniliyor-- kıraat ilminde maharet kazanmış hafızlar savaşlarda şehid olmaya başlayınca, bir tehlike belirdi. "Bunları bilenler azalırsa o zaman tehlike olur." diye Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz RA zamanında ilmî bir heyet kuruldu ve Kur'an-ı Kerim bir cild haline, bir mushaf hâline getirildi heyet tarafından. Halka da okununca, herkes tarafından tasvib gördü.


Sonra Hazret-i Osman RA zamanında bu ana nüshadan, yâni bir cilt haline getirilmiş Kur'an-ı Kerim'den yeni nüshalar yazılarak, genişleyen İslâm diyarlarına, çeşitli vilayet merkezlerine bu Kur'an-ı Kerimler gönderildi.

Bunlar hâlen elimizde bazıları mevcuttur, müzelerde muhafaza edilmektedir. Meselâ Hazret-i Osman Kur'an-ı Kerim okuyordu, o sırada şehid edilmişti. Şehid edilirken kanlarının sıçramış olduğu Kur'an-ı Kerim nüshası bile, o kan izleriyle şu anda müzede elimizdedir. Bizim Topkapı Emânât-ı Mukaddese dairemizde... Ne mutlu, ne güzel! Hazret-i Ali Efendimiz tarafından yazılı bir Kur'an-ı kerim nüshası vardır; çok büyük bir mutluluk vesilesi...

Çünkü Kur'an-ı Kerim hiç bozulmadan yazılmış ve tâ Peygamber Efendimiz'in zamanından bu zamana kadar korunmuştur. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri, kendisi vaad etmiştir, bismillâhir-rahmânir-rahîm:




(İnnâ nahnü nezzelnez-zikra ve innâ lehû lehàfiz�n.) "Kur'an-ı Kerim'i biz indirmekteyiz, biz indiriyoruz, biz indirdik ve onu biz koruyacağız."

Yâni kıyamete kadar Kur'an-ı Kerim korunacak, ahkâmı bilinecek. Tâ ahir zaman geldiği zaman, yâni dünyanın bozulması, kıyametin kopma zamanı geldiği zaman, hadis- i şeriflerde bildiriliyor ki, "Kur'an-ı Kerim ayetleri böyle vızıldayarak uçacak." deniliyor. Bu bir hakikat de olabilir. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri kàdirdir. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri bozulmuş olan insanlığın arasından çekilip alınacak. Ya da Kur'an-ı Kerim'in ahkâmına hiç kimse kulak asmamağa, Allah'ın emirlerini dinlememeğe başlayacak diye bir işaret de olabilr.

Yâni Kıyamete kadar Kur'an-ı Kerim'in korunacağı Allah tarafından bildirilmiş, korunacak.


Bu Kur'an-ı Kerimler ilkönce ellerindeki mevcut malzemeye yazılmıştır. Ashâb-ı kiramın elinde bez varsa beze, deri varsa deriye; meselâ geniş bir hayvan kürek kemiği varsa, kürek kemiğinin --düz olduğu için-- üstüne; çeşitli böyle kağıt diyebileceğimiz üzerine yazılabilen malzeme varsa, onlara yazılmıştır.

Eski Kur'an-ı Kerim nüshalarında yazılar kûfî dediğimiz köşeli yazılardır. Bir de Hicaz kûfîsi veyahut, ma'kılî yazı ile yazılmıştır o zamanın en eski metinleri. Tabii o metinlere baktığımız zaman şimdiki Kur'an-ı Kerimlerde gördüğümüz harf noktaları ve harekelerin olmadığını görürüz. Onları okumak mütehassısların işidir. Herkes okuyamaz.

Şimdiki metinlerde te üstte iki noktalıdır, se üç noktalıdır, cim ortasında bir noktadır. Daha sonra bunları icad etmişler ve kullanmışlardır.


Tarihteki eski mushaflara baktığımız zaman, onların sayfa büyüklükleri ve bir sayfadaki satır sayısı çok değişiktir ve farklı farklıdır. Sonradan bunların tarih boyunca düzene sokulduğunu gözüyoruz. Yazı düzene girmiştir. Eskiden de güzel yazılar vardır, sonradan da ama, yazılış düzene girmiştir. Ve tecrübeye dayanarak tertip mükemmelleştirilmiştir.

Okunma ve ezberlenme kolay olsun diye de Kur'an-ı Kerim çeşitli bölümlere bölünmüştür. Kur'an-ı Kerim'in kendisi bir çerçeve içine alınmış, bunlar çerçevenin dışında gösterilmiştir.

Meselâ Kur'an-ı Kerim otuz cüze ayrılmıştır. Otuz cüz. Meselâ Amme cüzü diyoruz, Amme Sûresi'yle başlayan bu otuzuncu cüzdür. Fâtiha'yla başlayan ilk, birinci cüzdür.


Bu otuza ayırmak neden olabilir? Yâni her gün bir bölümü okunsun da bir ayda tamamlansın, otuz günde Kur'an-ı Kerim okunması tamamlansın diye otuza bölmüşler. İlerde hadis-i şerifleri okuyacağım, sohbetimin sonunda. Bazen yedi bölümlü Kur'an-ı Kerimler vardır. Şimdiki Kur'an-ı Kerimlerin bir yerinde yedi tane bölüm işaret edilmiştir. Bu yedi bölüme menzil denilir. Bu da bir haftada okunmak maksadıyla bir bölümlenmedir.

Bizde bu otuz cüzden her cüz 4 rubûa ayrılmıştır. Rubu', biliyorsunuz, çeyrek demek, dörtte bir yâni. Böylece Kur'an-ı Kerim'de yüz yirmi rübu' var bizim elimizdeki baskılarda.

Ayrıca sayfalara bakarsak, yâni bir okuma bütünlüğü, anlam bütünlüğü olan ayetler tamamlandığı zaman bir () ayın işareti konmuştur. "Kur'an-ı Kerim'i eğer imam namazda okuyorsa işte burada anlam tamam oluyor, burada rükû edebilir." diye rüku' kelimesinin son harfi olan ayından gelmiş olabilir. Veyahut da aşr dediğimiz sözün ayınından gelmiş olabilir.


Araplara gelince, meselâ son Kur'an-ı Kerim baskısı, hacılar hac ve umre yaptığı zaman dönüşte veriyorlar. Onlar otuz cüz bölümlenmesini kullanıyorlar, ama her cüzü iki hizbe ayırıyorlar. Yâni böylece Kur'an-ı Kerim'de atmış tane hizb var, onların bölümlenmesine göre.

Her hizbi de dört parçaya ayırıyorlar. O zaman her birinin şöyle: rubuu hizb, nisfu hizb, selâsetü erbaa hizb. diye geçiyor. Yâni ilk çeyrek, yarım, üç çeyrek ve tamamı olmak üzere. Böylece tabii atmış hizbi dörtle çarparsak iki yüz kırk tane hizb var. O da bir bölümleme. Demek onu ezberlemekte filân öyle bölümlemeyi uygun görmüşler. Onların Kur'an-ı Kerim çalışması, okuma âdetleri öyle.


Ayetler içlerinde anlam bakımından nerede durulursa iyi olur, nerede durulursa mânâ bozulur, nerede durmak câizdir, nerede durmamak lâzımdır? diye duraklamaya yerlerinin vasfını belirten işaretler de taşırlar. Bunlar meselâ; ( ) mim mutlaka durulması gereken yerdir, ( ) tı durulabilen yerdir, ( ) cim câiz olan yerdir; ama ( ) lâ durulmaz. ( ) Kaf ve( ) kıf gibi şeyler vardır... Çeşitli duraklama işaretleri kullanılmıştır. Bunlara hurûfu secâvendiye deniliyor. Bunlar da Kur'an-ı Kerim'in güzel okunması, anlam bütünlüğü içinde okunması bakımından faydalı işaretlerdir.

Okunuş hatalarını engellemek için ( ) med ve ( ) kasır işaretleri de kullanılmıştır bizim bu zamanda kullandığımız Kur'an-ı Kerimlerde. Aynı harflerle yazılan heceler bazen uzun, bazen kısa okunur. Bunu Arapça bilenler kendileri çıkartırlar ama Arapça bilmeden Kur'an-ı Kerim okuyanlar için böyle bir işaret gerekmiştir.

Meselâ ( ) ülâike'de elif, vav, lâm, hemze kürsüsü, kef vardır. Eliften sonra vav olduğu halde burda "ûlâike" okunmaz, "ülâike" okunur, elif kısa okunur. Böyle bir âdet. Onun için bunun üstüne kısa okunacak diye bir kasır işareti vardır. Ama ona benzeyen var meselâ, ( ? ) ulâti haml, yâni hâmile olan hanımlar mânasına gelen. Orda ulâti haml meselâ kısa. Bazı uzun olan yerde de med işareti kullanılmıştır. Bunlara da med ve kasır işaretleri diyoruz.


Baskı hatalarını engellemek için, keyfî baskılar, ticârî baskılar yapılıp da Kur'an-ı Kerim'in ciddiyetine halel gelmesin diye, bozuk nüshalara yer vermemek için, tedkîk-i mesâhif heyetleri kurulmuştur. Kur'an-ı Kerimleri tedkik eden heyetler... Bunlar çok titizlikle çalışmışlardır. Yâni en küçük bir işaret bozukluğunu, hareke bozukluğunu dahi hemen düzelttirirler, bastırtmazlar ve onu piyasaya sürdürmezler. Mühür vururlar. Bu da Kur'an-ı Kerim'e saygıdan kaynaklanan bir titizliktir.


Bir de Kur'an-ı Kerim'in hattının, yâni yazısının çok güzel yazılması meselesi vardır. Osmanlılar aşk ile şevk ile bu işi yapmışlardır, gelişmişlerdir. Bizde meselâ en çok tutulan Kur'an-ı Kerimler, Kayışzâde Hâfız Osman tarafından yazılmış Hâfız Osman hattı diyoruz. Sonra Kadırgalı Hasan Rızâ Efendi diyoruz. Bunların yazıları çok beğenilmiştir.

En makbul, hafızların kullandıkları nüshalar, baskılar med ve kasırlı, âyet ber kenâr meşhur hattatlar tarafından yazılmış nüshalardır. Âyet ber kenâr ne demek? Yâni Kur'an-ı Kerim'in safya satırlarının düzenli tutulması, ayetin yarıya dek kesilip öbür sayfaya taşmaması, sayfanın sonunda bitirilmesi hususundaki titizliği gösterendir. Yâni ayetler öyle sayfalardan taşmıyor. Sayfa sonunda bir istisnâsıyla bitiyor demektir.

Bizim, ben yakın zamanda basılmış Kur'an-ı Kerim nüshalarına da bakıyorum. Genç hattatlar içinde de, Allah razı olsun, bana kendi yazdıklarını hediye edenler de vardır. Çok güzel yazanlar, çok başarılı hattatlar vardır. Uluslararası ödül kazanmış olanlar vardır, Allah razı olsun...


Hind alimleri, yâni Hind kıtası, Pakistan, Doğu Afganistan, Hindistan... Oralarda yetişmiş çok büyük alimler tarih boyunca dinî ilimlere çok emek sarfetmişler. Oralarda çok değerli, tertipli, böyle yan mâlumâtı, takviye edici mâlumâti çok güzel verilmiş mealler yazılmış, güzel baskılı Kur'an-ı Kerimler görüyorum. Onlardan bazıları kütaphânemde var. Çok güzel oluyor. Baskıları gayet güzel. Fakat onların yazıları bizim alıştığımız, gözümüzün sevdiği yazı üslûbundan farklıdır. Bizimkiler sanki bize daha zârif, daha ince, daha güzel yazılmış gibi geliyor.

Suud'da basılan son nüshalar bizim geleneksel bazı işaretlerimizi kullanmadıkları için, bizim halkımız tarafından okunurken bazı zorluklar çıkartabiliyorlar. Meselâ meddi gösteren çekme işareti dediğimiz işaretler onlarda yoktur. Meselâ:




(Sümme leâtiyennehüm) (A'raf: 17) "Aaa" uzatılmasını, biz bir çekme işareti yaparak, "leâtiyennehüm" okuturuz. Ama onlar bunu koymuyorlar, lâmelif'in üstüne bir hemze yerleştiriyorlar. Hemzeden sonra elif uzatma yapacak diye, tabii lâm da olduğu için, hemzeyi de oraya yerleştirmek kolay olmadığından onu "leâtiyennehüm" okumakta zorluk çekiliyor. Bir çekme işâreti kullanmıyorlar.

Ama onlar hatt-ı Osmânî dediğimiz, yâni Hazret-i Osman zamanında, kelimeler hangi harflerle yazılmışsa aynen o harflere riayet ederek Kur'an baskısına önem vermek bakımdan daha titiz davranmışlardır. Bizimkilerde, hatt-ı Osmânî'ye ilâve bazı harfler ekleyerek okumayı kolaylaştırmak düşünülmüştür.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli Kur'an baskıları oluyor. Bazıları da kafayı karıştırmak için, kendi fâsık, fâcir itikadlarına uygun olarak bazı kelimeleri çıkartarak Kur'an baskısına kalkışıyorlar, çeşitli iddialarla, yeni bir takım şeylerle... Tabii Kur'an konusunda dinleyicilerin, müslümanların titiz olması lâzım! Mühürlü, güzel Kur'an-ı Kerim nüshaları kullanmaya çalışmaları lâzım! Alimlerin tavsiye ettiği Kur'an-ı Kerimleri okumaları lâzım.


e. Ayetlerin Sebeb-i Nüzûlü


Ayetler, bir takım olaylar, hadiseler üzerine nâzil olmuştur. Yâni ayetin tarihini bilmek bakımından, ne oldu da onun üzerine ayet indi? Bunları bilmekte büyük fayda vardır. Bu işin sebeplerine esbâb-ı nüzûl denir. Yâni ayetin iniş sebebi...

Alimler Kur'an-ı Kerim'in anlaşılmasında fevkalâde faydalı olan bu bilgileri dikkatle toplamışlardır. İslâm tarihi içinde, Kur'an tarihinin bir bölümüdür bu esbâb-ı nüzul. Bu konuda büyük müstakil eserler yazmışlardır. Müfessirler de ayetin hangi sebeple indiğini anlatmışlardır.

Tabii ayetin özel bir sebeple, bir hadise üzerine inmiş olması hükmünün genelliğini engellemez. Yâni hüküm umûmîdir, çünkü emir umûmîdir. Ama "şu olay üzerine inmiştir" deyince, daha iyi anlaşılır Kur'an-ı Kerim ve bazen de yanlış anlama engellenir.

Nitekim Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz'in de bulunduğu bir savaşta kahramanlardan bir tanesi düşmana saldırdı, çarpıştı çarpıştı, şehid düştü. Arkadan bakanlar da dediler ki: "Bak bu kendisini doğrudan doğruya tehlikeye attı. Kendisi şehid oldu. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de:




(Velâ tülk� bieydîküm ilet-tehlükeh) 'Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!' buyruluyor." deyince Ebû Eyyub El-Ensârî, hem vahiy kâtibi, hem hâfız, hem Peygamber Efendimiz'in mescidinde imamlık yapmış, hem Medine valiliği yapmış büyük zât olduğu için hemen bu yanlışlığı düzeltti. Dedi ki:

"--Ey insanlar, ey camaat! Biz Peygamber Efendimiz zamanında bu ayetten bu mânâyı çıkartmıyorduk. Bu ayet-i kerimenin baş tarafında, 'Mallarınızı Allah yolunda sarfedin! Onları cimrilik yapıp, elinizi sıkıp da hayırdan, hasenattan geri bırakmayın! Böylece kendinizi malınızı Allah yoluna vermemek sûretiyle tehlikeye atmayın!' Çünkü o Allah yoluna sarfedilmeyen mallar cehennemde kızdırılıp insanların yüzlerine, yanlarına, sırtlarına yapıştırılıp öyle azap görecekler." diye izah verdi.

Demek ki iniş sebepleri hakkında bilgi sahibi olmak, ayetin kelimelerinden çıkabilecek başka anlamları engelemekte faydalıdır. Onlar önemlidir. Onun için müfessirler onları yazmışlardır.


Kur'an-ı Kerim'in sayfa çerçevesinin, yazı çerçevesinin dış tarafında, yanında bazı güzel işaretler vardır, süslü... Bunlar neyi gösterir? Cüz başlarını gösterir. Kaçıncı cüzün başlangıcı orada yazar. Veya cüzün içindeki bölümlenmeleri, rubu'ları yâni, çeyrekleri gösterir. Bir de secde ayetlerini bildiren işaretler vardır. Orada ( ) secde diye yazar. İçerde de secdenin sebebi olan ibareler çizgiyle belirtilmiştir. Bunlara dikkat etmek lâzım. O secde ayetlerinde secde etmek gerekiyor.

Kur'an-ı Kerim'in yazısı, görünüşle ilgili bu bilgileri bilmek lâzım geliyor. Kur'an-ı Kerim'in incelikleri...


f. Kur'an-ı Kerim'in Okunması


Kur'an-ı Kerim okunması lâzımdır! Kur'an-ı Kerim'in okunması çok lüzumludur! Müslümanlar için büyük bir ibadettir. Çok yüksek bir zikirdir. Kur'an-ı Kerim'i okumak zikirdir ve çok sevaplıdır. Peygamber SAS Efendimiz bu hususta pek çok teşviklerde bulunmuştur. O hadis-i şeriflerin bir kısmını okumak istiyorum.

Ama önceden söyleyeyim, Kur'an-ı Kerim'in yüzüne bakmak bile sevaptır. Yâni insan okuma bilmese bile, bu Allah'ın kelâmıdır diye yüzüne baksa, sevap kazanır. Biliyorsunuz, herhalde aşiret reisiymiş ama, okuma yazma bilmiyormuş Osman-ı Gazi Hazretleri... Osman Gazi diyoruz ama gàzinin sıfat olması dolayısıyla "Osman-ı Gàzi" demek lâzım!

Osman-ı Gàzi Hazretleri Şeyh Edebâlî'nin evine misafir gidince, duvardaki şeyi sormuş,

"--Nedir bu duvardaki asılı duran?"

Demişler ki:

"--Bu Allah'ın kelâmı, Kur'an-ı Kerim."

Onun üzerine, gece sabaha kadar el pençe divan durup uyumamış. Ama onun sebebiyle, bu edebi Allah'ın hoşuna gittiği için bir rüya görmüş: Göbeğinden bir ağaç çıkıyor, dalları gök yüzünü tutuyor. Kocaman bir şey.

"--Efendim böyle bir rüya gördüm." deyince;

"--Senin neslinden çok büyük bir devlet meydana gelecek ve cihana hakim olacak!" diye rüyayı tabir eylemiş Şeyh Edebâli. Yâni Kur'an-ı Kerim'e saygının çok faydası var.


Yerde bir kağıtta "Allah" adı yazılıymış, yerde onu görmüş eşkıya, yol kesen harâmî. "Bu Allah'ın kelâmı, basılmasın üzerine..." diye almış o kağıdı yerden, yıkamış, bir uygun yere, bir duvar deliğine, kovuğuna koymuş. O gece, "Sen bizim ismimize hürmet eyledin. Ben de senin cismini mübarek eyledim. Sana iman nasib eyledim!" diye Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden böyle bir hitâba mazhar olmuş. Rüyada böyle bir iltifat görünmüş kendisine. Ondan sonra da büyük bir evliya olmuş.

Yâni Kur'an-ı Kerim'i sevmek, Allah'ın ismini sevmek, hürmet etmek dahi insana çok sevap kazandırır. Kur'an-ı Kerim'in yüzüne bakmak çok sevaplıdır. Sırf yüzüne baksa bile sevap kazanır insan.

Babasının yüzüne, anasının yüzüne baksa sevap kazanır. Kur'an-ı Kerim'e baksa sevap kazanır. Kâbe-i Müşerrefe'ye baksa sevap kazanır. Saygıyla, sevgiyle, muhabbetle, "Bu bana dinimi öğrediyor." diye, hocasının yüzüne baksa sevap kazanır. Deryaya baksa, denizin enginliğini düşünüp "Sübhânallàh, tebârekâllàh!" diye Allah'ın birliğini düşünse, sevap kazanır.


Kur'an-ı Kerim'in değil okunması, bakılması bile sevaptır. Ama okunduğu zaman, sevap çok daha fazla olur. Hattâ Allah-u Teàlâ Hazretleri her harfine on hasene verir. Peygamber Efendimiz diyor ki:

"On sevap almak kelime için değildir. Elif lâm mim denildiği zaman; elif'e on, lâm'a on, mim'e on..." Yâni her harfine onar hasene veriliyor. Hasene de büyük sevap... Allah, insanın bir hasenesini lütfuyla, keremiyle kabul ederse, o sebeb-i duhûl-u cennet olur.

O bakımdan Kur'an-ı Kerim tilâvet ve kıraatine --tilâvet-i Kur'an, Kur'an-ı Kerim okumak; kıraat, o da okumak. İkisi de kullanılıyor-- çok önem vermemiz lâzım ve okumaya müdâvim olmamız lâzım! Harflerini öğrenip okumamız lâzım!


Kur'an-ı Kerim okunurken tertîl ile okunur. Tertîl ile okumak Kur'an-ı Kerim'in kendine mahsus bir güzel edâ ile okumaktır. Sahabe-i kiram öyle okumuşlardır. Peygamber Efendimiz öyle okumuştur.Yâni Kur'an-ı Kerim düz bir konuşma gibi, bir nutuk gibi okunmaz. Bir güzel edâ ve sedâ ile okunur.

Lahn-i Arab üzere okunması, yâni Arap'ın üslûbuna, şîvesine göre okunması, hüzünle okunması; ehl-i kitâbın kendi kitaplarını okudukları gibi değil de, daha böyle bir ciddî, vakarlı, dokunaklı şekilde okunulması, hattâ okunurken ağlanması tavsiye buyrulmuştur.


g. Hatim Etmek


Şimdi bu sohbetimin sonunda buna benzer hadis-i şeriflerden bir kaç tanesini okumayı düşünüyorum teberrüken.

Kur'an-ı Kerim'in başından okunup sonunda bitirilmesine, yâni 114 tane sûre vardır, 114 sûreyi okuyup, Fâtiha'dan başlayıp Kul e�zü birabbin-nâs'de bitirmeye hatim denilir. Hatim mühür demek. Yâni bir şeyi tseriyi, diziyi amamlayıp, sonra onu bağlamak, mühürlemek mânâsına geliyor.

Kur'an-ı Kerim'in hatmi çok sevaptır. Peyamber SAS:




RE. 320/6 (İnde külli hatmetin da'vetin müstecâbeh) buyurmuştur. "Hatim indilidiği zaman yapılan dualar makbul olur." diye bir müjdedir bu. Onun için, o zaman el açıp hatim duası yapıyoruz. Çünkü o zaman dualar makbul.

Kur'an-ı Kerim'in hatmini tavsiye etmiştir Peygamber Efendimiz. Bu hususta tavsiyeleri, meselâ her ayda bir hatim indirilmesi tavsiyesi vardır. Kur'an-ı Kerim bizim bölümlememizde otuz cüz olduğuna göre, her gün bir cüz okumak demektir. Arabî aylara göre 30 gün çeken aylarda otuz günde, 29 gün çeken aylarda da en sonuncuda iki cüz okuyarak otuz günde bitirmek olabilir. "25 günde bitirilsin!" tavsiyesi vardır, adamına göre... "20 günde bitirilsin! 15 günde bitirilsin! 10 günde bitirilsin!" diye tavsiyesi vardır.

Yedi günde bitirme hızlı okuyabilen bazı hafızlar için güzel bir usüldür. İşte o zaman, bir günde okunan miktara menzil deniliyor. Hind baskıları, Pakistan baskıları bu yedi günlük yerleri işaret etmişlerdir. Çünkü onlarda buna riayet eden alim çok... Sonra üç günde okuma vardır. Yâni bir günde on cüz okuyarak. Ondan daha hızlı okumayı Peygamber Efendimiz mânâsı anlaşılmaz diye, yâni takip edilemez diye tavsiye buyurmamıştır.


Ama menâkıbdan biliyoruz, Bayezid-i Bistâmî Hazretleri KS otuz yıl yaya haccetmiş, her gün de bir hatim yapmış. Günde bir hatim yapacak kadar hızlı okuyabiliyor.

Bizim Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendimiz Hazretleri de, Gümüşhânevî tekkesinden, rahmetli Yusuf Ziyâ Binatlı, profesör, onun oğluydu. Hepsi nur içinde yatsın, makamları âlâ olsun... Yusuf Ziya Binatlı açıköğretimde hukuk dersleri veren bir profesör. Hafızdı rahmetli. Ömer Ziyâeddin Efendi altı saatte hatmedermiş. Yâni altı saat, çok hızlı bir şekilde okuyarak hatmedermiş. Yusuf Ziya Bey de sağlığında anlatmış idi: Böyle gözünü kapattığı zaman, Kur'an-ı Kerim'in sayfası gözünün önüne gelirmiş. Kur'an-ı Kerim'i ayet ayet, aşağıdan alıp yukarıya doğru geri geri bile okuyabilecek kadar kuvvetli hafızdı.

"Biz şimdi ne yapalım?.. Sayın dinleyicilerim, izleyicilerimiz, seyircilerimiz ne yapsın?" denilecek olursa; ben diyorum ki, bunlardan ibret alalım, utanalım, kendi halimize bakalım! Hiç olmazsa Kur'an-ı Kerim'in günde bir sayfasını okuyalım! Bu bir safyasını okurken de mânâsını, mealini meal kitaplarından, tefsir kitaplarından takib edelim. Böylece hiç olmazsa bir senede bir hatim tamamlayalım diye tavsiye ediyorum.

Allah-u Teàlâ Hazretleri içimize aşkını, şevkini versin... Kur'an-ı Kerim'e saygı ve sevgi versin... Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılarak güzelce okumayı, ahkâmını anlamayı, ahkâmına uymayı nasib eylesin.


h. Kur'an-ı Kerim'i Kaç Günde Okumalı?


Şimdi vaad ettiğim hadis-i şerifleri okumak istiyorum sohbetimin sonunda.. Ne kadarda bir okunması gerektiğine dair hadis-i şerifleri okuyayım önce... Peygamber SAS buyuruyor ki:



RE. 78/10 (İkrail-kur'âne fî külli şehrin! Kàle: İnnî ecidü kuvveten. Kàle: Fakra'hü fî ışrîne leyleten! Kàle: İnnî ecidü kuvveten. Kàle: Fakra'hü fî aşrin! Kàle: İnnî ecidü kuvveten. Kàle: Fakra'hü fî seb'in ve lâ tezid alâ zâlik!)

Bu Abdullah ibn-i Amr ibnül-As RA tarafından rivayet edilmiş, Müslim'de, Buhârî'de, Ebû Davud'da olan sahih bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz bu mübarek râviye, Abdullah RA'a demiş ki:

(İkrail-kur'âne fî külli şehrin!) "Her ayda bir hatim indir, Kur'an-ı Kerim'i her ayda oku!" (Kàle: İnnî ecidü kuvveten.) "Ben kendimde kuvvet hissediyorum, daha hızlı okuyabilirim yâ Rasûlallah! Kuvvetliyim, daha fazlasını yapabilirim." deyince; (Kàle: Fakra'hü fî ışrîne leyleten!) "O halde yirmi günde oku!" buyurmuş Peygamber Efendimiz. (Kàle: İnnî ecidü kuvveh.) "Ben güç yetirebilirim daha hızlı okumaya" deyince, (Kàle: Fakra'hü fî aşrin.) "O zaman on günde oku." buyurmuş, o zaman günde üç cüz ediyor. (Kàle: İnnî ecidü kuvveh. Kàle: Fakra'hü fî seb'in!) "Yedi günde oku!" buyurmuş, yâni haftada bir. (Ve lâ tezid alâ zâlike!) "Daha da hızlı yapma, yâni yedi günde hatmetmek senin için uygundur." buyurmuş.


Diğer bir hadis-i şerif. O da yine Ahmed ibn-i Hanbel rivayeti, Abdullah ibn-i Amr RA'dan:




RE. 78/11 (İkrail-kur'âne fî külli şehrin) "Kur'an'ı bir ayda bitir! (İkra'hu fî hamsin ve işrîne) Yirmibeş günde bitir! (İkra'hu fî hamse aşrete) Onbeşte bitir! (İkra'hu fî aşrin) Onda bitir! (İkra'hu fî seb'in) Yedide bitir! (Lâ yefkahuhû men yakrauhû fî ekalle min selâs) Üç günden daha hızlı okuyan mânâsını fehmedemez, derinliğini kavrayamaz. Çünkü hızlı okuyacağım, diye geçer." buyurmuş.

Demek ki üç günden daha hızlı yapanlar artık çok olağanüstü bir şey yapmış oluyorlar.


Sonra buyurmuş ki, Peygamber Efendimiz:



RE. 78/13 (İkraul-kur'ane bil-hüzni) "Kur'an-ı Kerim'i hüzn ile okuyun, mahzun mahzun okuyun. (Feinnehû nezele bil-hüzn.) Çünkü o mahzun indi, Kur'an-ı Kerim"

Nice nice acı olaylar, mücadeleler, kâfirlerin zulümleri ile karşılaşılarak indi. İmanından dolayı müslümanlar, sahabe-i kiram ne kadar eziyet çektiler... Hüzünle okunacak yâni. Şarkı değil, lâletayin bir mûsıkî parçası değil. Ciddiyetini gösterecek tarzda okumak lâzım!




RE. 78/15 (İkraul-kur'ane bilühûnil-arab ve esvâtihâ) "Kur'an-ı Kerim'i Araplar'ın edâsıyla, sesleriyle okuyun. (Ve iyyâküm ve luhûne ehlel-fısk) Ehl-i fıskın, yâni şarkıcıların, defçilerin, çalgıcıların mûsikîsi şeklinde okumayın! (Ve ehli kitâbeyn) Ehl-i kitabın kendi kitaplarını okuyuş tarzları var, öyle okumayın!" diye de tavsiye buyurmuş.

(Ve seyecû kavmin min ba'dî) "Benden sonra, asırlar geçtikten sonra, ümmetimin içinden bazı insanlar çıkacak; (yürecci�nel-kur'âne tercial-ğınâ' ver-rahbâniyye ven-nahv) Kur'an-ı Kerim'i şarkı okur gibi okuyacaklar. Ruhbanların kendi kitaplarını okudukları gibi monoton, yâni yeknesak, tatsız bir tarzda okuyacaklar; ve bir de ölü ağlaycılarının feryâd u figânları gibi okuyacaklar."

(Lâ yücâvizü hanâcerahüm meftûnetün kulûbühüm) "Kur'an-ı Kerim onların gırtlaklarından tâ aşağı, gönüllerine, kalplerine geçmez. Yâni sırf ağızdan okuyor, içten okumuyorlar. Kalpleri fitnelidir. (Ve kulûbüllezîne yûcibühüm şe'nehüm) Ve onların bu okuyuşlarını beğenenlerin de kalpleri, onların da kalpleri fitnelidir. Fitneye uğramış olacaklardır."


Sonra buyuruyor ki Efendimiz:




RE. 78/16 (İkraul-kur'âne vebkû) Kur'an-ı Kerim'i okuyun ve ağlayın! (Ve in lem tebkû fetebâkev) Ağlamak gelmiyorsa bile içinizden, ağlıyormuş gibi kendinizi ağlamağa zorlayın! (Leyse minnâ men lem yeteğanne bil-kur'ân) Kur'an-ı Kerim'i dümdüz okuyan da bizden değildir."

Kur'an-ı Kerim'i biraz şöyle kendisine mahsus, güzel Kur'an-ı Kerim okuyuşuyla okumak lâzım.


Sonra Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 253/9 (Teallemül-kur'âne vakraûhü verkudû, feinne meselel-kur'âni limen teallemehû fekaraahû ve kàme bihî kemeseli cerâbin mahşuvvün misken, tefûhu rîhuhû fî külli mekânin; ve meselü men teallemehû feyerkudu ve hüve fî cevfihî, kemeseli cerâbin ûkiye alâ miskin)

Buyuruyor ki Efendimiz bu hadis-i şerifinde:

"--Kur'an-ı Kerim'i öğreniniz, okuyunuz ve ondan sonra uyuyunuz!" Yâni Kur'an-ı Kerim'in bir okunması tatlı olacak, yatmadan önce okunacak, ondan sonra uyunacak.

"Çünkü Kur'an-ı Kerim'i öğrenen, okuyan ve onun ahkâmına uyan, içi misk kokusu dolu bir dağarcığa benzer. Kokusu her tarafa yayılır, herkes mest olur, memnun olur. Ama Kur'an-ı Kerim'i bildiği halde, okumadan uyuyan kimse de, içinde Kur'an-ı Kerim var ama, o ağzı bağlı bir misk torbasına benzer. Yâni misk var ama kokusu yok, çünkü ağzı bağlı..."


Diğer bir hadis-i şerif, Abdullah ibn-i Mes'ud RA'dan:




RE. 253/11 (Teallemül-Kur'ane vetlûhü) "Kur'an-ı Kerim'i öğreniniz ve okuyunuz! (Feinnallàhe câzîküm alâ tilâvetihî) Çünkü Allah Kur'an okuduğunuz için sizi mükâfatlandıracaktır. (Bikülli harfin aşre hasenâtin) Her harf için on hasene vererek mükâfatlandıracaktır. (Emmâ ennî lâ ek�lü elif, lâm, mîm harfun) 'Elif, lâm, mîm' bir harftir demiyorum."

Çünkü harf Arapça'da edat mânâsına da geliyor. Yâni bizim gibi dilde bir a, b, c gibi bir harf mânâsına da gelmiyor. "Ben, 'Elif, lâm, mîm' bir harftir demiyorum. Elif bir, lâm bir, mîm bir demek istiyorum." diye, tek tek her harfine on hasene verileceğini bildirmiş oluyor.


Ve buyuruyor ki:


RE. 253/13 (Teallemül-kur'âne veselû bihil-cennete kable en yeteallemehû, kavmün yes'elûne bihî ed-dünyâ feinnel-kur'àne yeteallemhû selâsetü neferin racülün yübâhi bihî ve racülün yeste'kilü bihî ve racülün yakrauhû lillâh)

Ebû Saìd el-Hudrî Hazretlerin'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

"--Kur'an-ı Kerim'i öğreniniz ve onunla Allah'tan cenneti isteyiniz!" Okuyup, "Yâ Rabbi bana cenneti nasib et, Kur'an'ını okuyorum!" diye. Ne zamandan önce?.. (Kable en yeteallemehû kavmun yeselûne bihî ed-dünyâ) "Bu Kur'an'ı okuyup da, onunla dünyalık elde etmeye çalışan kavimler ortaya çıkmadan önce, siz Kur'an'ı okuyun ve cenneti isteyin!"

Demek bazıları, Kur'an-ı Kerim'i dünyalık kazanmaya âlet edecekler. "O olmadan, siz sırf Allah rızası için okuyup, cenneti kazanmayı isteyiniz!" buyruluyor.


(Feinnel-kur'àne yeteallemuhû selâsetü neferin) "Çünkü Kur'an-ı Kerim'i üç kişi öğrenir, üç tip insan, üç cins insan öğrenir:

1. (Racülün yübâhi bihî) Birincisi, onunla iftihar edip, böbürlenmek için öğrenen insan. Yâni, ben Kur'an biliyorum diye tavır koyup, fiyaka satan, ilmiyle böbürlenen... Bu makbul değil.

2. (Ve racülün yeste'kilü bihî) Kur'an-ı Kerim'le yiyen, geçimini sağlayan, yâni dünyalığını sağlayan kimse; bu da makbul değil. Yaptığı iş günah...

3. (Ve racülün yakrauhû lillâh) Sırf Allah rızası için okuyan. Rabbim bana ne öğretmiş, ne emir buyurmuş, ben onu tutayım diye ihlâsla okuyan."

İşte öyle ihlâsla okuyan kimselerden olmaya gayret etmemiz lâzım!


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:




RE. 253/8 (Teallemül-Kur'ane ve allimûhün-nâs.) "Kur'an-ı Kerim'i hem kendiniz öğrenin, hem de insanlara öğretin!"

Demek ki sizler ve bizler, sevgili izleyiciler, hem kendimiz öğreneceğiz; hem de çoluk çocuğumuza, hükmümüz altında olan insanlara Kur'an-ı Kerim'in okunuşunu öğreteceğiz! Bir de anlamını, ahkâmını, tefsirini öğreneceğiz ki, mûcebince amel edelim! Allah-u Teàlâ Hazretleri ne buyurmuşsa, buyruğunu tutalım! Neden yasaklamışsa, yasakladığından kaçınalım! Böylece rızasını alalım, cennetine girelim, rıdvân-ı ekberine vâsıl olalım...


Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle bir niyetle tefsir derslerine, Kur'an-ı Kerim'in izahı sohbetlerine başlamış olduk. İtmâmını nasib eylesin... Çok ciddî bir işe başladık, yardımcımız olsun... Aczimize, kusurumuza rağmen sevabını umarak bu işe giriştik. Siz de sevabını umarak dinleyin ve öğrendiklerinizi uygulayın. İnşaallah önümüzdeki derslerde e�zü-besmele'den başlayarak, Fâtihâ'dan başlayarak sırasıyla Kur'an-ı Kerim'in izanını yapalım!

Siz de kaydedin! Hem bandlarınıza, şeritlerinize kaydedin. Ses olarak bulunsun. Çünkü koyduğunuz zaman seyahatte, iş yerinizde bir taraftan iş yapar, bir taraftan seyahat eder, bir taraftan dinlersiniz. Hem de önemli, can alıcı noktalarını, sizin için mühim olan, mühim gördüğünüz kısımlarını not alırsanız; "Ben şunu yazayım da, hatırımda kalsın da, uygulayayım!" diye, onlardan da büyük sevaplar alırsınız.

Böylece inaşallah bütün izleyiciler sayısınca, Türkiye sayısınca, Türkçe bilenler sayısınca Kur'an ehli insanlar çoğalır. Dinimiz kuvvetlenir, yayılır. Allah'ın dini cihana hakim olur. Allah'ın dini hakim olunca, ilim, irfan, ahlâk, merhamet, insanlık hakim olur. İnsanlar, alem-i İslâm, hattâ bütün cihan, bütün insanlar böylece saadete ererler.

Allah-u Teàlâ Hazretleri tevfîkini refîk eylesin... Cümlemizi iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler!..


06. 10. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 15:38

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
13 Ekim 1998

------------------------

BESMELE HAKKINDA
3, BÖLÜM



Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri!.. Allah'ın rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı, dünyada ahirette üzerinize olsun... Allah cümlenizi iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin...

Kur'an-ı Kerim'i, o mübarek Allah kelâmı kitab-ı mukaddesimizin ilk sayfasını açtığımız zaman, Bismillâhir-rahmânir-rahîm ile başlıyoruz. Fâtiha'nın başında Bismillâhir-rahmânir-rahîm var. Demek ki Kur'an-ı Kerim'in sırasına göre açıklamamıza oradan başlamamız gerekiyor.


a. Hıra Dağı'nda İlk Vahiy


Çok iyi biliyorsunuz, duymuşsunuzdur şimdiye kadar ki, Peygamber SAS Efendimiz kırk yaşına ulaştığı zaman, insanlardan ayrı durmak, sakin sessiz bir yerde tefekküre dalmak arzusu içinde çoğaldı ve Mekke-i Mükerreme'nin o güzelim, çeşit çeşit, görünüşü muhteşem, heybetli dağları içinde Hıra dağının tepesine çekilmeğe başladı.


Bu Hıra dağını Mekke-i Mükerreme'ye hac ve umre için giden kardeşlerimiz görmüşlerdir. Çok heybetli bir manzarası vardır. Mevlevî külâhı gibi Mekke ovasında tek başına yükselir. Bakışı bile insanın içine sevinç doldurur, seyri bile hoştur. Fakat çıkışı çok zordur, bana nasib oldu. Herkes kolay kolay çıkamıyor. Çok zorlukla çıkılıyor, bir saat kadar sürüyor. Sıcak var, yokuş var, tehlikeli yerleri var, adetâ emekleyerek çıkılan yerleri var...

Yukarıya çıkıldığı zaman çok muhteşem, çok güzel bir yer; insanın içi ürpertiyle doluyor. Hakîkaten çok yüksek bir zevk mahsulü orayı seçmek... Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin habîbi, halîlür-Rahmân, habîbullah Muhammed-i Mustafâ Efendimiz orayı seçmiş. Öyle bir yer ki herkes istese de, "Gideyim bakayım, şu ne yapıyor, göreyim!" dese bile, kolay kolay uğrayamaz, yanına gelemez.

Peygamber SAS Efendimiz oraya gitmeğe başladı. Hattâ orada gecelemeğe başladı. Bizim de çıktığımızda gece olmuştu sevgili izleyiciler! Oradan şöyle etrafımıza baktık. Bir kere çok latîf bir hava esiyor. Sanki o manzarayı seyredecek yere, küçük bir halı kadar düz bir kaya konulmuş. Sanki onun üzerinde durulsun da, geceleyin etraf seyredilsin gibi... Ordan bakıldığı zaman Harem-i Şerif ve Kâbe-i Müşerrefe görünüyor. Bu çok önemli bir nokta... Kâbe-i Müşerrefe'yi gören bir yer orası...

Mağara da, içe doğru gittikçe daralan çok hoş bir mağara... Oraya girdiğiniz zaman, yukarıya doğru bir yarık tarzında, ileriye doğru gittikçe daralıyor. Bir kişinin rahatlıkla namaz kılacağı bir yer... Bir iki kişi daha olabilir, ama o kadar, yâni çok geniş bir yer değil. Uç tarafı kıvrılıyor, kıvrıldığı için dibi görülmüyor. O çatlaktan bu tarafa doğru, sanki latîf bir hava esiyor. Sıcakta bile gayet hoş bir hava esiyor.


Peygamber SAS Efendimiz işte böyle yüksek, çıkılması son derece zor, hattâ tehlikeli bir yere tek başına inzivaya çekilmeye başlamış idi kırk yaşlarında... Zâten Muhammed el-Emîn diye tanınmış, herkesin hürmet ettiği, sevdiği, saydığı, hakemliğine müracaat ettiği, emanetini getirip teslim ettiği, dullara, yetimlere merhametle yardım eden, çok sevilen, çok güzel huylu bir insan... Oraya gidip, gıdasını alıp geceleri de kalmaya başlayınca; hattâ bazen Hazret-i Hatice Validemiz götürürmüş. Orada bir kaç gün kalınca Araplar dediler ki:



(Aşıka muhammedün rabbehû) "Muhammed Mevlâsına, Rabbine aşık oldu." Yâni öteki insanlar gibi bir hareket yapmıyor; değişik, hiç görülmemiş bir şeyi yapıyor.

O mağarada kalırken, hicretten on yıl kadar önce, mîlâdî 610 tarihlerinde, orada ilk defa vahiy geldi Peygamber SAS Efendimiz'e... Olağanüstü görüntüler görmeğe ve olağanüstü sesler duymaya başladı. Her şeyi mükemmel bir insan olduğundan, herkeste olmayan bu gibi şeylere hayret etti. Görülmeyen, rastlanılmayan bir olay olduğu için, bu duruma kendisi şaşırdı.

Bir keresinde Hıra mağarasında iken ona füc'eten, ânîden öyle bir hal geldi. Kendisine bir melek geldi ve (İkra') dedi. O ilk defa karşılaşıyor böyle bir olayla. İkrâ', oku demek. Okumak için de, ille önünde yazılı bir metin olmak şartı yok, ezbere okumaya da şâmil bu tabir.



(İkra') "Oku! Önünde bir şey olmasa bile, ezberinde olan bir şeyi oku!" dedi. Fakat ortada okunacak bir şey yok, sadece bir oku emri geliyor, bir görülmemiş varlıktan, yâni melekten... O da:




(Mâ ene bikàriin) "Ben okuma bilen bir kimse değilim, okuyamam! Okuyucu değilim, okuyabilen bir kişi değilim!" diye cevap verdi. Çünkü daha önceden yazı ile, okuma ile ilgili bir çalışması olmamış bir kimse idi. Yazı yazmamıştı.

O zaman, melek onu şöyle sımsıkı tuttu ve vücudunu sarıp öyle sıktı ki, fazla sıkılmaktan dolayı tâkati kesildi. Sonra salıverdi. Yine, (İkra') "Oku!" dedi. (Mâ ene bikàriin) "Ben okuma bilen bir kimse değilim!" der demez yine tuttu, yine sardı, sıktı. Sonra yine salıverdi. Sonra yine (İkra') diye emretti. Bu bir emir tabii, kıraat fiilinin emir şekli. "Ben okuma bilmiyorum!" dedi. Çünkü ortada okunacak bir şey de yok, ne okunduğunu da kendisi henüz tesbit etmiş olmadığından öyle söyledi.

Üçüncü olarak tekrar sardı ve ondan sonra bir açıklama mâhiyetinde:




(İkra' bismi rabbikellezî halak. Halekal-insâne min alak. İkra' ve rabbükel-ekrem. Ellezî alleme bil-kalem. Allemel-insâne mâ lem ya'lem.) [Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.] sözlerini kendisine söyledi.

Bu ayetleri ilk defa Peygamber Efendimiz o melekten orada duydu. Tabii bu gördüğü görüntü, duyduğu sesler onu çok etkiledi. Eve döndü. O sırada zevcesi Hatîce Vâlidemiz, Hatîce bint-i Huveylid RA... Onun yanına geldi. Titreme, üşüme hali vardı.



(Zemmilûnî, zemmilûnî!) "Beni örtün, beni örtün!.." dedi. Hani, (Yâ eyyühel-müzzemmil) ayeti var ya; örtün dediği zaman örttükleri için, müzzemmil sözü ordan geliyor. Müzzemmil, mütezemmil demek.




(Yâ eyyühel-müzzemmil) "Ey böyle örtünüp bürünen rasûl!" demek.

Tabii örttüler üstünü. Biraz dinlendikten sonra, bu hal geçti. "Kendi canımdan korktum, başıma bir hal gelecek!" dedi. Hazret-i Hatîce vâlidemiz àrife bir hanımdı, mü'min bir kimseydi. Peygamber Efendimiz'i iyi tanıyordu. Dedi ki:

"--Vallàhi, Allah seni hiç bir zaman perişan etmez! Sen iyi bir insansın... Akrabana iyilik edersin, külfetlere tahammül edersin, sabredersin... Yoksulu kollarsın, misafire ikram edersin, musîbete uğramışlara yardımcı olursun... Yâni iyi bir insansın!" dedi.


Sonra bu işleri iyi bilen amcazâdesi Varaka ibn-i Nevfel ibn-i Esed ibn-i Abdül-uzzâ isimli bir kimse vardı. Bu zat İbrânice bilirdi, yazı yazmayı bilirdi. İbrânîce İncil yazardı. Bir rivayete göre de Arapça yazardı. İhtiyarladığı için a'mâ olmuştu o sırada... Hazret-i Hatice böyle yanına varınca, dedi ki:

"--Amcazâdem, biraderzâdeni dinle! Yâni benim eşim Muhammed-i Mustafâyı bir dinle, bak bir şeyler anlatacak sana!" dedi.

Varaka sordu:

"--Birâderzâdem, yeğenim ne görüyorsun?"

Peygamber Efendimiz de gördüklerini haber verince, Varaka dedi ki:

"--Müjdeler olsun! O Mûsâ AS'a, İsâ AS'a gelen bir melektir. Sen Hazret-i İsâ AS'ın geleceğini müjdelediği ahir zaman peygamberi olacaksın. Ne mutlu sana!" dedi. "Ah ben de keşke a'mâ olmasaydım, genç olsaydım da, sana yardımcı olsaydım. Seni kavmin senin doğduğun şehirden çıkartacağı zaman sağ olsaydım da sana yardım etseydim!" dedi.

Peygamber Efendimiz şaşırdı:

"--Acâib, hayret... Onlar beni yurdumdan çıkartacaklar mı?.."

"--Evet... Senin getirdiğin gibi böyle bir yeniliği, doğru bir şeyi getiren hiç bir kimse yoktur ki, eski düzenlerinin bozulmasını istemeyen kimseler ona düşman olmasın, düşmanlık etmesin, engellemeğe çalışmasın... Bu olağan bir şeydir, sana da engel olacaklar. O günleri ben görürsem, sağ olursam, sana kuvvetli bir şekilde yardımcı olurum." dedi.

Varaka çok yaşamadı, vefat etti. Ama Peygamber SAS Efendimiz'e, Mûsâ AS'a gelen, İsâ AS'a gelen meleğin geldiğini kesin olarak söyledi. Çünkü dinlerle ilgili mâlûmatı vardı, Ahd-i Atîk'i ve Ahd-i Cedîd'i, yâni Tevrât'ı ve İncil'i bilen bir kimse idi.


b. Yaradan Rabbinin Adıyla Oku!


Şimdi burada ne denmiş oluyor Peygamber Efendimiz'e?.. İlk defa karşılaştı Kur'an-ı Kerim'le Peygamber Efendimiz.



(İkra' bismi rabbikellezî halak.) "Yaradan Rabbinin adı ile oku!"

Kur'an-ı Kerim'in başından başlayacaktık açıklamalara demiştik, burada niçin bu olayı zikrediyorum?.. Bir kere Kur'an-ı Kerim'in ilk gelen ayetleri bu ayetler, peşpeşe gelen beş tane ayet-i kerîme ama, biz geliş sırasına göre anlatmayacaktık. Kur'an-ı Kerim'de sûrelerin ve sûrelerin içindeki ayetlerin sıralanışı ilâhî menşe'li idi. Tevkîfîdir; târihî değildir, keyfî değildir, ihtiyârî değildir. Allah öyle emretmiştir, öyle sıralanmıştır.

Onun için biz bu sıraya riayet edeceğiz. Yâni Fâtiha'dan başlayacağız, Allah nasib ederse, ömür verirse, Kul e�zü birabbin-nâs'le bitireceğiz.

İlk vahyi niçin okuyoruz?.. İlk vahiyde Peygamber SAS Efendimiz'e Allah-u Teàlâ Hazretleri, "Seni yaratan Rabbinin adı ile oku!" demiş olmasından dolayı; yâni okumaya Allah'ın adını söyleyerek, Allah'ın adını anarak başlamasını emretmiş olmasından dolayı okuyoruz.


E bizim şimdi Kur'an-ı Kerim'i açtığımız zamanda ilk karşımıza çıkan, (Bismillâhir-rahmânir-rahîm.) satırıdır. Ondan sonra (Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn.) geliyor.

Araplar zaten, "Ey Allahım, ey Mevlâm, senin adınla bu işe başlıyorum." mânâsına;




(Bismikellàhümme) derlerdi. (İkra' bismi rabbikellezî halak.) ayetinde de Allah'ın ismiyle başlanması emrediliyor.

Fakat bu olaylar birkaç defa tekerrür etmiş olmalı... Bir rivayette de Peygamber Efendimiz, Hıra mağarasında başına gelenleri Varaka'ya anlattıktan sonra:

"--Yalnız halvette kaldığım zaman, tek başıma kaldığım zaman, arkamdan 'Yâ Muhammed!.. Yâ Muhammed!' diye ses işitiyorum, kaçıyorum." filân diye söylemiş.

Varaka bu sözü duyunca:

"--Kaçma, öyle yapma! Sana geldiği zaman, ne söyleyeceğini dinle, bekle, sebat et! Sonra gel bana, ne olduğunu haber ver." diye nasihat etti.


Demek ki ilk karşılaştığı olayı Varaka'ya anlatınca, o da böyle bir tavsiyede bulundu. Sonra Peygamber Efendimiz yine oraya gidince:


(Yâ Muhammed, kul: Bismillâhir-rahmânir-rahîm...) denildi. (Veled-dàllîn)'e kadar bu sesleri duydu. Sonra;

(Kul: Lâ ilâhe illallah) "Lâ ilâhe illallah de!" denildi.

Peygamber Efendimiz Varaka'ya bunları nakletti. Varaka yine:

"--Şehadet ederim ki, sen Meryem'in oğlu İsâ AS'ın müjdelediği ahir zaman peygamberisin!" dedi.

Zâten biliyorsunuz, İncil söz olarak müjde mânâsına geliyor. Hazret-i İsâ AS'ın da konuşmalarının ana konusu, "Ahir zaman peygamberi gelecek, müjdeler olsun!" tarzında Peygamber Efendimiz'i müjdelemesiydi.

"--Mûsâ AS'a gelen melek gibi bir melektir bu... Sen Allah'ın tayin ettiği bir peygambersin. Sen cihadla mükellef olacasın!" demişti.


Şimdi burdan anlaşılıyor ki, Varaka'nın yanına iki defa gidilmiş. İlkinde o bazı nasihatlarda bulunmuş; ikincide (Bismillâhir-rahmânir-rahîm. Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn...) diye Fâtiha Sûresi gelmiş.

Demek ki, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm." ilk inen Fâtiha Sûresi'nin başında bulunan bir ibâre... Buradan, bu rivayetten onu anlıyoruz. Ama ilk karşılaştığı vahiy, (İkra' bismi rabbikellezhi halak.)

Demek ki Cenâb-ı Hak ilkönce, Peygamber SAS'i hazırlamış oluyor. "Rabbinin adıyla oku! O insana bilmediğini öğretmiştir, kalemi öğretmiştir." diyerek o hususlarda bir hazırlama oluyor. Ondan sonra, ona bir kitap ihsân olunacağını imâ ettikten, hatırlattıktan, alıştırdıktan sonra; kitap okumaya, kalemle yazmağa teşvik ettikten sonra, (Bismillâhir-rahmânir-rahîm. Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn...) diye Fâtiha Sûresi'ni indirmiş oluyor. Demek ki Fâtiha Sûresi, Kur'an-ı Kerim'in İkra' ayetlerinden sonra inen, ama sûre olarak ilk inen sûresi oluyor.


Allah'ın ismiyle başlamak meselesi, Alak Sûresi'nin ilk ayetlerinde emredilmişti. Burada da fiilen (Bismillâhir-rahmânir-rahîm.) denilerek o gösterilmiş ve öyle okuması, öyle söylemesi ifade edilmiş oluyor.

Bu bakımdan (Bismillâhir-rahmânir-rahîm.) Kur'an-ı Kerim'dendir. Nitekim daha önceki peygamberlere de o tarzda, bütün işlere Allah'ın adını anarak başlanması emredilmiş olmalı... Çünkü Sûre-i Neml'de anlatıldığına göre, Sabâ melikesi Belkıs Hazret-i Süleyman AS zamanında yaşamış. Süleyman AS ona bir mektup göndermişti; "Putperestliği bırak, aya güneşe, yanlış şeylere tapmayı bırak, imana gel!" diye... O mektup kendisine ulaşınca, o da vezirlerini toplamış, olayı onlara haber vermişti:

(İnnî ülkıye ileyye kitâbin kerîm.) "Bana soylu, güzel, değerli bir yazı gönderildi. (İnnehû min süleymâne ve innehû bismillâhir-rahmânir-rahîm.) Bu gelen yazı Süleyman'dandır; yâni Yemen'in kuzeyinde olan, şimdiki Filistin'de olan o büyük devletin başındaki Süleyman AS'dandır ve Bismillâhir-rahmânir-rahîm diyerek başlıyor." diye bildiriyor.

Demek ki Süleyman AS'ın da bildği, daha önceki peygamberlerin de bildiği bir ibare... Peygamber Efendimiz'e de Fâtiha Sûresi'nin başında böylece bildirilmiş oluyor.


c. Besmele Fâtiha'dan Bir Ayet midir?


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Tabii, Fâtiha Kur'an-ı Kerim'dendir ve her sûrenin başında da ayrıca "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diye var; sadece Tevbe Sûresi'nin başında yok... 114 sûre olduğuna göre, 113 sûrenin başında Bismillâhir-rahmânir-rahîm var.

Sözleri itibariyle ilâhî olan, Kur'an'dan olan bu Bismillâhir-rahmânir-rahîm, her sûrenin başına Allah öyle emrettiği için mi yazılmıştır, yoksa o sûrelerin birinci ayeti midir?.. Sûreleri birbirlerinden ayırmak için başlığın altında mı yazılmıştır?.. "Sûrenin birinci ayeti değildir ama, o da ilâhî menşe'lidir, onun için sûreyi bununla başlatalım!" diye başına ondan mı konulmuştur?.. Yoksa, birinci ayet Bismillâhir-rahmânir-rahîm'dir de, ondan sonra öteki ayetler mi gelmektedir?..

Bu hususta iki rivayet var, onları size biraz açıklamak istiyorum:


Rivayetlerin bir tanesi: Sûrelerin başındaki bu besmeleler, sûrelerin birinci ayetidir. O halde Fâtiha'nın başındaki Bismillâhir-rahmânir-rahîm de Fâtiha Sûresi'nin birinci ayetidir.

Bu kanaatte olanlar diyorlar ki: "Peygamber Efendimiz'in ashabı, o mübarek alimler, Peygamber Efendimiz de öyle tavsiye ettiği için, Kur'an-ı Kerim'le karışmasın diye, Kur'an-ı Kerim'in içine, yanına bir şey yazmazlardı. Mâdem yazmışlar, mâdem iki sûrenin arasında, yeni başlayan sûrenin başında var; demek ki Kur'an'dandır ki, ondan yazmışlar. Yazdıklarına göre birinci ayettir, yoksa yazmazlardı." diyorlar.

Bu hususta İbn-i Abbas RA'dan rivayet var: "Besmeleyi terkeden, 113 ayeti terketmiş olur." buyurmuş.

Ebû Hüreyre RA de: "Peygamber Efendimiz, 'Fâtihatel-kitâb yedi ayettir. Bunların evveli Bismillâhir-rahmânir-rahîm'dir.' buyurdu." demiştir.

Ümm-ü Seleme RA da: "Peygamber Efendimiz Fâtiha'yı okurdu, 'Bismillâhir-rahmânir-rahîm, elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn'i bir ayet sayardı." demiş. O halde bu son rivayete göre, birinci ayetin bir bölümü olmuş oluyor.


İşte bunlardan dolayı, o da sûreden olduğundan, imam namazı yüksek sesle kıraat ederek kıldırdığı zaman, bunu da yüksek sesle okuyup Fâtiha'ya öyle başlamalıdır demişler. Şimdi bu İmam Şâfiî Hazretleri'nin görüşü...

Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri bu iki hususta tereddüt etmiş. Mâlikî mezhebinin imamı olan, aynı zamanda hadis alimi olan, Muvatta' isimli kitabı yazmış olan İmam Mâlik ibn-i Enes (Rh.A) Hazretleri de, Kur'an'ın içine başka şey yazılmadığını düşünerek: "Medine ahalisi, ehl-i Medine, Peygamber Efendimiz'den sonra Medine'de yaşayan ahalinin teâmülünde "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" yüksek sesle okunmuyordu. Binâen aleyh bu besmeleler ne Fâtiha'da, ne de öteki sûrelerde sûrenin birinci ayeti değildir; sûreleri birbirlerinden ayırmak için ve teberrüken, Allah'ın adıyla başlasın denildiği için, emredildiği için yazılmıştır. Onun için ne âşikâre, ne gizli bu besmeleleri okumak doğru değildir, muvâfık olmaz." demiştir.

Demek ki İmam Şâfiî "Okunması lâzım!" diyor. İmam Mâlik de, "Medine ahalisi, Peygamber Efendimizin tatbikatını bilen insanlar besmeleleri okumuyorlardı; binâen aleyh okunmaması lâzım! Fâtiha'nın birinci ayeti o değildir." demişler.


Biz Hanefîyiz, İmâm-ı A'zam Ebû Hanife Hazretleri'nin mezhebine bağlıyız çoğunlukla... Bizim Türkiyemizdeki tatbikatımızda "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" okunmuyor. Bizim mezhebimize göre bu besmele Kur'an'dan bir cümledir ama, sûrelerin başında onun bir ayeti değildir. Onların aralarını ayırmak için konulmuştur. Mâdem ki Kur'an-ı Kerim'in içine başka bir şey yazılmıyordu, o halde besmeleler de Kur'an'dandır. İmâm-ı Şâfiî Hazretleri bir bakıma haklıdır ama, bunların sûrelerin bir parçası olduğuna dair mütevâtir bir rivayet yoktur. O halde sûrenin kendisinden değildir. İmâm-ı Mâlik de bu bakımdan haklıdır.

Onun için bizim yapmamız gereken, bunu Fâtiha'da namazın içinde okumak vacib değildir. Ama gerek namazda ve gerek namazın dışında her işin başında okunması sünnettir. Bunun için namazın her rekatında, kıraatin evvelinde sessizce besmele okuruz. Ortasında okumayız, yâni o sûrenin bir parçası anlaşılmasın diye. Cehrî namazlarda da içimizden okuruz. Herhalde en isabetli olan bu olmuş oluyor ve ecdâdımız da böyle yapagelmişlerdir. Böylece içimizden okuyarak, "Ayettir ama, Fâtiha'nın ayeti değildir." diye bu tarzda meseleyi toparlamış oluyoruz.


d. Besmele Okumanın Amacı


"Bismillâhir-rahmânir-rahîm" üzerine, besmelenin fazîleti üzerine çok kitaplar yazılmıştır. Fakat ben şunu ifade etmek istiyorum: Kur'an-ı Kerim'in ilk inen ayetleri Alak Sûresi'nin ilk beş ayetidir. Sûre olarak ilk inen Fâtiha Sûresi'nin başında "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" vardır. Yâni Allah'ın ismiyle bir şeyin yapılmış olması çok önemli bir husustur. Bunun üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Neden bu böyle okunuyor?.. Onun sebebi üzerinde derin derin düşünmemiz gerekiyor. Hemen onu açıklayalım, ondan sonra da kelimelerinin izahı üzerinde dururuz. Kelimeleri açıklarız. Birtakım noktalara işaret etmek istiyorum.


Bunu okumaktaki maksadımız ne oluyor?.. "Ne kendim, ne başkası hatıra gelebilen hiç bir nam ile değil, ancak Allah-u Teàlâ'nın nâmı ile başladığım işe başlıyorum, başlarım." demiş oluyoruz. Yâni, burda (Bismillâh) "Allah'ın ismiyle başlarım!" derken, Allah'ın ismini öne almak ancak mânâsı ifade ediyor, tahdit ifade ediyor. Yâni başka hiçbir sebeple değil, kendi adıma da değil, başkası adına da değil; sadece ve sadece Allah rızası için, Allah adına bu işe başlıyorum, başlamaktayım." demiş oluyor insan...

Yâni, "Bu işi kendim için değil, Allah namına, onun emriyle ve onun için yapıyorum!" demiş oluyor. Burada hem te'kid var, hem de Allah'a tam itaat var. Allah'tan başka hiçbir şeyi nazar-ı dikkate almamak, sadece Allah'ın rızasını düşünmek var... Çok önemli bir nokta... Çok önemli olduğu için de, Allah-u Teàlâ Hazretleri ilk ayetlerde Allah'ın ismiyle başlanmasını söylemiş oluyor.


Demek ki biz, yapacağımız her işi nasıl yapmalıyız?.. Allah için yapmalıyız. Allah adıyla, Allah namına, Allah ile, Allah'a dayanarak, Allah'a güvenerek, Allah yolunda, Allah rızası için yapmalıyız. Bunları hepsi "Bismillâhir-rahmânir-rahîm"in içinde, mânâsında saklı olduğu için... "Lâ ilâhe illallah" mânâsı var, (İlâhî ente maks�dî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi, ben ancak senin rızanı istiyorum! Başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor, başka hiçbir şeyin peşinde değilim." mânâsı var. İmanın tam has, gönlünün tam ihlâslı hâlis muhlis görünümü olmuş oluyor. O bakımdan çok önemli bir ibare olmuş oluyor.

Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri de bu önemi vurgulamak için bu hususlarda nasihat buyurmuş, bazı hadis-i şerifler irad etmiştir. Meselâ:



(Bismillâhir-rahmânir-rahîm, miftàhu külli kitâbin) "Besmele, şu Bismillâhir-rahmânir-rahîm ibaresi her yazının, kitabın anahtarıdır, başlangıcıdır." buyurmuş

Demek ki bir yazıya başlarken Bismillâhir-rahmânir-rahîm ile başlamak lâzım! Kendisi de öyle yapardı. Başka yerlere mektup gönderirken önce besmeleyi yazdırırdı.

Sonra buyurmuş ki:


(Küllü emrin yübâlin lem yübde' fîhi bibismillâhi fehüve ebter.) "Her mühim bir iş ki, besmeleyle başlanmamışsa, besmele okunmadan o işe girişilmişse; o iş kesiktir, sonu yoktur, güdüktür."

Demek ki, her mühim işe Bismillâhir-rahmânir-rahîm diye, bu mânâları düşünerek başlamamız emredilmiş oluyor.


Onun için Bismillâhir-rahmânir-rahîm fevkalâde önemlidir. Biz de her işimizi bu mânâları düşünerek yapmalıyız. "Kendim için değil, keyfim için değil, zevkim için değil, menfaatim için değil, bir başkasının hatırına değil, bir başkasının gönlü hoş olsun diye değil, bir başkası istiyor diye değil; bu işi sırf Allah rızası için yapıyorum!" demiş oluyor.

Tabii burda da bir işaret var, hayatımızı böyle geçirmeliyiz. Başkasının hatırı için, başkasına dalkavukluk yapacağız diye, başkasının gönlü hoş olsun diye veya kendi keyfim olsun, nefsimin arzusu yerine gelsin diye yaşamamalıyız! Hayatımızın bütün fiilleri sırf Allah rızası için olmalı!..

Onun için büyüklerimiz bize neyi öğretmişlerdir?.. Bir hadis-i kudsîden alınıp, bizim ifademize uygun hale getirilip söylenmiş olan:


(İlâhî ente maks�dî ve rıdàke matlûbî) "Ey benim Rabbim, sadece sen benim maksûdumsun ve ben sadece senin rızanı kazanmak istiyorum!" düşüncesini öğretmişlerdir.

İşte hayatın en mühim düşüncesi budur. Bir müslümanı diğer insanlardan ayıran en mühim nokta budur. Başkası menfaat için çalışır, keyf için çalışır, zevk için çalışır, yapacağı her işi böyle yapar. Ama bir müslüman sırf Allah için yapar, Allah'ın rızasını kazanmak için yapar.


e. Bismillâh Kelimesi


Bismillâhir-rahmânir-rahîm'in başındaki bi- harfi, aslında () bi-ismillâh şeklindedir. İsim kelimesinin başındaki hemze atlandığı için, ( ) bismillâh deniyor. ( ) Allah kelimesinin başındaki hemze de hemze-yi vasıldır, ( ) isim kelimesinin başındaki hemze de hemze-yi vasıldır. İki söz arasında kaldığı zaman vasledilir, yâni ulanır, eklenir. Onun için bi-ismi-allah demiyoruz, bismillâh diyoruz.

İsim, bildiğimiz bir kelime; Allah-u Teàlâ'nın yarattığı varlıkların adlarına isim deriz. Bir şeyin zihinde anlaşılmasına alâmet olan, delâlet eden kelimedir. Bismillâh; Allah'ın ismiyle mânâsına da gelir, Allah ismi ile mânâsına da gelir. Çünkü Allah sözü mâbudumuzun, yaratanımızın, bizi halkeden, bize rızık veren Mevlâmızın, Rabbimizin ism-i hassıdır; belki ism-i zâtıdır, ism-i alemidir. Bunlar arasında ince farklar vardır.

Meselâ, bir şeyi önce zihinde düşünüyor, ondan sonra o kelime vasıtasıyla onu tanıyorsak, o ism-i has oluyor. Ama doğrudan doğruya tanıyorsak, daha başka bir düşünceye varmadan bizzat idrak edip tanıyorsak, o zaman ism-i alem oluyor. Bu Allah sözü, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ism-i alemidir. Yaradanımızın adı budur, Allah'tır.


Allah kelimesinin kökeni, ne zamandan çıktığı araştırıldığı zaman, çok derinlere gittiği görülüyor. Araplarının eslâfının, ecdâdının tâ kökenlerinin zamanına kadar gidiyor. Çok mühim bir kelime... Çeşitli izahlar var. Ama o uzun teferruatı bir tarafa bırakacak olursak, Arapçada dışarıdan gelme bir kelime değil. Dışarıdan gelen bir kelime olsa, ucme olduğu için gayr-i münsarif olur diyor alimler.

Başındaki elif-lâm ta'rif olsa, o zaman yâ denildiği zaman "Yâ Allah!" denmez, "Yâ eyyühallàh!" demek gerekir. Öyle denmediğine, göre o değil. Böyle ince dilbilgisi izahları yaparak söylüyorlar.

"Allah" yaradanımızın ismi, ism-i alemidir. Bundan ne çıkar?.. Allah sözü başka bir varlığa söylenemez! Putlar için, kavimlerin tapındığı başka varlıklar için söylenemez! Yâni putlar için, insanların, kavimlerin tapındığı başka varlıklar için söylemenez! Sadece vâcibül-vücûd olan Allah-u Teàlâ Rabbimiz, o isimle isimlendirilir.


Başka varlıkların isimleri, meselâ tanrı diyebilirler; Lât, Uzza, Menât vs. insanların tapındığı şeylerin başka isimleri olabilir. O isimler ayrı... Ama Allah kelimesi, tarihi çok derinlere giden bir muhteşem kelimedir. Onu İngilizce god kelimesiyle, veya Almanca got gelimesiyle veya Fransızca dio kelimesiyle karşılamak ve tercüme etmek de çok yanlış olur! Çünkü o kavimler, god sözünü, got sözünü, dio sözünü düşündükleri zaman onların hatırına başka şeyler gelir. Binâen aleyh Allah sözünün delâlet etmediği başka şeyler hatıra geldiği için Allah sözünün tercümesi olmaz Allah sözü Allah diye tercüme edilir.

Eskiden ezanı Türkçeleştirmeğe kalkışmışlar. Dini bilmeyen, Arapça'yı bilmeyen, ilimde eksik olan kimseler, Allàhu ekber'i "Tanrı uludur." diye tercüme etmişler. Olmaz! "Allah uludur" olur, "Tanrı uludur" olmaz. Neden? Çünkü tanrı, eğer Hintlilerin taptığı inekse, o zaman niye ulu olsun; ondan daha büyük fil var, zürâfa var... Yâni öyle şey olmaz!Allah yerine tanrı kelimesi kullanılamaz. Kullanılırsa, kâfi gelmez. Bunu bileceğiz. Ona göre Allah kelimesini kullanacağız.

Başka hiçbir tanrıya Allah adı verilmemiş. Kavimlerin tapındığı bâtıl putlara dahi hiç bu isim verilmemiştir. O bakımdan bunun ayrıca böyle olduğunu bilmek çok önemli oluyor.

"Mürteceldir; yâni irticâlen ve Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne verilmiş, sırf ona mahsus bir isimdir." diyor alimler. Gayr-i müştaktır, yâni bir başka yerden çıkmış değildir. İmam Fahreddin Râzî de öyle demiş: "Lâfza-i celâl..." Allah sözüne, kelimesine lafza-i celâl derler. "Lâfza-i celâl ism-i alemdir, müştak değildir. Bütün eski usül alimleri, fakihler bu kanaate varmışlardır." diye söylüyorlar. Demin anlattığım sebeplerle böyle izah ediyorlar.


f. Rahmân ve Rahîm Kelimeleri


( ) Rahmân kelimesi, bu da has isimdir. Allah-u Teàlâ'ya has, yâni Allah-u Teàlâ'ya mahsus bir isimdir. Aslında rahime- yerhamu, merhamet etmek sıfatından geliyor ama eğer o sıfat gàlib halde ise, çoksa o zaman sıfat-ı gâlibe, böyle ism-i has olur. Galebe, çok artınca, yâni o mânâ çok kuvvetli olunca isim olarak kullanılır.

Rahmân böyle bir sıfattır. Yâni sıfat olmasına rağmen isim haline gelmiştir ve insanlardan, mahlûklardan hiçbirisine Rahman denmez. Sadece Allah'a Rahman denilir. Çünkü merhameti o kadar çoktur, o kadar gàlibtir, o kadar mukayese kabul etmez miktardadır ki, ondan dolayı Rahmanlık sadece Allah-u Teàlâ Hazretlerine lâyıktır. Sırf onun için kullanılır. Öyle kullanılmıştır. Başkası için de kullanılmamıştır, hiç kullanılmışı yoktur dilde. Demek ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne mahsustur o söz.


( ) Rahîm kelimesi, yine rahime-yerhamü fiilinden sıfat-ı müşebbehe veyahut mübalağa-i ism-i fâildir. Yâni çok merhamet eden. Ama bu insanlar için kullanılır. Çok merhamet edici demektir. Mânâsı Rahman'dan daha aşağıda olduğundan, dar olduğundan Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından biridir, Allah'tan başkası için de kullanılabilir. Nitekim, Tevbe Sûresi'nin bir ayetinde de Peygamber Efendimiz'i anlatırken, Allah-u Teàlâ Hazretleri;


(Lekad câeküm rasûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsün aleyküm bil-mü'minîne raûfur-rahîm.) [Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.] O Muhammed-i Mustafâ, habîbullàh, rasûlüllàh size çok düşkündür. Mü'minlere çok merhamet edicidir, çok re'fetlidir, yumuşak kalplidir; onları çok sever, onlara çok merhamet eder." buyurmuştur.


Şimdi, tabii, burda yine anlatmak istediğim, söylemek istediğim bir husus var. Rahman'la, Rahim arasındaki fark nedir? Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin rahmanlığı ezeldendir ve ebede doğru yaygındır. Bütün varlıklara şâmildir. Böyle bir şey hiçbir yaratığa ait olamadığından, bu sadece Allah için kullanılıyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri Rahmanlığının eseri olarak bütün yaratıklara lütfetmiştir. Ezelden, vehbî olarak, yâni hiç kimsenin kesb ü ihtiyârıyla değil, sırf onun rahmanlığıyla.

Meselâ Allah bizi niçin insan yarattı? Bu bizim ihtiyarımızla değil, kesbimizle, çalışmamızla değil. Ağacın ağaç olması, taşın taş olması; onların arasından bizim seçilip de insan olmamız, bizim çalışmamıza bağlı değildir. Onun Rahmanlığı, ezelden...

Ama rahimlik kulun kesbine, ameline bağlıdır. Çalışırsa, Allah'ın rahmetine mazhar olur. O bakımdan "Allah-u Teàlâ Hazretleri rahmânüd-dünya ve rahîmül-ahireh." denmiştir. Başka rivayetler de var. Yâni dünyada mü'min-kâfir, hepsine merhamet ediyor, rızık veriyor. Mahlûku olduğu için bir takım ikramlarda bulunuyor. Kâfir olsun, müşrik olsun veriyor. Ama ahirette sadece mü'mine verecek, hak edene verecek, amelinin karşılığı olarak verecek. İşte o ahiretteki verişi rahimliğinden; ama evvelden, ezelden takdir buyurduğu şeyler Rahmanlığından.


Demek ki Rahmanlık, kâfirlere ve diğer bütün varlıklara, müşriklere, diğer canlılara, cansızlara... hepsine birden olduğundan, umûmî olduğundan, bu kadar umûmî bir merhamete hiçbir varlık sahib olamadığından, Rahmanlık Allah'a mahsustur. Ama Rahimlik, merhametlilik insanlarda da kendi çapında, kendi miktarında olabiliyor.

Şimdi bunların tercümesini yapmaya kalktıkları zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ni tanrı diye tercüme etmek doğru olmaz. Evet Allah tanrıdır, çünkü ma'buddur, ibadet ediliyor. Ama ma'budlar, ibadet edilen varlıklar; insanların kimisi Allah'a ibadet etmiş de, kimisi de maalesef Allah'tan gayrı yalan yanlış şeyleri ma'bud sanmış ibadet etmiş. Onlar da ma'bud ediniliyor, tanrı deniliyor. Demek ki Allah kelimesini karşılamıyor, Allah kelimesinden farklı.

Arapçada da öyledir. Arapçada tanrı kelimesinin karşılığı ilâh'tır. Ama Allah kelimesinin karşılığı Türkçede tanrı olamaz; Allah diye tercüme etmek lâzım. Çünkü başka türlü söylersek mânâ ifade edilmemiş olur.

Fransızcada da böyledir, Almancada da böyledir, İngilizcede de... O kelimeler Allah'ı ifade etmez. O kelimeyi sorduğunuz zaman o, saçları uzun, sarışın Hazret-i İsâ'yı düşünür. Veya daha başka bir şeyi düşünür. Demek ki medlûlu, zihindeki kavramı tam ifade etmediğinden Allah demek lâzım.


Rahmanlığı; esirgeyici diyorlar, bağışlayıcı diyorlar, acıyıcı diyorlar. Bunlar da karşılığı olamaz. Bunu uzun uzun izah etmiştir alimler. Çünkü Türkçede esirgemek bir şeyi kıskanıp da vermemek, mahrum etmek mânâsına da gelir. Meselâ, "Benden niye bir selâmı bile esirgedin?" derler. Yâni niye vermedin, niye cimrilik yaptın mânâsına. Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne esirgeyici dersek o zaman tam ters bir mânâ çıkmış oluyor. Rahmanlığı değil de sanki cimrilik isnad edilmiş gibi oluyor. "Esirgemek" doğru olmuyor, Rahman diyeceğiz.

Acıyan... Acımak da işte, "Kolum acıyor, başım acıyor, dizim acıyor..." filân diyoruz. Yâni ağrısı olmak mânâsına da geliyor. O da uygun değil.

Binâen aleyh, bizim ecdâdımız "yarlıgayıcı" demiş. "Rahmetinle yarlıgagıl yâ Ganî!" diye geçiyor biliyorsunuz. Yarlıgamak Süleyman Çelebi tarfından kullanılmış. Ne demek? O da yâr kelimesinden, dost kelimesinden geliyor Farsçadan. Yâni yar muamelesi, dost muamelesi yapmak. Yâni dostça, severek muamele etmek demektir. Eh biraz, yâni yar muamelesi yapmak, yarlıgamak biraz oluyor ama, o da isim değil sıfat... O bakımdan tam ifade etmiyor.


Sonra, "Rahmân ve Rahîm olan" desek, "Önce değildi de, sonradan mı oldu?" diye bir zorluk çıkıyor, tam ifade etmiyor. Acımak uygun olmuyor...

Demek ki Rahmân'ın ne olduğunu öğreneceğiz. Sırf Allah'a mahsus, çok engin bir merhamet ifade ettiğini, her varlığa merhametinin çokluğunu anlayacağız. Almanlar ............ diye böyle bir ifade kullanıyorlardı. Yâni herkese karşı böyle sevgi, merhamet duyan filân... Biraz böyle uzun açıklamışlar.

Demek ki Rahman'ı Rahman olarak ezberleyeceğiz. Allah'ı Allah diye kullanacağız. Yerine ötekiler tutmuyor, tam karşılamıyor. Rahim de, merhametli mânâsına bir sıfattır.

Demek ki rahmeti mü'mine, kâfire ezelden şâmil olan, hepsine erişmiş olan Rahman ve mü'minleri de ahirette itaat ettikleri için, yolunda gittikleri için, yaptıkları işleri kendi rızası için yaptıkları takdirde mükâfatlandıracak olan Allah'ı düşünerek, insan besmeleyi çektiği zaman, işe öyle başlamış oluyor. O halde bu, besmeleyi çekerek her işe başlamak çok önemli bir husus oluyor.

Bu mânâları düşüne düşüne, inşaallah Bismillâhir-rahmânir-rahîm'i bundan sonra böylece zevkle okuyalım inşaallah...


g. Şeytandan Allah'a Sığınılması


Kur'an-ı Kerim'e başlanırken bir de biliyorsunuz e�zü çekiliyor. O da bir ayet-i kerimede Allah'ın emridir bize:


(Ve izâ kara'tel-kur'âne festeiz billâh) "Kur'an-ı Kerim'i okuduğun zaman Allah'a istiàze et. (Mineş-şeytànir-racîm) Yâni racîm olan şeytanın şerrinden Allah'a sığın!" buyruluyor.

Çünkü ne olabilir? İnsan ya Allah'ın rızasını kazanmak için iş yapar, ya da şeytana uyar. Şeytanın kandırmasıyla günah olan, haram olan, yanlış olan bir işi yapar. O bakımdan şeytana uymamayı da, şeytana tapınmamayı, şeytanın yanlış vesveselerine aldanmamayı da düşünmesi lâzım bir insanın.

Onun için e�zü-besmele çekmemiz lâzım. Yâni Allah'a şeytandan sığınmak lâzım. Rahmetinden koğulmuş, tard edilmiş, huzurundan atılmış o şeytandan Allah'a sığınmak lâzım. Çünkü insanları kandırmak için uğraşan bir varlık ve rahmeti engin olan, merhameti engin olan; kullarını da ahirette, mutì kullarını, mü'min kullarını mükâfatlandıracak olan Allah'ın o mükâfatını düşünerek, ezelde bize ihsan ettiğini lütuflarını, nimetlerini düşünüp şükür dolu olarak; ahiretteki mükâfatları da kaçırmamayı, azaba uğramayıp, aksine lütfa ermeyi düşünerek bir işi yapmayı sağlayan bir ibare olmuş oluyor bu Bismillâhir-rahmânir-rahim... Yâni insan okudukça, derin derin düşündükçe besmeleye karşı muhabbeti daha çok artıyor.

İnşaallah besmele bundan sonra gözümüzün önünde daha çok bulunsun. Her işimizi bu mânâları düşünerek yapmaya gayret edelim! Allah-u Teàlâ Hazretleri her işi rızâsına uygun yapmayı cümlenize, cümlemize nasib eylesin...


h. Besmele Duası


Ben bu sohbetimde böylece, besmelenin ne kadar mühim olduğunu, ne kadar derin anlamı olduğunu kırık dökük cümlelerimle anlatmış oldum.

Bir de bu sohbetimin sonunda Hocamız cennet-mekân Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin, biliyorsunuz, bize hadis-i şeriflerden, Kur'an-ı Kerim ayetlerinden topladığı Evrâd-ı Şerife'si, bir kitabı vardır. Sabahları okuruz. Kardeşlerimiz her zaman okurlar. Orada bu Bismillâhir-rahmânir-rahîm'le ilgili salı günü evradı arasında çok güzel bir dua var:

"Yâ Rabbi!" diyor, "Ben senden şu duamda zikrettiğim, istediğim şeyleri bismillâhir-rahmânir-rahîm'in hürmetine, azametine, celâline, cemâline, kemâline, heybetine, menzilesine, kuvvetine, ceberûtuna, ululuğuna, senâsına, bahâsına, kerâmetine, saltanatına, bereketine, izzetine, kuvvetine, kudretine dayanarak istiyorum!" mânâsına, güzel bir, çok duygulandırıcı bir dua. Onu okuyarak sohbetimi tamamlamak istiyorum.

Kur'an-ı Kerim tefsirine böylece bu akşam Bismillâhir-rahmânir-rahîm'in izahıyla başladık. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu tefsir izah sohbetlerimizde bizi tevfîkàt-ı samedâniyesine mazhar eylesin... Bu işi sonuna kadar tamamlamayı ihsân eylesin... Bunu diliyoruz ve daha başka lütuflarını diliyoruz ve onun için Hocamız'ın öğrettiği bu duayla sohbetimi bitirmek istiyorum:


Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Allàhümme innî es'elüke bihakki bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bi hürmeti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bifadli bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bi azameti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bicelâli bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bicemâli bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bikemâli bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve biheybeti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bimenzileti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bimelekûti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve biceberûti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bikibriyâi bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bisenâi bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bahâi bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bikerâmeti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bisultàni bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bibereketi bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve biizzeti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bikuvveti bismillâhir-rahmânir-rahîm, ve bikudreti bismillâhir-rahmânir-rahîm, en yüveffikanâ liitmâmi tefsîril-kur'ânil-kerîm.



Yâ ilâhenâ! İrfa' kadrenâ, veşrah sudûrenâ, ve yessir umûrenâ, verzuknâ min haysü lâ yahtesib. Bifadlike ve keremike yâ men hüve kâf hâ yâ ayn sâd, hâ mîm ayn sîn kàf... Ve nes'elükellàhümme bicelâlil-izzeti ve celâlil-heybeti ve ceberûtil-azameh. En tec'alenâ min ibâdikes-salihîn. Ellezîne lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn, birahmetike yâ erhamer-râhimîn...

Ve en tüsallî alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed, birahmetike yâ erhamer-râhimîn. Allahümme innâ nes'elüke minel-hayri küllihî, ve ne�zü bike mineş-şerri küllihî. Allahümerham ümmete muhammeden rahmeten âmmeh...

Rabbimiz, ümmet-i Muhammed'e lütfuyla keremiyle muamele eylesin... Bizi dünyanın ve ahiretin her türlü hayırlarına bu dua berekâtıyla, lütfuyle, keremiyle, habîb-i edîbi hürmetine nâil eylesin... Hem dünyada, hem ahirette aziz ve bahtiyar eylesin...

Sevgili ve değerli Akra ve Ak-Televizyon izleyicileri, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


13. 10. 1998 - ALMANYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 15:43

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
20 Ekim1998


ŞEYTAN'DAN ALLAH'A SIĞINMAK
4.BÖLÜM




Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah hepinizden razı olsun... Sevdiği, razı olduğu işleri yapmayı; ömürlerinizi rızasına uygun geçirmeyi nasib eylesin... Tevfîkını cümlenize refîk eylesin... Cümlenize yardım eylesin... Hepinizi dünyada ahirette mes'ud ve bahtiyar eylesin...


a. Kur'an Okurken Şeytan'dan Allah'a Sığınılması


Şimdiye kadarki tefsir sohbetlerimizde besmeleyi anlatmıştık en son. Bir de biliyorsunuz Kur'an-ı Kerim okunurken namazın birinci rekâtında da, namazın haricinde de Kur'an-ı Kerim'in kıraati başladığı zaman, tilâveti başladığı zaman, sadece "Bismillâhir-rahmânir-rahîm." denilmiyor; "E�zü billâhi mineş-şeytànir-racîm. Bismillâhir-rahmânir-rahîm." deniliyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri İkra' sûresiyle:




(İkra' bismi rabbikellezî halak) "Yaratan Rabbinin adını anarak, onunla okumaya başla!" dediğini anlatmıştım eski sohbetlerimizde. Demek ki Kur'an-ı Kerim'in ilk başlangıcında Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz'e, adıyla başlamayı tavsiye ediyor.

Bir başka ayet-i kerimede de:


(Ve izâ kara'tel-kur'âne festeiz billâhi mineş-şeytànir racîm) "Kur'an-ı Kerim okuduğun zaman Allah'a sığın, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne istiàze eyle, şeytandan Allah'a sığın!" deniliyor.

Bu, şeytandan Allah'a sığınmak meselesi bütün alimlere göre sünnettir. Hatta bazı büyük alimler, bazı din büyükleri vacib demişlerdir. Namazın dışında, sadece Kur'an-ı Kerim okunurken e�zü besmele okunması da mendubdur.

Bu bakımdan bugünkü konuşmamda e�zü-besmeleyi de anlatarak eğer vakit olursa Fâtiha'nın açıklanmasına geçeceğim.


Bu e�zü, Allah'a şeytandan sığınmak konusunda bazı ayet-i kerimeleri okumak istiyorum. Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayet-i kerimesinde buyuruyor ki:


(Ve immâ yenzeğanneke mineş-şeytâni nezğun festaiz billâhi innehû hüves-semîul-alîm) [Eğer şeytandan gelecek kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın! Çünkü o işitendir, bilendir.] buyruluyor. Yâni Allah'a, Semi' ve Alîm olan Allah'a şeytandan istiàze etmek, sığınmak emrediliyor. Bir ayet-i kerîme bu.

Diğer bir ayet-i kerimede:



(Ve kul rabbi e�zü bike min hemezâtiş-şeyâtîn. Ve e�zü bike rabbi en yahdurûn.) "Ve de ki: Yâ Rabbi ben sana sığınıyorum, şeytanın saplamalarından, aldatmalarından, vesveselerinden ve onların başıma üşüşmelerinden sana sığınıyorum!"

Burada da gene sığınmak emredilmiş oluyor Peygamber SAS Efendimiz'e... Demek ki Kur'an-ı Kerim'in muhtelif ayet-i kerimelerinde, bu insanoğlunun azılı düşmanı olan şeytandan Allah'a sığınmak emrediliyor ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in okunmasına girişilirken de Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınmak emrediliyor.


Yukarıda 36. ayetini kaydettiğimiz, Fussilet Sûresi'nin 34. ayet-i kerimesinde, kötülük yapanlara, düşmanlara iyilik yapılması emrediliyor. Demek ki onlara iyilik yapılırsa, hayır yapılırsa, kötülüğe iyilikle mukàbele edilirse, onun içindeki kırgınlıklar, düşmanlıklar değişebilir. Yâni düşmanlık devamlı değildir, dostluğa dönebilir. Kalbi yumuşayabilir, sevmeye başlayabilir. Onun için, kötülüğe iyilikle mukabele etmek, insanların insan olan düşmanlarına karşı Allah tarafından tavsiye ediliyor.

Demek ki biz, mümkün olduğu kadar ihsanda bulunarak, ikramda bulunarak, iyilikler yaparak o düşmanların gönüllerini hayra çevirmeye, tebliğe çevirmeye çalışacağız. Gönül kazanmaya çalışacağız. Bu, Allah'ın emri oluyor.

Amma şeytana gelince, bu şeytandan Allah'a sığınılması emrediliyor ayet-i kerimede. Çünkü şeytan kendisine iyiliği, hayır yapmayı, ihsan ve ikram yapmayı anlamaz, kabul etmez ve ancak âdemoğlunun mahvolmasını, helâk olmasını ister ve düşmanlığı değişmeyecek bir düşmanlıktır.

Ezelde Allah-u Teàlâ Hazretleri onu yaratmış. Böyle bir imtihan müslümanların karşısında, mü'minlerin karşısında, hatta bütün insanların karşısında böyle bir tehlike var. Ve bunun tehlikeli olduğunu da Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimelerle bize öğrettiğine göre biliyoruz ki:


(İnneş-şeytâne leküm aduvvün fettahizûhü adüvvâ.) "Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman belleyin, düşman edinin!"


(E fetettahizûnehû ve zürriyyetehû evliyâe min dûnî ve hüm leküm adüv.) "Siz beni bırakıp, Rabbinizi, yaradanınızı, hâlıkınızı bırakıp, size açık düşman olduğu halde şeytanı ve onun zürriyyetini mi dost ediniyorsunuz? Hiç böyle şey olur mu?" diye şeytana dostluk olmayacağını bildirmiş oluyor.

Hazret-i Âdem Atamız'a da:


(İnne hâzâ adüvvün leke ve lizevcike) "Ey Âdem, bak bu mahlûk senin için de, eşin Havva için de bir düşmandır. Bak, dikkat et! Gözünü aç, onun düşmanlığına karşı uyanık ol!" diye cennette bildirdiğini, ayet-i kerimelerden, Kur'an-ı Kerim'den öğrenmiş oluyoruz. O dünya hayatından önceki bir olay ama, Allah bildirdiği için öğrenmiş oluyoruz.

Demek ki değişmez bir düşman. Düşman olarak yaratılmış ve böyle iyilik yapmakla filân kalbi yumuşayıp da değişmesi bahis konusu olmayan bir varlık.

O zaman ne olacak?.. Bu böyle Âdem Atamız'ı kandırmış, cennetten çıkartmış. Yalan yere yemin etmiş. Ondan sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne:


(Febiizzetike leuğviyennehüm ecmaîn.) "Ben onların hepsini, Âdem'i ve Âdem'in evlâdlarını, senin izzetine and olsun ki saptıracağım, aldatacağım, kandıracağım!" diye karar vermiş, bu kararını beyan etmiş.

Allah da, "Eh yapabilirsen yap bakalım!" diye imtihan olarak ona da fırsat vermiş. O vesvese verecek. İnsanoğlu şeytanın düşmanlığını anlayacak ve şeytana kanmayacak. Yâni insanın görevi bu.


Âdem Atamız'ı kandırmış. Bu usta bir kandırıcı. Âdem Atamız'ı da nasıl kandırmış?


(Hel edüllüke alâ şeceretil-huldi ve mülkin lâ yeblâ) "Meyvasını yediğin zaman ebediyyen cennette kalacağın ve artık elinden bir daha kaçmayacak bir güzel saltanata, devlete, nimete, saadete nâil olacağın bir şeyi sana öğreteyim mi? Bak bu ağacın meyvasından ye!" diye şeytan, Âdem Atamız'ı kandırmış. Şimdi bizi de kandırma durumu var.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim okurken ve daha başka işlerde, şeytandan kendisine sığınmamızı emrediyor. Yâni şeytana karşı bizim yapabileceğimiz şey ne? Birinci iş şeytanın şeytan olduğunu bilip Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ayetlerinden ikàzını öğrenip... Şimdi ben de size nakletmiş oldum kırık dökük cümlelerimle... Ayeti kerimeleri ilerde tabii yeri gelince, daha geniş açıklarız. Hadis sohbetlerimizde de şeytanla ilgili geniş konuşmalarımız, anlattığımız güzel hadis-i şerifler olmuştu.

Biz de kanmayalım diye bir kere uyanık bulunacağız, dikkat edeceğiz. Şeytanı tanıyacağız, şeytanın varlığından haberdar olacağız. O bizi madem ezelde düşman edinmiş; biz de onun düşman olduğunu bilip onun düşmanlığına karşı müteyakkız olacağız.


Bu, dünya hayatı imtihan olduğu için, bir görev... Yâni Allah dileseydi şeytanın yaratmazdı. Dileseydi ona fırsat vermezdi. Ama insanoğlunu dünyaya imtihan için gönderdiği kesin olduğuna göre, bu imtihanın bir cilvesi, cilve-i Rabbânî, bir cilvesi. İnsanın karşısında böyle bir acayip, görünmez, kurnaz mahluk var. İnsanın içine giriyor, kalbine giriyor, damarlarında dolaşıyor, aklına vesvese veriyor... Fakat o kadar. İşte onun düşman olduğunu bileceğiz, şeytan insana nasıl vesvese verir bileceğiz; bir...

İkincisi Allah'a sığınacağız. Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine sığınmamızı, kendisine tevekkül etmemizi, dayanmamızı her yerde istiyor. Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayet-i kerimesinde kendisine tevekkül etmeyi bize emrediyor. Şeytandan da Allah'a sığınmayı emrediyor.


Demek ki Kur'an-ı Kerim'in tefsirine girdiğimiz sırada, ilk başta Allah, "Allah'ın adıyla oku!" diye emrettiğinden, her işimize başlarken Allah'ın adını anacağız, Allah'tan yardım isteyeceğiz. O işi tamamlamasını niyaz edeceğiz Cenâb-ı Hak'tan... "Yâ Rabbi şu başladığım işte bana yardım eyle, itmâmını nasib eyle!" diyeceğiz. "Başarmam için bana gayret, kuvvet ver, yardım eyle!" diyeceğiz. Besmelenin bir mânâsı, yâni anlamı, mahiyeti bu.

Bunun yanısıra bir de, evet Allah'ın adıyla bir işe başlıyoruz, ondan yardım istiyoruz, Allah'ın rızasını düşünerek bu işe girişiyor. Râzı olduğu için bu işi yapıyoruz. Râzı olmadığı işi yapmayacağız. "Râzı olmasaydı bu işi yapmayacaktık. Allah bize yardım etsin!" diye de, "Onun adını anarak, ona dayanarak bu işe başlıyoruz." diyeceğiz. Bu bir vazife...


Kur'an-ı Kerim'in inmesine, vahyin inmesinin başlanmasında da Allah-u Teàlâ Hazretleri, ilk önce böyle, "Allah'ın adını okuyarak, anarak, Allah'ın adını yâd ederek kıraat eyle!" dediği için. Her şeyin başı Allah'ın adını anmak...

Bir de Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınmak... O da, şeytan tesir edebilir, vesvese verebilir, kandırabilir, şeytanın düşmanlığını hatırlamak bakımından önemli bir şey oluyor. Kur'an-ı Kerim okunurken e�zü besmele çekilecek; "E�zü billâhi mineş-şeytânir-racîm. Bismillâhir-rahmânir-rahîm." denilecek.


b. Peygamberimiz'in Şeytandan Sığınması


Peygamber SAS Efendimiz'den rivayet olunmuş bir hadis-i şerifi, bu konuyla ilgili olduğu için açıklıyorum:


(Kâne izâ kàme minel-leyli) Peygamber SAS Efendimiz geceleyin uyanırdı, (istefteha salâtehû ve kebbera) abdest alır, namaz kılardı, gece namazı kılardı."

Sevgili izleyiciler, dinleyiciler! Geceleyin namaz kılmak çok önemli ve Peygamber Efendimiz'in ashâbına ilk sûrelerle tavsiye edilmiş bir şey. Geceleyin uykuyu böleceğiz, kalkacağız, abdest alacağız, namaz kılacağız. En evvel gelen emirlerden biri. "Yâ eyyühel-müzzemmil..." sûresi ilk inen sûrelerdendir. Oradan emredilmiş ve geceleyin sahâbe-i kiram kalkar, ibadet ederlerdi. Ve gece ibadeti insanı çok çabuk geliştirir. Mânevî bakımdan çok çabuk terakkî ettirir, yükseltir.

Peygamber Efendimiz kendisi geceleri, muntazaman kalkardı. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine:


(Ve minel-leyli fetehecced bihî nâfileten lek) [Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl!] diye emretmişti.

"Namaza durmadan önce "Allahu ekber" diye namaza başlar, sonra derdi ki: (E�zü billâhis-semîil-alîmi mineş-şeytânir-racîm) "Her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilen Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınırım, racîm olan, recmedilmiş olan şeytandan. (Min hemezehû ve nefehahû ve nefesehû) Onun böyle vesvese vermesinden, kalbe bazı fikirler ilkà etmesinden ve aldatmasından Allah'a sığınırım" derdi.

Yâni bu şekilde böyle, şeytandan Allah'a sığınarak demiş oluyoruz ki:

"--Yâ Rabbi, dinimin emirlerini yapmakta bu beni engellemesin, bana zarar vermesin! Dünyevî ve dînî her işimde karşıma engel olarak çıkmasın! Beni senin rızan yolundan saptırmasın! Emrettiğin işleri yapmaktan alıkoymasın! Yasak olan işleri de beni kandırıp yaptırmasın!.."

Şeytandan insanoğlunu ancak Allah korur. Biz onu görmediğimiz için, içimizde de dolaştığından başka türlü kurtulamayız. Onun için, istiàze ederek Allah'a ilticâ etmiş oluyoruz. Her türlü şerden ve her türlü şerliden Allah'a sığınmış oluyoruz.


c. Şeytan Kelimesi


İstiàze ederken "Estaîzü billâh" denilir veya "E�zü billâh" denilir. E�zü, el-iyâze mastarından; esteîzü de el-istiàze mastarından oluyor. Araplar el-iyâze --aynla, peltek ze ile-- şerrinden sığınmak için; el-liyâz da hayrı taleb için demişlerdir. Elûzü bihî, yâni ondan hayır taleb ediyorum; e�zü bihî, ona sığınıyorum mânâsına kullanılan bir kelime.

Şeytan kelimesine gelince; bu şeytan kelimesi ( ) şetane kökünden çıkmıştır. Arapçada şeytan kelimesi ordan türemiştir. O fısk-ı fücûrüyla her türlü hayırdan uzak olduğundan, şetana uzak olmak mânâsına geldiğinden öyle şeytan diye mübâlâğa sîgası, mübâlâğa görünüşü, şekliyle böyle bu kelime konulmuştur.

Lügat alimi, dil bilgini İmam Sibeveyh :



(El-arabu tek�l: Teşeytane filânün.) "Araplar, 'Filânca şeytanlaştı.' derler." demiştir. Yâni fısk ü fücûruyla her türlü hayırdan uzaklaştı, şeytan gibi oldu, mânâsına deniliyor. Onun için bunun şatana kökünden geldiği de teşeytana denilmesinden anlaşılıyor. Başka ihtimalleri reddediyor. Bu bakımdan her şerli insana --cin olsun, insan olsun, hayvan olsun--şeytan denildiğini beyan ediyor.

Hatta Hazret-i Ömer böyle bir hayvana binmiş, o da böyle serkeşlik yapmış. Kırbaçla vurmuş, ondan sonra yine devam etmiş. Hayvandan inmiş, "Beni bir şeytanın üstüne bindirdiniz." demiş.

Demek ki hayvan olsun, insan olsun, görünmeyen mahlûkatlar olan hakîkî şeytanlar olsun; hepsine bu şeytan kelimesi kulanılıyor.


Şeytan için başka isimler var. İblis var, Kur'an-ı Kerim'de geçen bir kelime. Şeytan da ayrı bir kelime, aynı mânâya kullanılıyor.

Racim kelimesine gelince; racîm de recmedilmiş, mercûm mânâsına. Yâni faîl veznindeki kelimeler, ism-i mef'ul mânâsına da geliyor, ism-i fâil mânâsı da eğer fiil müteaddî ise iki mânâ da olabilir. Burada racîm, yâni matrûd, recmedilmiş, taşlanmış, kovulmuş, hayırdan uzaklaştırılmış demek.


(Ve cealnâhâ rucûmel-lişeyâtîn) Mülk sûresinde, bu ayet-i kerimeyi hatırlayacaksınız. Bu kayan yıldızların, şeytanlara bir recm olarak kaydığı beyan edilmiş oluyor.


(Ve hafiznâhâ min külli şeytânir-racîm) "Biz onu her racim, recmedilmiş şeytandan koruduk. (İllâ menisterakas-sem'a) ancak kulak hırsızlığı yapanlar hariç. Böyle semâdaki haberleri anlamak için kulak kabartıp, onları anlamaya, dinlemeye çalışan, (feetbeahû şihâbün mübîn) aşikâr bir böyle bir yıldız kayması ona çarpar ve o dinlemeyi engeller." mânâsına.

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin rahmetinden kovulmuş, recmedilmiş ve böyle tardedilmiş olduğundan şeytanın sıfatı racîmdir.


Başka sıfatları var tabii. Laîm deniliyor. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine rahmetini vermeyeceğini beyan ettiği için, rahmetten uzak mânâsına, mel'un mânâsına laîm de deniliyor, racîm de deniliyor. Bu mahlûka karşı uyanık olacağız.

Onun için bir işi yaparken, bu İkra' sûresinden anladığımıza göre, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm." diye Allah'ın adıyla başlayacağız. Bize emredildiğine göre, tavsiye edildiğine göre, "E�zü billâhi mineş-şeytânir-racîm." diye Allah'tan yardım isteyeceğiz. O işin Allah'ın rızasına uygun olup olmadığını düşüneceğiz, uygunsa yapacağız. Uygun değilse, tabii ona hiç girişmemek gerekir.

Ama hayırlı veya benim dünyama faydalı olan bir şeyi de yaparken, elbette besmele ile başlayabilirim. Siz de başlayabilirsiniz. O zaman da şeytan yarı yolda araya girip, saplama yapıp kandırmasın, yanlış fikirler ile aklımı çelmesin veya gevşetmesin; fikrimi, kalbimi ters istikàmete döndürmesin diye bu da önemli oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınacağız.


"E�zü billâhi mineş-şeytânir-racîm." diyerek de sığınılabilir. "Estaìzü billlâh; Allah'tan istiàze ediyorum, yâni sığınmamı taleb ediyorum." diye de olabilir.

(Festaiz billâhi mineş-şeytânir-racîm) "Allah'tan sığınma iste!" diye ayet-i kerime emredildiği için, bazı hadis-i şeriflerde o sîga kullanılmıştır.

Meselâ bir hadis-i şerifte Peygamber SAS, buyuruyor ki... Sûre-i Haşr'ın sonundaki üç ayet-i kerimeyi biliyorsunuz, Huvallàhullezî... ayetleri. "Bu sûre-i Haşr'ın sonundaki ayetleri sabahleyin üç defa, 'Estaìzü billâhis-semîil-alîmi mineş-şeytânir-racîm. E�zü billâhis-semîil-alîmi mineş-şeytânir-racîm.' der okursa, akşama kadar yetmişbin melek onun için dua eder. Kim akşamleyin aynı şekilde okursa, sabaha kadar yetmişbin melek ona dua eder, onun hayrını ister." diye bildiriliyor.


Evet, aziz ve sevgili kardeşlerim! Hem Kur'an-ı Kerim'in tefsiri için bunlar bahis konusudur. Kur'an-ı Kerim'i okumaya başlarken e�zü-besmele çekeceğiz. Hem de herhangi bir işe girişirken e�zü-besmele çekeceğiz.

Biz de e�zü-besmeleyi çekiyoruz, anlamını da düşünüyoruz. Allah'tan yardım istiyoruz. Allah'tan yaptığımız hayırlı işi tamamlatmasını niyaz ediyoruz. Bir de bu esnâda şeytanın bizi çelmelememesini, engellememesini, hedefi saptırtmamasını da düşünüyoruz ve şeytandan, şeytanın vesvesesinden, hîlelerinden, oyunlarından, tuzaklarından Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınıyoruz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi korusun... Her türlü şer sahibinden, yâni insanların ve cinlerin şeytanlarından korusun... Ve bizi her türlü hayırları işlemeye muvaffak eylesin...


d. Peygamber Efendimiz'in Bir Duası


Bir duayı ben daima düşünürüm. Size de söylemek istiyorum bahsi kapatırken. Peygamber SAS Efendimiz'in bir hadis-i şerifinde onun bir duası var, Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne şöyle dua ediyor:


RE. 75/3 (E�zü birıdàke min sahatike) "Yâ Rabbi ben senin gazabından, kızmandan senin hoşnutluğuna sığınırım. (Ve biafvike min uk�betike) Beni işlediğim bir hatalı işten dolayı cezalandırmandan affına sığınırım. (Ve bike minke) Senden yine sana sığınırım. (Üsnî aleyke) Sana senin güzel sıfatlarını düşünerek medh ü senâlarda bulunurum. (Lâ eblüğu külle mâ fîke) Ama acizim; ne kadar söylesem bütün sıfatlarını saymaya, seni hakkıyla senâ etmeye gücüm yetmez." diye buyuruyor.

Yâni Allah'tan gelecek cezalara karşı yine Allah'a sığınacağız. Allah'ın kızmasına karşı, Allah'ın lütfuna, ikramına, rızasına sığınacağız. Ondan yine ona sığınacağız.

Bir de Allah'tan gayri, zaten ne gelirse gücün kuvvetin sahibi, asıl Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir. İmtihan olarak mâdem şeytanı yaratmış, dünyayı süslemiş, cennete gidecek yolda bir sürü tuzaklar var. Bir sürü mâniler var... Ne yapacağız? Onlardan da, yâni mahlûkatın şerlilerinden, yaratıkların şerlilerinden de Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne dâimâ sığınacağız.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi korusun, sevdiği kul eylesin... Her işimizi onu düşünerek ve onun rızasını kazanmak için yapalım. Ve bu arada da hem kendisinin kahrına, gazabına uğramaktan, hem de yarattığı şeytan gibi, cinlerin şeytanları veya insanların da şeytanlaşmış olanlarının gelip de aklımızı karıştırmasından Allah bizi korusun.


Biliyorsunuz, aziz ve muhterem kardeşlerim, şimdi ben bir kaç gündür --biraz tefsir sohbeti içinde şöyle bir şey olsun diye güncel haber vereyim-- ayağımın tozuyla yeni Saray-Bosna'dan geliyorum. Oraları gördüm. Savaş alanlarını gördüm. Böyle bombalarla yıkılmış, tahrib edilmiş binaların resimlerini çektik. Oradaki kardeşlerimizle tanıştık, görüştük. Mermi parçalarını önümüze dizip resim çektirdik. O düşmanların ne kadar zulümler yaptığını dinledik.

İmanın çok düşmanı var, müslümanların çok düşmanı var! İnsanların çok şeytanları var, yâni şeytanlaşmış olanları var. Maskelileri var. Güzel, böyle kuzu postuna bürünüp de, aslında kurt gibi parçalayıcı, yırtıcı olanlar var. Nezâketli görünüp de, eğilir gibi yapıp da insanın ayağının altına karpuz kabuğu koyup kaydıranlar var. Kötülüğünü isteyenler var...

Buralardan ibret alalım. Yâni bu tefsir dersinden günlük hayatımıza bir ders çıkartalım. Görünen ve görünmeyen çok düşmanlar var. İmanın düşmanları var, hayatımızın düşmanları var, milletimizin düşmanları var, dinimizin düşmanları var, ülkemizin düşmanları var. Parçalamak isteyenler var, ezmek isteyenler var. İmanı alıp sömürmek isteyenler var. Kendilerine benzetmek isteyenler var. Her şer sahibinden Allah'a sığınalım, bir de şerlileri anlamak için gözümüzü açalım!


Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizi gaflet uykusuna düşürmesin... Düşmüş olanları da gaflet uykusundan, nevm-i gafletten uyandırsın, ikaz eylesin... Uyanık müslüman olarak, basîretli müslüman olarak, ârif müslüman olarak, ferâsetli müslüman olarak yaşayıp, hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasib eylesin... Bâtılı bâtıl olarak görüp, teşhis edip, anlayıp, bâtıldan, yanlıştan, boştan, anlamsızdan, işe yaramazdan elimizi, eteğimizi çekip, uzaklaşmayı, boşuna oyalanmamayı nasib eylesin...

Cümlemizi şu hayat imtihanını güzel başarıp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varıp, cennetine girenlerden, cemâlini görenlerden; Habîb-i Edîbine Firdevs-i A'lâ'da komşu olanlardan eylesin...

Her şey bu ana çizgi üzerinde gönlünüzce olsun aziz ve sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


20. 10. 1998 - ALMANYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 15:45

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

FÂTİHA SURESİ



Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah cümlenizden razı olsun...

Umûmî arzu üzerine, büyük istekler olduğu için, Kur'an-ı Kerim sohbetlerine başlamıştık. Kur'an-ı Kerim'in hakkında umûmî ikazlar, bilgiler, hatırlatmalar yaparak, tanıtmalar yaparak; Kur'an-ı Kerim'in ayetleriyle ilgili, sûrelerle ilgili bilgiler vererek e�zü-besmele'nin izahına geçmiş, onları izah etmiştik.

Öğrendiklerimizi uygulamak da amacımız olduğu için; yâni sadece bilgi toplamak, bilgilenmek, bilgi biriktirmek değil, öğrendiklerimizi uygulamak da amacımız olduğu için, neleri öğrendiğimizi bir hatırlatmayı uygun görüyorum:


a. Besmeleyle Başlamak


Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'inin ayetleriyle bize, her işe başlarken istiàze etmemizi emrediyor. Yâni şeytanın şerrinden Allah'a sığınmamızı emrediyor. Bu sığınmak: "E�zü billâhi mineş-şeytânir-racîm" demekle, veya "Estaîzü billâhi mineş-şeytânir-racîm" demekle, veyahut "El-iyâzü billâh" demekle tahakkuk edebilir.

Yâni şeytanın bize müdahale edebileceği, bizi kandırabileceği, zaten görevinin, işinin o olduğu, faaliyetinin o olduğu hatırlanılacak. Görünmez ve kuvvetli bir aldatıcı, mekkâr ve hilekâr bir varlık olduğundan onun şerrinden Allah'a sığınacağız. İşte başlarken onu öğrenmiştik.

Kur'an-ı Kerim okumaya başlanırken de e�zü-besmele çekiliyor. Yâni önce: "E�zü billâhi mineş-şeytânir-racim" deniliyor, ondan sonra besmele çekiliyor. Buradan anlıyoruz ki şeytan bizi aldatabilir, her işimizde ve Kur'an okurken de aklımızı karıştırabilir. Kur'an'ın mânâlarından kafamızı, düşüncemizi, tefekkürümüzü saptırabilir.


Sonra ilk inen ayetlerle, Peygamber Efendimiz'e Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin vahiyle ilk öğrettiği edeb, her işi Allah'ın ismiyle yapmak.



(İkra' bismi rabbikellezî halak) Allah'ın adını anarak yapmak, bir işe Allah'ın ismiyle başlamak; bu da besmele oluyor. Besmelenin de izahını yapmıştık. Her işi yaparken besmele çekeceğiz, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diyeceğiz.

Bu ne demek oluyor?.. "O işi Allah rızası için yapıyoruz. Yâni Allah o işi sevdiğinden, o işi yaptığımız zaman Allah'tan sevap kazanacağımız için yapıyoruz." demek; bir...

İkinci de, "Allah bize yardım etsin!" demek. "Güç kuvvet sahibi odur. Biz Allah'ın adıyla başlıyoruz; bunun bereketiyle, bunun feyziyle yaptığımız işte Allah bize yardım etsin!" mânâsı oluyor. Her işe eûzu-besmele çekerek başlayacağız. Tabii, Kur'an-ı Kerim'in okunmasına da, tefsir dersine de böylece başlayacağımızı öğrenmiş olduk.


Her işimizi Allah için yapmayı ilk ders olarak öğrenmek çok önemli... Bu tefsir dersleri, İslâm'ın doğru anlaşılmasına doğru bizi götürecekse; sonunda Kur'an'a dayalı, sağlam bir İslâm'ı öğrenip de iyi bir müslüman olacaksak, bu öğrendiklerimizi uygulamalıyız. Hatırımızda iyi tutmalıyız. Her şey Allah için yapılıyor, Allah rızası için yapılıyor. Allah'ın adı anılıyor ve Allah'tan yardım isteniyor. Çünkü insanın gücü, kuvveti az; güç kuvvet sahibi Allah... O gücü, kuvveti veren de Allah... Onun için Allah'tan yardım istenirse, Allah'ın lütfuyla her şey başarılır diye Allah'tan yardım isteyerek, onun adını anarak başlayacağız.

Bu besmele, Kur'an-ı Kerimimizi açtığımız zaman birinci sayfasında karşımıza çıkıyor. Ama bir çerçeve içinde çıkıyor:



"Bismillâhir-rahmânir-rahîm" yazılmış. Bunun üzerinde de bilgi vermiştik.

Böyle, bilgileri fazla dağıtarak dinleyicilerin aklını karıştırmayı da sevmiyorum. Açık ve seçik, anlaşılır ve anlaşıldığı zaman da uygulanabilir sözler söylemek istiyorum.

Bizim mezhebimize göre oraya yazılmış olan besmele Fatiha'nın bir parçası, birinci ayeti değildir. Bir sûrenin başladığını gösteren bir başlangıçtır. Her sûrenin başında --Tevbe Sûresi hariç; onun sebebi, Enfâl'in devamı olduğu hakkında görüşler olduğundan-- her sûrenin başında sûreler birbirinden ayrılsın diye besmele konulması sonradan olmuştur.

İbn-i Abbas RA, "Sûreler fasledilsin diye, evvelce yokken bunlar konuldu." dediğinden, Fatiha'nın başında o gördüğümüz güzel besmele, bize Kur'an-ı Kerim'e de, "Bismillâhir-rahmânir-râhîm" diye başlayacağımızı gösteriyor ama, Fatiha'nın birinci ayeti değil. Bizim tâbî olduğumuz alimlerimizin görüşü bu...


"Başka hangi görüşler var?" denirse, onların hepsini sıralayabiliriz ama, fazla görüşlerden dolayı sonra iş darmadağın dağılır. Tabii sorunun bir çözümü olduğundan bir tanesini seçmek lâzım. Dinleyici de onu yapamaz. Çünkü söylenen çeşitli sözlerin en doğrusunu bulmak da alimin işidir.

O halde biz doğrudan doğruya, hiç ihtilâfa düşürmeden kesin sonucu söylüyoruz: Bizim mezhebimize göre Fatiha'nın birinci ayeti "Bismillâhir-rahmânir-râhîm." değildir. O Fatiha'nın bir sûre olduğunu göstermek için başına konulmuştur.

Neml Sûresi'nde, Belkıs ile Süleyman AS arasındaki mektuplaşmada bu ibâre geçiyor. Demek ki, eski peygamberlere de Allah-u Teàlâ'nın böyle, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diye başlanmasını emretmiş olduğunu anlıyoruz. Ama Fatiha'nın birinci ayet-i kerimesi, bizim mezhebimizin alimlerinin görüşlerine göre --Mâlikîler ve Hanefîlere göre yâni, biz Hanefîyiz-- "El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn." cümlesidir.


b. Alemlerin Rabbine Hamd ve Senâ


O halde Kur'an-ı Kerim'in tefsirinde şimdi ilk ayete, bugünkü sohbetimizle başlamış oluyoruz, birinci ayet-i kerime:



(El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn)

Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin çok sevdiği bu mübarek ibareyi, çok sevap verdiği bu ibareyi, sevabının yeri göğü dolduracak kadar, mizanı ağdıracak, bastıracak kadar, insanı kurtaracak kadar çok olan bu ibareyi açıklayalım. Allah'ın en çok sevdiği kulların böyle kendisine çok hamdeden kullar olduğunu Peygamber Efendimiz de bildiriyor.

Bu mübarek kelimenin anlamı üzerinde derli toplu, sayfalarca, onlarca, yüzlerce sayfa bilgiler var tabii. Onları size kısaca özetlemek, yâni mümkün olduğu kadar kısaltarak anlatmak istiyorum. Demek ki bizim Kur'an-ı Kerim'imiz hamd ile başlıyor: "El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn."

Biraz şöyle bir hatırda kalsın diye Namık Kemal'in bir şiirinden ilk beytini okumak istiyorum, o diyor ki böyle heyecan dolu bir şiirinde:


Yok iştikâ-yı cevr-i felekten nisâbımız;
Ser-levhasında hamd ile başlar kitâbımız.


Yâni mânâsı ne?.. "Şu dünya hayatında karşılaştığımız cevr ü cefâdan şikâyet gibi bir huyumuz, şikâyetten bir nasibimiz yok. Biz karşılaştığımız cevr ü cefânın karşısında şikâyet etmeyiz." Evet, müslüman şikâyet etmez. Neden? "Ser levhasında hamd ile başlar kitâbımız." Bu ne demek? Bizim Kur'an-ı Kerim'imiz, kitabımız daha başında, ser-levhasında, birinci sayfasında "Elhamdü lillâh" diye başlar diyor. Bu da bu şiirle hatırımızda kalsın. Böyle Kur'an-ı Kerim'in, "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn" diye başladığını gösteren bir beyit olmuş oldu söylediğim.

Şimdi bu mübarek ayetin mukaddes kelimelerini dinleyicilerimize anlatmaya başlayalım:


c. Hamd Kelimesi


( ) El-hamdü; belirli hamd, bütün hamd mânâsına. Biraz daha Arapça dersi vermiş gibi olalım, yavaş yavaş Arapça'ya da aşinâlığı artsın kardeşlerimizin, dinleyicilerimizin: Arapça'da kelimelerin başına "el" gelebilir. Bu İngilizce'deki "the" gibidir. Yâni belirlilik bildiren. Almanca'daki "Der, di, das" ön takıları, artikelleri gibidir. Fransızca'daki "La, lö" gibidir. Yâni belirlilik bildirir.

El-hamdü demek, belirli hamd demek. Veyahut bütün hamd cinsi, yâni her çeşit hamd demek olabilir.

Şimdi bu hamd ne demek? Hamd, hamide-yahmedü fiilinin mastarıdır. Övmek demek. Ama fiil geçişli fiil olunca, müteaddî olunca mastar geçişli mastar da olur, geçişsiz yâni edilgen mastar da olabilir. Yâni övmek mânâsına da gelebilir hamd, övülmek mânâsına da gelebilir. Burada övülmek mânâsı daha uygun düşüyor ibarede...

Övülmek ama, nasıl övülmek?.. Bunun da inceliği var. Arapça'da övülmek sözümüzün karşılığında bazı kelimeler var, onları hatırlayalım: Meselâ "medih" sözü var. Medhetmek, övmek demek Arapça'da. Medeha-yemdahu-medhan, övmek demek. Zaten "hamd" ile "medih" bakınız birbirine benziyor. Arapça'da biiştikàkık-kefir vardır, yâni birbirine benzeyen harfleri ihtiva eden kelimeler arasında mânâlar yakınlığı da vardır. Yâni harflerin de bazı mânâları vardır Arapça'da.

Bir kelime "medih". Medih ne demek? Övmek demek; Türkçe'deki övmenin Arapça'daki karşılığı. Bunun zıddı övmemek veya kötülemek mânâsına zem kelimesi var. Onu da biliyorsunuz. Medih ne demek? Haklı veya haksız övmek demek. Bazen hayalî, bazen gerçek. Bazen yalan, yağcılılık, dalkavukluk için; bazen gerçek, doğru... Karşı tarafı övmek demek. O halde bu tam övmenin karşılığı medih.


Ama hamd o değil. Hamd, medihten biraz daha dar anlamlı, yâni daha özel demek. O ne demek? Bir kemal ve hüsne, yâni bir olgunluğa, bir güzelliğe karşı, bir ikram veya ihsan etsin veya etmesin, o hüsnün, o kemâlin sahibi ikram etmiş de olsa, etmemiş de olsa, tâzim ve takdir ile yapılan övgüye hamd denir.

Şimdi bunu biraz açıklayalım: Bir kere hamd edilen kimse kemal ve hüsün sahibi olacak, yâni olgun, eksiksiz ve güzel olacak. Hamd eden kişi de ona karşı tâzim, yâni onu gözünde büyütme, takdir, takdirkârâne duygular besleme duygusunda olacak. İsterse o hamdettiği kendisine bir ihsanda, ikramda bulunmuş olsun, isterse bulunmamış olsun... Bulunmasa da, bulunsa da onu övmeye, tazim ve takdir ile övmeye, ama haklı bir güzellik, haklı bir kemalden dolayı övmeye hamd denir.

Demek ki medihten daha özel, daha asil, daha yüksek bir mânâsı var. Medih, dalkavukluk için de olabildiğinden bazen doğru, bazen yanlış olur ama hamd gerçek bir durum karşısında yapılan gerçek bir namuslu, dürüst, güzel bir övgü demek oluyor.


Medih haksız olursa, Peygamber Efendimiz onu takdir etmiyor, yasaklıyor. Hattâ birisi size karşı sizi överse, siz ona yüz vermeyin mânâsına:



(Uhsüt-turâbe fî vücûhil-meddâhîn) "Böyle meddahların, dalkavukların, medih yapıcıların yüzlerine toprak saçın!" buyuruyor.

Yâni, "Aaa, teşekkür ederim filân demeyin. Koltuklarınız kabarmasın, şımarmayın, aldanmayın. Onların yalancı olduğunu bilin, yüzüne toprak saçın!" diyor. Ters bir davranış, yapmasın bu kötülüğü, dalkavukluğu diye engelleyin demek istiyor.

O yanlış, doğru değil. Ama hamd makbul bir şey... Onun için, Allah'ın sevdiği kullar hammâd, çok hamd edici kullardır.

Hamd makbul bir şey. Onun için, (Elhamdü lillâhi alâ külli hâl) "Her halde Allah'a hamd olsun!" diyoruz, veya "Hamd Allah'ındır." diyoruz. Bu ne demek?.. Bir ikram ve ihsan olsun veya olmasın, zaten Allah-u Teàlâ Hazretleri kemal ve hüsün sahibi olduğundan hamd onundur. Yâni isterse bize ikramı gelsin, ister gelmesin --zaten sayısız, hadsiz, hesabsız ikramı var ama-- zâtında kemal ve hüsün olduğundan hamd aslında, daha ziyade, en çok Allah'a yapılır. Dildeki kullanış da böyledir. Çünkü her türlü olgunluğun, güzelliğin yaratıcısı, sahibi odur.

Onun için de dinî sözlerimizde, hadis-i şeriflerde, Kur'an-ı Kerim'de hamd kelimesi tesbih kelimesiyle beraber geçer.



(Subhànallàhi ve bihamdihî) "Allah'ı tesbih ederim ve ona hamd ederim." Yâni: "Her türlü noksandan münezzeh olduğunu düşünürüm, öyle överim. Zâtında övgüye layık olduğundan överim." demek oluyor. Bu mânâsıyla özel bir medih, haklı bir medih demek oluyor.


Tabii medih kelimesi gibi bir kelime daha var Arapça'da, onu da hatırlayalım: Senâ... Medh ü senâ etmek deriz. Birisinin böyle iyi, güzel sıfatlarını sıraladık mı karşısında, haklı veya haksız övdük mü, medh ü senâ etti denir. Senâ, yücelmek, yükseltmek mânâsına geliyor.

Hattâ "Seniyyetül-vedâ" diye bir ibare de kulağınıza gelmiştir. Medine-i Münevvere'de Seniyyetül-Vedâ... Seniyye, yüksek tepe demek. Yâni yine bu yükseltmek kelimesiyle, yüce olmak kelimesiyle ilgili. Veda tepesi demek. İki tane Seniyyetül-Vedâ vardır, Medine'de --bu arada cümle-i mu'tarıza diyelim, parantez dememek için-- iki tane Seniyyetül-Vedâ vardır. Birisi Peygamber Efendimiz'in mescidinin olduğu Medine-i Münevvere'yi ziyaretten artık ayrılıp, giderken şöyle bir son defa dönüp Mescid-i Nebevî'yi görebilecekleri yüksek bir tepeydi. Orada bir mescid vardı, Seniyyetül-Vedâ Mescidi denirdi. Oradan göz yaşlarıyla aşık-ı sadıklar, ziyaret ettikleri Peygamber Efendimiz'e salât ü selâmlar getirerek ülkelerine dönerlerdi. Bir Seniyyetül-Vedâ bu...

Bir de son zamanlarda yaygınlaşmış ilâhi var; "Taleal-bedrü aleynâ min Seniyyetil-Vedâ" diye güzel nâmeli bir ilâhi, biliyorsunuz. Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, ahali yollara dökülmüş, tepelere çıkmış; yolları gözlemiş, ufukları gözlemiş, "Yolcular ne zaman gelecek?" diye merak içinde, aşk içinde, iştiyak içinde beklemişler. Böyle bir Seniyyetül-Vedâ daha var Medine-i Münevvere'de... O da Mekke tarafından gelenlerin Medine'ye gelmeden önce ilk defa görünebildikleri taraf. Bu demin söylediğim yerin aksi tarafı... O Seniyyetül-Vedâ'da bekleyiciler durmuşlar, Peygamber Efendimiz'in Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'le geldiklerini görünce aşk u şevk ile neşîdeler, ilâhiler söylemişler.


Senâ, yüceltmek demek oluyor, medihle beraber kullanılıyor. Ama hamd daha özel, daha haklı bir övgü demek oluyor.

Bir de şükür var biliyorsunuz. Şükür; yapılan bir iyilik ve verilen bir nimetin karşısında duygularını ifade etmek, onun karşısında övmek... Türkçe'de "Teşekkür ederim." diyoruz buna.

Tabii bu, bir nimetin verilmesinden sonra yapılmış oluyor. O bakımdan da hamdden farkı var. Eğer bir nimet olmasa bile, hamd yine Allah'ındır. Ama tabii sonsuz nimetleri var, ayrı. Demek ki şükürden daha farklı bir anlamı var. Minnet dolu, takdir dolu, haklı bir övgü demek. İşte böyle bir övgü mânâsına geliyor hamd kelimesi...

Bu şükrün tariflerinde; yapılan bir iyiliğe, verilen bir nimete karşı yapılan övgü kavlen olur. Meselâ, "Çok teşekkür ederim!" demek. İçten minnetkârlık duyarak olur; bu da kalbî bir şey, derûnî bir durum... Bir de fiilen olur; yâni sana o iyiliği yapan kimseye fiilen sen de iyilik yaparsın. Allah'a şükür de, Allah'ın iyiliğine, ikramına, nimetlerine karşı itaat etmekle olur. Nitekim, Cüneyd-i Bağdâdî'ye hocası sormuş:

"--Sen söyle bakalım, şükür nedir sana göre?" deyince:

"--Allah'ın nimetlerini yeyip de, ona âsî olmamak..." diye tarif eylemiş.

Bu fiilî şükür işte... Yâni nimeti alıp, nimete göre itaat etmek fiilen şükretmek oluyor.

O halde hamd, bu şükrü de ihtivâ ediyor. Allah'ın nimetlerini düşünüp, minnetli, şükürlü, teşekkürlü, haklı, hayran, takdirkâr bir övgü demek. Böyle bir övgü, haklı bir övgü...


d. Lillâhi Kelimesi


( ) Lillâhi ne demek?.. "Allah içindir" demek. "Allah" kelimesinin başına "li" harf-i ceri gelmiş denilir buna. Başa gelen bu "li" edatı, harf-i cerlerden bir tanesidir. "İçin" mânâsına gelir. O zaman, (El-hamdü lillâh) "Hamd Allah içindir." demek olur. Yâni bir hamd yapılırsa Allah için yapılır, ona yapılır demek. Bir mânâ bu.

İkinci mânâsı; bu "li" mülkiyet ifade eder. "Övülmek Allah'ın hakkıdır, onun mülküdür, ona mahsustur, Allah'ındır." "-ın" iyelik takısıyla bunu böyle tercüme etmek de mümkün.

Yâni, "Övülmek Allah'ındır" ne demek olur? "Her övgü Allah'ın hakkıdır, ona gider. Neyi övsen, neye baksan, neyi sevsen, yaratanı Allah olduğu için, her övgü Allah'a gider, onundur." Meselâ gülü seviyorsun, rengini seviyorsun. E gülün bir şeyi yok ki, gülü yaratan Allah... Kokusunu seviyorsun, o kokuyu veren Allah... Üzüme o lezzeti veren Allah... Bala o güzelliği veren Allah. Arıya o balı yaptıran Allah...

Demek ki (El-hamdü lillâh), "Hamd Allah içindir" demek olabilir; veya "Hamd Allah'ındır. O güzel, haklı övgü Allah'ın hakkıdır. Her hamdin hakîkî sahibi, hakîkî muhatabı Allah'tır." mânâsına gelebilir. Bu iki mânâ mümkün... (Küllü senâin yeûdü ileyhi) "Her medh ü senâ döner dolaşır, işte onu yaratan, o şeyi yaratan hâlıka, yâni Allah'a gider." demek.

Şimdi bu, "El-hamdü lillâh" sözünün hüküm mânâsı, ihbarî mânâsıdır. Arapça "Evet bu böyledir." diye bir hakikatı belirtmek için kullanıldığı gibi bu cümle, bu ifade, bu ibare, inşâî mânâda da kullanılmıştır. İnşâî mânâ ne demek?.. Yâni dua gibi, "Hamd olsun Allah'a..." mânâsına da gelir bu.

Nitekim Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:



(Efdalüz-zikri lâ ilâhe illallah) "Zikrin en üstünü, en güzeli, en faziletlisi, en sevaplısı 'Lâ ilâhe illallah'tır." diyor. Tamam, "Lâ ilâhe illallah"ı çok diyelim. (Ve efdalüd-duâi elhamdü lillâh) "Ve duanın da en faziletlisi, en üstünü, en güzeli 'Elhamdü lillâh'tır". Yâni Elhamdü lillâh da duaymış. Demek ki o zaman, "Hamd olsun Allah'a..." mânâsına geldiğini gösteriyor.


Hâkim bin Ümeyr'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz yine açıkça buyurmuş ki: "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn dediğin zaman, sen Allah'a şükretmiş olursun; o da sana nimetini arttırır." buyurmuş bir hadis-i şerifinde de.

Demek ki "Elhamdü lillâh" demek, "Hamd olsun Allah'a..." demek oluyor. O zaman şükretmiş oluyor insan. Ve Allah da ayet-i kerimede:



(Lein şekertüm leezîdenneküm) "Eğer siz benim verdiğim nimetleri anlar, hamd eder, şükrederseniz; ben de sizin nimetinizi arttırırım!" dediğinden, Peygamber Efendimiz de onu ifade ediyor: "Elhamdü lillâh, dediğin zaman Allah'a şükretmiş olursun, o da senin nimetini arttırır." buyuruyor.

"Elhamdü lillâh" önemli bir ibare. İnsanın nimetlerini arttırır, kesesini doldurur, bütçesini genişletir, yaşamını rahatlatır, saadetine saadet katar. O kadar önemli...


Fatiha'yla ilgili bir başka uzun hadis-i şerifte de: "Kul 'Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn' deyince, Allah-u Teàlâ Hazretleri der ki: 'Kulum bana şükretti.'"

Demek ki, "Elhamdü lillâh" demek şükür demekmiş. Buradan, bu üç delille neyi söylemiş oluyorum: "Elhamdü lillâh, hamd olsun Allah'a, şükrolsun Allah'a..." demek oluyor, Allah da bu sözü seviyor. Yâni dua mânâsına...

"Şu şöyledir" diye bir hüküm bildiren mânâsı da olabilir. Ama "Hamd olsun Allah'a..." diye böyle bir dua mânâsı da olduğu anlaşılıyor "Elhamdü lillâh" sözünün.

Özetleyecek olursak: "Elhamdü lillâh" demek, "Hamd Allah içindir, yâni hamd Allah'a olur. Hamd Allah'ındır, yâni ona gider. Onun hakkıdır. Başkasına hamd yaraşmaz, yakışmaz. Çünkü her nimeti veren odur." Veyahut da, "Hamd olsun Allah'a..." demek mânâsına geliyor. Elhamdü lillâh...


e. Rab Kelimesi


Tamam, "Hamd"i biraz anlatabildim, dilimin döndüğü kadar. "Lillâhi"yi de anlattım. Gelelim "Rabb" kelimesine...

() Rabb kelimesi ne demek? "Rabb" kelimesi şeddeli ama; yâni "Rabb" iki tane "b" var. Bu aslında rebâ-yerbû-ribâ kökünden, riben fiilinden geliyor. Bu fiil de artmak demek. Ribâ kelimesini biliyorsunuz, faiz, artmak... Yâni, "Siz Allah yolunda zekât verirseniz Allah onu arttırır. Ama faize verirseniz, faiz almaya kalkarsanız o zaman malınız artmaz;



(Felâ yerbû indallàh) "Allah indinde gelişmez." diye ayet-i kerimede geçiyor.

Rebâ-yerbû'dan geliyor. Yâni rebbe-yerubbu gibi şeddeliden gelmiyor ama, ondan gelen bu isim "Rabb" olarak geliyor. "Rabyün" gibi "y"liyken, "y" yerine "b" gelmiş. Böylece "Rabb" olmuş.

Ne mânâsına geliyor? Artmaktan, arttırıcı mânâsına geliyor. Rabbâ-yürebbî-terbiyeten; bu da tef'il bâbından, aynı kökten bir kelime, ondan türemiş kelime. Bu da arttırmak demek, geliştirmek, yetiştirmek demek. Onun için bir çocuğu geliştiren, yetiştiren bakıcıya da mürebbiye deniliyor, biliyorsunuz.

Ama asıl mânâsı nedir? Bir şeyi geliştirmek, beslemek, büyütmek mânâsına geliyor. Hatta Türkçe'de kullanılışı çok doğru. Meselâ paça çorbası yaparsanız, ondan sonra sirkeyle, yumurtayla bir şey hazırlanır yan tarafta, çorbanın içine sonradan katılır. Ona ne deniyor? Çorbanın terbiyesini yapan. "Terbiyeli çorba" deniliyor.Yâni terbiyeli çorba ne demek? İçine bir şey katılmış, geliştirilmiş, güzelleştirilmiş demek oluyor. Terbiyeli köfte diyoruz. Yemek çeşitlerinden...


Demek ki bu "Rabb" kelimesinin mânâsı neymiş? Böyle bir şeyi geliştiren, kendi halinden daha güzel bir hale getiren, adım adım, derece derece, kademe kademe daha yükseğe, daha güzele götüren mânâsına geliyor. Mürebbî mânâsına.

Eski Türkçe Kur'an-ı Kerim mealleri vardır. Kur'an-ı Kerim'i yazmışlar, satırların arasını geniş bırakmışlar. Satırların üstüne de onun Türkçe karşılığını yazmışlar. Bunu görüp de şimdi bu asırda böyle yapan kardeşler var. Kur'an-ı Kerim'in böyle açıklamalı meal yapıp neşredenler var. Öğrenmekte faydalı oluyor.

Orda "Rabb"in karşılığına hatırlıyorum, 15. yüzyılda yapılmış tercümede, "besleyici" diyor, "bisleyici" diyor hattâ... "Besleyici" demiş ama tabii yemek verip beslemek mânâsına değil de, bir şeyi takviye ede ede daha yüksek hale getirmek mânâsına...

Buradan anlaşılıyor ki, "rabb" kelimesi çok önemli bir kelime oluyor. Yâni çevremizde, kâinatta olan şeyleri, böyle derece derece daha basitten daha güzel hale, daha mükemmel hale getiren oluyor Rabb...


Arapça'da "rabb" kelimesinin bir başka kullanışı var. Yine bu kökten. Bu mânâdan biraz daha yana doğru, bir ikinci mânâsı, ordan gelmiş tabii: "Rabbül-mâl" denilir meselâ. "Rabbul-mâl" ne demek?.. Malın sahibi demek. Efendi, sahip mânâsına geliyor. "Rabbud-dâr" denir, evin sahibi. Hatta ev hanımına da "rabbetüd-dâr" denilir, evin hanımefendisi demek oluyor.

Kur'an-ı Kerim'den hatırlayacak Kur'an-ı Kerim'le aşinâ olan dinleyicilerim: Yusuf AS zindandayken, iki arkadaşının rüyalarını te'vil ediyor. Onlardan kurtulacağını bildiği kimse giderken, Yusuf AS diyor ki:



(Üzkurnî inde rabbike) "Rabbinin yanında beni an." Yâni ne demek istiyor? "Ey arkadaşım, sen şimdi bu rüyanın tabirini bana sordun ya, hükümdarın yanında eski itibarına kavuşunca, benim mâsum olduğumu ona anlat. Haksız yere hapse girdiğimi bildir. Ben haksız yere hapiste kalmayayım!" diye arkadaşına hatırlatıyor. (Üzkurnî inde rabbike) "Efendinin, hükümdarının, rabbinin, yâni padişahının yanında beni an!" diyor.

Yâni mâlik, sahip mânâsına Kur'an-ı Kerim'de orda geçiyor. Burdaki "Üzkurnî inde rabbike"deki "rabbike" Allah mânâsına değil, Yusuf AS'ın zamanındaki o hükümdar mânâsına Kur'an-ı Kerim'de de geçiyor.

Demek ki rabb; hem böyle varlıkları veya elindeki herhangi bir varlığı derece derece olgunlaştıran, geliştiren kişi mânâsına veyahut sahip mânâsına veyahut efendi mânâsına geliyor.


Tabii Allah için bu mânâların hepsi uyar. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinatı böyle derece derece mükemmelleştirmiştir. İnsanoğlunu en mükemmel tarzda yaratmıştır. Sonra her zaman da yaratıyor. Her zaman gözümüzün önünde görüyoruz, acaba demeye lüzum yok... Yere bir çekirdek ekiyoruz. O çekirdeği kocaman bir ağaç yapıyor, çiçeklendiriyor.

Burada bakıyorum, mevsim başka mevsim tabii, sizin ordaki gibi değil... Tepeden tırnağa böyle çiçekler, ağacın her tarafını sarmış. Subhânallah! O kadar güzel ki... Yâni o kadar güzel renkler, o kadar güzel ağaçlar, o kadar güzel çiçekler var... E bunu yaratan Allah işte. Bir tohumdan koca bir ağaç, büyük bir karpuz... Kocaman, tonlarla meyvalar veren bir ağaç. Neler oluyor? Bu işte her an gözümüzün önünde...

Kişi evleniyor, ondan sonra bakıyorsunuz aile büyüyor, çocuk oluyor. Çocuk büyüyor, koca adam oluyor. Her şeyde bir gelişme var. Çok önemli... İşte Rabb, bunları yapan demek...

Bir de sahip mânâsı da uygun. Yâni "evin sahibi, malın sahibi" dediği gibi Araplar'ın. Rabbül-àlemîn, àlemlerin sahibi de diyebiliriz. O da caiz, o mânâ da uygun Allah-u Teàlâ Hazretleri için. Çünkü yerin göğün sahibi Allah'tır, mâliki odur.


e. Àlemîn Kelimesi


Gelelim "àlemîn" kelimesine. Rabbül-àlemîn, alemlerin rabbi demek... Yâni: "Hamd, övgü, ama o öyle takdirle dolu, haklı, güzel, yerli yerinde övgü àlemlerin rabbi olan Allah'ındır, Allah'adır veya Allah içindir veya Allah'a olsun..." Bir tamlama var burda; (rabbül-àlemîn) alemlerin Rabbi...

( ) Àlemîn ne demek? Àlemîn sözü alâmet kökünden geliyor. Alâmet, bir şeyin belirtisi. Àlem, àlemîn diye çoğul oluyor. Şimdi bu, alâmetten geldiğine göre ne demek?.. Allah'ın dünyada ve ahirette yarattığı bütün şeylere àlem derler. Çünkü birer alâmettir, birer delildir; bir yaratıcının var olduğunu isbat eden belgedir, bir şahittir. Şahit ve alâmet olduğundan yerdeki, gökteki, dünyadaki, ahiretteki bütün yaratıklara, Allah'ın yarattığı her şeye, her bir şeye àlem denir.

Fakat bu hususta çok çeşitli rivayetler var. Sayıları hakkında çeşitli rivayetlerde bulunulmuş. Alemlerin sayısını Allah bilir. Yâni yerdeki, gökteki varlıkların sayısını Allah bilir, en doğrusu bu... Fakat belli başlı, belirgin alemler olarak rakamlar da söylenmiş, tefsir kitaplarında geçmiştir. Bunlardan "Onsekizbin alem" sözü çok yaygındır. Ama bunun Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden bir kaynağı yoktur. Eskilerden gelme bir sözdür. Onsekizbin rakamının ortaya çıkışı da bizim bugünkü mantığımıza uygun bir tarzda değildir. Alemlerin sayısını Allah bilir.


Fakat burada söylemek istediğim, işaret etmek istediğim önemli bir başka nokta var: Bu àlemîn sözü çoğul ama, cem-i müzekker-i sâlim çoğulu derler buna... Yâni müzekker varlıklar için, eril varlıklar için olan bir çoğul ama, zevil-uk�l, akıl sahibi, can, ruh sahibi varlıklar için yapılan bir çoğul şekli bu... Memûrîn, muallimîn gibi yâni.

Niye böyle çoğul yapılmış? Arap dilinde umûmiyetle akıl, ruh sahibi varlıklar için kullanılan çoğul şekli niye kullanılmış?.. "Àlem" kelimesinin meselâ, bizim edebiyattan bildiğimiz başka ibarelerde geçen "avâlim" diye de çoğulu vardır. Avâlim de àlemler demek ama, niye "avâlim" denmemiş de "àlemîn" denmiş?

Tefsirlerde bir rivayete göre, bazı alimlere göre de àlemîn; melekler, insanlar ve cinlerdir. Yâni akıl ve ruhu olan, canlılığı olan varlıklar... "Rabbül-àlemîn" denilince bu etrafımızdaki, çevremizdeki canlı olan, hayat sahibi olan varlıkların, işte bu hayatını veren; bu cansız evrenden, yâni taştan, havadan, sudan, element dediğimiz unsurlardan, bilmem hidrojen, oksijen vs.den, topraktan onları yaratan...


İşte ayın yapısını, yıldızların yapısını araştırıyorlar, malzeme getirmeye çalışıyorlar. Kayaları inceliyorlar. Ama onlar kaya, toprak, rüzgar vs. Yâni onları biz cemâdât diye ayırıyoruz. Cemâdât olması bizi pek şaşırtmıyor. Yâni cemâdât var. Yıldızlar, gök cisimleri var. Dünyada dağlar var, taşlar var, denizler var çeşitli... Bunlar bizi şaşırtmıyor.

Tabii cansız varlıklar nedir, canlı varlıklar nedir? Onların derinlemesine gittiği zaman insanın derin derin düşünmesinde, bilginlerin sözlerini de incelediği zaman, işler çok derinlere gider de, ben kısaca söylüyorum. Sizin de bildiğiniz şeyler üzerinden konuşmayı devam ettiriyorum.

Cemâdâttan, yâni cansız varlıklardan öte nebâtât var, yâni bitkiler var. E bitkiler bir başarı... Bir üstün halka, bir üstün sınıf... Yâni taşın üstünde bitki var. Taşın aralığına kök salmış, ağaç olmuş, meyva veriyor, büyüyor. Küçüktü, büyüdü, meyva veriyor... Taş gibi değil. Taş olduğu gibi duruyor, fakat o büyüyor. Büyümesi, yapraklanması, meyva vermesi daha şaşırtıcı, daha üstün bir şey... Yâni cansız olan varlıkların içinde bir can oluyor bitkiler. Yâni nebâtât bir ileri merhale... Yaradana karşı hayranlığımızı, kâinatın hâlıkına karşı hamdimizi, şükrümüzü arttıran büyük bir olay...


Ağaçlar toprağa çakılı, olduğu yerde duruyor. Bitkiler sabit, kıpırdanamıyor. Büyüyor ama hareketleri çakılı, belli bir yerde kalıyor. Çiçekleri, meyvaları hoşumuza gidiyor; o kadar... Fakat bir de hayvanlar denilen bir tabaka var etrafımızdaki varlıklardan; onlar hareket ediyor, koşturuyorlar. Kendilerini savunuyorlar, saldırıyorlar. Bir sürü olaylar...

Hayvanlar aleminde televizyonda izliyoruz; aslan geyiği nasıl parçalıyor... Yeraltına bakıyoruz; böcekler, kuşlar, kurtlar... Denizlere bakıyoruz; büyük balıklar, küçük balıklar, birbirleriyle mücadeleleri... Bu can, bu canlılık, bu böyle kendini koruyan varlıklar, beslenen varlıklar, ötekisine saldıran varlıklar... Bu hayat çok büyük bir olay. Yanî cansız maddelerin arasından, unsurların arasından, elemanların arasından, 109 elementin arasından --artık sayısı kaça çıktıysa, fizik ilerliyor-- can dediğimiz, hayat dediğimiz şey çok büyük bir olay...


f. Hamdi Çok Yapın!


Şimdi tabii, "Rabbül-àlemîn" denilince bu canlı varlıklara işaret edilmiş oluyor. Yâni akıllı, zevil-uk�l, akıl sahibi varlıklar, insanlar, cinler... Bunlar Allah'ın mükellef kıldıkları varlıklar. Onlara işaret edilmesi, burada ayet-i kerimenin anlamını çok derinleştiriyor tabii. Yâni:

"--Ey akıl sahipleri, ey insanlar ve cinler! Ey bu Kur'an'ın indirildiği sakaleyn, ins ü cin taifesi!.. Sizi yaratan àlemlerin Rabb'i, yâni sizin gibi akıl sahiplerini yaratıp da imtihan için bu dünyaya gönderen Rabb'inizindir hamd... Hamd ona mahsustur. Hamd onun içindir. Hamd ona layıktır. Ona hamd edin!" denilince, tabii biz muhatapların, yâni emaneti yüklenmiş olan, Allah'a karşı mükellef olan, dünyaya imtihan için gelmiş olan insanlara bir ihtar çıkıyor. Daha önemli.

Çünkü cemâdâtın, yâni cansız varlıkların, taşların kayaların bir sorumluluğu yok. Onlar muhakeme edilmeyecekler, mahkeme-i kübrâda hesaba çekilmeyecekler. Onun için Hazret-i Ömer, sorumluluk duygusunun ağırlığından ne demiş:

"--Keşke Anam beni doğurmasaydı, keşke bir ot olsaydım!" demiş.

Onlara sorumluluk yok. Ama zevil-uk�l, akıl sahiplerine, sorumluluk var, hesap var... Sorumluluk verilmiş, dünya hayatı imtihan kılınmış onlar için. İmtihanı başarırlarsa cennet var, çok büyük bir mükâfat... İmtihanı başaramadıkları zaman da çok büyük bir ceza var; cehennem var, ebedî azab var. İşte alemlerin Rabbi, yâni bu yaratıkları yaratıp, onlara bu sorumluluğu yükleyen Rab mânâsı bize biraz daha heyecan veriyor.


Tabii yerin göğün sahibi Allah'tır, şek şüphe yok. Ama yerin göğün içinde insan denilen muazzez yaratığı yaratan Allah... Ona bu mükellefiyeti veren Allah... O daha önemli oluyor. "İşte bütün hamd ü senâlar onadır, alemlerin rabbi olan Allah'adır. Yâni her şeyi yaratan, ya da özellikle bu cansız varlıkların arasından hayatı yaratan ve hayat sahibi, akıl sahibi, yüksek varlıkları yaratan, onları imtihan için bu dünyaya gönderen Allah'adır hamd..."

Yâni, "Övgünün ona olduğunu bilsinler; övgünün onun şânı olduğunu, onun hakkı olduğunu bilsinler; onun kendilerinin rabbi olduğunu bilsinler, ona yönelsinler ve ona kulluk etsinler, kulluğu ona güzel yapmaya gayret etsinler!" gibi güzel güzel anlamlar çıkıyor, "El-hamdü lilâhi rabbil-àlemîn" ayet-i kerimesinden.

Bu "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn" sözü, bâkıyâtüs-sàlihàt denilen, Kur'an-ı Kerim'de medhedilen çok önemli, çok sevaplı cümlelerdendir. Nitekim Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki... Bir iki hadis-i şerif okuyarak sözümü bitirmek istiyorum. Yâni "El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn" ne kadar önemlidir, onu anlatmak istiyorum. Hazret-i Ömer RA'den rivayet edildiğine göre Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:



RE. 80/14 (Eksirû minel-hamdi) "Hamdi çok yapın!" Yâni "El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn sözünü çok söyleyin!" Bu duygu, bu fikir, bu anlatmak istediğimiz mânâ, dinimizin çok önemli bir mânâsı ki kitabımızın başı onunla başlıyor. Yâni övgünün, bütün övülecek işlerin Allah'ın eseri olduğu, Allah'ın yaratması olduğu, bütün övgülerin Allah'a gittiği hakikati çok önemli... Bunu çok yapın. (Eksirû minel-hamd) "Hamdden yana faaliyetinizi arttırın, çok hamdedin!" demek yâni.

(Feinne lehâ ayneyhi) "Çünkü bu hamdden Allah bir varlık verecek. Onun iki tane gözü vardır, (ve cenâhayhi) iki tane kanadı vardır, (tatîru fil-cenneti) cennette uçar. Hamd yâni, böyle kanatlı, iki gözlü bir varlık, cennete uçar. (Testağfiru likàilihâ ilâ yevmil-kıyâmeh) Kıyamete kadar kendisini söyleyen ağıza, o ağzın sahibi mükellef insana, Elhamdü lillâh diyene istiğfar eder. Cennette o el-hamd sözü Allah'a istiğfar eder."

Ne kadar önemli sonuçları var! Yeri göğü doldurur bu hamd sözü... Mizanda çok ağır gelir.


Arâbî'nin birisi --yâni bedevî, köylü diyelim, çölden gelmiş bir insan ama onlar bazen böyle çarıklı erkân-ı harb diyoruz ya, çok güzel sözler söylerler-- bir söz söylemiş. Bir hamdetmiş ama kendi aklıyla, nasıl hamd etmiş?



(Elhamdü lillâhi hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, kemâ yuhibbu rabbünâ en yuhmede ve yenbağî leh) demiş. Bir rivâyette de;



(Kemâ yuhibbu rabbünâ ve yerdâ) diye de geçiyor. Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî ve diğer kaynaklarda Enes RA'den rivayet edilmiş. Bu ne demek?..

"Allah'a hamd olsun." Nasıl hamd olsun? (Hamden kesîran tayyiben mübâreken) "Çok hoş, bereketli, mübarek bir hamd ile hamd olsun. Yâni bereket kazandıran bir hamdle hamd olsun. Söyleyene bereket kazandıran hoş, çok hamd ile Allah'a hamd olsun." Nasıl? (Kemâ yuhibbu rabbünâ en yuhmede ve yenbağî leh) "Rabbimiz nasıl hamd edilmekten hoşlanırsa, onun şanına nasıl hamd edilmek yaraşırsa, işte o tarzda Allah'a öyle mübarek, hoş, çok hamd ile hamd olsun!" demiş.

Bu bedevî zekâsı yâni. Bunu Peygamber Efendimiz öğretmemiş ama, hamdetmek istemiş Allah'a. Çok olmasını düşünmüş, hoş olmasını, güzel duygularla olmasını düşünmüş, içinde hayır ve bereket olduğunu düşünmüş ve Rabbimizin razı olacağı vechile olmasını dilemiş.

Yâni, "Ben güzelini belki bilemem, Rabbimin razı olduğu şekilde olsun!" demiş ve onun şanına, celâline, izzetine yaraşır tarzda olur demiş. Böyle bir hamdetmiş. Bu işte yıpranmamış, fıtrî zekâ, kavmî zekâ, Arabın, bedevînin, böyle güzel, atasözü gibi sözleri vardır.

Böyle bir hamd ile hamdetmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:



(Vellezî nefsî biyedihî) "Nefsim, canım, kudreti elinde olan Allah'a and olsun, yemin olsun ki, (lekad ibtederehâ aşeratü emlâkin küllühüm harîsun alâ en yektübehâ femâ derev keyfe yektübûnehâ) "Canım elinde olan Allah'a andolsun, yemin olsun ki on tane melek, bu bedevî bu sözü söyleyince, harekete geçti. Hepsi bunun sevabını yazmaya kalkıştılar. Ama nasıl sevap yazacaklarını, ne kadar çok sevap yazacaklarını, sevabı yazmayı nasıl yetiştireceklerini, deftere nasıl sığdıracaklarını bilemediler.

(Hattâ refe�hâ ilâ zil-izzeh) İzzet ve celâl sahibi Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne müracaat etmişler. Meseleyi arzetmişler, demişler ki:

'--Yâ Rabbi, böyle dedi bu kulun ama biz ne yapacağımızı şaşırdık; yâni elimiz, kalemimiz tutuldu kaldı. Çok güzel bir hamd ile hamdetti.'

Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki: (Üktübûha kemâ kàle abdî.)

'--Siz deftere böyle dedi, diye yazın; kulum nasıl dediyse siz de öylece yazın!" demiş.

Yâni, "Deftere başka sevabını yazmaya kalkışsanız bitiremezsiniz. Öyle dedi, diye yazın. Ben onun mükâfatını o kadar büyük olarak veririm." demek.


Demek ki, aziz ve muhterem kardeşlerim, hepimiz bu duyguyu öğreneceğiz. Bu sözleri, bu sözlerin altında yatan hamd mânâsını, sözün özünü, kökünü, ruhunu, hamdin mahiyetini anlayacağız.

El-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamd kelimesi önemli, Rabb kelimesi önemli, àlemîn kelimesi önemli... Çok önemli bir ayet... Bir kısa ayet, dört kelimeden müteşekkil bir cümle ama bir àlem, bir kâinat, bir evren... Muazzam bir mânâ var, imanın kökü var. Onun için İmam Kurtubî gibi bazı alimler demişler ki:

"--'Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn' sözü çok sevaplıdır, 'Lâ ilâhe illallah'tan da sevaplıdır. Çünkü bunun içinde hem tevhid mânâsı var, hem şükür mânâsı var." diye medhetmişler.


Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, bu mânâyı kavramaya çalışalım. Yâni sözü bırakalım da, sözün özüne inmeye çalışalım. Benim kırık dökük cümlelerimden, anlatmaya çalıştıklarımdan, sizin ferasetinizle daha derinini anlayın. Alemlerin Rabb'i, şu cansız kâinata can veren, bitkileri, hayvanları, canlıları bu kadar güzel hallerle, sûretlere yaratıp, geliştirip, her an besleyip, büyütüp gözümüzün önünde, (külle yevmin hüve fî şe'n) her anda ayrı bir zuhûr ve lütufta olan Rabb'imizin büyüklüğünü anlayalım! Şükür dolalım, minnet duygusu dolalım, takdir duygusu ile dolalım!..

İçimiz, dışımız Cenâb-ı Mevlâ'ya sevgi ile, takdir ile, minnet ile, şükür ile dolsun ve mânâsını anlaya anlaya bundan sonra, "Elhamdü lillâh; yâni haklı, gerçek, doğru, güzel sıfatlara sahip olduğundan, her türlü güzel sıfatların sahibi olduğundan hamd Allah'adır." diyelim!

Alemlerin Rabbi, bu yeri, göğü, gördüğüm bütün güzellikleri gözümün önüne seren, bu kâinatı böyle bir müze gibi, bir sanat galerisi gibi her yanı ayrı bir güzellikte yaratan Allah'a övgüler olsun, medh ü senâlar olsun, hamdler olsun verdiği nimetlerden...


Hattâ vermese bile, hattâ kahrına uğrayan bir insan bile ne diyecek:



(Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.) diyecek. Yâni, "Her hâl ü kârda hamd Allah'ın. Kulun kahra veya lütfa uğramasıyla Allah'ın hamdi hak etmesi arasında bir ilişki yok. Allah hamde her zaman layık, hamd her zaman onun..."

Ama tabii sonsuz nimetlerine de mazharız. Allah-u Teàlâ Hazretleri türlü türlü nimetlerini her an bize saçıp, sunup duruyor. Biz de şükür duygusu ile dolu olalım ve bundan sonra, "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn"i çok derin duygularla, çok ârifâne bir şekilde telaffuz edelim! Mânâsını tefekkür edelim, yaşayalım!

Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu okuduğum hadis-i şeriflerde ve emsâli pek çok hadis-i şeriflerde vaad ettiği, Peygamber Efendimiz'in müjdelediği mükâfatlarına nâil olalım... Cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım... İki cihanda aziz ve bahtiyar olalım, sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri!..

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


27. 10. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 17:18

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
3 Kasım 1998


ALLAH RAHMÂN VE RAHÎM'DİR
5.BÖLÜM




Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun... Allah sizleri ve bizleri dünyada ve ahirette, süedâ, saidler, mutlular, bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin... İki cihanda muradlarımızı, muradlarınızı ihsân eylesin...

Allah'ın lütf u keremiyle, ne mutlu bizlere, şükür Rabbimiz'e, Kur'an-ı Kerim üzere sohbetlere başladık. Kur'an-ı Kerim hakkında umûmî bilgiler sunduktan sonra; E�zü billâhi mineş-şeytânir-racîm demek, yâni istiàze etmek üzerinde bilgiler verdik. Sonra Bismillâhir-rahmânir-rahîm demek, besmeleyle başlamak, besmelenin mâhiyetiyle ilgili, ne olduğuyla ilgili bilgiler verdik. Sonra Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn, ayet-i kerîmesinin izâhını yaptık.

Tabii bu besmele olsun, istiàze olsun, hamdele dediğimiz "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn" mübârek sözleri olsun, bunlar bâkıyâtüs-sâlihât denilen, çok kıymetli, çok değerli, çok önemli, mânâsı çok derin lâfızlar olduğunu için, mübârek lâfızlar olduğu için bunların izahları üzerinde uzunca bilgiler vermek uygun oluyor, önemine binâen...

Bunları verdik ve Fâtiha'nın, bizim sayılarımıza, saymamıza göre, bizim mezhebimizin âlimlerinin ve Türkiye'de yaygın Kur'an-ı Kerimlerin sayılamasına göre Fâtiha'nın bir ayeti olan,



"Er-rahmânir-rahîm"e ulaştık. Bu iki kelime "Er-rahmânir-rahîm", mânâca "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn"e bağlı, ama müstakil bir ayet-i kerime. "Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn", lillâhi, başında lâm olduğu için esre okunuyor. Yâni lâm, harf-i cer olduğundan lafza-i celâl mecrur oluyor. "Rabbil-âlemîn" de ona tâbi olarak esre oluyor. "Er-rahmânir-rahîm" de yine ona bağlı olduğu için sonu esre okunuyor.

Biliyorsunuz, Arap dilinin özelliği, kelimenin sonundaki okunuşlar, yâni "Üstün mü okunacak, ötre mi okunacak, esre mi okunacak?" meselesi, kelimenin cümledeki dil bilgisi görevine bağlıdır. Dil bilgisi kurallarıyla ilgilidir ve mânâ çok önemlidir, en son harfin okunuşu çok önemlidir. "Er-rahmânir-rahîm", onun için.

Bu tabii başka bir yerde olsa, bu siyak içinde, sözün bu akışı içinde olmasa da başka bir yerde karşımıza çıksa tabii "Er-rahmânür-rahîm" de okunabilir, "Er-rahmânir-rahîme" diye üstünlü de okunabilir ama burda sözün akışına, öndeki kelimelere bağlı olarak "Er-rahmânir-rahîm" diye okunmuş.


a. Rahmân ve Rahîm Kelimeleri


Bu iki kelime, "Bismillâhir-rahmânir-rahîm"in izahında açıklanmıştı ki, çok önemli olan iki sıfattır. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin esmâ-i hüsnâsından, esmâ-i hüsnâ arasında yer alan iki mübârek kelimedir rahmân ve rahîm sözleri. Rahmân sözünün, Araplar'ın kullanışında, yâni Arap ülkesinde, Peygamber Efendimiz'in peygamber gönderildiği devirde, o sıralarda ayrıca bir saygınlığı ve önemi var. Bizim Allah lâfza-i celâlini kullandığımız gibi, Rahmân lâfzını da onlar o kadar, yâni âlemleri yaratan, yaratıcımızın ismi gibi kullanmışlar ve saymışlardır, özel isim gibi kullanmışlardır.

Hatta Arap dil bilginlerinden bazıları bunun Arapçayla da sınırlı olmadığını, daha eski kökteki dillere doğru gittiğini ifade eden sözler söylemişlerdir. Biliyorsunuz Araplar da başka kavimlerin kardeşi, onların dili de Sâmî dillerinden bir grup. Tabii İbrahim AS'a doğru geriye gidiyor. Ondan sonra Nuh AS'a geriye gidiyor. Ondan sonra Âdem AS'a varıyor. Yâni bu rahman kelimesinin tarihî derinliği de var ve "Rahman" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri hemen hatra geliyor. Herhangi bir tapındıkları, meselâ kendilerinin müşrik oldukları için çeşitli düşüncelerle tapındıkları başka varlıklar var ama, onlara o ismi vermiyorlar. Yâni "Rahman" dedikleri zaman bizim Allah lafza-i celâliyle düşündüğümüz âlemleri yaratan Mevlâyı düşünüyorlar. Önemli bir kelime, saygın bir kelime. Yâni duyanı hemen böyle kendine getiren bir söz.


Rahmân ve rahîm sözleri böyle belki Arapçayı da taşan, Arapçadan önceki ana dillere doğru da kökleri derinlere giden bir söz olmakla beraber Arapçada da anlamı var; rahime-yerhamu kökünden geldiğini biz de sezinleyebiliyorz. Rahmetmek, acımak, merhamet etmek mânâsından geldiğini. Ve tabii bu vezinde; yâni rahmân fa'lân vezninde, rahîm faîl vezninde; bu vezinde Arapçada başka sıfatlar da var. Bunların, bu vezinlerin, bu kalıpların ne mânâ ifade ettiğini de biliyoruz. Rahmân, mübâlağâ ifade eden bir kalıptır. Yâni bir kökten o kalıba bir sıfat getirilmişse o mübalağa ifade eder. Meselâ Arapçada gadibe kızdı demek, gadibe-yağdabu-gadab... Biz, ze'ye çevirerek okuyoruz, gazab diyoruz. Çok kızgınsa, kızgınlık doğmuşsa bir insan, böyle bir insana, yüzü kıpkırmızı kızarmış, çok kızmış. Ona gadbân derler, yâni çok sinirlenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuş. Mübâlâğa ifade ediyor bu fa'lân vezni.

Rahmân, onun için çok merhametli, yâni çok lütufkâr, çok rahmedici, merhamet edici demek. Hatta o kadar rahmedici ki, mü'min olsun, kâfir olsun bütün yaratıklarına rahmediyor da, yarattığı için rızk veriyor. Hattâ kâfir olsalar, müşrik olsalar, âsî olsalar, Cenâb-ı Hakk'a karşı gelseler bile rızıklarını veriyor. Yâni Şeyh Sâdî rahmetlinin dediği gibi:

"--Ey kerim Allah! Sen ki gayb hazinelerinden ateşperest olsun, putperest olsun, hristiyan olsun, sevmediğin inançtaki insanlara, sevmediğin inançtaki kimselere bile gayb hazinelerinden lütuflar ihsan ediyorsun. Düşmanlarına bile böyle iyilik yaparken, dostlarını hiç mahrum eder misin yâ Rabbi?.. Etmezsin." diye böyle bir zarif, lâtif, edîbâne bir mânâ işlemiş, bir şiirinde. Rahmân böyle.

Onun için eserde, yâni nakledilen rivayetlerde gelmiş ki, İsâ AS buyurmuş:



(Er-rahmân, rahmânüd-dünyâ vel-âhireh; ver-rahîm, rahîmül-âhireh) buyurmuş. Yâni: "Rahmân, hem dünyada hem ahirette kullarına lütfeden..." Dünyada da işte görüyorsunuz, kâfir, mü'min, müşrik, münafık, dinli, dinsiz, ateist, teist, neyse veriyor rızkını, sıhhatini, yaşamı için gerekli maddeleri ihsan ediyor. Ama, (er-rahîm rahîmül-âhireh) "Rahimliği ahirette."

Rahîm oluşu sadece mü'minlere olacak, ahirette olacak. İmanlarından dolayı onları azabından rahimliğiyle kurtaracak, cennetine dahil edecek, nimetlerine gark edecek.



(Ve kâne bil-mü'minîne rahîmâ) ayet-i kerimede de böyle geçiyor.

Bunun Arap dilinde öteki köklerle ilgili olarak ordan çıktığını gösteren delil olarak, bir hadis-i şerifte rivayet ediliyor, Abdurrahman ibn-i Avf RA'den sahih bir hadis-i şerif, o da cennet mekân, yâni aşere-i mübeşşereden, cennetlik bir sahabi; Allah şefaatine erdirsin... Onun mübarek hadisini rivayet edelim bu konuda, Peygamber Efendimiz SAS buyurmuş ki:




(Kàlellàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Ener-rahmân) "Ben rahmânım, rahman olan benim..." Daha doğrusu, er-rahmân diye geçtiği için. Yâni: "Ben rahmânım, ben çok merhametli olanım. (Halaktür-rahime) Akrabalığı, yâni insanlar arasında doğumdan dolayı olan kardeşlik, dayılık, amcalık, teyzelik gibi akrabalık bağlarını yarattım (ve şakattü lehâ ismen min ismî) ve ona kendi ismimden bir isim ihsân ettim. Yâni bu akrabalık bağlarına rahim dedim."

Sıla-i rahim diyoruz ya, yâni akrabaları ile bağları kuvvetlendirmek mânâsına. Allah, "O rahim sözünü ben verdim." diyor, "Kendi rahman ismimden çıkarttım, bu akrabalığa rahim ismini ben verdim. Kendi ismimden ona isim bahşettim. (Femen vasalehâ) Kim rahimine vaslederse..." Yâni akrabalarına iyilik yapar, iyilik gösterir, onlarla yakınlığını, dostluğunu devam ettirirse, onlara karşı sevgisini, hizmetlerini yaparsa, muhtaçsa ihtiyacını giderirse, açsa doyurursa, çıplaksa giydirirse, akrabalık şartlarına riayet ederse... "Rahimi, akrabasını kollayana, (vasaltühû) ben de kollarım, ben de ona ihsan ikramda bulunurum. (Ve men kataahâ) Kim keser, koparırsa bağları, akrabalığı, rahimi koparırsa, akrabalığı koparsa, (kata'tü) ben de ona lütfumu keserim, onunla rahmet bağlarımı koparırım." buyuruyor.

Demek ki, bu hadis-i şerifi delil getirmiş âlimler, rahman kelimesinin Arapça olduğunu ve rahime fiilinden geldiğini göstermek için ve müştak bir isim olduğunu göstermek için. Bir de böyle akrabalık bağlarına da rahman isminden Allah'ın, rahim ismini kendi isminden pay çıkartarak aynı kökten isimlendirme yaptığını Peygamber Efendimiz'in bu hadis-i şerifte belirtmesini delil göstermişler.


Demek ki Arapların bildiği ama çok saydıkları bir kelime. Bir kaç ayet-i kerimede geçiyor. O ayet-i kerimelerde o saygınlığı seziyoruz. Meselâ:



(Kulid'ullàhe evid'ur-rahmân, eyyen mâ ted'û felehül-esmâül-hüsnâ) "İster şu âlemleri yaratan yaratıcınıza rahman diye nidâ edin, Rahman adını verin, ister Allah diye ad verin; nasıl isimlendirirseniz onun her ismi güzeldir." mânâsına böyle kullanılıyor.

O bakımdan rahman sözü önemli. Bunu rahmet diye açıklarsam daha iyi olacağını düşünüyorum. Türkçe'de daha iyi anlaşılır. Rahmet, Allah'ın rahmeti dünyada herkese umûmî olarak geliyor, meselâ yağmur da şakır şakır yağıyor. Herkesi ihtiyacını karşılayacak şekilde suya kavuşturuyor. Allah'ın rahmeti, yaygın, yağmur gibi şakır şakır yağıyor. Onun için bizim beldelerimizde yağmura "rahmet" derler, "Rahmet yağıyor." derler.

Ama rahimliği --ayet-i kerimede kendisi beyan etmiş-- mü'minlere olacak. Yâni merhamet etmesi, acıması, lütfetmesi, lütfu mü'minlere olacak, cennete sokacak.

--E kâfirlere de lütfetse...

Hayır! Kâfirlere dünyada rahmeti taştı, rahmetinden istifade ettirdi, nimetlerinden istifade ettirdi ama; ahirette onları adaleti iktizâsı, imtihanı kaybettikleri için kullar kendilerine kendileri ettikleri için, cezayı hak ettiklerinden, onları cehenneme atacak.

Demek ki rahman ve rahim. Şimdi bu iki sıfat böyle. Yâni birisi umûmî, yaygın, şâmil; birisi husûsî, mü'minlere mahsus...


b. Korku ve Ümid


Şimdi, "'Elhamdü lilâhi rabbil-âlemîn' dedikten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bunun arkasındaki bir ayet-i kerimede, bu iki kelimeyi bir ayet-i kerime yaparak 'Er-rahmânir-rahîm' demesi nedir?" diye bazı âlimler düşünmüşler. Diyorlar ki: "Bu bir müjdedir, bir iltifattır, bir tesellîdir, bir okşamadır.

Çünkü rabbil-âlemîn deyince, --tabii mânâsını geçen sefer izah ettim-- âlemlerin rabbi, sahibi mânâsına geliyor. Orda bir korkutma var. "Bak o sahibiniz, âlemlerin sahibi, karışmam ha!" gibi bir mânâ var. Ama "Er-rahmân, er-rahîm" deyince, orda da bir müjde var. Yâni, "Korkmayın, özellikle mü'minler korkmasın! Onlara müjdeler olsun, Allah'ın lütfu, rahmeti onlara gelecek!" mânâsına.

Kur'an-ı Kerim'de böyle korkutmayla müjdeleme, tebşir ile tehdit, tergîb ile terhîb --tergîb rağbetlendirme, terhib de korkutmak--ayet-i kerimelerde yanyana bulunur, dengeli olarak.

Meselâ Kâbe-i Müşerrefe'nin şöyle Hacerül-Esved'den, "Bismillâhi allàhu ekber" deyip tavafa başladığınız zaman, kapısının olduğu kenarını yürüyorsunuz; yuvarlak, yarım daire şeklindeki Hatîm tarafına geliyorsunuz. Dönerken Kâbe'ye bakarak böyle yürürseniz, o Hatîm'in yukarısına doğru başınızı kaldırdınız mı, ordaki ayet-i kerimeleri görürsünüz. Kâbe-i Müşerrefe'nin örtüsü üzerinde ayet-i kerimeler var, altın sırma ile işlenmiş, pırıl pırıl parlıyor, görülüyor, tavaf edenler görüyorlar. Paslanmıyor, yağmurdan, güneşten bozulmuyor. Çünkü hakîkî altından işlenmiş ayet-i kerimeler.

Kâbe-i müşerrefenin siyah örtüsünde de yazılar var. Onu da, yakınına giderseniz, siyah yazı, dokunurken dokuması yazı olarak işlenmiş, uzaktan bakarsanız siyah bir ipek örtü olarak görürsünüz. İpektir Kâbe'nin örtüsü, siyah ipektir. O da onun için bozulmuyor güneşten, yıpranmıyor, böyle bir sene duruyor. Her sene değiştiriyorlar, ondan sonra parça parça hediye ediyorlar. Kıymetli insanlara o altın yaldızlı kısımlarını; öbür nasiblilere de işte neresinden nasib olursa bir parçasını hediye ediyorlar. Elhamdü lillâh bizim de duvarlarımızı süslüyor.

O siyah örtüde de yazılı, Allah yazıyor, şöyle üçgen şeklinde lâfza-i celâl var bir, ondan sonra Yâ hannânü yâ mennân yazıyor bir satırında. Sübhânallàhi ve bihamdihî yazıyor bir satırında. Yâni bu tekerrür ediyor. Bu sübhânallahi ve bihamdihi subhânallahil azîm yâ Hannânü yâ Mennân Allah, bu böyle alt alta, üst üste, yan yana yan yana Kâbe'nin siyah örtüsü.

Ama bir üstünde kuşak hâlinde, köşelerde de madalyon hâlinde altın sırmayla işlenmiş ayetler var. İşte tam Hatîm'in yâni yarım dairenin hizasında, altınoluğun altında ayet-i kerime var. Oraya baktığınız zaman, böyle tavaf ederken okuyabilirseniz, gözleriniz âşinâysa... Buyuruyor ki Allah:



(Nebbi' ibâdî ennî enel-gafûrur-rahîm) "Kullarıma müjdele ki, ben gafur ve rahîmim! Ey Rasûlüm kullarıma benim gafur ve rahîm olduğumu müjdele!"

Tabii oraya o yazılmış, ama onun arkasından, o sûreye müracaat edip de onun arkasını okuduğumuz zaman:



(Ve enne azâbî hüvel-azâbül-elîm) diye devam ediyor. "Evet ben gafur ve rahimim, çok mağfiret ediciyim, çok merhamet ediciyim ama, azabım da çok elem verici, çok şiddetli, çok fecî, çok şiddetli azaptır." diye bildiriyor. Yâni hem o var, hem o var.




(İnne rabbeke leserîul-ikàb) "Hiç şüphe yok ki seni Rabbin ey Rasûlüm, şiddetli, sür'atli ceza vericidir, azab vericidir. Suçun cezasını kafasına indirir, suçluyu cezalandırıcıdır. (Ve innehû legafûrur-rahîm) O gafur ve rahîmdir aynı zamanda." Hemen arkasından gafûrur-rahîm'liğini de bildiriyor.

Yâni kâfiri tehdit veya âsîyi tehdit; mutî, edib kulu da taltif bir arada oluyor.


Burda da öyle. Rabbül-âlemîn deyince, "Ay!" diyecek, korkacak. "Acaba Rabbim beni affedecek mi, affetmeyecek mi? Lütfedecek mi, yoksa kahrına gazabına uğrar mıyım?" filân diye korkan kuluna, arkasından, (Er-rahmânir-rahîm) çok rahmeti yaygın, ondan sonra da merhameti, lütfu çok olan Allah, diye iki güzel esmâ-i hüsnâsından iki sıfatı ayet olarak sıralamış.

"Er-rahmânir-rahîm" iki kelimelik bir ayettir. Biliyorsunuz, ayetleri anlatırken söylemiştim. Baştaki açıklamalarımda. Ayetler bazen harf bile olur. (Elif, lâm, mîm.) Bu bir ayettir işte. Yâni üç tane harf. Öyle olabilir, böyle iki kelimeden de ibaret ayet olabiliyor. Cümle de olur. Bazen koca bir sayfa da, yâni kaç tane cümleden, hatta paragraftan ibaret ayet de olabilir.


Peygamber SAS Efendimiz'den Ebû Hüreyre RA rivayet etmiş, Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:



(Lev ya'lemül-mü'minü mâ indallàhi minel-uk�beh, mâ tamia fî cennetihî ehadün; ve lev ya'lemül-kâfiru mâ indallàhi miner-rahmeh, mâ kataa min rahmetihî ehadün)

Bu da aynı mânâyı zihnimize artık kitâbe nakşeder gibi, yâni nakkaşların, kitabe yazıcıların, mermerin veya taşın üzerine böyle derin derin, artık asırlarca duracak yazıyı yazdıkları gibi, gönlümüze yazılması gereken bir hadis-i şerif. Hem müjde var, hem teselli var, hem tehdit var. Buyurmuş ki Peygamber SAS Efendimiz:

(Lev ya'lemül-mü'min) "Eğer mü'min bilseydi, (mâ indallàhi minel-uk�beh) Allah'ın huzurunda, yanında cezalardan neler var, neler var. Yâni ne çeşit cezalar var, suçlulara hazırlanmış ne çeşit ikàb, azab ve ceza var; bir bilse mü'min; (mâ tamia fî cennetihî ehadün) Allah'ın cennetine, 'Ben cennete girerim!' diye hiç kimse ümit besleyemezdi. Acaba ben cennete girer miyim diyecek hâli kalmazdı."

Hep Allah'ın azablarını düşünse, ne kadar kahhâr olduğunu, ne kadar azîzün züntikàm olduğunu okusa, sırf o bilgileri dinlese ve onları bilse ve ahirette cehennemliklere ne çeşit azabların hazırlandığını hadislerden toplasa, peygamberlerin bildirmesiyle kendisine gelen haberlerden bilse; ya da bildirilmeyen nice azaplar var, onları öğrenmiş olsa, hiç kimse cennete tama' edemezdi.


Çünkü bazı insanlar, "Ben iyi bir şey yapıyorum!" sanar da, Allah-u Teàlâ Hazretleri o iyi bir şey yapıyorum sanan insanı cehenneme sevkedebilir. O bilemez, kendisini değerlendiremez. Kendisini iyi insan sanır ama, cezayı yiyecektir. Bazı insanlar da, kendisini çok suçlu, çok günahkâr sanır ama, Allah'ın hoşuna gidecek halleri vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi en güzel değerlendiriyor, en güzel ölçüyor.

(Ve lev ya'lemül-kâfiru mâ indallàhi miner-rahmeh) "Eğer kâfir de Allah'ın yanında Allah'ın rahmeti cinsinden, lütfu, keremi cinsinden neler neler olduğunu bilseydi, (mâ kataa min rahmetihî ehadün) Allah'ın rahmetinden hiç kimse ümidini kesmezdi."

"Canım, Allah'ın rahmeti çokmuş, sonsuzmuş, şu çeşit, bu çeşit rahmetleri var, şunları bunları hep affedecekmiş..." filân diye duysa, bu bilgiler kendisine ulaşsa, ahirete Allah'ın nasıl rahmetiyle tecelli edeceğini bilse; o zaman kâfir bile Allah'ın rahmetinden ümit kesmezdi, o kadar kâfirliğine rağmen.


Demek ki bu iki tarafı iyi düşünmesi lâzım insanların. Azapları da çok Allah'ın, mükâfatları da çok... Rahmeti de çok geniş. Affedecek, mağfiret edecek, rahmet edecek, lütfedecek, ihsan edecek, ikram edecek... Bunlar da çok. Ama, "İnce ince hesap da edecek, zerre kadar şerri olanın da cezasını verecek. Azizün züntikàm olduğu için, dünyada kendisine âsî olanları da cezalandıracak!" diye o kahırları, o mahkeme-i kübrânın şiddetini düşündüğü zaman da, "Eyvah! Böyle bir hesaba ben de tahammül edemem, ben de bir ince hesaptan geçirilirsem halim harab olur!" diye korkacak.

Zâten insanın bu iki duyguyu beraber taşıması arzu edilen bir şey. Peygamber Efendimiz'in öğrettiği bir şey, tavsiye ettiği bir şey. İnsan korku ile ümit arasında olacak. İyi bir mü'min hem Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyecek; Allah'ın rahmeti çok diye, mü'minleri affedecek diye, mü'minlere merhametli diye... Hem de "Acaba bilmediğim bir taraftan bir büyük suçum var da, ben onu küçük sanıyorum da, anlayamıyorum da, ama o Allah indinde büyükse; ordan acaba bir yakalanırım da, suçlu çıkarım da cezaya çarpılır mıyım?" diye korkacak.


Buna ne deniliyor?.. Havf ile recâ arasında olmak, yâni korku ile ümit arasındaki bir noktada olmak. Yâni tam korkup, tir tir titreyip, feleğini şaşırmış da olmayacak bir mü'min; tam ümitli, pür neşe, gamsız, kasâvetsiz, vurdum duymaz, aldırmaz bir kimse de olmayacak. Hem korkacak, hem umacak. Ümidini de kesemeyecek, korkusunu da yitirmeyecek.

Ama Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş:

"--Ömrünün âhirine doğru ümit tarafını arttırsın!"

Çünkü artık yaşamı yaşadı, artık böyle ümit tarafını daha fazla düşünsün. Çünkü Allah hakikaten mü'minlere rahmetiyle muamele edecek. Ama gençliğinde öyle derse... Birçok kimse öyle yapıyor şimdi, duyuyoruz, yâni Türkiye'de, yaşadığımız muhitlerde: "Allah gafurur-rahimdir canım, affeder canım!" filân diye öyle şeyler yapıyor ki, ben bile tüylerim diken diken oluyor, korkuyorum. "Bu ne cesaret böyle, hiç aldırmadan bu suçları nasıl işliyor?" filân diye.

Böyle pervâsız giden, korkusuz giden, Allah affeder diye suçları biriktiren, bir gün affedilmeyecek bir duruma düşüp de, tabii cezasını çekebilir. İhtiyatlı olmak lâzım!


Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin halimliği, rahimliği, mü'mini aldatmasın. Şeytan bazen bunları öne sürerek mü'mini aldatır:

"--Canım, Allah rahimdir, halimdir, afuvdür, kerimdir. Şu gençliğini yaşa, şu günahı işle; sonra tevbe edersin, hacca gidersin, sadaka verirsin, iyilik yaparsın, mektep yaparsın, ziyafet çekersin de Allah affeder." filân diye aldatır.

Şimdi şeytan ilk önce bu kötülükleri yaptırmak için uğraşır, aldatır. Adam da kànî olur:

"--Tamam canım, ben de duydum ki Allah'ın rahmeti gazabından daha fazlaymış, lütfedecekmiş. Allah'ın rahmetinden ümit kesmek harammış, yasakmış. Ayet-i kerimede:




(Lâ taknet� min rahmetillâh) diye de buyruluyor. Gidelim bu akşam kafaları çekelim! Gidelim falanca eğlence yerine eğlenelim, felekten bir gün çalalım! Şu fânî dünyada işte biraz zevk yapalım! Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan... Vur patlasın, çal oynasın..." der.


İşte artık şâirlerin, gazelcilerin şarkıcıların, türkücülerin gazinoların, çeşitli eğlence yerlerinin hallerini biliyorsunuz. Tarihi de biliyorsunuz. Edebiyat tarihini, eğlence edebiyatını, meyhane edebiyatını biliyorsunuz. Şarap edebiyatını, içki edebiyatını biliyorsunuz.

İşte maalesef edebiyat kitaplarından başlıyor bu iş. Herkes bunu biraz gülerek, tebessümle, yandan çarklı tebessümle dinliyor filân. "Olur böyle şeyler!" diyor, "Gençlikte oluyor." diyor.

Ama bu, şeytanın bir aldatması. Şeytan ilk önce kenara çekiyor, bataklığa çekiyor, ayağını çamura sokuyor. Ondan sonra çıkamıyor, boğuluyor orda... Yâni günah küçüktür diye başlıyor insan, sonra o günah büyüyor. Kıvılcım küçükken büyük bir yangın oluyor, söndürülmüyor. "Bir şey olmaz" derken, yürürken yürürken...


İskoçya'nın insan yutan kumsalları varmış. Deniz çekildiği zaman çamurlu bir yer. İşte yürüyor insan, yürüyor yürüyor, bir şey olmuyor derken, birden fırt diye dizine kadar bir batarmış. Çıkayım derken, öbür dizi batarmış. Çırpındıkça daha dibe inermiş. Nihayet beline kadar, nihayet göğsüne kadar, nihayet boynuna kadar... Nihayet bir gelip kurtaran olmazsa, bağıra bağıra dibe doğru çamurun içine gider ve boğulur gidermiş. İnsan yutan kumsallar deniliyor.

Şeytan da insanı o çamurlu sahaya, batak sahaya çekiyor, alıştırıyor. Ondan sonra kişi yaptığı işin suç olduğunu bilse bile, artık kendisini toparlayıp da oradan paçayı kurtaramıyor. Çabaladıkça batıyor.

Ondan sonra da, "Olan oldu. Zâten Allah beni affetmez!" diyor. Bir de o tarafı var. Bir de o noktaya geliyor insan.

"--Allah beni artık affetmez."

"--Neden?.."

"--Ben o kadar suç işledim, o kadar çok günah işledim ki Allah beni affetmez. Benim günahlarım affolacak günahlar değil..."


Bu da yanlış. Halbuki hangi noktada olursa olsun, bir insan ne kadar suç işlemiş olursa olsun, bir mücrim hatasını anlarsa, pişman olursa, tevbe-i nasuh ile, yâni samîmî, içten bir tevbe ile tevbe ederse; Allah-u Teàlâ Hazretleri affediyor, seviyor.

Bakıyorsunuz bir eşkıyâ, bir gecede evliyâ oluveriyor. Tarih kitaplarında var, hayatımızda var. Hapisaneden çıkmışken dönüyor, tevbe ediyor. Duyuyorsunuz, meşhur bir kimse bakıyorsunuz, meselâ Ket Stivıns, Yusuf İslâm oluyor. Memleketimizde de bazı böyle sanatkârlar var. Örtünüyor, kapanıyor, namaza başlıyor, hacca gidiyor.

Mısır'da böyle bir artist, meşhur, herhalde filmler filân çeviren bir kimse... Ben Mekke-i Mükerreme'de Harem-i Şerif'te, müezzin mahfelinin yanında oturuyordum. Önümde de birileri oturuyordu. Bana dediler ki:

"--Hocam bak bu öndeki, Mısır'ın çok meşhur film artistlerinden birisi... Tevbekâr oldu, namaza niyaza başladı. Güzel bir dönüşle dönüş yaptı. İşte bak hacca gelmiş, yanındaki de çocuğu..." dediler.

Evet, böyle güzel bir dönüşle dönüş yaptığı zaman, tevbe-i nasuh ile tevbe ettiği zaman, Allah eski günahlarını siler. Bu da var... Yâni Allah'ın rahmeti geniş olduğundan, kâfir de, mücrim de, suçlu da, günahkâr da Allah'tan ümidini kesmeyecek. Dönerse, iyi kul olursa, bakarsın imtihanı kazanabilir.


Hani çocuk sınıfı tembel tembel gidiyor, gidiyor; fakat sonradan bir aklı başına geliyor. "Yâ yazık değil mi, benim annem babam beni okutmak için bu kadar masraf yapıyor!" filân diyor, bir çalışıyor. Öğretmen de acıyor, "Hadi evlâdım çalış, ben seni bir daha imtihan ederim, bir daha sözlüye kaldırırım! Şurayı çalış, burayı çalış..." diyor. Bakıyorsunuz, sınıfta kalacak gibiyken geçiyor. Çalışınca, gayrete gelince sınıfı geçebiliyor. Tembel gibi görünen bir öğrenci bile kurtulabiliyor.

Hayat da böyle. Kulluk imtihanı da böyle. Yâni şeytan bir, "Günah küçüktür!" diye günaha düşürüyor. İkincisi, "İşlediğin günahlar çok büyüdü, artık seni Allah affetmez!" diye tevbeyi geri bırakmaya çalışıyor.

Şeytanın oyunları bitmez. Anlatsak, anlata anlata bitmez. En iyisi tabii, etraftaki insanları nasıl aldattığını ibret gözüyle insanın temâşâ etmesi. Şöyle kenara çekilip, sanki şeref trübününden oyunu seyrediyormuş gibi, şu insanların hallerin ibretle seyrederse; şeytan onu nasıl aldatıyor, bunu nasıl oyalıyor, ötekisini nasıl cehennemlik hâle getiriyor; anlar. Etrafına ibretle bakan, olayları gayet güzel anlar. Tabii din kitaplarını okursa, hele hele Peygamber SAS Efendimiz'in mübarek hadis-i şeriflerini okursa, bir insan gayet güzel anlar ki, şeytanın binbir türlü hilesi var.


Dinin inceliklerini anlamanın yolu nedir sevgili izleyiciler?.. Hadis-i şerifleri okumak... Yâni dini doğru yorumlamak için, Kur'an-ı Kerim'i doğru anlamak için, en iyi çare Peygamber Efendimiz'i iyi tanımak, hadis-i şeriflerini iyi öğrenmektir.

Ben de onun için Kur'an-ı Kerim'i, ayetleri anlatıyorum derken, hemen her vesile ile hadis-i şeriflerden istifade ediyorum, onları size naklediyorum ki, Kur'an-ı Kerim doğru anlaşılsın. Yanlış yorumlanmasın ve insanlar da şeytanın çeşitli oyunlarına kanmasın, tuzaklarına düşmesin, helâk olmasın.

Yâni günahkâr insan ümidini kesmeyecek. Allah Erhamür-râhimîn'dir, Rahmânür-rahîm'dir, affedebilir. Hangi noktada olursa olsun, hayatının hangi noktasında olursa olsun, dönecek, iyi kul olmaya başlayacak. Belki ondan sonraki çalışmalarıyla Allah onu affeder, eski günahlarını siler, cennete girebilir.

Ama mü'min de korkacak. Yâni, "Ben Allahın mü'min kuluyum. Allah beni cennetine sokmayacak da kimi sokacakmış yâni?" filân gibi acaib sözler söyleyenleri de çok duymuşsunuzdur.


Allah'ın hiçbir şeye mecburiyeti yok. Sonra bizim ibadetlerimiz de cenneti kazanmak için yeterli değil. Bütün ömrümüzü ibadetle geçirsek, bir gözümüzün, bir kulağımızın, bir aklımızın, bir sıhhatimizin bedelini ödemeye yetmez. Bizim yaptığımız işlerin ne kıymeti var? Zâten ibadete kuvveti de o veriyor. İbadeti sevme aşkını, şevkini de o veriyor. Her şeyimiz gene ondan. Kimin malını kime satıyoruz da, kimden ne ücret istiyoruz yâni?.. Hepsi Allah'ın fazl ü kereminden.

Onun için mü'min de şımarmayacak. Mü'min de haddini bilecek. Bilecek ki bunlar Allah'ın kendisine bir ikramıdır. Şükrünü artıracak, edebini artıracak. Allah'a sevgisini artıracak, "Yâ Rabbi, ben senin yüzü kara bir kulun iken, sen bana öteki kullardan farklı şu şu şu ikramları yaptın. Yâni benim ne özelliğim var, ne üstünlüğüm var? Sırf senin lütfundan bu. Bak Bosna'daki kardeşlerimiz ne sıkıntılar çekiyorken, falanca beldedeki kardeşlerim su bulamıyorken, açlıktan, yoksulluktan kırılıyorken; Somali'deki müslümanlar şöyle iyi, Afrika'daki müslümanlar böyle temizken şöyle yoksul... Elhamdü lillâh benim yediğim önümde yemediğim elimi uzattığım yerde, ardımda, sağımda, solumda türlü türlü nimetler... Sana çok şükür yâ Rabbi!" diyecek, şükrünü artıracak, edebini artıracak.


Şımarıklığını artırmayacak. Yâni "Ben mü'minim!" diye küstahlığını artırmayacak, kabarmayacak hindi gibi. Yâni hindi kabarıyor da ne oluyor? Yâni şöyle sakin dururken birden bir bakıyorsunuz, tüylerini kabartıyor kabartıyor kabartıyor, ooo... Boğa kadar böyle kocaman bir şey oluyor ama, o boğasından ne olacak? Kedi onun üstüne fırt diye bir atladı mı, veya köpek hart diye boğazından bir ısırdı mı, hindinin kabarmasının bir kıymeti kalmıyor. Kabarması boşuna...

Yâni öyle baba hindi gibi boş yere kabarmayacak. "Allah'ın cezası olabilir." diyecek. "Ben bunun hesabını bilmiyorum." diyecek. "İbadetlerimin kıymeti var mı, yok mu onu da bilmiyorum. Beş para eder mi, on para eder mi? Bunun ölçüsünü de bilmiyorum. Allah biliyor bunları..." diyecek, haddini bilecek.

Allah edepli kulu seviyor. Onun için Hocamız (Rh.A) Mehmed Zâhid Efendimiz'in misafir kabul odasında kocaman bir levha vardı, bizim evde duruyor. Orda yazıyor:


Her şey en geridedir,
Her şeyden önde, en önemli olan edeptir.


İlim en geridedir. Yâni "Ben alimim!" dersen olmaz, "Ben àbidim!" dersen olmaz. En önemli olan edepli olmaktır. Ebepli oldu mu, Allah tevfîkini refîk eder, gönlünü çevirir, aklını döndürür, gayret verir, kuvvet verir. Bakarsın, basit bir köle iken büyük bir alim olur.

Peygamber Efendimiz'in zamanında öyle oldu. Çarşıdan para ile satın alınmış köle iken, sonra herkesin el pençe divan durduğu büyük alim oldular o mübarekler. Neden? Allah'ın verdiği ilimle, takvâ ile, ibadetle böyle mümtaz oldular.

Yüksek bir insan da, anadan babadan soylu, zengin, varlıklı bir insan da sonra perişan olabiliyor, fenâ durumlara düşebiliyor. En önemli olan edeptir. Büyüklerimiz bunu söylemişler.


Edep ne demek? Edep, hatadan sâlim hareket etmek demek. Yâni her işin hatasız yapılmasına edep denir. Hata olmamasına dikkat etmeye edep denir.

O halde, biz de kulluğumuzu güzel yapmaya dikkat edeceğiz. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a, şükran ve takdim duyguları dolu olarak, yâni teşekkür duygusu, minnet duygusu dolu olarak, övgülerle, onun rahman ve rahim olduğunu düşünürek, ona kulluğumuzu hatasız yapmaya çalışacağız.

Her şeyin hatasız yapılması için gerekli, şöyle yapılacak, böyle yapılacak diye madde madde sıralanan şeylere edep derler. Namazın hatasız olması, makbul olması için neler lâzım? Şu olacak, bu olacak, şu olacak bu olacak... Sıralanıyor.


Hoşuma gidiyor; bazen arkadaşların evine misafir gidiyorum, bir arkadaşın evine götürdüler bizi. Abdest almam icab etti, alt kata götürdüler. Ev güzel, iki katlı, geniş, manzaralı... Abdest alma yerinde, kapıda baktım talimatnâme:

"--Şöyle yapılacak, böyle yapılacak, içeri şöyle girilecek, içerde şöyle yapılacak, çıkarken böyle yapılacak..."

Her şey güzel. Yâni, "Su çekilecek, temiz bırakılacak, falanca yer ıslatılmayacak, havlu şöyle kullanılacak, bilmem ne böyle kullanılacak..." diye yazmış.

İşte bunlar edeptir. Yâni her şeyin hatasız olması, işlemi, düşüncesi mü'mine hakim olacak. "Ben hatasız bir kulluk yaparak, ömrümü Allah'ın sevgisini, rızasını kazanacak şekilde geçirmek istiyorum!" diye düşünecek. Böyle yaparsa Allah kuvvet verir, gayret verir, nimet verir, ikram verir, her şeyini büyültür.


Etrafınızda bir sürü insan vardır, duymuşsunuzdur. Maydonoz satmaktan başlamıştır, sonra en zengin insan olmuştur. Çobanlıktan başlamış, en büyük alim olmuştur, atom alimi olmuştur, uluslararası şöhret kazanmıştır. İşte bilmem hiç kimsenin beğenmediği fakir bir ailenin çocuğudur, çok çocuklu, barakada, gecekonduda oturan... Ama edebiyle, çalışkanlığıyla yükselmiş, yüksek haller kazanmıştır.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, haddini bilen, edebini takınan, kulluğunu güzel yapan ve dünyada, ahirette Allah'ın rahmanlığından, rahimliğinden istifade eden, nimetlenen kullarından eylesin. Yolunda dâim, zikrine müdâvim eylesin...

Ümmet-i Muhammed'e hüsn-ü hizmetle hâdim olmayı, hizmetler yapmayı, arkamızda güzel eserler bırakmayı, başka insanlara bize dua etmelerini sağlayacak iyilikler yapmayı, devamlı iyilikler yapmayı nasib eylesin... Evlâtlarımız, çocuklarımızı güzel yetiştirmeyi nasib eylesin... Dinimizin gelişmesi için, aziz ve muhterem kardeşlerim, güzel müesseseler kurmamızı nasib eylesin...


c. Hayırlarınızı Kurumlaştırın!


Biliyorsunuz, bir insanın kişisel olarak bir şeyler yapması şahsî bir iştir. Ama müessese kurması, yâni hizmeti kurumlaştırması, o müesseseyi çalıştırması dâimî bir şeydir. Bunun sevabı çok fazladır.

Bakın İsveçli bir alim kimyada bir şeyi bulmuş; bilmem trinitrotoluen denilen patlayıcı madde, biraz çalkandı mı pat diye patlıyor. Hani kibritin maddesini biraz bir yere sürttüğünüz zaman, cırt diye ateş alıyor, onun gibi. Su gibi olan, sıvı olan madde biraz sallandı mı hemen bom diye patlıyor.

Şimdi bunu şişede, damacanada götürse, sallandığı zaman patlayacak. "Ne yapalım, ne yapalım?" diye alimler bunu düşünürken, işte bu Alfred Nobel denilen kişi --Nobel mükâfatı filân diyoruz ya-- bir çaresini bulmuş. Gur denilen, kiezelgur denilen, böyle bir kil gibi, toprak gibi bir maddeye bu patlayıcı maddeyi emdirmiş. Gözenekli olan bu maddenin içine sallanan sıvı emildiği zaman sallanma diye bir şey kalmıyor. Kiezelgur da o sıvıyı emdiği zaman, hamur gibi oluyor, lokum gibi oluyor. Tamam, patlamayan bir şey.

Tabii bu buluşunu uygulamaya geçirmiş. Dinamit dediğimiz şey, dinamit lokumu oluyor. E güzel bir şey, yâni tehlikeli bir şeyi tehlikesiz hale getirmiş. Ama uygulama korkunç. Bombalara dinamitler girmiş. İnsanlar bombalardan ölmüş filân, derken insanlık çok zarar görmüş.

Şimdi bu zararına üzülmüş, pişman olmuş. Ama pişmanlık, kişisel olarak "Pişman oldum!" demek bir küçük iş. Ama o pişmanlığını kurumlaştırmış, kazandığı serveti vakfetmiş, ortaya koymuş. Demiş ki:

"--Bundan sonra insanlığa iyi bir şeyler yapan, hizmet eden kimselere şu servetimden şu kadar mükâfat verilsin! Her sene seçilsin bunlar, onlara bu kadar para verilsin!"

İşte bu, bir şeyin kurumlaşması. Güzel...


Meselâ bakın ben --sevgili kardeşlerim beni affedin ama, diyâr-ı gurbetten bazı ikazlar yapmam da gerekiyor, yapmak da zorundayım--şimdi camide vaaz veriyordum. Hocamız emretmişti, Mehmed Zâhid Hocamız:

"--Gel evlâdım, çık şu kürsüye!"

"--Pekâlâ..."

El-emrü fevkal-edeb, emrettiği için yapmak zorundayım. Vaaz ediyordum, ama caminin için küçük, hadi avlusuna da dinleyiciler geldi. Nihayet elli kişi, yüz kişi, bin kişi, iki bin kişi diyelim... İskenderpaşa Camii'nin hacmi belli. Sultan Ahmed Camii'nde de vaaz ettim, --inşaallah Ayasofya'da da olur-- Süleymaniye'de de vaaz ettim. Kocatepe'de de nasib oldu. Ankara'da Hacı Bayram'da da, başka camilerde de, bizim Özelif Camisi'nde de vaazlar yaptım.

Ama bu şimdi mahdut. Vaazlarımız daha çok insana ulaşsın diye ne yaptık?.. Dergileri çıkartmaya başladık kardeşler olarak, cemaat olarak, ihvan olarak. İslâm dergimiz, Kadın ve Aile dergimiz, İlim ve Sanat dergimiz, Gül Çocuk dergimiz, Panzehir dergimiz... Bunlar niçin oldu? Bu bir kurumlaşmadır. Böylece vaaz kişisel olmaktan çıkıyor, hizmet bir topluluğun güzel hizmeti haline geliyor ve kalıcı oluyor. Söz unutulur ama, yazı kalır. "İşte benim şu mecmuanın ciltleri, hiç eksiksiz kütüphanemde var. İşte bak ne güzel yazılar var, hazine gibi." diye insan açar, bakar.

Dergileri çıkarmak bir kurumlaşmaydı. Bu güzel bir şey. Bunun desteklenmesini rica ediyorum sizlerden. Yâni alarak destekleyin, yazı yazarak destekleyin, yükün bir yerinden tutarak destekleyin. Çünkü kurumlaştığı zaman hizmetler kolay götürülür. Ama tek başına benim götürmem zor olabilir, imkânsız olabilir. Benim hayatımla sınırlı olabilir, ben öldüğüm zaman iş bitebilir... filân. Kurumlaşmak güzel.


Sonra dergilerin yayınlanmasında sorunlar oldu. Sorunlar olunca, okunmasında sorunlar olunca kolay değil. Evet, Türkiye'nin çok basılan, çok okunan, çok sevilen dergileri oldu ama yetmedi, bu sefer ne yaptık? Radyo yayınlarına geçtik, çok güzel oldu. Radyo yayınları harika oldu. Allah'a sonsuz hamd ü senâlar olsun, ikiyüz elli yerden, belki daha artmıştır, ikiyüz altmış yerden yansıtıcılarla uzaydan yayınladığımız şeyler kasabalara da dinlettiriliyor. Herkes yanına şöyle küçükcük bir basit radyo bile alsa en güzel konuşmaları, sohbetleri, bilgileri, vaazları, tefsir derslerini, hadis derslerini, fıkıh derslerini dinleyebiliyor.

Bu yaygın bir hizmettir. İşte bak camiye insan haftada bir gidebilir, iki gidebilir, hadi babayiğit her gün gitsin. Ama bunu radyo yaptığımız zaman, bu çok güzel bir kurum... Herkes dinleyebiliyor. Camiye gelemeyen de dinleyebiliyor. Evde ev hanımı da dinleyebiliyor. Çocukları var, camiye gelemiyor ama radyoyu açıyor, mutfakta yemeğini yaparken güzel ilimleri dinleyebiliyor. Bu bir kurumlaşmadır. Bizim Ak Radyo'muz çok güzel bir kurumdur. Lütfen bunu da çok destekleyin. Yâni var gücünüzle destekleyin!


Sonra tabii duymak güzel bir şey ve bazen sadece duymak gerekiyor. Meselâ şöfor taksinin, otomobilin radyosunu açıyor, seyahat ederken dinliyor. Başka şey yapamaz. Ama görerek dinlemek daha güzel olduğundan, bir de televizyon kurduk. Televizyon muazzam masraflı bir şey. Biz de âcizâne, fakirâne, yoksul bir topluluğuz. Kimseden bir destek almıyoruz, yurt içinden, yurt dışından fazla bir gelirimiz yok. İhvânımızın, kardeşlerimizin masraflarıyla, el emekleriyle, alın teriyle bir televizyon...

Kimisi diyor ki:

"--Efendim bunu görüntüsü güzel değil!"

E görüntüsü güzel değilse, bir alet al, güzel bir görüntü çıksın. Sen de bir katkıda bulun! Biz o kadarını yaptık, sen de öbür tarafını tamamla!.. Televizyon çok büyük bir hizmet, yâni milyarlık bir hizmet, çok büyük bir başarı. Elhamdü lillâh, Allah onu da nasib etti.


Sonra gazete çıkarttık, bu da bir kurumlaşmadır. Televizyon da kurumlaşmadır, radyo da kurumlaşmadır. Gazete çıkarttık, Sağduyu, ismi güzel... Ben burdan, geliyor bir iki gün arayla, izliyorum, yazıları gayet doyurucu, gayet zengin... Başka gazeteleri de okuyorum. Yâni Almanya'dayken sekiz-on tane gazete alıyorduk, okuyorduk; boş... İki üç tane yazısına bakıyorsunuz; birisi ötekisinin kopyası, isimlerinin farklılığının hiç önemi yok. Bir tanesini aldın mı, hepsindeki haberleri öğreniyorsun.

Ama bizim gazetemizin içinde zengin malzeme var... O da bir kurumlaşma. Onun da yaşaması lâzım. O da büyük masraf gerektiriyor. Lütfen bunları destekleyin, yâni İslâm'a hizmetleriniz kurumlaşsın!

Şimdi ben size uzak kıtalardan hitab ediyorum ama, çağdaş alet ve cihazlarla bakın bu hitablar olabiliyor. Demek ki bunları kullanmamız lâzım. Bunların daha iyilerini kullanmamız lâzım. En iyilerini kullanmamız lâzım! Bu da el birliğiyle olacak.


Lütfen hayırlarınızı kişisellikten çıkartarak kurumsallaştırın! Yâni yaygınlaştırın, devamlılaştırın, sağlamlaştırın! Hayrınız, sevabınız dâimî olsun. Yâni siz hayatta olmasanız bile, eseriniz arkada olduğu için, o çalıştıkça sevap kazanmaya devam edersiniz. Bunlar el birliğiyle olacak.

Bakın ben bu dış ülkeleri gezdikçe dünyayı daha iyi anlıyorum, Türkiye'dekinden çok daha iyi anlıyorum. Büyük devletler, başarı kazanan devletler bu başarılarını kurumlaşmaya, kurumsallaşmaya borçludur. Biz de ictimâî bakımdan, ticârî bakımdan, ilmî bakımdan, her yönden kurumlaşmak ve böyle kurum halinde, müessese halinde; kişisel gayretlerle değil de kurum halinde çalışmalar yapmak zorundayız. O zaman daha güzel olur, daha yaygın olur.

Bakın böyle bir tefsir dersi, şimdi bu yapıla yapıla bir zaman gelecek Kur'an-ı Kerim'in tefsiri tamam olacak. Süzgeçten geçirilir, ayıklanırsa, güncel bir Kur'an tefsiri olacak. Ne kadar güzel!

Onun için lütfen iyi şeyleri destekleyin, kurumlaştırın, yardımcı olun ki sevabınız çok olsun. Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi iki cihanda taltif eylesin, mükâfatlandırsın... İki cihanda aziz ve bahtiyar olun...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler!..


03. 11. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 17:23

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
10 Kasım 1998


ALLAH HESAP VE CEZÂ GÜNÜNÜN SAHİBİDİR
7.BÖLÜM

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri, seyircileri! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ahirette üzerinize olsun... İki cihanda Mevlâm cümlenizi mes'ud ve bahtiyar eylesin...

Fâtiha-i Şerife Sûresi'nin tefsirine devam ediyoruz. Bugün,



(Mâliki yevmid-dîn) ayet-i kerimesine geldik. Bizim saymamıza, sıralamamıza göre, numaralamamıza göre üçüncü ayet-i kerime.

Mâliki yevmid-dîn, bir zincirleme tamlamadır, isim tamlamasıdır. Eski tâbirle, burda bir tetâbü-i izâfât var. İzâfetler peş peşe geliyor. Yâni, isim tamlaması var. Mânâsı: "Din günün mâliki." demek.

"Din günün mâliki" tamlaması bir ayet oluyor, üç kelimeden ibaret bir ayet-i kerime oluyor. Sûredeki yeri nedir, Durumu, sözün akışında, siyaktaki yeri nedir?..

Birinci ayet-i kerimede, besmelenin arkasından "El-hamdü lilâh" denildikten sonra, "El-hamdü lilâh"ın ikinci kelimesi Allah lafza-i celâlinin, yâni Allah kelimesinin sıfatları arkasından sıralanıyor. Önemini dinleyenler, duyanlar anlasınlar diye, sıfatların üstüne böyle önem verilerek bastırılmış, vurgulanmış oluyor.

Allah, rabbül-âlemîn, errahmânir-râhim, yâni alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, mâliki yevmid-dîn Allah, öyle olan Allah...


Tabii, olan sözü de doğru değil. Çünkü olmak, değilken sonradan oluşmak mânâsına da geliyor. O mânâya kullanılmaz, Allah-u Teàlâ Hazretleri için öyle değildir.

Onun için her birinin mânâsını düşünerek: "Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din günün mâliki Allah'a hamd olsun." veya "Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din gününün mâliki Allah'ındır." mânâsına böylece hepsi birden, bu üç ayet-i kerime mânâca bütünleşiyorlar. Ama öneminden dolayı Mâliki yevmid-dîn bir ayet-i kerime; geçen hafta izah ettiğimiz Errahmânir-rahîm, iki sıfattan ibaret bir ayet-i kerime.


a. Mâlik Kelimesi


Şimdi Mâliki yevmid-dîn âyet-i kerimesinin kelimelerini, sözcüklerini açıklayalım:

Mâlik; elif ile, yâni mimden sonra elif ile mim uzatılarak üstünü Mâlik, Mâliki yevmid-dîn. Bizim kabul ettiğimiz, ülkemizdeki Kur'an-ı Kerimlerde yazılı olan şekliyle Âsım, Kisâî, Yâkub, Halef kıraatidir bu. "Mâlik" okunması kıraati aşereden. Bizim kabul ettiğimiz kıraat budur. Nâfi', İbn-i Kesir, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Hamza, Ebû Câfer isimli alimler de... Kıraat alimleri, biliyorsunuz, on kıraat var. Kur'an-ı Kerim'in kelimelerinin okunuşlarıyla ilgili görüşleri değerli alimlerin ortaya koydukları kıraat-i aşere diyoruz. El-kıraâtül-aşr, on kıraat. Tabii bunlardan üç tanesini daha eleyerek, yedi tanesini kuvvetli bularak Kıraâtüs-seb'a da var, bunun da öğretildiğini biliyoruz. Kıraât-i Seb'a var, Kıraât-i Aşere var.

Demek ki bâzı âlimler mâlik kelimesini, "mâlik" okumuşlar. Biz de ona tâbiyiz, öyle okuyoruz. "Mâliki yevmid-dîn" diye okuyuruz. Bazı alimler de --bilelim, bilginiz olsun-- "melik" diye okuyorlar bu kelimeyi. "Melik-i yevmid-dîn" diye okuyorlar. Çeşitli yollarla, senetlerle, turuk-u müteaddide ile yâni, kendisine kimlerin rivâyet ettiğini çeşitli senetlerle anlata anlata İbn-i Merdeveyh --veyahut Merdiye diye de okunur bu kelime-- isimli alim, rivâyete göre:



(Enne rasûlallah SAS kâne yakrauhâ mâliki yemid-dîn) Bu alimin rivâyet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz Fâtiha-i şerifeyi okurken bizim de tâbi olduğumuz şekili, Mâliki yevmid-dîn, şeklini okurlarmış. O da o zaman bizim okuyuşumuzun kuvvetli olduğunu gösteriyor. Ama Meliki yevmid-dîn okunuşu hakkında da alimler uygun bir kıraattir diyorlar. Şimdi ikisini biraz açıklayalım:


Mâlik kelimesi, yâni sahip olmak, mâlik olmak, bunun mastarı milk, melike-yemlekü-milk geliyor. Bu mânâdan geldiğine göre mâlik okuyoruz. Bu mânâ sahih, tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyin mâlikidir. Rabbün-nâs, Rabbü külli şey'in vel-melîkühû, her şeyin sahibidir, her şey onundur. Bütün varlıklar, yaratıklar onundur, insanlar da onundur, yerler gökler de onundur. Onun için mâlikiyet mânâsı Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimelerde sabit. Meselâ:




(İnnâ nahnü nerisül-arda ve men aleyhâ ve ileynâ yürce�n) ayet-i kerimesini söyleyelim, bu mânâyı ifade etmek üzere, buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimede: "Yere ve yerin üstündeki bütün yaratıklara biz vâris olacağız ve hepsi bize döndürülecek." Yâni insanların hayatlarından sonra dönecekleri yer Mevlâları, her şey Allah'ın. Yer gök bütün varlıklar Allah'ın. Onun için mâlik kelimesi sahih; tabii, Peygamber Efendimiz de öyle okumuş.


Melik kelimesi de hükümdarlık etmek mânâsından geliyor. O da, bu hükümdarlık mastarı da mülk olarak geliyor, hükümran olmak olmak, yâni hüküm sürmek, hâkim olmak mânâsına. Bu da ayet-i kerimelerde ifade edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden bir kaç ayet-i kerimeyi hatırlayalım:




(Limenil-mülkül-yevm, lillâhil-vâhidil-kahhâr) meselâ bir ayet-i kerime. Yâni: "Bugün egemenlik, hüküm verme hakkı, hükmetme işi kimindir? (lillâhil-vâdilil-kahhar) Vâhid ve Kahhar Allah'ındır."




(Kavlühül-hak, ve lehül-mülk) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kavli, sözü haktır ve hükümranlık onundur."

Hükümranlık ne demek? Rân kelimesi nerden geliyor? Farsçada sürmekten geliyor. Hükümranlık, hüküm sürmek demek. Yâni bir şeye hâkim olup, hükmünü geçirmek, hükmünü sürdürmek. Hükümdarlık hükme sâhip olmak. Dâr takısı, dâşten'den geliyor. Rân da rânden'den geliyor. Farsçadaki kökleri ayrı. Hükümdarlık hüküm sürmek demek.




(El-mülkü yevme izinil-hakkı lir-rahmân, ve kâne yevmen alel-kâfirîne asîrâ.) Meselâ, "O gün egemenlik, hüküm sürmek, hüküm vermek Rahmân'ındır ve kâfirlere çok zor bir gün olacaktır, zorlu bir gün olacaktır o. Çünkü o zaman ceza görecekler." diye ayet-i kerimelerde bu mânâda ifade ediliyor.

Şimdi, tabii o gün hüküm Allah'ındır, hükümranlık Allah'ındır da şimdi hüküm Allah'ın değil midir? Her zaman Allah'ındır. Ama o gün kimse kendi bilgidiğine kalkıp hareket edemeyecek, konuşamayacak. Çünkü dünyadayken Allah-u Teàlâ Hazretleri insanlara bir irade-i cüz'iye vermiş ve bir istediğini yapma hürriyeti vermiş. İyiyi veya kötüyü göstermiş. İyiyi tercih ederse mükâfatlandırılır, kötüyü tercih ederse cezalanacak. O gün artık kimse kalkıp da bir söz söyleyemeyecek. Nasıl geçiyor âyet-i kerimelerde:




(Yevme yek�mur-rûhu vel-melâiketü saffâ) "Melekler ve rûh-u a'zam Cebrail, Ruh adlı melek, saf saf kalkarlar, (lâ yetekellemûne illâ men ezine lehür-rahmân) Rahmanın müsâde ettiğinden, izin verdiğinden başkası kalkıp konuşamaz, herkes susacak" (ve kàle sevâbâ) Başka bir ayet-i kerimede:




(Ve haşaatil-asvâte lirrahmân felâ tesme� illâ hemsâ) "Rahmân'ın huzurunda, Rahmân'a karşı bütün sesler kısılacak ve ancak böyle fısıltıdan başka bir şey işitilmeyecek. Herkes korkudan, dehşetten Allah'ın hükmünü bekleyecekler."




(Yevme ye'ti lâ tekellemü nefsün illâ biiznîhî) "O gün geldiğinde kimse konuşamayacak, ancak Allah'ın izniyle konuşacak." gibi ayet-i kerimeler...

Yâni o günde Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin mâlik olduğu, mâliki olduğu o günde kimse artık hüküm ve söz söyleme --onun izni olmadan-- hakkına sahip olmayacak. Dünyadaki imtihan için verilmiş hürriyetler bitmiş oluyor.


"Mâliki yevmid-din"i bazı alimler, yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri, din gününü kurmaya, yaratmaya, yapmaya kàdirdir, onun yapılması, kudreti, onun meşiyyetindedir, onun emrindedir. Mânâsına anlamışlar.


Bazı hadis-i şerifleri okumak istiyorum, Ebû Hüreyre RA'den sahihaynde rivâyet edilmiş ki; yâni sahihayn nedir? İmam Buhârî'nin, İmam Müslim'in sahih hadis kitaplarında, o mübârek kitaplarda kaydedilmiş ki, Peygamber Efendimiz buyurmuş:




(Ahneusmin indallàhi racülün tesemmâ bimelikil-emlâk, ve lâ mâlike illallah) Bu hadis-i şerifte ne buyurmuş oluyor?

(Ahneusmin) İsm kelimesnin ilk harfi vasıl olduğu için, hemze-i vasıl... "En aşağı, en alçak, en zelil, en hakir isim nedir Allah indinde? Yâni Allah'ın sevmediği en alçak isim nedir? Melikül-emlâk, demişse, kendisine böyle bir unvan vermişse..." Yâni şahlar şâhı gibi, melikler melîki gibi. "Böyle bir isim vermişse Allah'ın en sevmediği, en aşağı sıfat budur. (Ve lâ mâlike illallah) Çünkü Allah'tan başka mâlik yoktur." buyurmuş Peygamber Efendimiz.

Yine aynı iki mübarek hadis kitabında Peygamber Efendimiz'den rivayet olunmuş ki; bu hadis-i şerifi okuduğu zaman insan, mânâsına muttalî olduğu zaman tüyleri diken diken oluyor.




(Yakbedullàhül-arda ve yatvis-semâe biyemînihî sümme yek�lü enel-melikü eyne mülûkül-ard? Eynel-cebbârûn? Eynel-mütekebbirûn?) Bu hadis-i şerifin mânâsın ne?

"Allah-u Teàlâ Hazretleri, dünyanın sonu geldiği zaman yer yüzünü kabza-yı kudretine alır, semâvâtı dürer, katlar, yâni yer gök bir hiç olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretinin avucunda, elinde. Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle yeri göğü kabzadığı kuvvetiyle tuttuktan, avucuna aldıktan sonra..." diyelim, herhangi bir teşbih mânâsı şey yapmadan. Çünkü (yemîninî) sağ el mânâsına da geliyor. Ama teşbih mânâsını düşünmeden anlamak lâzım bu hadis-i şerifleri.

"O günde buyurur ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Enel-melik) "Hükümran, hükümdar olan benim! (Eyne mülûkül-ard?) Nerde şimdi o yer yüzünün şahları, hükümdarları, padişahları, melikleri? (Eynel-cebbârûn?) Nerde cabbar herifler? Böyle zalimler? (Eynel-mütekebbirûn?) Nerde o öyle saltanattan burnunu havaya kaldıran, tekebbür eden kimseler?" buyurur.

Tabii o zaman herkes tir tir titereyecek. Mahşer gününün, yâni kıyametin dehşetinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin böyle yeri göğü dürdüğü zamanın dehşetinden hiç kimse kalmayacak. Zâten hakiki, her işi yapan, yaratan, çeviren Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğundan.




(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) Ne demek? Güç kuvvet Allah'ındır, yâni Allah birisine vermese izin, kimse kılını kıpırdatamaz, yaprak kıpırdamaz, rüzgâr esmez, dünya dönmez. Hiç bir şey olmaz. Hep Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kudretiyle, izniyle, müsâdesiyle, onun fiiliyle olduğundan, her şey Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin fiiliyle olduğundan asıl melik, hükümran,




(Biyedihî melekûtü külli şey') "Her şeyin melekûtu elinde olan Allah'tır."

--Pekiyi dünyadaki insanlara melik deniliyor; neden deniliyor?..

O hakikat değil, o mecaz. Mecâzen, mecaz yoluyla onlara da denilmiş. Tabii Kur'an-ı Kerim'de onlara, dünyanın cüz'î hüküm sürme hakkına sahip insancıklarına melik denilmesi de var. Çünkü halk kullanıyor böyle bir şeyi. Kur'an-ı Kerim'de böyle mânâya gelen âyet-i kerimelerin içinde melik kelimesi, dünya hükümdarlarını ifade eder şekilde geçen ayetler var. Hatırlayacaksınız, meselâ:




(İnnallàhe kad bease leküm tàlûke melikâ) "Ey benî İsrâil, Allah-u Teàlâ Hazretleri size Tàlût'u, Tàlut isimli kahramanı melik olarak tayin etti; hadi bakalım ona tâbi olun!"

Sonra Kehf Sûresi'ni cuma günleri okuyorsunuzdur inşaallah, çok sevap çünkü yedi günlük günahı affoluyor insanın, Kehf Sûresi'ni okuyunca üç ziyadesiyle ediyor on gün... Orda da hani Hızır AS bir gemiyi delmiş. Neden delmiş?




(Ve kâne verâehüm melikün ye'huzü külle sefînetin ğasbâ) "O gemi biraz arızalansın, gidemesin, o zalim hükümdarın eline geçmesin. Çünkü ilerde bir melik vardı, hükümdar vardı, gasbediyordu bütün gemileri." O gemiyi kurtarmak için aslında arızalandırmış oluyor. Orda melik kelimesi kullanılıyor ayet-i kerimede.

Demek ki insanlara melik denmesinin, işin aslına, köküne bakarsak doğru değil. Çünkü nesi var insanın? Aciz naciz bir mahluk ama mecaz yoluyla işte insancıkların bazen böyle başkan olanlarına da melik sözü kullanılagelmiş. Ayet-i kerimelerde de böyle bu kullanım görünüyor. Ama asıl melik Allah-u Teàlâ Hazretleri'dir. Sonra tabii o ihtişamlı kıyamet gününde: "Nerde o dünyanın melikleri, nerde o cabbarlar, nerde o mütekebbirler?.." diye sorduğu zaman kaçacak delik arayacaklar o zalimler, cabbarlar, mütekebbirler. Sadece Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin hükmü orada şey yapacak.


Şimdi, evet, demek ki bu ayet-i kerimenin mâlik kelimesi melik de okunabiliyor, mâlik de okunabiliyor. Biz mâlik kıraatine tâbi olmuşsuz, Peygamber Efendimiz de öyle okurmuş SAS. Bu, sahip mânâsına geliyor. Sahip mânâsı doğru. Melik de okunursa hükümran mânâsına geliyor. O da doğru. İkisi de ayet-i kerimelerle gördüğünüz gibi kullanılmış, varid olmuş, Kur'an-ı Kerim'de geçmiş.


b. Yevm Kelimesi


Gelelim ikinci kelimesine, Mâliki yevmid-dîn'in yevm kelimesine. Yevm, Arapçada gün demek... Ama lügat açılırsa, gün kelimesinin daha çeşit çeşit nice mânâları olduğu, onların da kullanıldığı görülür. Burada bizim o çeşitli mânâlardan sarf-ı nazar ederek, teferruatı anlatmadan işaret etmemiz gereken önemli nokta nedir? Ahiretin o günü, yâni din günü, yevmüd-dîn, din günü; Farsça biliyorsunuz yevm kelimesinin karşılğı rûzdur. Rûz-u cezâ, diyoruz. Peygamber Efendimiz'in de bir sıfatı olarak, hani dualarda kulağınıza gelmiştir, şefî-i rûz-u cezâ Muhammedinil-Mustafâ SAS diyoruz.

Yevm, bizim bu dünyada anladığımız gündüz mânâsına veyahut gece ve gündüzün toplamı gün mânâsına değil tabii. Yâni zaten biraz ilm-i hey'eti, astronomiyi okuyanlar bilirler ki; gün dediğimiz şey dünyada başka türlüdür, öteki seyyarelerde başka türlüdür. Yâni hepsinin gününün saat olarak, zaman olarak miktarı farklıdır. Hani çeşit çeşit seyyareler var, Merkür, Venüs, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün, Pluton diye Lâtince isimlerini şimdi öğretiyorlar. Eskiden Zühre diye, Utarit diye, Merih diye geçerdi eski kitaplarda... Ben böyle ikisini de söylüyorum ki eski medeniyetimize biraz âşinâlığı olsun dinleyiciler, onları da duymuş olsunlar. Tamamen unutulmasın eski medeniyetimizin kelimeleri diye.

Dünyada bir gün 24 saat veyahut gün dediğimiz zaman gündüzü anlarız. Gün ışığı diyoruz. Güneş kelimesinin sonundaki 'eş'i atılmış şekli de gün.


Ây u gün, hem nüh felek


Ay ve güneş ve dokuz gök diye Mevlid'de geçiyor.

Demek ki gün kelimesi Türkçemizde güneş mânâsına da geliyor. Sadece güneşin olduğu gündüz mânâsına da geliyor. Bir de gündüzle gecenin toplamı olan 24 saat mânâsına geliyor. Ama tabii bu ayet-i kerimede bu mânâya değil. Alel-ıtlak vakit demek, zaman demek. Mâliki yevmid-dîn ne demek? "Din vaktinin, din zamanın mâliki." Çünkü o gün 24 saat olmayacağı belli, zâten ayet-i kerimelerde geçiyor, bismillâhir-rahmânir-rahîm:




(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) "Rabbinin indinde bir gün, sizin saydıklarınızla kıyaslanırsa bin yılınız gibidir." diye buyruluyor bir âyet-i kerimede.

Demek ki orada bin yıl, bir gün gibi olacak. Ahiretin günü dünyanın gününden farklı olacak.

Sonra bir başka ayet-i kerime var. Orada da bazı farklılıklar olduğunu böylece keşfetmiş, anlamış oluyoruz, Kur'an-ı Kerim bize çok şeyler öğretiyor:




(Ta'rucül-melâiketü ver-rûhu ileyfi fî yevmin kâne mikdâruhû hamsîne elfe seneh) Yâni ellibin yıl miktarı olan bir günde, melekler Cenâb-ı Mevlâ'nın huzur-u izzetine doğru urûc ederler, yükselirler." Demek ki huzur-u izzete giderken orada gün de ellibin yılımıza benzer gibi uzun oluyor.

Demek ki yevm sözünü de böyle zaman mânâsına, vakit mânâsına alacağız, yoksa yirmi dört saat mânâsına almayacağız. Onu da öylece açıklamış olduktan sonra, gelelim ayet-i kerimenin sonuncu kelimesi, üçüncü kelimesi din kelimesine.


c. Dîn Kelimesi


Dîn kelimesi de, dâne-yedînü-dinen ve diyâneten kökünden, masdarından, fiilinden geliyor. Çok anlamları var dîn kelimesinin Arapçada. Peygamber Efendimiz'in zamanında da çok anlamları vardı.

Bizim şimdi din deyince anladığımız nedir? Türkçedeki din kelimesinin kullanılışı; dindarlık, diyanet, bir insanın inançlarının bütünü, şeriat mânâsına kullanıyoruz. Bilmem ilkel dinler, beşerî dinler, semâvî dinler diye, dinler tarihi diye ilimler var dinleri inceleyen. Her kavmin bir inanç teşkilâtı oluyor, inançlarının toplamı olan bir inanç bütünü oluyor. Ona din deniliyor. Batı dillerinde, İngilizce religion diyorlar, Almanca religion deniliyor... Bizim bildiğimiz mânâ bu.

Ama buradaki Mâliki yevmid-din'de, acaba burdaki din o mânâya mı? Peygamber Efendimiz'in zamanında din kelimesi hangi mânâya kullanılıyordu?.. Onlara bakacak olursak, Peygamber SAS Efendimiz'in zamanında ve Arapçada din sözü, tabii çeşitli mânâlara gelir, onları sıralayabilirim lügata bakarak, bir çok mânâsı arasında: Âdet, hâl, hesap, mükâfat, cezâ, karşılık, hüküm, kazâ, tedbir, ibadet, ivaz...


Bunun dışında da çeşitli mânâları var. Ama Peygamber Efendimiz acaba hadis-i şeriflerde bunu nasıl kullanmış diye bakacak olursak bir kaç ayetten, hadisten misallerle onun ne mânâya geldiğini açıklayabiliriz. Arapçasında o devirde din kelimesi daha ziyade karşılık, hesap, ivaz mânâsına geliyor, cezâ mânâsına geliyor diyorlar.

(Ed-dînü el-cezâu) Tabii cezâ deyince de biz Arapçadan farklı, cezâyı sadece kötü yapılan bir işin karşılığı olarak düşünüyoruz. Halbuki Arapçada cezâ sadece karşılık demektir. Hatta dua vardır. Mer'î, cârî, böyle hâlen kullanılıyor, Arabistan'a gitseniz, birisine bir iyilik yapsanız hemen der ki: "Cezâkellàhu hayran kesîrâ" "Seni Allah çok hayırlarla cezâlandırsın!" Yâni burda mükâfatlandırsın mânâsına geliyor.

(Ed-dînü el-cezâu) demek, yâni ne demek? Karşılık demek. Bir şeyin, yapılan bir işin karşılığı, ivazı, bedeli, hesabı mânâsına. Kur'an-ı Kerim'den bir iki misal düşünelim:




(Yevmeizin yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) "O günde Allah kulları hak olan mükâfatlarını, karşılıklarını, amellerinin hesaplarını görecek, (yüveffîhimüllàhu dînehümül-hak) Hak olan hesaplarını görecek, hesaplarının sonucunda neyi haketmişlerse onun karşılığını verecek.

İnsanlar rûz-u mahşerde soracaklar:




(E innâ lemedînûn) "Bize yaptıklarımızdan dolayı bir karşılık verilecek mi?" diye insanların sormaları... Kur'an-ı Kerim'de demek ki karşılık mânâsına geçiyor. Yâni, "Hesaba çekilecek miyiz?" mânâsına.

Hadis-i şeriften misal düşünecek olursak, sahih bir hadis-i şerif, hatırlayacaksınız, zaman zaman hadis sohbetlerimizde de konu edinmişizdir, söylemişizdir. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:




(El-keyyisü) "Akıllı insan (men) o kimsedir ki, (dâne nefsehû) nefsine mâlik oldu, sahip oldu; (ve amile limâ ba'del-mevt) ölümden sonrası için salih amelleri işledi. Akıllı insan budur."

Evet yâni, dane nefsehû ne demek? Nefsini hesaba çekti ve ona hakim oldu, sahip oldu demek. Şeyde de yine bir söz yaygın olarak geçiyor: "Kemâ tedînü tüdân" Nasıl muamele edersen sen, onun karşılığında da sana öyle muamele olunur." mânâsına.

Demek ki bu misallerden, hadis-i şeriflerden, ayet-i kerimelerdeki kullanışlardan anlıyoruz ki din kelimesi karşılık demek oluyor, hesap demek oluyor. O zaman yevmid-dîn; hesap günü insanların hesaplarının görülüp de amellerinin karşılığı olan ne ise onun verildiği gün. Yâni iyi bir insansa, sâlih bir kimseyse, ibadet etmişse, hayır hasenat işlemişse, Allah'a itaat eylemişse onun karşılığı ne olacak, cezâsı ne olacak --yâni mükâfat, güzel, iyi olan cezâya mükâfat diyoruz-- mükâfatı ne olacak? Cennet olacak. E kötü iş yapmışsa, Allah'a âsi olmuşsa, zulmetmişse, başkalarının hakkını yemişse, gadretmişse o zaman onun cezası ne olacak? Yâni ikâbı, ukûbeti, (punishment İngilizcesi) onun karşılığı ne olacak? Onun da karşılığı cehennem olacak. O da cehennemde ettiğini bulacak; ne tür zulmettiyse, o tür muameleye mâruz olacak.


Demek ki sevgili izleyiciler, Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini okurken bizim Türkçeden de âşinâ olduğumuz, Türkçede de kullanılmış kelimeler olabilir. O kelimeleri kendi aklımızla, kendi aklımızda olan mânâları vererek kullanırsak bazen sonuçlar yanlış çıkabilir.

Ne yapacağız? Rivâyetleri inceleyeceğiz. Başka âyetlere bakacağız. Kur'an-ı Kerim'i Kur'an-ı Kerim'le anlamaya çalışacağız. Öbür ayetlere bakarak anlamaya çalışacağız. Peygamber Efendimiz'den bir rivayet varsa, sahabe-i kiramdan, Peygamber Efendimiz'i tanıyan, dini iyi bilen insanlar olarak onlardan rivayet varsa onlara kulak verceğiz.

Yoksa insanın kendi başına Kur'an-ı Kerim'i kendi aklıyla açıklamaya çalışması çok yanlış noktalara götürür. Zâten böyle insanın çok hata edeceği ve ondan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğine dair de tehditli rivayetler, hadis-i şerifler var. Öyle kendi bildiğine bir insan kalkıp da yarım yarım yamalak bilgiyle Kur'an-ı Kerim'i açıklamaya kalkmamalı!..


Bunu niçin söylüyorum? Bazıları kalkışıyorlar Kur'an-ı Kerim tercümesine. Tabii Kur'an-ı Kerim'i sevdiği için, anlamak için insan uğraşabilir ama Kur'an-ı Kerim'in mealini yazacağım, tefsirini yazacağım diye kalkışmak müktesebât ister, çalışma ister. O çalışması yok. Meselâ Arapça bilmiyor.

--Sen Arapça bilmiyorsun, niye Kur'an-ı Kerim meali hazırlıyorsun? Neye dayanarak hatırlıyorsun?

"--E ben, diyor, Lugat-ı Nâcî'yi alırım, ordan kelimelere bakarım, Kur'an-ı Kerim'i tercüme ederim."

Lügat-ı Nâci Osmanlıca lügatı... Çok yanılırsın, çok hata edersin. Çünkü bir kelime Türkçeye, Osmanlıcaya Arapçadan geçmiş bile olsa, mânâsı kaymış, değişmiş olabilir. Bu dilcilerin çok iyi bildiği bir konudur. Zamanla kelimelerin mânâları çeşitlenir, değişir, kayar, farklılaşır. Öyle Osmanlıca lügatıyla Arapça meal, Arapça metin, Kur'an-ı Kerim çözümlenemez, anlaşılamaz. O zaman yanlış olur.


Nitekim ben Kur'an-ı Kerim meallerini toplamaya çalışıyorum. Okumaya çalışıyorum. Nasıl Türkçe karşılık verdiklerine bakıyorum. Yâni çok yanılmalar var. Çok yanılmalar olabiliyor. Bunun çaresi nedir?.. Sağlam kaynaklara dayanmak, sağlam kitaplardan, büyük alimlerin izahlarından faydalanmaktır.

Görüyorsunuz işte din kelimesi bizim Türkçedeki anladığımız mânâdan başka bir anlamda olduğu bu ayet-i kerimede sezinleniyor. Yâni: "Kulların amellerinin karşılığı neyse, onun verildiği o gün, rûz-u cezânın mâliki, onu kurmaya, onu yaratmaya, o işi yapmaya kàdir olan Allah; o gün herkesin susup, diz çöküp, sesini kısıp, boynunu büküp, tir tir titrediği zaman hükmünü sürecek olan Allah; o günün hükümranı, o günün mâliki, o hesap ve cezâ günün sahibi Allah." demek oluyor.

Tabii çok önemli bir konu bu. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin Fâtiha-i Şerife'de nelerini öğrenmiş oluyoruz? Âlemlerin Rabbi olduğunu, sahibi olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Rahman'lığını öğrenmiş oluyoruz, Rahim'liğini öğrenmiş oluyoruz. Önemine binâen her birisi bir ayet-i kerime olmuş. Bir de kulların hesaplarının görüldüğü o ilerdeki, ahiretteki o günün yegâne mâliki olduğunu, meliki olduğunu, sahibi olduğunu; onu halketmeye, onu yapmaya kàdir olduğunu, kullarını hesaba çekmeye kàdir olduğunu anlamış oluyoruz.

Tir tir titrer insan... Yâni bu ayet-i kerimeyi okurken, Fâtiha'yı okurken insanın renkten renge girmesi lâzım, mum gibi erimesi lâzım, "Mâliki yevmid-dîn" dediği zaman gözlerinden yaşlar boşanması lâzım. Çok önemli...


d. Ahirete İman Önemli


Demek ki Fâtiha-i şerifemizde imanın en mühim rükünlerinden olan ahirete iman çok güzel bir şekilde işaret edilmiş oluyor ve oradan anlıyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu dünyayı abes yere, boş yere yaratmamıştır; gàyesi vardır, hilkatın amacı vardır. İnsanların bu dünyada bulunuşunun sebebi vardır, hikmeti vardır. İnsanlar bu dünyaya muvakkaten geldiler, gidecekler. Bir kere fâni, burada duruşları muvakkat, bir gelip bir gidecekler. İmtihan için gelecekler, geliyorlar. Ondan sonra da zorunlu olarak gidecekler. Herkes fânî.

İşte hepsine Cenâb-ı Mevlâ sahip olacak, varis olacak diye demin ayet-i kerimeyi okuduk. Herkes Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna istesin, istemesin, eski tâbirimizle, Osmanlıca tabirimizle, Farsçadan alınma; hâh me hâh, istesin istemesin gidecek, çırpına çırpına gidecek veya koşa koşa, isteye isteye gidecek.

Ne mutlu Allah'ı sevip, Allah tarafından sevilip, Allah'ın sevgili kulu olup, can atarak, isteye isteye gidenlere!.. Allah'ın da severek, "Gel kulum, salih kullarımın arasına gir de, onlarla beraber cennetime dahil ol!" diye iltifat ettiği kullardan olanlara!.. Ne mutlu böyle olanlara!


Ne yazık, Allah'ın kulu olduğunu anlayamayıp, şu fâni dünya hayatının aldatıcı olaylarına, meselelerine, unvanlarına, mevkilerine, makamlarına, menfaatlerine aldanıp, takılıp, ahireti unutup, günah işleyen, zulmeden, haksızlık yapanlara!.. Ne yazık, ne kadar cahilce, ne kadar gâfilce, ne kadar yanlış bir şey!.. İşte onlar da istemeye istemeye de olsa, sürüklene sürüklene Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna gidecekler. Orada herkes bu dünyada ettiklerinin karşılığını görürken, onlar da cezalarını belâlarını, ikablarını, uk�betlerini, azaplarını bulacaklar, görecekler, bin pişman olacaklar, milyon, milyar pişman olacaklar, ah edecekler, vah edecekler...

"--Keşke peygamberleri dinleseymiştik! Keşke Kur'an-ı Kerim'e tâbi olsaymıştık! Vah bizi yoldan çıkaran arkadaşlara!.. Vah bizi yoldan çıkaran, kötü fikirler aşılayan kimselere, yöneticilere, sürükleyicilere, liderlere!.." diye diye cehenneme atılınca da birbirleriyle kavga edecekler tabii:

"--Sen bizi azdırdın!"

"--Sen aklını kullansaydın, azmasaydın."

Saç saça, baş başa cehennemde de birbirlerinden davacı olacaklar:

"--Yâ Rabbi, bu bizi azdırdı! Bu olmasaydı, biz iyi kul olacaktık..." filân diyecekler, ama fayda vermeyecek.


Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim, Kur'an-ı Kerim bizim için çok büyük nimettir, çok büyük bir devlettir, çok büyük bir fırsattır, çok büyük bir ikazdır, çok büyük bir uyarıdır, çok büyük bir ihtardır!.. Elhamdü lillâh, Allah-u Teàlâ da bize nasib etti, söylüyoruz Kur'an-ı Kerim'in anlamlarını, ayet-i kerimelerin mânâlarını; size de nasib etmiş, siz de dinliyorsunuz. Ne mutlu! Dinlemek de bir nimet, söylemek de bir nimet... Ne kadar güzel şey!..

E bunların tabii sonucu, bunların asıl sonucu, bu ayet-i kerimelerin gereği neyse onu yapmak, mûcebince amel etmek esas... Dinleyip dinleyip de, ondan sonra dağılıp gitmek, bir filim seyretmiş de etkilenmiş, ondan sonra kalkıp evine giden insanlar gibi olmak değil. Madem ki Allah-u Teàlâ Hazretleri âlemlerin Rabbidir, Rahmandır, Rahimdir, cezâların, mükâfatların verileceği, hesapların görüleceği günün mâlikidir, sahibidir, hükümrânıdır, hükümdarıdır. O halde o Melik-ü Cebbâr'ın, o hakiki melikin, o âlemlerin Rabbinin huzuruna gideceğini bilip, ona göre tedbirini alıp, öyle yaşayıp; Allah'ın huzuruna güzel amellerle gitmek lâzım!

Akıllı insanın işi budur. Şaşkın insanlar da, zavallı insanlar da, şaşılacak insanlar da tabii, bunun aksini yapanlardır. Çünkü bu fâni dünya hayatı ne kadar uzasa kısadır, çok sayılmaz. Sonunda herkes ölüp gidecek. Yaşlanacak veya yaşlanmayacak. Yâni genç veya yaşlı, ecel bir gün gelecek.


Ecel büke belimizi,
Söyletmeye dilimizi...


dediği gibi Yunus Emre (Rh.A)'in, bir gün ecel herkesin belini, boynunu bükecek. Sonra insanlar, burdaki imtihanı bittiği için hesap gününü sahibi Allah'ın huzuruna döndürülecek.


Allah, bu mânâları anladıktan sonra hayatını buna göre uyarlayan, ayarlayan zeki insanlardan olmayı cümlenize nasib eylesin. O rûz-u cezâda, yâni yevm-i hisabda, yevmid-din'de bizi Rabbimiz hesaba dahi çekmesin... Ben öyle dua ediyorum ama liyâkatim de değil. Yâni:

"--İyi kullar hesaba çekilmeden, doğrudan doğruya cennete gidecek. Ondan değil yâ Rabbi, bizim hesaba tahammülümüz yok! Hesaba çekilirsek halimiz harap! Sen de duaları kabul edicisin, Erhamür-râhimînsin, Rahmânür-Rahîm'sin... El açıyoruz, senden istiyoruz. Bizden dua etmek; sen de lütfedersen, kabul edersen ne mutlu bize..." diye, "Yâ Rabbi cennetine bigayri hisâb dahil eyle!" diyoruz.

Çünkü hesaptan korkmamak mümkün değil. Bu Mâliki yevmid-dîn, zincirleme tamlamasında yevm-i din var ya, o hesap günü, rûz-u cezâ, ondan korkmamak mümkün değil. Peygamber SAS Efendimiz: "Beni Hûd sûresi ve emsâli sûreler ihtiyarlattı, saçımı sakalımı ağarttı." buyurmuş. Bu kelime de insanın saçını sakalını ağartır muhterem kardeşlerim! Mâliki yevmid-în, rûz-u cezâ, rûz-u hesâb, hesap günü, mükâfatların cezaların verildiği gün...

O günün sahibi olan, mâliki olan Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize lütfeylesin, rahmeylesin, tevfîkini refîk eylesin... Hak yolu görüp, bilip, tanıyıp, o yolda sebat edip yürümeyi nasib etsin...


Bir hususu söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum, sevgili kardeşlerim! Bu dünya hayatı imtihan olduğundan, yeri gelince ayet-i kerimelerde de göreceğiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihan gönderiyor insanların başına... İmtihan ile sıdk u sadâkati ölçüyor. Yâni, "Bakalım bu kulum, bu imtihanın cevabını nasıl verecek? Bakalım gevşeyecek mi, bakalım dönecek mi, bakalım cayacak mı, bakalım samîmî mi, bakalım ihlaslı mı, bakalım vefâlı mı?.." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanları daima imtihan eder.

Sevgili izleyiciler, o halde ne yapmamız lâzım? Uyanık olmamız lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin yoluna sımsıkı sarılmamız lâzım! Çeşitli imtihanlarda, zorluklarda Allah'ın yolundan kaymamamız, sapmamamız lâzım! Cazibeli, boyalı, allı pullu, dallı güllü dünya zinetlerine aldanıp günahlara kaymamak lâzım!

Günahlara kaymanın çok kolay olduğu ortadadır. Zâten günahlar için korkunç bir sanayi var; eğlence sanayi, ışıklı reklamlar, paralar, muazzam masraflar, büyük mekânlar... Çok göz alıcı yerlere, en manzaralı yerlere, boğazın kenarına, dağların tepesine, en güzel yerlere tırlarla paralar dökülüp, eğlence yerleri yapılıyor. Zevk ü sefâ yerleri, günah yerleri, haram yerleri yapılıyor. Bunların hepsi imtihan... İnsanın karşısına böyle câzibeli günahlar gelince, insan kendisini tutacak, câzibesine kapılıp da kendisini mahvetmeyecek, yakmayacak. Yâni cereyana kapılır gibi kapılıp da, yanıp perişan olmayacak, kül olmayacak.


Mihnet ü meşakkatle karşılaştığı zaman veya hastalıkla karşılaştığı zaman... O da olabilir. Meselâ Eyyub AS Allah'ın peygamberi, ne kadar azılı, ne kadar uzun, ne kadar zorlu hastalıklara tutulmuş, ne kadar sıkıntılara uğramış; o da bir imtihan. Hastalık imtihan, mihnet-ü meşakkat imtihan... Dinine karşı yapılan baskılar imtihan... Bunların karşısında ne yapacağız?.. Ne olursa olsun vefâmızdan, sıdk u sadâkatimizden ayrılmayacağız. Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullarıyız, müslüman kullarıyız. Elhamdü lillâh dönmeyiz. Kur'an-ı Kerim, Kur'an kursu marşı gibi bir güzel şiir var:


Biz Kur'an'ın hàdimleri,
Pür imanlı ve zindeyiz.
Bu yoldan dönmeyiz asla
Peygamberin izindeyiz!..


Ne kadar güzel! Çocuklar bunu söyledikçe çok hoşuma gidiyor. İlâhî gibi, marş gibi okudukça çok hoşuma gidiyor.

Yoldan dönmemek lâzım! İmtihandan kaybetmeden çıkmak lâzım! Sabretmek lâzım, sebat etmek lâzım! Cenâb-ı Hakk'ın yolunda mihnet ü meşakkate tahammül etmek lâzım! Allah'tan dua edip hayırları istemek lâzım, aziz ve sevgili izleyiciler!


Allah-u Teàlâ Hazretleri zorlu imtihanlara uğratmasın... Çok baskı yapıp da, tahammül edemeyeceğimiz yüklerin altında bizi ezmesin... Lütfuyla, keremiyle imtihanları başarma kuvveti versin, imtihanları da kolay eylesin... Sımsıkı dinimize sarılıp, Peygamber Efendimiz'in, Kur'an-ı Kerim'in yolundan yürüyelim. Aldatmak isteyenlerin aldatmasına aldanmayalım.

Kütüphanemde bana yeni gelen kitaplar var, arkamda. İnşaallah, onları da okuyup bir vesile ile sizlere naklederiz. İslâm'ın çok düşmanları var. Yâni yurt içinden, yurt dışından; dünyada, dünya üzerinde İslâm'ın çok düşmanları var. Müslümanların dolayısıyla düşmanları var. Onlara çok cevr ü cefâ etmek isteyen insanlar var. Bütün cevr ü cefâya rağmen doğru yoldan, hak yoldan, İslâm'dan ayrılmamak lâzım! Nâmık Kemal'in o şiiri hatırıma geliyor:


Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten.


Millet tabii bir bakıma --tabii milletimizi de seviyoruz-- bir bakıma da milleti İbrâhime hanîfen, din mânâsına da gelir. Yâni "Millet yolunda, din yolunda azimetten dönersem olmaz!" dediği gibi Nâmık Kemal'in, biz de sebatlı olalım!

Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinizin yârı, yâveri, yardımcısı olsun... Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi hepinizin üzerine olsun... Allah cümlenizi iki cihanda sevdiği kullardan eyleyip, aziz ve bahtiyar eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


10. 11. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 17:27

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
17 Kasım 1998

FÂTİHA'NIN İKİNCİ BÖLÜMÜ
8.BÖLÜM



Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak Televizyon izleyicileri ve Ak Radyo dinleyenleri!.. Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun!..

Fâtiha Sûresi'nin ayetlerini konu alan tefsir sohbetimize devam ediyoruz. Fâtiha Sûresi'nin bütününe baktığımız zaman, anlam bakımından iki farklı bölüm ihtiva ettiğini görürüz. Şimdiye kadar birinci bölümü tamamlamış olduk.

Fâtiha Sûre-i Şerifesi, "Elhamdü lillâh" diye Allah'a hamd ile başlıyor. Allah'ın sıfatlarını bu hamd cümlesinden sonra ifade ediyor, sıralıyor. Rabbil-âlemîn, er-Rahmân, er-Rahîm, Mâliki yevmid-dîn diye dört sıfatını zikrederek Cenâb-ı Hakk'a hamdi beyan ediyor. Hamd etmeyi, hamdin onun olduğunu, kulların ona hamd etmesi gerektiğini işaret buyuruyor bu bölüm. Onun âlemlerin Rabbi olduğu, Rahman olduğu, Rahim olduğu, din günün mâliki ve meliki olduğu ifade ediliyor.


a. Yalnız Allah'a Kulluk Etmek


Ondan sonraki âyet-i kerime öbür anlam bölümüne geçiyor, ona geldik:




1/5: (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) Bu anlam bakımından: "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz." diye çevrilebilir Türkçeye.

Burada iyyâke kelimesi iki defa tekerrür ediyor. Ondan sonra da na'büdü ve nestaîn kelimeleri geliyor. Bunları izah edelim, anlam bakımından:

Arapçada zamirler, yâni ben, sen, o; biz, siz onlar'ın yerine geçen zamirler, yalın haldeyse özne durumda, yüklem durumunda, fâil durumunda ise başka şekilde olurlar; tümleç durumunda ise başka şekilde olurlar, kelimeye bağlanırlar. Tabii olarak Arap, "Biz sana ibadet ederiz." diyeceği zaman şöyle diyebilir:




(Na'büdüke) "Biz sana ibadet ederiz." Yâni sana sözünü yalın halde olmayıp, -e hâlinde olduğu için bağlı zamir, ez-zamîrül-muttasıl, bir kelimenin sonuna ekli, bağımlı zamir olarak kullanır. "Na'büdüke" der, tabii söyleyiş şekliyle böyledir

Na'büdüke ne demek? Na'büdünün başındaki n harfi de biz mânâsını taşıyor. Na'büdüke, biz sana ibadet ederiz demek olurdu. -ke, bağlı zamir, yani kelimenin sonuna bağlanan, kendi başına durmayan, yerine göre sana, seni mânasına gelen; sende, senden mânâsına da gelebilen bir kelime. Yâni zamirin yalın halin dışındaki halleri ifade eden şekli. Bağlı zamir, "ez-zamâirül-muttasıla" derler bunlara, kelimenin sonuna bağlanır.

Ama burada, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu ayet-i kerimesinde na'büdüke diye öğretilmemiş bize, öyle gelmemiş. Na'büdü'nün önüne sana mânâsını ifade etmek için -ke getirilmek istendiği zaman; -ke bağlı olarak durduğundan, tek başına olmadığından, iyyâ köküne bağlanmış, iyyâke na'büdü olmuş.


Burda bunu öne almakla "Ancak sana ibadet ederiz!" mânâsı ortaya çakıyor. Yâni ibadetin sadece ona olduğunu vurgulamak için, sona bağlamak yerine öne alıp müstakilen ifade edilmiş. (İyyâke) "Ancak sana (na'büdü) ibadet ederiz; (ve iyyâke) ancak senden (nestaînü) avn, yardım isteriz." denmiş oluyor.

Yâni -ke zamirini öne almak gerektiği zaman. o bir yere bağlanan bir zamir olduğundan, tek başına duramadığından iyyâ köküne bağlanıyor. İyyâke, sana demek. Öne alınması dolayısıyla "Ancak, sadece ve sadece sana ibadet ederiz!" mânâsı çıkıyor.

Abede-ya'büdü, ibadet etmek mânâsına bir kelime. Onun da aslı, esası saygın bir makama veya kişiye karşı kendisini aşağıda kılmak, mahviyetkârâne davranmak, zelîlâne davranmak demek oluyor. Zelil, aşağı mânasından çıkmış bir kelime bu.

Onun için Araplar'ın tarîkül-muabbed, yâni aşağıdaki yol, aşağı yol mânâsına kullandıklarını ve baîrun muabbed, yâni itaatkâr binek mânâsına kullandığını lügatçıler ifade ediyorlar.


Demek ki abede; saygın bir makama, saygın bir kişiye, zâta karşı zelîlâne, aşağı, itaatkârâne davranmak mânâsına gelen bir kelime.

Tabii bu şekilde davranmak, yâni saygı duyarak davranmak, kendisini aşağı tutarak, hor, zelil ve mahviyetkârâne davranarak muamele etmek hak yerde de olabilir, bâtıl yönde de olabilir. Nitekim bazı insanlar, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden kesin olarak biliyoruz, meselâ nefsine tapıyorlar, nefsini put ediniyorlar. Yâni nefsine saygı duyuyor, nefsini dinliyor, onun karşısında sanki onun esiriymiş, kölesiymiş gibi onun sözünü dinliyor.

Bazısı şeytana tapıyor. Şeytana saygı duyuyor âdetâ, şeytanın emirlerini tutuyor, şeytanın karşısında sanki onun kuluymuş, esiriymiş gibi davranıyor. "Kimisi paraya tapıyor" diyoruz, Türkçede de güzel kullanılıyor bu mânâ. Meselâ, "O adam, o kadına taparcasına bağlı." deniliyor, birisi bir kimseyi fazla sevgi ile gözlüyorsa "O kadına tapıyor." deniliyor. "Falanca şeytana tapıyor, filânca paraya tapıyor, falanca makama tapıyor..." deniliyor. Tabii bunlar mânevî mânâlar.


Maddeten de insanlar, tarih boyunca kendilerine bazı ma'budlar, yâni ibadet edilecek varlıklar, putlar edinmişler ve onlara tapınagelmişler. Kimisi gökyüzündeki bazı varlıkları, yüksek şahsiyetli, güç kuvvet sahibi varlıklar sanmış. Onların dünyaya tesir ettiğini düşünmüş. Kimisi güneşe tapmış, kimisi aya tapmış. Kimisi beğendiği, parlak gördüğü yıldıza tapmış. Kimisi eliyle yaptığı bir takım eşyalara tapmış. Kimisi çevresinde gördüğü saygın, kendisine korku veren, hürmet hissi telkin eden bir muhteşem dağa, veyahut bir nehire tapmış, veyahut bazı hayvanlara tapanlar çıkmış... Yâni insanların tarih boyunca görülen acı, feci, zavallı durumu; muhtelif şeylere kulluk etmişler, ibadet etmişler.

Burada deniliyor ki: (İyyâke na'büdü) "Biz müslümanlar, biz mü'minler, yâ Rabbi, sadece ve sadece sana taparız! Sana taparız yâ Rabbi, başkasına değil. Hiç başka insanların yanlışlıkla tapındıkları gözümüzde yok. Onların hepsini itiyoruz, sadece sana ibadet ediyoruz yâ Rabbi!" deniliyor.


b. Yalnız Allah'tan Yardım İstemek


(Ve iyyâke nestaîn) Nestaîn sözü de, istif'âl bâbından, avn kökünden geliyor. Avn, yardım etmek demek. İstif'âl bâbına nakledilince, yardım istemek mânâsına geliyor. Meselâ istiğfâr, mağfiret istemek; istirhâm, rahmet istemek mânâsına geliyor. İsteâne-yestaînü-istiâne, avn istemek. (Ve iyyâke nestaîn) "Ancak senden avn isteriz."

Avn ne demek? Yardım demek. (Aleyke avnullah) "Allah'ın yardımı senin üzerine olsun!" mânâsına. Böyle belki bazı levhalarda görmüşsünüzdür, güzel hattatların eseri olarak.

Demek ki biz yardımı Allah'tan istiyoruz ve başkasından istemediğimizi, "Ancak senden istiyoruz!" mânâsına gelecek şekile iyyâke'yi öne alarak söylüyoruz.


Tabii bu bir Allah kelâmı. Cenâb-ı Hak bize edep de öğretiyor. Nasıl söylememiz, kendisine nasıl yalvarmamız, dua etmemiz gerektiğini Fâtiha'nın ayetlerinin sıralanışından öğreniyoruz. Demek ki pattadak, hemen, "Yâ Rabbi şunu ver, bunu ver!" deyip girişmeyecek kul. Duaya, niyaza, Allah'tan istemeye başlamadan önce, Allah'ın şanını, azametini büyüklüğünü düşünecek. "İşte O Allah'tır, âlemlerin Rabbi'dir, Rahman'dır, Rahîm'dir. Ahirette insanları toplayacak, mahkeme-i kübrâda mükâfatlarını, cezâlarını verecek. Biz onun kuluyuz, onun huzuruna varacağız, ona hesap vereceğiz."

Bunları, Allah'ın bu sıfatlarını böyle düşünüp, ona bunları söylediğimiz zaman, saygımızı ifade etmiş oluyoruz. Hamd duygumuzu, hayranlık, takdirkârâne saygı ve minnettarlık duygumuzu o sıfatla düşünerek ifade etmiş oluyoruz. "Ve sadece sana ibadet ederiz; bütün her şeyde de sadece senden isteriz yardımı!" demiş oluyoruz.


Evliyaullah büyüklerden, alimlerden birisi demiş ki, çok güzel bir söz, hoşuma gitti:




(El-fâtihatü sırrul-kur'ân) "Fâtiha Sûresi Kur'an-ı Kerim'in özetidir, sırrıdır, esrarı bunun içinde saklıdır. (Ve sırruhâ hâzihil-kelimeh) Fâtiha Sûresi'nin de sırrı bu, içindeki şu şimdi anlattığımız, (İyyâke nâ'büdü ve iyyâke nestaîn)'dir. Yâni, "Sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım isteriz." cümlesi Fâtiha'nın özüdür.

Bilmiyorum aklınıza geldi mi, hani dualar edilir edilir de, en sonunda, (Bihürmeti esrârı sûretil-fâtihah) denilir. Yâni, "Fâtiha'nın sırları üzerine yâ Rabbi, şu yapılan, yaptığımız duaları kabul eyle!" deriz ya, hep duymuşsunuzdur. İşte Fâtiha'nın esrarı, pek çok esrarı var ama asıl özü, esası bu; ancak Allah'a ibadet etmek ve ancak Allah'tan istemek...

Birincisi, ancak Allah'a ibadet etmek. "Ben şirkten, kâfirlikten, müşriklikten berîyim yâ Rabbi, ben mü'minim yâ Rabbi, ben senden gayriye tapmıyorum!" demiş oluyor, iyyâke na'büdü deyince kişiler, mü'min kullar.

İkincisi de:




(Teberreu minel-havli vel-kuvveh) Yâni, "Kendimin âcizliğini anladım yâ Rabbi! Benim gücüm kuvvetim yeterli değilmiş müşküllerimi çözmeye... İşlerimi sana ısmarladım, sana havale ettim, sana dayandım, sana güvendim, senden istiyorum!" demek, gücün, kuvvetin Allah'ta olduğunu idrak demek. Yâni;




(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) mânâsı saklı orda. Güç kuvvet sadece Allah'ın elindedir. Bir insan Allah'ın dostu oldu mu, ne mutlu! Allah'ın düşmanına da ne yazık!.. Mutlaka Allah'ın düşmanı hor ve zelil olur, Allah onu kahreder. Allah dostu da mutlaka sonunda iflâh olur, felâh bulur, saadete eder.

Yâni demek ki iyyâke na'büdü, "Lâ ilâhe illallah" demek âdetâ; ve iyyâke nestaîn de "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" mânâsı demek... Yâni, "Allah'tan başka ilâh yok yâ Rabbi! Onun için bütün ilâhların bâtıl olduğuna ben inandım, biliyorum; sana tapıyorum. Güç kuvvet de sadece senin elindedir, sen takdir ediyorsun. Sen nasib edersen olur, nasib etmezsen olmaz. Mukadderâtı yazan sensin. Senden yardım istiyorum. Güç kuvvet sendedir. Senden başka, hakiki güç kuvvet sahibi yoktur." denmiş oluyor.

Demek çok esrar saklı bu kısacık kelimelerin, mübarek sözlerin altında, arkasında... Çok güzel. "Fâtiha'nın esrarı işte bu sözlerdedir." deniliyor.


Tabii bu, Allah'a işlerini havale etmek, Allah'a tevekkül etmek, Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetlerinde bize emredilen çok güzel bir davranış. Bu hususta pek çok ayet-i kerimeler var. Hocamız (Rh.A)'in de tertib eylediği Evrâd-ı Şerîfe'sinde, tevekkülle ilgili ayetlerin toplandığı gün var özel. Tevekkülü emreden ayetleri okuyoruz orda. Allah kabul eylesin... Misâl olsun, teberrüken okuyalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki bir ayet-i kerimede:




(Fa'büdhü ve tevekkel aleyh) "Allah'a ibadet et ey kulum ve ona tevekkül eyle. (Ve mâ rabbüke bigàfilin ammâ ta'melûn) Senin Rabbin sizin işlediğiz amellerin hiç birinden gàfil değildir, hepsini görüyor; alîm, basîr, semi', habîr ve her şeye kàdirdir."

Başka bir ayet-i kerime:




(Kul hüver-rahmânü âmennâ bihî) "O Rahman'dır; bizim Rabbül-àlemîn dediğimiz, taptığımız mevlâmız Rahman'dır. Biz ona iman eyledik, (ve aleyhi tevekkelnâ) ona tevekkül eyledik."




(Rabbül-meşrikı vel-mağribi lâ ilâhe illâ hüve fettahizhü vekîlâ.) "Allah doğunun, batının, meşrikın, mağribin sahibidir. Ondan başka ilâh yoktur. Onu vekil edinin!"

Allah'ın ayet-i kerimeleri, emirleri pek çok.


Bu çok güzel bir ayet-i kerime. Fâtiha'nın iki bölümünün ortasında, birinci bölüm Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin güzel esmâ-i hüsnâsını ihtiva ediyor, sıfatlarını ihtiva ediyor. Orda, "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi, ancak senden yardım isteriz yâ Rabbi!" deniliyor. Bu da güzel.

Burada tabii kişi bunu tek başına kıldığı namazda da söyleyebilir. Tek başına gezerken, evindeyken de bu Fâtiha'yı okuyabilir. Ama niye biz deniliyor?.. Na'büdü deniliyor, a'büdü denmiyor, estaînü denmiyor? Ben ibadet ederim, ben senden yardım isterim denmiş olsaydı, Arap dilinin özelliğine göre hemze ile söyleyecekti. A'büdü demiyor, na'büdü diyor. Estaînü demiyor, nestaînü diyor...

Tabii burada bir başka güzel edep var. Biz Allah'ın kullarından bir kuluz. Bizim gibi milyarlarca, sayısız kulları var. Biz neyiz? Hiç, bir nâçiz, bir aciz kuluz. Onu idrak etmiş oluyoruz. Sana nice nice güzel ibadet eden kullar var mânâsını seziyoruz. Peygamberler var, evliyâullah var, salihler var... Hepsi sana çok daha güzel ibadet ediyor. Belki ben ibadetimi onlar kadar güzel yapamıyorumdur, kusurluyumdur. Onun için "Ben sana ibadet ederim, senden yardım isterim!" demiyor da, "Senin güzel kulların kim bilir nice güzel hizmetler edebiliyorlar, benden daha başarılı olarak. İşte bütün bu yaratıkların, kulların, biz mü'minler yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım isteriz!" diye denmiş oluyor. Biz denmesi, na'büdü diye söylenmesi böyle güzel mânâlar da ihtiva ediyor, elhamdü lillâh.


Tabii kul olmak, Allah'a kulluk etmek, abede. Yâni Allah'ın büyüklüğünü hissedip, kendisinin hiçliğini hissedip, onun önünde hor, zelilâne, fakîrâne, mahviyetkârâne ibadet etmek, bir kul için çok büyük şereftir. Çünkü Allah'a, àlemlerin Rabbine kul oluyor. Kul, àlemlerin Rabbine kul olunca, âlemlerin Rabbinden çok şeref kazanıyor. Kul olmaktan, ona intisabdan çok büyük rütbe kazanıyor. Onun için rütbelerin en yükseklerinden birisi kul olmak, kulluk makamıdır.

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz'e bazı âyetlerde, (abdühû) "kulu" diye anmıştır. Bir kaç tanesini hemen zikredelim. Böyle şeref bahşetmek makâmında, kulluğun ne kadar şerefli olduğunu göstermek bâbında, Peygamberimiz'den "abdühû" diye bahsettiği ayetlerden meselâ, Kehf sûresinin başında nasıl geçiyor? Bismillâhir-rahmânir-rahîm:




(Elhamdü lillâhillezî enzele alâ abdihil-kitâb) "Kulu (abdihî)" Yâni Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafa, "Kulu üzerine kitabı, yâni Kur'an'ı inzal eden Allah'a hamd ü senâlar olsun! Hamd, kulu Muhammed üzerine Kur'an olan kitabını, Kur'an-ı Kerim'i indiren Allah'a mahsusutur." diye bak orda (alâ abdihî) diye Peygamber Efendimiz'in ismini söylemiyor, (abdihî) diye o sıfatla anıyor.

Başka bir ayet-i kerimede de Peygamber Efendimiz'den bahsederken;




(Ve innehû lemmâ kàme abdullàhi yed'�hu) "Kulu kalkıp ona dua ederken..." diye geçiyor.

Sonra bu İsrâ ve Mi'rac gecesini yaşadık. Allah nice kandillere erdirsin, kandilleriniz mübarek olsun...




(Sübhânellezî esrâ biabdihî) "Kulunu bir gecede Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürüveren, getiriveren Allah-u Teàlâ'nın kudreti ne kadar yücedir, ne kadar şaşılacak bir tecellîdir!" mânâsına, orda da (abdihî) diye geçiyor.

Abd olmak çok büyük şereftir. Ne mutlu bize ki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne abd olmuşsuz, onun kulu olmak ne büyük şereftir. Onun bizim Rabbimiz olması ne büyük izzet ve devlet ve saadettir! Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi onun kulluğundan ayırmasın...


Şimdi, Fâtiha'nın birinci bölümünde Mevlâmızın sıfatlarını zikredip ondan sonra da "Ancak sana ibadet ederiz yâ Rabbi! Ancak senden yardım dileriz." Yâni ne hususta yardım dileriz, ne demek o?..Yardımı nerde isteriz?




(Alâ tâatike ve alâ umûrinâ küllühâ) "Sana güzel kulluk etmekte, ibadet ve taatte bizi muvaffak etmen için; şaşırttırmaman, şeytana kandırtmaman, nefse uydurtmaman hususunda ve bütün yapmak istediğimiz işlerde kolaylık ver diye senden yardım isteriz." demek oluyor.


c. Bizi Sırât-ı Müstakîme Sevket!


Bunları dedikten sonra, yardım isteriz, dedikten sonra, asıl isteğin ne olduğuna geçiliyor:




1/6: (İhdinas-sırâtal-müstakîm) ayet-i kerimesi geliyor. Yâni kulun ifadesi olarak...

Allah'a kul nasıl ibadet edecek, Peygamber Efendimiz nasıl ibadet etmiş, nasıl yakarmış, yalvarmış, dua etmiş?.. "Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn." demiş, "Errahmânir-rahîm." demiş, "Mâliki yevmid-dîn." demiş, "İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn." demiş. Ondan sonra asıl isteğin ne olduğunu, yâni gönlündeki muradı, zamîrinde gizlediği arzusu izhar edilmiş oluyor:

(İhdinas-sırâtal-müstakîm.) "Yâ Rabbi, bizi o sırât-ı müstakîme sevket, yönelt! O sırat-ı müstakîme sok!"

İhdinâ, hedâ-yehdî fiilinden geliyor, sevketmek, yöneltmek, yönlendirmek, götürmek mânâsına geliyor. Başka ayetlerde de geçiyor, meselâ:




(Ve hedeynâhün-necdeyn) "Tarîk-ı hayrı ve şerri kula, insanoğluna, yarattıktan sonra gösterdik, beyan ettik; oraya sevk ettik." demek.




(İctebâhu ve hedâhü ilâ sırâtın müstakîm.) "Allah o peygamberini korudu ve onu sırât-ı müstakîme hidayet eyledi, sevk eyledi." diye bir başka ayette geçiyor.

Sonra kâfirlerin, müşriklerin toplanıp cehenneme götürülmesi için Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin;




(Fehdûhüm ilâ sırâtıl-cahîm.) "Onların cehennemin yoluna sevk edin!" diye emrettiği belirtiliyor.

Demek ki bazen hedâ-yehdî fiili ilâ harf-i ceri ile kullanılıyor. Bazen ilâ harf-i ceri olmadan doğrudan doğruya tümlecini alıyor, harf-i cersiz olarak. Bazen de li ile kullanılıyor. Meselâ:




(El-hamdü lillâhillezî hedânâ lihâzâ) "'Bizi bu nimetlere, bu devletlere sevkeden, ulaştıran, eriştiren Allah'a hamd olsun!' diye cennet ehli böyle dua edecekler." diye ayet-i kerimede bildiriliyor.

Hedâ-yehdî, sevketmek demek. İhdinâ da "Bizi sevk eyle yâ Rabbi, bize hidayet eyle, bize delâlet eyle, bize yol göster, kılavuzluk eyle de, oraya gidelim!" demek. Nereye?..

(Es-sırâtal-müstakîm) Sırât, yol demek ama kıvrımı olmayan, dümdüz yola derler. Ama Araplar bunun ilk anlamı dümdüz yol olduğu halde, doğru veya eğri, kıvrımlı veya doğru yol için de kulllanmaya başladıklarından mânâ ayrılmasın, tam anlaşılsın diye müstakîm sıfatıyla da te'kid ediliyor. İhdinas-sırat, dese, "Bizi böyle eğri büğrü olmayan, dosdoğru yola yönelt, sevket, götür!" demek olacak; ama bu daha kuvvetlensin diye, (ihdinâs-sırâtal-müsmtekìm) "Bizi müstakîm olan, dosdoğru yola sevket!" deniliyor. İstikàmet ne demek? Doğru demek, eğrisiz demek, dümdüz demek.

Bu dosdoğru yoldan, essırâtal-müstakîm'den murad nedir diye bazı alimler beyanda bulunmuşlar. "Bu ne demek istiyor, yâni 'dosdoğru yola bizi ilet'ten murad nedir?" Bazıları demişler ki: Bu, kitâbullah demek. Hazret-i Ali Efendimiz RA buyurmuş ki:




(Kàle Rasûlüllah SAS: Essırâtül-müstakîmü kitâbullah) "Doğru yol Allah'ın kitabıdır."

Hakîkaten biz ilk dersimizde Hz. Ali Efendimiz'den bir takım kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'i medih sadedinde söylemiş olduğu bazı kelimeleri size iletmiştik, söylemiştik söz arasında... Hz. Ali Efendimiz, merfu' olan bir rivayette, kendisine ref olunmuş bir ibaresinde şöyle buyurmuş:




(Hüve hablülllàhül-metîn) "Kur'an-ı Kerim, Allah'ın sapasağlam ipidir. (Ve hüve zikrül-hakîm) Bu hikmetli bir uyarıdır, fikirdir. (Ve hüve sırâtül-müstakîm) ve dosdoğru yoldur."

Yâni sırât-ı müstakîm kitâbullahtır diyenlerin ileri sürdükleri belgeler, kanıtlar bunlar. Bazıları da demişler ki: "Es-sırâtül-müstakîm, İslâm'ın bütünüdür." Meselâ böyle diyenlerden İbn-i Abbas RA:



(İhdinas-sırâtal-müstakîm, zâke el-islâm) "Bu sırâtal-müstakìm İslâm demek, İslâm dininin tamamı demek." buyurmuş.

Aynı mânâ İbn-i Mes'ud ve ashabdan bazı kimseler tarafından da --rıdvânullàhi aleyhim ecmaìn-- rivâyet edilmiş. Yâni o Peygamber Efendimiz'in ashâbı demişler ki:




"İhdinas-sırâtal-müstakîm'deki es-sırâtal-müstakîm, (hüvel-islâm) bütünüyle İslâm dediğimiz dindir." demişler. Bazıları da daha açık bir şekilde:



(Hüve dînullàh, ellezî lâ yukbelu minel-ibâdi gayruhû) "O Allah'ın, başka bir inancı kabul etmeyip, sadece onu kabul edeceğini bildirdiği İslâm dinidir." diye söylemişler.

Ayet-i kerîmelerde bu konuda:




(İnned-dîne indallàhil-islâm) "Allah'ın muteber saydığı geçerli din, sadece ve sadece İslâm'dır."




(Ve men yebtaği gayrel-islâmi dinen felen yukbele minhu) "İslâm'dan gayrı bir dinle tedeyyün edenler, ömrünü geçirenlerden ibadetleri, dinleri, dindarlıkları, zâhidlikleri, hayratları kabul olmayacaktır." diye bildirildi. "İşte o dînillâh, sırât-ı müstakîmden maksat budur." diye açıklama yapmışlar.

Tabii bunların hepsini iz'an ile irfan ile düşünürsek, hangi şekilde tevcih edilirse edilsin hepsi aynı kapıya çıkıyor. Yâni Allah'ın emirlerine, Peygamber Efendimiz'in sünnetine uymak demek. Selef-i sâlihînimizin, Peygamber Efendimiz'in mübarek ashabının, hülefâsının gittiği yol demek.



(Es-sırâtal-müstakîm, ellezî terekenâ aleyhi rasûlüllah) "Rasûlüllah SAS'in ömr-ü hayatında bizlere öğretip, bizi de işte bak böyle müslümanlar olacaksınız diye belli bir noktaya getirdikten sonra, ahirete teşrif edip gittiği zamanki, o asr-ı saadetteki güzel şeydir." O yolu istiyoruz. Yâni o İslâm dinini, o bozulmamış, tertemiz, sâfî hâlini, Kur'an-ı Kerim'le beyan edilen, şeriatle çerçevesi çizilen yolu istemiş oluyoruz, "İhninas-ısrâtal-müstakîm" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri'nden.

"Pekiyi, yâni müslüman zâten müslüman olduğu halde, niye bizi Allah'ın İslâm'a iletmesini, hak dine, Peygamber Efendimiz'in yoluna iletmesini istiyoruz?" diye sorulacak olursa; buna benzer mânâ ve buna benzer ifadeler Kur'an-ı Kerim'in başka yerinde de var. Bu te'kid, yâni şu demek oluyor:

"--Yâ Rabbi, bizi İslâm'da sâbit kadem eyle, İslâm'dan ayırma, ayağımızı kaydırma, orada sâbit tut!" mânâsına geliyor.

Misal olarak alimler vermişler bir ayet-i kerimeyi, meselâ buyruluyor ki:




(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler..." diye, ondan sonra da devam ediyor ayet-i kerime: (Âminû billâhi ve rasûlihî) "Allah'a ve Rasûlüne iman edin! (Vel-kitâbillezî nezzele alâ rasûlihî) Rasûlüne indirmiş olduğu kitaba, yâni Kur'an'a da iman edin! (Vel-kitâbillezî enzele min kabl) Daha önce indirdiği ilâhî kitapları da tasdik edin, onlara da iman edin!" deniliyor.

Yâni, zaten mü'min, ama iman edin ne demek? "Bizi bu imanda sabit kıl yâ Rabbi!" demek, "Ayağımızı kaydırma!" demek. Te'kid oluyor, yâni orada kalmayı istemek oluyor.


d. Kendilerine Nimet Verilen Kimseler


Sonra ayet-i kerimeler devam ediyor, bu Fâtiha sûresinin ikinci bölümündeki akış, "Bizi o sırât-ı müstakîm'e sevk eyle yâ Rabbi." Ondan sonra o biraz daha açıklanıyor:




1/7: (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm ve ihsanda bulundun, lütfeyledin. Yâni lütfeylediğin kimselerin yoluna... (Gayril-mağdûbi aleyhim) Kendilerine gazap ettiğin kimselerin yolu olmayan, ondan gayri olan; (ve led-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu olmayan, dalâletlerin yolundan gayrı olan, doğru olan, İslâm olan, Rasûlüllah'ın, Kur'an-ı Kerim'in, çerçevesini beyan ettiği o güzel yola bizi hidayet et." diye açıklama biraz daha geniş olarak ondan sonraki ayet-i kerimede de beyan ediliyor.


Tabii, (Sırâtallezîne en'amte aleyhim) "Şol kimselerin yoluna ki, sen onlara in'âm eyledin." Allah bazı kullarına in'âm eylemiş, nimet vermiş, ihsân eylemiş, lütfeylemiş, maddî, manevî derece vermiş... Dünyada, ahirette şeref, izzet vermiş, cennetiyle, cemâliyle taltif eylemiş.

Kim onlar?.. Ayet-i kerimelerde bunların açıklaması var. Meselâ, Nisâ Sûresi'nde âyet-i kerimede bildiriliyor ki, bismillâhir-rahmânir-râhim:




(Ve men yutıillâhe ver-rasûl) "Kim Allah'a ve o peygambere, yâni Muhammed'e, er-rasûle, Allah'ın gönderdiği o mâlum peygambere itaat ederse; (feülâike) işte o itaat eden, tâbi olan kimseler (meallezîne en'amallàhu aleyhim) Allah'ın kendilerine in'am, ihsan, ikram ettiği kimseler beraber olacaklardır, onların yanındadırlar."

Allah'ın in'âm ve ihsân ettiği kimseler, (ellezîne) şol kimseler ki (en'amallàhu aleyhim) Allah onlara in'am ve ihsan ve ikram eylemiş. Kim onlar?.. O in'am ettiği kimseler burda kelime kelime sayılıyor: (Minen-nebiyyîne ves-sıddîkîne veş-şühedâi ves-sâlihîn) "Peygamberler; sıddıklar, sıdk ü sadâkati tam olanlar; şehidler, Allah yolunda canlarını verenler; sâlihler, yâni hâli, dini, imanı salih, güzel olan kimseler. (Ve hasüne ulâike refîkà) Onlar ne güzel arkadaşlardır, ne iyi dostlardır!"

Onların yanında olmak ne güzeldir! Çünkü Allah'a ve Rasûlüllah'a itaat edenler, onlar ne güzel beraber olunacak refiklerdir, arkadaşlardır!" diye methediliyor.

Burdan anlıyoruz ki, Allah'ın ikram edeceği kimseler peygamberlerdir. Onun için Er-Rebi' ibn-i Enes'ten rivayet edilmiş ki:



(Sıratallezîne en'amte aleyhim kàle hümün-nebiyyûn) Bu, 'kendilerine ikram edilen kimselerin yolu' derken, ikram edilenler, bahşedilenler, peygamberlerdir" demiş.

İbn-i Abbas'tan bir rivayette:




(Hümül-mü'minûn) "Onlar tam mü'minlerdir." demiş.

Mücâhid'den ve Vekî'den rivayet edilmiş:



(Hümül-müslimûn) "Onlar tam müslümanlardır."

Zeyd ibn-i Eslem'den rivayet olmuş ki:




(Hümün-nebiyyü ve men meahû) "O, Peygamber Efendimiz'dir ve onun etrafındaki kenetlenmiş mübarek ashabıdır. Yâni asr-ı saadetin mübarek neslidir." diye açıklanmış oluyor.

Demek ki: "Peygamberler, mü'min-i kâmiller, Peygamber Efendimiz ve ashâbı, ondan sonra evliyâullah... İşte onların yoluna yâ Rabbi bizi sevk eyle, yönelt!" denmiş oluyor.


e. Gadab Edilenler ve Dalâlete Düşenler


Ayetin devamında;



(Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn) Kendilerine gadap edilmişlerin yoluna değil, dalâlete düşmüşlerin yoluna değil..." diye açıklama biraz daha genişletilmiş oluyor.

"Gayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn" okuyoruz biz;




(Sırâtallezîne en'amte aleyhim, gayri sırâtil-mağdûbi aleyhim ve gayri sırâtid-dâllîn) demek oluyor bu tabii. Bunu, bir rivayette Peygamber SAS Efendimiz nasb üzere okurmuş, yâni bu hal üzere mânâsına. "Kendilerine gazap edilmiş halde değil, dalâlete düşmüş halde değil, kendilerine in'am edilmiş insanların yolu üzerine bizi sevk eyle, o tarafa götür yâ Rabbi!" demek diye o rivayet var.

Bu (sırâtil-mağdûbi aleyhim) kendilerine gazap edilenlerin yolu nedir, onlar kimlerdir?



(Ellezîne fesedet irâdetehüm) "Onlar, düşünceleri, kafaları bozuk olanlar; (fealimül-hakka) hakkı bildikleri halde (ve adelû anhu) ondan yüz çevirenlerdir. "

(Sırâtad-dâllîn) dalâlete düşmüşlerin yolu nedir? Onlar kimlerdir?




(Ellezîne fakadül-ilme) "Onlar, bilgisi olmayan, ilmi şaşırmış olanlar; (fehüm hâimûn) şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenlerdir."


Açıklaması mânâ bakımından böyle ama, kimler kasdediliyor bundan diye rivayetlere bakacak olursak, bu hususta Peygamber SAS Efendimiz'den hadis-i şerifler var. Onları okuyalım;

Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş ki, (mağdûbi aleyhim) kendisine gazap edilmişler, yahudilerdir."

Bu hususta ayet-i kerimelerde izahat var. Böyle olduğunu başka ayetler açıklıyor. Meselâ, Yahudiler'den bahseden ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim'de geçiyor ki:




(Men leanehullâhi ve ğadibe aleyhi) "O kimseler ki, Allah kendilerine lânet etmiştir ve gadap etmiştir." Yahudiler hakkında bu ayetler.

Nasrâniler hakkındaki ayetlerde de:




(Kad dallû min kablu) "Ki onlar dalâlete düşmüş kişilerdi, (ve edallû kesîran) bir çok kimseleri de dalâlete sürüklemişlerdir, (ve dallû an sevâis-sebîl) yolun düzgününden, doğrusundan sapmışlardır." diye bildiriliyor. Demek ki kesin olarak bunlar.

Ebû Zer RA'den rivayet edildiğine göre --yine açıklayıcı hadis-i şerifler bunlar, ayetleri okuduktan sonra onları da okuyalım:



(Seeltü rasûlüllah SAS anil-mağdûbi aleyhim) Ebû Zerr-i Gıfârî RA, Peygamber Efendimiz'e sokulgan bir sahabi idi. O diyor ki: "Yâ Rasûlallah! Bu Fâtiha'daki el-mağdûbi aleyhim kimlerdir?" diye sordum. (Kàle: El-yehûd) "Yahudilerdir." buyurdu. Kultü: Ed-dâllîn?) "Dallîn kimlerdir?" dedim. (Kàle: En-nasârâ) "Nasrânîlerdir." buyurdu.

Bu mânâ İbn-i Mes'ud RA'den ve Peygamber Efendimiz'in ashabından pek çok kimseden rivayet edilmiştir:



(Gayril-mağdûbi aleyhim hümül-yehûd) "Kendisine gazap edilenlerin yolu değil, sözündeki gazap edilenler yahudiler; veled-dâllîn'deki dâllîn sözüyle kastedilenler (hümün-nasârâ) nasrânîlerdir." diye belirtilmiş.


Neden bu sıfatlara uğramışlar?.. Çünkü Allah'ın emirlerini tutmamışlar, Allah'ın ayetlerini değiştirmişler, inançlarını yanlış yönlere kaydırmışlar.

Zâten İslâm onların yanlış inançlarını düzenlemek için, onlara ehl-i kitab olarak bir pâye veriyor, müşriklerden ayırıyor. Yâni kâfirler var; müşrikler var puta tapanlar, bir de ehl-i kitap var, kendilerine kitap indirilmiş insanlar. Onlara da İslâm dini nasihat ediyor:

"--Bakın sizin peygamberleriniz size böyle dememişti. Siz bu işleri sonradan değiştirdiniz, saptırdınız. İşin doğrusu o değildir. İşin doğrusu Allah'ın bir olduğudur, şerîki nazîri olmadığıdır. Ona inanın, yanlış yollara sapmayın, dalâlete düşmeyin!" diyor İslâm.

Ötekiler de inatlarından, Allah'ın emirlerine aykırı hareket ettiklerinden, lânete uğramışlar, Allah'ın gazabına uğramışlar. Onun için onlara da mağdûbi aleyhim deniliyor.


Şimdi biz Fâtiha'da her gün:

"--Aman bu eski ümmetlerin, kendilerine hak peygamber geldiği halde şaşıran şaşkınları gibi olmayalım!" diye Allah'tan istiyoruz.

"--Bizi peyamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin, evliyânın yoluna yönelt yâ Rabbi! Aman o şaşırıp da senin gazabına uğramış, lânetine maruz kalmış kavimlerin yoluna; dalâlete düşmüş, inancını yitirmiş, Allah'ın sevmediği bâtıl inançlara düşmüşlerin yoluna düşürme yâ Rabbi!" diye söylüyoruz.

Bu çok önemli, yâni imanın özü bu... Bizim de bu hususta çok müteyakkız olmamız lâzım diye, Fâtiha Sûresi bu tarzda bize açıkça ihtarda bulunuyor.

O halde sevgili dinleyiciler, biz ne yapmalıyız?.. Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmalıyız! Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini öğrenmeliyiz! Eski ümmetlerin acı tecrübelerinden istifade etmeliyiz! Onların düştüğü hatalara düşmemeliyiz!..


f. Fâtiha'dan Sonra Âmîn Denilmesi


Fâtiha Sûresi işte böylece tamamlanmış oluyor. Fâtiha Sûresi bittiği zaman "Âmin..." denilir. Fâtiha okunduktan sonra âmin demek müstehabdır. Çünkü bir çok rivayetler var ki, Peygamber SAS Fâtiha'yı okurken, "Gayril-mağdûbi aleyhim veled-dâllîn" dediği zaman, âmîn derdi ve sesini uzatırdı: "Aaaaamiiin..." diye. Hazret-i Ali Efendimiz'den, İbn-i Mes'ud'dan bu konuda rivayetler var.

Ebû Hüreyre RA diyor ki:



(Kâne rasûlüllah SAS: İzâ telâ ğayril-mağdûbi aleyhim ve led-dàllîn, kàle: Âmîn) Peygamber Efendimiz bunu okuduğu zaman âmîn derdi. (hattâ yesmeu men yelîhî mines-saffil-evvel.) İlk safta olanlar Rasûlüllah'ın bu âmîn dediğini duyarlardı.

Başka rivayetler de var; "Herkes âmîn dediği için mescid âmin sesiyle dolardı." diyenler de var. Bu rivayetler sağlam.

Demek ki Fâtiha bittiği zaman, bir de "Âmîn..." demek müstehab oluyor. Âmîn, Fâtiha'nın kendi kelimesi değil ama, o dualarla sûreyi okuyup bitirdikten sonra, âmîn demek müstehab oluyor.

Bu tabii ne mânâya geliyor? Âmin'in mânâsı,




(Rabbi if'al) "Böyle yap yâ Rabbi!" demek.

Lügatçi büyük âlim Cevherî demiş ki:




(Âmin kezâlike felyekin) "İşte böyle olsun yâ Rabbi, tamam." demektir.

İmam Tirmizî demiş ki:




(Ma'nâhu lâ tühayyib recâenâ) "Yâ Rabbi ümidimizi boşa çıkartma, bak bunu umuyoruz, ver yâ Rabbi!" demek.

Tabii âmin, emine kökünden geliyorsa, yâni "Bizim emniyetimizi sağla, duamızın emniyetini sağla, istediğimizi ver. Bizim umudumuzu boşa çıkarma, elimizi geri çevirme Yâ Rabbi!" mânâsına gelir diye böyle mânâlar verilmiş.

Ekseriyetle de kısaca:




(Allahümmestecib lenâ) "Yâ Rabbi, bizim bu dualarımız kabul et!" demek. Yâni her duanın arkasından yapılan âmîn, "Yâ Rabbi bu duayı kabul et!" mânâsına gelir diye ifade etmişler. Bunu da müstehab olarak biz de uyguluyoruz.


Peygamber Efendimiz'den rivâyet var. Hüreyre RA şöyle rivayet etmiş:



(Enne rasûlallah SAS, kàle:) Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (İzâ emmenel-imâmü feemminû) "İmam önünüze geçip Fâtiha'yı okuduğu zaman âmin dedi mi, siz de âmin deyin! (Feinnehû men vâfaka te'minühû te'mînel-melâikeh, gufire lehû mâ tekaddeme min zenbihî.) Çünkü melekler de o zaman âmin der; kimin âmîn demesi meleklerin âmîn demesine denk düşerse, geçmiş günahları affolur."

Bir başka rivayette:



(İzâ kàle ehadüküm fis-salâti âmin) "Sizden biriniz âmin derse, melekler semâda amin derler. (Fevâfakat ihdâhümâ el-uhrâ) Birisi ötekisine düşerse, rast gelirse; (gufire lehû mâ tekaddeme min zenbihî) bu âmin diyenlerin geçmiş günahı affolur."

Tabii bu âminlerin birbirine denk düşmesi, muvafakat etmesi, uyuşması ne demek? Yâni: (Fiz-zaman) "Aynı zamana denk düşen, tam aynı zamanda söylenmiş olursa..." diyenler olmuş. (Fil-icâbeh) "Kabul bakımından, meleklerin kabul edildiği gibi onunki de kabul olur." mânâsına da diyenler olmuş. (Fî sıfâtil-ihlâs) "Aynı ihlâsla, meleklerin ihlâsıyla âmin denilirse, o zaman günahlar affolur mânâsına gelir." diyenler de olmuş.

Peygamber Efendimiz âmin demeyi tavsiye buyuruyor.


g. Namazda Fâtiha'nın Okunması


Aziz ve muhterem kardeşlerim, böylece Fâtiha sûresini bitirmiş oluyoruz. Bitirmeden önce bir hususu belirtelim, Peygamber SAS buyurmuş ki; Ubâdetübnüs-Sâmit RA'den, Buhârî ve Müslim'in kitaplarında rivayet edildiğine göre:




(Lâ salâte limen lem yakra' bifâtihatil-kitâb) "Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz."

Onun için Fâtiha namazda mutlaka okunması gereken çok mühim bir sûre. Bunu böyle geniş geniş açıklamış olduk. Ebû Hüreyre RA'den gelen bir rivayette de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:


[İbn-i Kesir, s. 12'ye bk.]




(Yekûlüllahu teàlâ:) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki: (Kasemtüs-salâte beynî ve beyne abdî) "Namazı kulumla aramda taksim ettim, (nısfeyni) ikiye taksim ettim; (fenısfuhâ lî) birisi benim, (ve nısfuhâ liabdî) ötekisi de kulumun. (Ve liabdî mâ seel) Kulum ne isterse, namazdan o istediği kendisine verilecektir."




(İzâ kalel-abdü: El-hamdü lilâhi rabbil-âlemîn) "Kul namazda Fâtiha'yı okurken, 'El-hamdü lillâhi rabbil-âlemîn' deyince; (Kàlellah: Hamidenî abdî) Allah-u Teàlâ, 'Bak, kulum bana hamd etti.' der." Hamd edeni sever Allah.




(Ve izâ kâle: Er-rahmânir-rahîm) "Fâtihâ'nın ayetlerine devam ederek, 'Er-rahmânir-râhim' derse; (Kàlallàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ buyurur ki: (Esnâ aleyye abdî) 'Bak, kulum beni medhediyor, şânımı yüceltiyor.'"



(Feizâ kàle: Mâliki yevmid-dîn.) Kul, "Mâliki yevmid-dîn" deyince; (Kàlellàh: Meccedenî abdî) Allah: "Kulum beni yüceltti, temcid eyledi, azamet ve celâlimi, şânımı itiraf eyledi, ifade eyledi." der.




(Feizâ kàle: İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn.) Kul, "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; (Kàle: Hâzâ beynî ve beyne abdî ve liabdî mâ seel) Allah: "Evet, bu, kulumla benim aramda bulunan bir husustur, aramdadır ve kulum ne istemişse verilecektir. Mâdem bana ibadet ediyor, ibadetini kabul edeceğim. Mâdem sadece benden yardım istiyor, yardım edeceğim!" der.




(Feizâ kàle: İhdinâs-sırâtal-müstakîm. Sıratallezîne en'amte aleyhim gayril-mağdûbi aleyhim veled-dàllîn.) Kul böyle deyince; (Kàle) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur: (Hâzâ liabdî) "İşte kulumun hissesi budur; Fâtiha'dan, namazdan, namazda okunan Fâtihâ'dan kazancı bu olacak. (Ve liabdî mâ seele) Kulum ne istemişse, kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır." buyurur.


Demek ki Fâtiha, esas itibariyle en güzel ibadet, en güzel niyaz olan namazda, mutlaka okunması gereken bir sûredir.

Namazda "Allahu ekber!" deyip de, kul Cenâb-ı Mevlâ'nın dîvânına durduğu zaman, perdeler açılır, Allah'ın dîvânına girer. İki tarafta hûri kızları dizilmiş olur. Karşısında Cenâb-ı Rabbül-âlemîn olur, namaza durduğu zaman...

Önce hamd ediyor, Allah'ın güzel sıfatlarını söylüyor. O zaman, "Kulum bana hamd etti, beni yüceltti, bana övgüler sundu, benim şânımın büyüklüğünü itiraf eyledi, ifade eyledi." diye Allah-u Teàlâ Hazretleri memnun olur kulunun bu edebinden, bu ifadelerinden...

"Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz!" deyince; "Tamam, ibadetini kabul ediyorum, istediğini vereceğim!" der. Ondan sonra da doğru yola girmek istediğini, doğru yola sevkolunmak istediğini ifade edince; "Kulumun istediği kendisine ihsan olunacaktır, istediğini vereceğim!" der ve doğru yola sevkeder,


Bu Fâtiha Sûresi'ni, gördüğünüz gibi kelime kelime, dilimizin döndüğünce, saatlerin müsaade ettiği kadar anlatmaya çalıştık. Sohbetimize ayrılan kısmın ne kadar serbest de olsa, tabii hududlu olması dolayısıyla... Çok çok daha incelikler söylemek mümkündür. Muhakkak ki, kitaplarda nice güzel anlamlar vardır.

Çok mübarek bir sûre-i celîleyi öğrenmiş oluyoruz. İçi iman dolu, irfan dolu ve edep dolu, son derece güzel bir sûreyi öğrenmiş oluyoruz. Çok edepler öğrenmiş oluyoruz. Kulluk edeplerini, Cenâb-ı Mevlâ'ya nasıl kulluk edeceğimizi öğrenmiş oluyoruz. İmanın hakikatini, esrârını öğrenmiş oluyoruz. Bu esrâra vâkıf olarak, esrâra âşinâ kullar olarak Cenâb-ı Hakk'a güzel kulluk etmeyi Mevlâmız nasib eylesin...


Bir nükte daha vardı, onu arada böyle satırları gözümle araştırırken söylemeyi unuttum, onu da söylemeden geçmeyeyim:

Kul ilk önce "Hamd âlemlerin Rabbine, Rahmân ve Rahim, din günün sahibi Allah'a" deniliyorken, burda Allah üçüncü tekil sîga olarak söylenirken; Fâtiha'nın öbür yarısında (İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn) diye "Yâ Rabbi, ancak sana ibadet ederiz ve ancak yardım isteriz!" diye birden "sana" diye hitap ediliyor, ikinci şahıs haline dönülüyor ifadede.

Bu bir yakınlaşmayı; bir hazırlıktan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarıyla onu övdükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmeyi ifade ediyor. Uzaktayken yakınlaşmayı ifade ediyor. Onları söyleyince, Allah kulu kendisine yaklaştırmış oluyor.

Allah'a hamd edince, güzel sıfatlarını itiraf ve ifade edince, ondan sonra da artık yüz yüze huzûr-u izzette âşikâre niyaz, dua ve duaya icabet oluyor. Artık muhatap sîgasıyla söyleniyor. O da çok güzel bir anlam, yakınlaşma oluyor. Yâni hamdeden, şükreden, Allah'ın sıfatlarını söyleyen kimse yaklaşıyor, Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna kabul oluyor.


Allah-u Teàlâ bizi ilim ve irfan sahibi eylesin... Kur'an-ı Kerim'in esrârına âşinâ eylesin... Zevkini dimağımıza duyursun, tadını ağzımızdan kaçırtmasın... Kendisine aşk ile, şevk ile, zevk ile, rızasına uygun vech ile, ihlâsla, iman-ı kâmil ile ibadet etmeyi nasib eylesin...

Kur'an-ı Kerim'i bize şefaatçi eylesin... Peygamber-i Zîşânımızı bize şefaatçi eylesin... Onların şefaatiyle, rehberliğiyle cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...

Peygamber Efendimiz'e Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin. Şu Kur'an-ı Kerim'i Cenâb-ı Mevlâ'dan cennette dinlemeyi şu nâçiz kulaklarımıza nasib eylesin... Rıdvân-ı ekberine cümlemizi vâsıl eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


17. 11. 1998 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 17:30

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
22. 02. 2000 AKRA TEFSİR SOHBETİ (Bakara: 135)


İBRÂHİM AS'IN DİNİNE GELİN!
9.BÖLÜM




Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah-u Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri cümlenizden razı olsun... Dünya ve âhirette sizleri aziz ve bahtiyar eylesin... Muradlarınıza nâil eylesin... İki cihanda mutlu olun, bahtiyar olun, Allah'ın sevdiği kul olun... Ahirette Peygamber SAS Efendimiz'e komşu olmayı da Allah nasib eylesin...

Mübarek kelâmı Kur'an-ı Kerim'in Bakara Sûresi'nin --ikinci sûre bu; Fâtiha birinci sûre, Bakara ikinci sûre, Kur'an-ı Kerim'in en uzun sûresi-- 135. âyet-i kerimesine ulaşmış bulunuyoruz. Bugünkü sohbetimi, bu 135. âyet-i kerime üzerine yapmak istiyorum. Önce bu ayet-i i kerimeyi okuyalım.


a. Kur'an'ı Ezberlemeye Başlayın!


Bu aynı zamanda, birinci cüzün son sayfasının ilk ayeti oluyor. Kur'an-ı Kerim otuz cüzdür, yâni otuz bölüme ayrılmıştır. En son cüz Amme cüzü, ilk cüz Fâtiha cüzü. Bu otuz cüzün herbirisi on yaprak, yirmi sayfa; toplamı altıyüz sayfa ediyor. Böyle bir bölümleme yapmışlar.


--Bu bölümlemelerde, Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek isteyenler, hafız olacak olacak kimseler acaba nereden başlasın?..

İki ana usül var. Birisinde cüzün en son sayfasından başlanıyor, en son sayfa ezberleniyor; ondan sonra ikinci cüzün en son sayfasına geçiliyor, ondan sonra üçüncü cüzün... Böylece otuz cüzün en son sayfaları ezberleniyor. O bitince, otuzuncu cüzden sonra, tekrar birinci cüzün sondan bir evvelki sayfasına geçiliyor. Yeni ezberlenen sayfaya çiğ deniliyor. Diğer sayfayı daha önceden ezberlemişti ama, arada otuz sayfa ile ezberleme çalışması geçtiği için, tabii zihin ilk ezberlediği kuvvette değil. Önceden ezberlenmiş olanı tekrarlamaya da, pişirmek deniliyor. Onu bir kez daha okuyunca birinciyle beraber, bu sefer iki sayfa olmuş oluyor. Biri çiğ, birisi pişmiş oluyor. Aynı şekilde ikinci cüzde, üçüncü cüzde hep en son sayfadan bir önceki ezberleniyor.

Meselâ, soruyorsun hafıza:

"--Evlâdım, yavrum, âferin, maşâallah, Allah'ın kelâmını ezberliyorsun. Nasıl gidiyorsun?"

"--Efendim, ikinci sayfadan gidiyorum." diyor.

Ne demek?.. Yâni her cüzün sonundan iki sayfa ezberliyor; birisi çiğ, ikincisini pişiriyor. Sondan başlıyarak böyle başa doğru gelip gelip, en sonunda ilk sayfaları ezberlemek şeklinde oluyor. Bu güzel. Böyle olduğu zaman, iyi bildiğini sonraya almış oluyor, bilmediğini öne almış oluyor. Başlama bakımından tersden başlamış gibi oluyor ama, ezberleme bakımından doğru gitmiş oluyor.

Bazıları da ilk sayfadan ezberletiyorlar, sonra onun arkasındaki ikinci sayfayı ezberletiyorlar. Tabii otuz cüz bitip başa gelince, meselâ üçüncü sayfaya geldiği zaman, ilk baştaki iki sayfayı pişirme yapıyor, ondan sonra çiğe geçiyor. Kimisi öyle yapıyor, kimisi öyle yapıyor.


Bu sayfa, birinci cüzün son sayfası... Umumiyetle bizde hafızlar buradan başlarlar ezberlemeye. Siz de inşaallah buradan başlayın ezberlemeye... Kur'an-ı Kerim'den hergün bir ayet ezberlerseniz, senede 365 ayet eder, iki-üç senede bu iş biter. Ama maalesef, devamlı çalışma, yâni yaptığı bir çalışmayı, güzel çalışmayı bırakmadan devam ettirmek, yorulmamak, yılmamak, geri dönmemek, yarışı yarıda bırakmamak; bu çok güzel bir sıfat, güzel bir haslet; azimli, iradeli, olmak iyi bir vasıf...

Böyle devam etti mi iki-üç senede Kur'an-ı Kerim-i ezberleyecek; ne kadar güzel! İki seneler, yirmi seneler, kırk seneler, elli seneler geçiyor da maalesef, Allah'ın güzel kelâmı hakkında bir özel çalışma yapılmadığı için, pek çok müslüman ümmî olarak, gàfil ve câhil olarak göçüp gidiyor. Arapça bilmez, Kur'an okumasını bilmez, ezber bilmez... "Bir aşır oku!" dersin, okuyamaz.


Medine-i Münevvere'de bir zât-ı muhterem, Abdülvehhab el-Fakîh diye, el-Fakih soyadlı bir aile var, bizim dedelerimizi Türkleri çok seviyorlar. Câfer el-Fakih diye bir başka yüksek görevlerde bulunmuş bir ağabeyi veya kardeşi de vardı. Orada bir otel çalıştırıyor. Belki daha başka işleri, ticaretleri de vardır, bilmiyorum. Yâni esnaftan bir kimse... Resmi bir sıfatı olan bir kimse olarak görünmüyor.

Bizi evine, bahçesine davet etti. İşte Medine-i Münevere'nin de bütün eşraf ve âyanını, hocaefendileri ve sâireleri çağırdı. Bahçesini görmüş olduk, hurmalıklar arasında Medine'nin güzel bir gecesini geçirmiş olduk. Geniş teşkilat da yapmış, o kadar kalabalığı güzel ağırlayabilecek imkânları var. Zengin, varlıklı bir mübarek zât...

Benim asıl söylemek istediğim, "Haydi bir Kur'an oku!" dediler. O kadar güzel Kur'an-ı Kerim okudu ki; orada hocalar var, hafızlar var, ilim irfan sahibi çok kimseler var... Onların arasında, herkesin takdirini kazanmış oldu. Hayret ettiler. Doğrudan doğruya mesleği din ilmi olmayan bir kimsenin, âdabına uygun ve bu kadar güzel bir şekilde Kur'an-ı Kerim okuması, hepsinin hoşuna gitti. Benim de çok hoşuma gitmişti.

Demek ki olabilir; azmederse, çalışırsa, severse olur.


Hadis-i şerifte geçiyor ki, Allah'ın dünya üzerinde, bizim bildiğimiz varlıklar içinde en çok sevdiği şey Allah'ın kelamıdır. Yedi kat semavâttan ve arzdan, semâdaki ve arzdaki tüm yaratıklardan, her şeyden daha sevgilidir Allah'ın kelâmı. Allah'ın kelâmını sevmek de Allah'ın sevgisini cezbeder. Onun için Kur'an-ı Kerim sohbetleri yapıyoruz; Kur'an-ı Kerim'i sevin diye, ilgi artsın diye...

Birçok kimse de maalesef, Kur'an-ı Kerim'i okusa bile mânâsını bilmiyor. Bilmeye de yanaşmıyor veya çok muazzam bir yük olarak gördüğü için, altına girmekten korkuyor. Böyle gidiyor... Yanlış. Yâni yıllanmış, yayılmış, yaygınlaşmış yanlışlarımız var; bunu bozmalıyız. Her gün bir ayet ezberlemeye lütfen söz verin!.. Her gün bir ayet ezberleyin, bakın kısa zamanda neler öğrenirsiniz.

Ama öğrendiğinizi sağlam öğreneceksiniz, unutmayacaksınız. Artık hem sözlerini öğrenirsiniz, hem tefsirine bakarsınız, mânasını öğrenirsiniz. O zaman, kısa zamanda Allah'ın kelâmını bilen, her şeyi güzel kavramış, dinde fakih olmuş, dinde ilim, irfan, derin bilgi sahibi olmuş, râsih�ne fil-ilmi zümresinden bir kimse oluverirsiniz.

Olabilir; yâni tüccar da olabilir, esnaf da olabilir, çiftçi de olabilir, memur da olabilir...


Bizim Gerede'de tanıdıklarımız vardı, ziyarete giderdik. Ankara İstanbul yolculuklarında, Hocamız'ı ziyarete giderken, durak yerimiz, ihvanımızdan kimseler vardı. Onlar vasıtasıyla tanıştığımız kimseler vardı. Manifaturacı, fıkıhta çok yüksek bir insan... Manifaturanın Türkçesi nedir diye düşünelim, bezzâz; yâni bez, yâni dokuma çeşitleri satan bir kimse. Ama, kendini vermiş. Çünkü Gerede'de bir ara birçok mübarek âlim yetişmiş. Alimoğlu, âlimoğlu, âlim; o da böyle talebelerini iyi yetiştirmiş; esnaf da olsalar, çiftçi de olsalar, dini öğrenmişler.


Birinci cüzün son sayfasının başı olduğundan bu sözleri söyledim. Bu sözlerin özeti şu: Madem buraya geldik, burayı ezberlemekten başlayın! Kur'an-ı Kerim'in ezberine karınca kararınca yürürsünüz, bir zaman gelir maksada vasıl olursunuz, muradınıza erersiniz.


b. Yahudilerin ve Hristiyanların Teklifleri


Bu 135. âyet-i kerime Bakara Sûresi'nden:




(Ve kàlû kûnû hûden ev nasàrâ tehtedû, kul bel millete ibrâhîme hanîfâ, ve mâ kâne minel-müşrikîn) (Bakara: 135)

Arapça bilgimizle kelimelerin ne anlama geldiğini nakledelim: (Kàlû) "Dediler ki..." Kimlerin dediğini anlatacağım. (Kûnû) "Olunuz!" Bu da emir. Kàlû mâzi, kûnû emir; yâni birisi geçmiş zaman, birisi emir. (Kûnû hûden ev nasàrâ) "Yahudiler olunuz, yahut nasrânîler olunuz." dediler. Kime dediler?.. Müslümanlara diyorlar. Peygamber Efedimiz'in ashabına diyorlar. Peygamber Efedimizin kendisine diyorlar. (Tehtedû) "İşte o zaman hidayet üzere olmuş olursunuz, doğru yolda olursunuz." diye böyle söylemişler.

(Kul) "Ey Rasûlüm de ki..." (Bel) Bel, öyle değil, aksine, bilakis demek. "Bilakis sizin dediğiniz gibi değil, tam aksine, (millete ibrâhîme hanîfâ) yahudiler olarak, nasraniler olarak yaşamak değil, İbrahim'in dinine hanif olarak girmiş olunuz; o zaman hidayette olmuş olursunuz." diye bunu demesini Peygamber Efendimiz'e Allah emrediyor. (Ve mâ kâne minel-müşrikin) "İbrahim AS müşriklerden olmadı, şirke düşmedi; o hanifti." Yâni, "Hanif olan İbrahim AS'ın dini üzere olmak esastır. Öyle sizin teklif ettiğiniz doğru değildir, tarafgirliktir. Hakkànî bir söz değildir." demiş oluyor.


Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü... Sebeb-i nüzûl ne demek?.. Bir âyet-i kerimenin inmesini gerektiren olay. Ne olmuş da bu âyet-i kerime nazil olmuş? Sebeb-i nüzül bu.

İbn-i Abbas RA diyor ki: Abdullah ibn-i Surya el-A'ver, yâni kör gözlü Abdullah ibn-i Surya isimli birisi... Kör gözlü dediğim, a'ver şaşı demek. Sıfatı öyleymiş demek ki. Her insanın bir sıfatı oluyor. Mesalâ; Uzun Hasan diyoruz, veyahut Topal Ahmed diyoruz, veyahut kör filanca diyoruz, onun gibi.

Abdullah ibn-i Surya isimli, A'ver lakaplı, yâni, şaşı lakaplı kişi, Peygamber SAS'e bir konuşmada: (Men hüdâ illâ mâ nahnü aleyhi) "Hidayet, doğru yol ancak bizim üzerinde olduğumuz yoldur. (Fettebi'nâ) O halde sen bize tâbi ol Yâ Muhammed! (Tehted) O zaman sen de hidâyet üzere olmuş olursun." diye Peygamber Efendimiz'e böyle bir teklifte bulunmuş.


Şimdi bizim halkımızın içinde, halk bazen böyle bir mânayı güzel bir çerçeve içerisinde güzel ifade eder. Meselâ, kimse ayranım ekşi demez, benim ayranım tatlı der. Herkes kendisinin yolunu medheder, kendisini beğenir, kendisinin yolunu beğenir, işini beğenir, böbürlenir. Hak neyse, doğru olan neyse, onu söyleyip ona tabi olmak yüksek insanların şiarıdır. İnceleyip, "Tamam kardeşim, sen haklıymışsın, ben haksızmışım! Ben hakkı kabul ediyorum." demek çok yüksek bir fazilettir. İnsanlar her zaman böyle faziletli olamıyorlar. Bazen tarafgir oluyorlar, inatçı oluyorlar.

İşte yine halk tâbiri, ben seviyorum onları çünkü anlatım gücü çok yüksek. "Uçsa da keçi, uçmasa da keçi" hikâyesi var. Onun gibi yâni, inada biniyor iş.

İki Karadenizli uzakta, kayanın üstünde bir karaltı görmüş. Uzakta, kayalığın ucunda şöyle bir karaltı... Bir tanesi demiş ki:

"--Aaa keçiye bak, kayanın ta ucuna kadar çıkmış?"

Ötekisi demiş:

"--Kardeşim o keçi değil, kartal, büyük bir kuş; sen yanılıyorsun!.."

"--Yok canım, keçi... İşte bak, gözünü iyice dik, dikkatli bir şekilde bak! Bu keçi..."

Ötekisi kartal demiş, bu keçi demiş. Şimdi tabii bu anlaşılmıyor uzaktan. Amma olacak bu ya, kartalmış demek ki; uçmuş, kanatlarını açmış, böyle boşlukta süzülmüş gidiyor. Tamam, belliki keçi değil, keçi uçamaz. Bu sefer kartal diyen demiş ki:

"--Bak gördün mü? İşte kartalmış, kayalıktan uçtu, kartal olduğu belli oldu."

Ötekisi de işi inada bindirdi ya:

"--Uçsa da keçi, uçmasa da keçi!.." demiş.

Bu neyi gösteriyor?.. Gerçekler kendisine isbat edildiği halde, bazı insanlar inadı bırakmıyorlar. Kendi yanlış fikirlerini ısrarla savunuyorlar. Bu çıkmaz bir yol... Böyle bir tutumla ne ilim ilerler, ne irfan ilerler, ne adalet olur, ne hakkàniyet olur. Ne olması lâzım?.. Haksız olanın haksızlığını anlaması, kabul etmesi lâzım; haklı olanın da takdir edilmesi lâzım, beğenilmesi lâzım!..


Şimdi böyle bir sözü söylemiş Peygamber Efendimiz. Geçtiğimiz ayetlerde anlattık onları açıklarken; eski bütün peygamberler, onların tabii olduğu Musa AS, veyahut İsâ AS, veyahut İbrâhim AS, İsmâil AS ve İshak AS, "Ahir zamanda bir peygamber gelecek, o Allah'ın sevgili peygamberi olacak, İbrahim AS'ın neslinden olacak..." diye bildirmişler. Bunlar onların kitaplarında bilinen şeyler, yazılan şeyler ve kendilerinin de beklediği bir husus. Şimdi Allah'ın en sevgili kuluna, bu sözü söylüyorlar. Yâni, "Sen bizim yolumuza gel!" diyorlar.

Peki ama, sen bu yola gel! Sen bu Allah'ın en sevgilisinin yoluna gel! Niye öyle yapmıyorsun?

Hristiyanlar da Peygamber Efendimiz'e buna benzer bir sözü söylemişler. Bunun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri, bu anlatımını yapmakta olduğumuz âyet-i kerimeyi indirmiş.


c. İbrâhim AS'ın Dini


(Bel millete ibrâhîme hanîfâ, vemâ kâne minel-müşrikîn) Bel burada bir edattır; "Hayır öyle değil, aksine, tam aksine, bilakis" demek.

(Millete ibrâhîme) "İbrahim'in milleti." Buradaki millet kelimesi bizim şimdiki kullandığımız millet kelimesinden farklı. Burada millet din mânâsına geliyor, "İbrahim'in dini" demek. Yoksa öyle insanlardan müteşekkil, ulus teşkil eden insan topluluğu mânâsına değil. "Bilakis, İbrahim'in dinine girin!"

Şimdi bu hanif kelimesi üzerine çeşitli izahlar yapılmış. Deniliyor ki: "Ey müstakimler yâni dosdoğru olarak, dosdoğru kişiler olarak, hiç eğikliği olmayan kişiler olarak, İbrahim'in dinine tabii oluruz, o zaman hidayet üzere oluruz. Siz de gelin oraya girin! Çünkü İbrâhim de sizin hürmet ettiğiniz, atamız dediğiniz peygamberiniz. Ona tâbi olunuz!" diye sen öyle teklif et ey Rasûlüm diyor.

Şimdi hanîfâ'dan maksad müstakîmâ mânâsına. Bazıları, meselâ Mücâhid (Rh.A) demiş ki: "Muhlisâ, yâni ihlaslı bir kişi olarak, ihlas ile İbrahim'in dinine girmiş kimseler olun!"


Çağırdığınız yol doğru değil. Çünkü siz zaten İbrahim AS'ın, İshak AS'ın, kendi peygamberlerinizin öğrettiklerini tam tesbit edememişsiniz. Kaybolmuş, yanlış inançlar çıkmış ortaya... Kendi aranızda da yüzlerce mezhep çıkmış. Hangisinin doğru olduğu kendi aranızda münakaşa ediliyor. söylüyor. "En iyisi öyle değil de asla, asıl kaynağa dönün, İbrahim AS'ın dinine ihlâslı olarak girin!" diye onlara buyuruyor. Yâni hanif, muhlis mânasına kullanılıyor.

İbn-i Abbas'tan ilginç bir rivayet de: Buradaki hanîfen demek, hâccen, yâni hacı olarak, haccetmiş olarak. Bu izaha Hasan-ı Basrî, Dahhâk ve Atiyye ve Süddî de katılmış. Halbuki, biz o mânâyı burada okumasaydık hiç aklemezdik. Çünkü el-hanif demek, (ellezî yestakbilül-beyte bisalâtihî) "Namazında Beytullah'a dönen" mânâsına. Aslında meyleden, temayül eden demek hanif kelimesi lügat mânâsıyla. Beytullah'a temayül eden olduğu için, "Haccederek, Beytullah'a yönelerek, İbrahimin dinine girin!" denmiş oluyor. Yâni gücü yeterse haccetmek niyetinde olarak mânasına.


Mücâhid, Rebi' ibn-i Enes (Rh.A), hanîfâ'dan maksat müttebian demek; yâni ittibâ ederek, uyarak, emir tutarak, söz dinleyerek mânasına.

Ebû Kılâme demiş ki: El-hanif demek, (ellezî yü'minü min rusûli küllühüm min evvelihim ilâ âhir) Araplar arasında bazı kimseler hanif diye isimlendirilirdi. Peygamber Efendimiz'in asr-ı saadetinde veya ondan biraz önceki devrede kullanılan bir kelimeydi. Falanca haniflerdendi demek, "Müşriklerden değildi, eski peygamberlerin hepsine inanan, hepsine saygılı olan" mânâsına gelirdi.

Öyle kimseler vardı. Bunlar İslâm gelmeden evvel, evvelinden âhirine kadar bütün peygamberlere inanmış, geniş görüşlü, makbul kimselerdi. Peygamberlerin evveli Adem AS, âhiri Peygamberimiz Muhammed-i Mustafa; aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât, hepsine salât-ü selâm olsun. Hepsine birden inanan demek oluyor.

Tabii bu hakkàniyeti kabul etmekten, hakka mütemayil olmaktan doğan bir davranış. Herkes böyle yapmaz, birisini tutar ötekisini reddederse; o da Allah'ın sevgili kulu... Sen bunu tutup ötekisini reddedince, Allah'ın sevmediği işi yapmış oluyorsun. O zaman bindiğin dalı da kesiyorsun. Çok yanlış oluyor. O da Allah'ın Peygamberi ise, bu da Allah'ın Peygamberi ise; ikisinden birini tutup da ötekisine düşmanlık etmek, Allah'ın sevmediği bir şey... En iyisi haniflik, yâni hepsini kabul etmek.

O zaman, o teklif eden kimselere, "Bütün hepsini kabul eden bir kimse olarak İbrahim'in dinine gelin, ona girin! O zaman hidayet üzere olursunuz." cevabı verilmiş oluyor.


Katâde demiş ki, hanif kelimesinden yâ-yı nisbet ile hanifiyye, yâni haniflik kelimesi kullanılıyor Araplar arasında... Bu ne demek?.. (Şehâdetü en lâ ilâhe illallah) "Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek" demek.

Arapların Kâbe'yi putlarla doldurduğu cahiliye devrinde, Arabistan'da putların bir işe yaramaz, bâtıl inanç mahsulü, faydası zararı olmayan taş parçaları olduğunu bilen ve yüce Allah'a inanan insanlar da vardı. Aklı başında, dengeli, hakka mütemâyil, doğruyu söyleyen, Allah'ın bir olduğunu, ondan başka ilah olmadığını bilen; böyle insanların şekil verip, yontup da, karşısına dikip de tapındıkları şeylerin aciz olduğunu, onlardan bir şey istemenin de yanlış olduğunu bilen insanlar vardı. Çünkü kendilerinden evvel, yüce Allah'ın varlığını birliğini anlatan nice peygamberler geçmiş, o güzel bilgiler kendilerine ulaşmıştı.

Tabii bu inancın içine, eski cahiliye devrinde, cahiliyeci Arapların yaptığı kötü bir takım şeylerin karşısında olmak da giriyor. Meselâ cahiliye Arapları anneleriyle evlenirlermiş, teyzelerle, halalarla, kızlarla evlenirlermiş. Bu yanlış uygulamalara karşı çıkan, Allah'ın haram kıldığı şeyleri haram bilen ve sünnet edilmeyi kabul eden kimseler varmış. Haniflik bu.


d. Allah'ın İbrâhim AS'ı Sevmesi


Şimdi İbrâhim AS öyle bir kişi ki, öyle mübarek bir kişi ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri onu halil seçmiş kendisine. Halîlullah, Allah'ın halîli... Halil ne demek; sırdaş, birbirine iyice sarmaş dolaş olup, esrarına aşina olan samîmî dost demek.

İnsanın meselâ, bir tane tam dostu olur, her şeyi gider onunla dertleşir, konuşur. Benim en samîmî arkadaşım bu der. Bu onun için canını verir, o bunun için canını verir. Canını vermese bile fedâkârlık yapabilir. İşte böyle kimselere halil derler. Yâni aralarından su sızmıyor, yedikleri içtikleri ayrı gidiyor sadece; başka her şeyleri beraber, birbirlerine çok muhabbetliler.

Bu sıfat, önemli bir sıfat. Aslında abdest alırken meselâ, elini yıkadığı zaman parmakları hılallamek diye bir tabir var. Yâni bu elin parmaklarını, öteki elin parmakları arasına sokup, sıvazlamak; böylece parmak aralarında su girmemiş kısım bırakmamak. Parmak aralarına öteki elin parmaklarını soktuğu için, birbirinin arasına girmiş oluyor. İşte halil kelimesi de böyle sırdaş, her türlü iç yüzüne, esrarına âşinâ, samîmî arkadaş demek.


Allah İbrâhim AS'ı öyle sevmiş ki... Ama çok denemiş. Geçtiğimiz ayet-i kerimelerin bazılarında anlattım, Allah-u Teàlâ Hazretleri ne teklif ettiyse, o da samîmîyetle, "Pekiyi yâ Rabbi!" diyerek yapmış. Ne kadar zor, ne kadar meşakkatli, ne kadar yüreği yakan, içini sızlatan şey olsa bile...

Meselâ; sevgili hanımını, sevgili çocuğuyla beraber Allah emrediyor:

"--Götür bunları Hicaz'da, şu beldede, şu dağların arasındaki ekin bitmez vadiye bırak, gel!" diyor.

Şimdi insan kendi sevdiği hanımını, sevdiği yavrusunu; uzun zaman çocuğu olmamış, sonradan olmuş; bu çocuğu oraya bırakmak nedir?.. Büyük fedâkârlıktır. Allah emretti diye hemen yapıyor. Bu bir imtihan kazanmak işte...

İbrâhim AS İsmâil AS'ı çok seviyor, geliyor gidiyor yanlarına... Rüyasında "Bunu keseceksin!" diye işaret ediliyor. Tabii, Allah'ın peygamberlerinin rüyaları ciddîdir. Çünkü vahyin bir çeşididir, onlar o surette Allah'ın emirlerini alırlar.


Rüyada İsmâil AS'ı kesmesi emrediliyor. O da gidiyor, İsmâil AS'a açıkça söylüyor:

"--Evlâdım, rüyamda seni kesmem emrolundu, seni kesiyor görüyorum; ne dersin bu işe?" diye soruyor.

O Halîlullah samimiyetle bunu söylüyor ve yapacak. İsmâil AS da o Halîlullah'ın mübarek evlâdı. O da diyor ki: (Yâ ebetif'al mâ tü'mer)

"--Babacığım mâdem Allah öyle emrediyor, Allah'ın emrettiğini yap! (Setecidünî inşâallàhu mines-sàbirîn) İnşaallah ben bu işi yaparken sabredebilirim, sabredenlerden olurum. İnşaallah sabırlı, bu işe engel olmağa kalkmayan bir insan olarak görürsün." diyor.

Bu da çok büyük bir şey, bu da bir imtihanı kazanma, bu da güzel... Kendinizi onların yerine koyarsanız, anlayabilirsiniz.


İbrâhim AS kavminin içinde Allah'ın sevdiği işi yapıyor, yanlış inanca sapmıyor. Allah ordan seviyor. Allah şirke sapmayı, dalkavukluğu, yalana dolana rıza göstermeyi sevmez. O da rıza göstermiyor. Hattâ tüm Bâbil halkına muhalefet ediyor, bütün kavim karşısında, o doğruyu söylüyor. Bunlar imtihanı başarmak.

İmtihanları başarmış, Allah da Halîlullah eylemiş. O İbrâhim AS Halîl idi. (Hanîfen müslimâ) "Kendisini Cenâb-ı Hakk'a teslim etmiş, bir mübarek, nümûne-i imtisâl, örnek alınacak, peşinden gidilecek bir rûhànî, mübârek, çok büyük insan... (Ve mâ kâne minel-müşrikîn) Aslâ müşriklerden olmamıştı."

Müşriklerin arasında yetişip de müşriklerden olmamak, çok güzel! Mü'minlerin arasında yetişiyor da bu devirde insanlar, müslüman anneden, babadan, dededen, nineden, soydan soptan geliyor, sülâlesinde ne kadar mübarek insanlar var da, kendisi imanını koruyamıyor, küfre düşüyor; veyahut kötü huylara düşüyor, kötü alışkanlıklara düşüyor; veya inançsızlığa, inkâra düşüyor; veya kıpkızıl, kapkara oluyor, kaskatı oluyor, kalbi taş gibi oluyor, ahireti mahvolup gidiyor.

Ama o müşriklerin arasında mü'min olmuş; ne kadar büyük güzel bir vasıf! İşte yol İbrâhim AS'ın yolu...


İbrâhim AS'ın yolu nedir diye kısaca özetlemek gerekirse: Allah'a şirk koşmamak, Allah'tan gayriye tapmamak, inançta yanlış yola sapmamak... Doğruyu dosdoğru yapmak, kınayanın kınamasından korkmamak... Doğru inancı anlatmaya, savunmaya, yaşamaya, yaşatmaya, yaymaya çalışmak... İbrâhim AS'ın yaptığı bu!.. Çok büyük bir gayretle, çok büyük bir azimle bunu yaptı. Gidilecekse, ona gidilecek.

Sonra İbrâhim AS öyle bir şey ki, matematikte bir şey vardır; en küçük ortak kat...


Dünya üzerinde Mûsâ AS gelmiş, Allah'ın peygamberi, mübarek insan, hak dinin hak peygamberi... Aleyhis-selâm, başımızın tacı, kalbimizin üstünde yeri var, sevdiğimiz bir insan... Hakkı anlatmış, vefat etmiş, gitmiş.

Ondan sonra insanlara İsâ AS gelmiş. Onun da bağrımızda, sağ yanımızda yeri var, sevdiğimiz mübarek bir insan, aleyhis-salâtü ves-selâm. Geçen gün kardeşlerden birisi, ben fakir kardeşinizi rüyasında onunla beraber görmüş, ne kadar sevindim. "Aman, rüyanı yaz, gönder bana... Ben böyle şeyleri saklıyorum, saklamayı seviyorum." dedim.

İsâ AS'ı seviyoruz, hepimiz çok severiz. Mûsâ AS'ı çok severiz. Onları taraftarları da onları seviyor ama, onların sevgisi diğer peygamberlerle ayrı olmağa yöneltince, olmuyor.


O zaman herkesi toplayan kim var?.. Allah'ın bize emrettiği ne kadar güzel, gösterdiği ne kadar güzel!.. İbrâhim AS, buyurun! haydi mâdem, sizin de gönlünüz olsun, sizin dediğiniz olsun diyelim, siz de hiç itiraz etmeyin!..

İbrâhim AS'ı peygamber olarak bilmiyor musunuz?.. Biliyorsunuz. Sevmiyor musunuz?.. Seviyorsunuz. Ahd-i Atik'te, Ahd-i Cedid'de, Tevrat'ta, İncil'de İbrâhim AS mübarek bir insan olarak zikredilmiyor mu? Siz de onu sevmiyor musunuz?.. Seviyorsunuz. Çocuklarınıza Abraham ismi koymuyor musunuz?.. Koyuyorsunuz. Amerika'nın reisicumhurlarından birisi Abraham Lincoln vs.

Tamam işte, gelin onun yoluna gidin! Çünkü mâdem ondan sonra insanlar başka yollara sapmışlar, başka inançları dinlerine katmışlar; ayıklama yapalım, doğru olanı bulalım, doğruya uyalım!


e. Kur'an ve Sünnette Birleşelim!


Peygamber Efendimiz SAS: "Ben onun yoluna uydum." diyor. Onun gibi şirkin karşısında, onun gibi tevhidi müdafaa eden, onun gibi hakka meyilli, onun gibi ihlâslı, onun gibi müstakîm, onun gibi bütün peygamberleri kabul eden...

Ne kadar güzel bir en küçük ortak kat, hepimizi birleştiren ne kadar güzel bir zât!.. Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz'e bu teklifi ne kadar güzel!.. Biz de bu teklife ne kadar can ü gönülden bağlıyız. (Bel millete ibrâhîme hanîfâ) Evet İbrâhim AS'ın yolundayız hepimiz, hanif olarak; ne kadar güzel!.. Buna onların da itiraz etmemesi lâzım! Bizleri birleştiren, cihanı kurtaracak olan yol bu...


Şimdi bakın, 21. Yüzyıl'a girdik, hayret edeceksiniz, bir ictimâî ilimler alimi olarak âcizâne benim görüşüm, iş din savaşlarına doğru, sanki haçlı ruhuna doğru gitti. Gördük işte Balkanlar'da, Kafkasya'da ve sâirede yapılanlar o anlayışın sonucu. Yâni 1200'li yıllarda, bundan altı yedi asır önce, asırlarca milletleri, devletleri, ülkeleri sarsmış olan taassub, şimdi 20. Yüzyıl'da yine ortaya çıktı. Hani insan hakları, hani birleşmiş milletler, hani uluslarası kurallar ve sâireler?.. İnsanlar taassubları körüklenerek başka taraflara gidiyorlar ve her yerde kan gövdeyi götürüyor. Yâni inanç ayrılıkları körükleniyor.

Ülkemizde de öyle oldu. Biz tüm kardeşlerimizi, "Sen Arnavutsun, sen Boşnaksın, sen Kürtsün, sen Türksün..." demeden bağrımıza bastık. Onlar da bizi bağırlarına bastılar, kardeş kardeş yaşıyorduk. Sonradan çeşitli ihtilâflar çıkartanlar, milletleri bölmek için böyle şeyleri yapıyorlar. Kan döküyorlar, binlerce insanın kanı dökülüyor, yuvalar yıkılıyor, canlar yanıyor...


Yâni İbrâhim AS'ın yolu, birleştirici bir teklif olarak ne kadar güzel bir şey!.. O zaman herkes kendisinin inancındaki yanlışlığı ayıklar, yanlış yoluna başkalarını da çağırmaz. Çünkü niye uyayım ben senin yanlış yoluna?.. Senin yolunun yanlışlığını çok açık seçik olarak görürken, niye uyayım?.. İbrâhim AS'ın hiçbir kusuru yok, çok meziyetleri ortada... Tamam, hepiniz gelin orada birleşelim!..

Şimdi Türkiye'de de diyorlar ki:

"--İyi insanlar birleşsin!"

"--Tamam, birleşsin; nerde birleşelim?.."

"--Benim yanıma gelin, benim yanımda birleşelim!"

"--İyi ama kardeşim, iyisin hoşsun da, senin şu kusurun var, bu kusurun var..."

"--Tamam, biz birlik beraberlikten yanayız, herkes benim yanıma gelsin!.."

O zaman birlik beraberlik olmuyor, ayrımcılık oluyor. Sen senden olmayan insanlarla uyumu nasıl sağlayabileceksin; gel bakalım onu konuş! Sen benim yolum doğru diyorsun, o da benim yolum doğru diyor; ne olacak?..

İşte bunun için ne yapmışlar: Kimse kimsenin inancına karışmasın, inanç hürriyeti olsun demişler. Uzun inanç savaşları yaptıktan sonra, Avrupa'da böyle bir noktaya gelmişler. "İnancından dolayı kimse kınanamaz, kimsenin inancı engellenemez!" diyerek, işi çözüme bağlamışlar. Yoksa, "Bir tarafın dediği olsun, öbür tarafa baskı yapsın!" olunca, o haksızlık oluyor.


Birlikten beraberlikten bir kimse dem vuruyorsa, iddia ediyorsa; "Kardeşim, sen ne kadar fedâkârlık yapıp da, birliğe yanaşıyorsun; onu söyle bakalım! Benim yanıma gelsin diyorsan, sen hiç yanaşmıyorsun demektir. Ben sana şimdi kalksam, "Kardeşim bak senin şu kusurun var, şu cahilliğin var, şu bilgisizliğin var, şu yanlışlığın var... Şu yanlış yeri tuttun, şu yanlışı destekledin, şu kabahati işledin... Ben senin şecereni çıkarttım." desem, o zaman kavga edeceksin benimle, "Vay, beni kötüledin!" diye.

Onun için, "Benim yanıma gel!" deme de, hakta birleşelim!.. Peygamber Efendimiz'in yolunda birleşelim!

İslâm'da birlik beraberlik nasıl olacak?.. Türkün İslâm'ı, Arabın İslâm'ı, İran'ın İslâm'ı, falancanın İslâm'ı olur mu?..

İranlı diyor ki:

"--Gelin bizde birleşelim!"

"--İyi ama sen niye şiilik diye ayrılık güdüyorsun?"

Bu da "Sünnî olarak bize gelin!" diyor. Sen birlik beraberlik için ne yapmak gerektiğini söyle! Bana gel dersen, birlik ve beraberlik olmuyor.


O zaman müslümanların birleştirici noktası nedir?.. Sünnet-i Seniyyeye gelmektir. Peygamber Efendimiz ne dediyse, Kur'an-ı Kerim ne dediyse, buyurun ona uyalım, bitsin iş!..

--Efendim, bu çağda ona uymak olur mu?..

Her çağda olur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim çağlar üstüdür, İslâm çağlar üstüdür. Çünkü her çağa uygundur. Ahkâmı umûmîdir, husûsî değil ki; her çağda yapılabilecek şekildedir. İnsanın Hazret-i Adem AS zamanından, kıyamet kopuncaya kadar, hayatına uygun gerçekler ve ahlâk, emirler ve yasaklar var.

Onun için bir buluşma yeri tarif edeceksen, şöyle herkesin kabul edeceği bir yer olacak. Nerde buluşalım kardeşim?.. Kur'an-ı Kerim'de buluşalım! Peygamber Efendimiz'in sünnetinde buluşalım!.. Kur'an-ı Kerim ne diyorsa, ben ona razıyım; sende razı mısın?.. Peygamber Efendimiz ne diyorsa, ona uyalım!.. O zaman iş bitiyor.


İşte bu ayet-i kerime bu hakîkati bize hatırlatıyor. Kendisinin girişimi de çok güzel. İbrâhim AS'ı seviyoruz. "İbrâhim AS'ın soyundan gelen peygamberlere uyduk." diyenler gelsinler bakalım, İbrâhim AS'a uysunlar, İsmâil AS'a uysunlar, İshak AS'a uysunlar, Ya'kub AS'a uysunlar, iş bitsin!..

İşte bu 135. ayet-i kerimede böyle güzel bir husus teklif edilmiş oluyor. Onların olumsuz, tarafgirâne, haksız tekliflerine karşı, bu önümüzdeki ayet-i kerimelerde --sağ olursak, Allah imkân verirse-- bu ifadenin devamını anlatmağa devam edeceğiz. Orda bunların saydığı, sevdiği insanların isimleri de geçecek, kendilerinin bağlı olduğu kollar da geçecek. "Biz onlara tâbîyiz; haydi bakalım siz de gerçeklere tâbî iseniz, onlardan olduğunuzu gösterin!" denilecek. Allah-u Teàlâ Hazretleri fırsat verirse, anlatırız.


Cenâb-ı Hak cümlemizi sevdiği yolda yürütsün, yanlış yollara ayaklarımızı kaydırmasın... Sapıtanları, şaşırtanları da doğru yola sevkeylesin... Basîretlerini açsın, gözlerini açsın... Hakkı hak olarak görmeyi herkese nasîb etsin... Bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı ondan nasîb etsin...

--Kan dökmek iyi mi?.. Yuvaların yıkılması, ülkelerin bombalanması iyi mi?..

--Değil...

--E niye olyor?..

Demek ki, yapanlar çıkıyor ortaya. Herkes "Ben yaşayayım!" diyor. O halde sen yaşayayım diyorsan, o halde karşı tarafın da yaşamağa hakkı var.

--Ben dinimi uygulayayım!"

O halde karşı tarafın da dinini uygulamağa hakkı var. Ama bunu yapmıyorlar. Yapmıyorsa, demek ki özü ile sözü birbirine uygun değil. Ona göre tedbiri almak lâzım!..


Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinize İslâm'a güzel hizmet etmeyi nasîb eylesin... Bu güzel dine sımsıkı bağlanmayı nasîb etsin... Çünkü ahkâmı çok cihanşümul, çok evrensel, herkesi kucaklayan, herkese gereken saygıyı gösteren, bütün saygı gösterilmesi gereken kişilere, peygamberlere saygı gösteren yegâne, tek din... Ötekilerin hepsi birisi ötekisine düşmanlık besliyor, yanlış oluyor.

Doğru da birleşelim! Allah hepinizden razı olsun... Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


22. 02. 2000 - AVUSTRALYA

AŞK'ÜL İSLAM 16 Ağustos 2007 17:32

Cvp: TEFSİR DERSLERİ
 
29 Şubat 2000 AKRA FM Tefsir Sohbeti

İSLAM BÜTÜN İNSANLARI KUCAKLAR
10.BÖLÜM



Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Size Malezya'nın Kuala-lumpur şehrinden bu sohbetimi yapıyorum. Kuala-lumpur hakkında önce birkaç cümle ile bilgi vermek isterim.

Malezya hızlı gelişen İslâm ülkelerinden birisi. 21 Milyon nüfusu var, yâni bizim nüfusumuzun üçtebiri gibi. Petrol ve palm yağı (palm-oil) ihracı gibi şeylerle, ticaret ve iş merkezi olması sebebiyle çok hızla gelişen küçükten bir ülke.

Sanıyorum bizim yetkililer, sadece tek yöne, batıya bakanlar, doğudaki bu gelişmeleri göremiyorlar. Doğuda Japonya, Çin, Malezya hızla kalkınan ülkelerden. Endonezya'nın da kalkınma hızı güzeldi ama, karışıklıklar onu biraz sarstı. Doğu Asya'nın Kaplanları deniliyordu Malezya'nın da dahil olduğu bazı ülkelere... Onlar da bir uluslarası iktisâdî dalgalanmadan dolayı biraz sarsıntı geçirdiler ama, benim bir önceki gelişime göre burası çok daha gelişmiş, şimdi çok farklı gördüm.

Şimdi şehrin merkezinde bir oteldeyiz. Karşımızda çok yüksek bir bina var. Dünyanın en yüksek binâlarından, Amerika'dakinden de yüksek imiş. Üstteki direk boy olarak sayılırsa, iddialılar. Amerikalılar kat olarak daha yükseklermiş, bunlar metre olarak daha yükseklermiş. Yâni hızla kalkınan ve büyük gelişmeler gösteren bir ülke. Türkiye'nin ihmal etmemesi lâzım!

Türkiye'nin halkı ve yöneticileri buraları görmeli ve buralarla ileriye dönük çalışmalar yapmalı diye düşünüyorum. Halkımız buralarla ilgilenmeli; ticârî yönden, eğitim yönünden çok faydalanılabilir.


Bugün buradaki Uluslarası İslâm Üniversitesi'ne gittim. Burada yıllarca tanıdığımız, sevdiğimiz bazı Türk üniversite hocaları belli zamanlarda, birer yıl, ikişer yıl veya daha fazla görev yapmışlardır. Ben görmemiştim, yeni taşındığı yere bugün gittim. Fevkalâde güzel!

Rahmetli, merhum, Amerika'daki meşhur profesör İsmâil Farukî'nin ortaya koyduğu Bilginin İslâmlaştırılması, yâni bilgilerdeki İslâm'a aykırı olan komploların ayıklanması ve İslâmca güzel ve doğru bilgilerin düzeltilerek insanlara öğretilmesi diye bir konu var, bizler için çok önemli; o zihniyetle kurulmuş bir üniversite... İlkönce çok büyük destekler görmüş, şimdi biraz destekçiler desteklerini çekmişler ama, çok geniş, tabiatı, manzarası çok güzel bir alanda, çok geniş imkânlarla kurulmuş.

Bir hayli de öğrenci var. Sanıyorum %20 kadar öğrenci dışarıdan, % 80'i buradan. Ülke için çok büyük bir kazanç... Burada ilim okuyanlar da, dünyanın muhtelif yerlerinden gelmiş renkli medeniyetlere ve anlayışlara sahip insanları tanıma imkânını buluyorlar.

Artık devlet olarak, millet olarak, siyaset olarak böyle gözümüzü dünyanın her tarafına açmalıyız diye düşünüyorum. Kültür olarak, ilim irfan bakımından bunları çok önemli gördüğüm için, sohbetimin başında hatırlatmak istedim.


Sohbetimi Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 136, 137 ve 138. ayetleri üzerinde olacak inşaallah. Önce ayetlerin mübarek metinlerini okuyalım, sonra mealini ve açıklamalarını yaparız.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm:






(K�lû âmennâ billâhi ve mâ ünzile ileynâ ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�be vel-esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim, lâ nüferriku beyne ehadin minhüm, ve nahnü lehû müslimûn.) (Bakara: 136)






(Fein âmenû bimisli mâ âmentüm bihî fekadihtedev, ve in tevellev feinnemâ hüm fî şikàk, feseyekfîkehümüllàh, ve hüves-semîul-alîm.) (Bakara: 137)






(Sıbgatallàh, ve men ahsenü minallàhi sıbgah, ve nahnü lehû àbidûn.) (Bakara: 138)


Bu ayet-i kerimeler bütün insanlık için çok önemli! Yirmibirinci Yüzyıl'ın insanına, hakkı arayan, hakîkatı arayan, doğru imanı arayan tüm insanlara; Avrupalılara, Amerikalılara, Asyalılara, kuzeydekilere, güneydekilere... herkese çok önemli bir yol gösteriyor. Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(K�lû) "Ey mü'minler, ey insanlar, deyiniz ki..." Daha ziyade biz mü'minlere, başka dinlere mensub insanlara karşı ne söylememiz gerektiğini emrediyor, tarif buyuruyor Rabbimiz. (Âmennâ billâhi) "Biz müslümanlar Allah'a inandık, Allah'a iman etmişiz. (Ve mâ ünzile ileynâ) Allah'ın bize Muhammed Mustafâ'sı vasıtasıyla indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'e, emirlere, yasaklara, dine, İslâm'a da inandık.

Ayrıca, (ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�be vel-esbât) İbrâhim AS'a, oğlu İsmâil AS'a, oğlu İshak AS'a, torunu Ya'kub AS'a ve Esbât denilen Benî İsrâil kabilelerine indirilenlere; (ve mâ ûtiye mûsâ) Mûsâ AS'a ilâhî hükümler ve ahkâm olarak verilenlere; (ve îsâ) İsâ AS'a verilene; (ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim) Rablerinden insanlara bilgi getiren, vahiy getiren bütün peygamberlere verilenlere inandık deyiniz. (Lâ nüferriku beyne ehadin minhüm) Hepsi Allah'ın vazifelendirdiği peygamberler oldukları için, biz onların hiçbirisinin arasını açmayız, birbirinden hiç ayırmayız, seçme yapmayız, reddetme yapmayız; hepsini kabul ederiz. (Ve nahnü lehû müslimûn.) Biz alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmuş, müslüman olmuş kimseleriz deyin!" diye Rabbimiz emrediyor.


Muhterem kardeşlerim! Muhterem izleyiciler ve dinleyiciler! Dünyada insanları böyle toplayıcı, böyle güzel hitabı yapan bir başka din sâlikleri, bir başka ümmet yok; sadece müslümanlar var! Bakın, ne kadar bütün insanlığı kucaklayacak, ne kadar güzel, ne kadar barıştırıcı, uzlaştırıcı, insanları derleyen, toplayan, aynı noktaya getiren, kardeş haline getiren ne güzel bir din İslâm!.. Nasıl geniş bir görüş!.. Rabbimizin bize emrettiği iman ne kadar güzel!..

Şimdi biz önce, öncelikle, bütün hakîkatlerin kaynağı olduğu için, bunları da onun vasıtasıyla öğrendiğimiz için Peygamberimiz, ahir zaman peygamberi, Tevrat'ta, İncil'de geleceği bildirilmiş, müjdelenmiş olan Muhammed-i Mustafâ SAS'e inandık. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin bu ayetle bize tavsiye buyurduğu ilk önemli madde bu.


Ey insanlar, ey eski kitapların mensubları, sizlere sesleniyoruz: Biz ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ'ya inandık. Ona indirilen Kur'an-ı Kerim'e inanmış bulunuyoruz, biz ona bağlıyız. Allah'a bağlıyız, alemlerin Rabbine bağlıyız; onun indirdiği Kur'an-ı Kerim'e, Kur'an-ı Kerim kendisine indirilmiş olan Muhammed-i Mustafâ'ya bağlıyız. Adem AS'dan beri bütün peygamberlerin, "Ahir zaman peygamberi diye bir zat gelecek!" diye sevdikleri, özledikleri, ümmeti olmaya can attıkları o mübarek kimseye inandık.

En doğru bilgi, en bozulmamış, hiç karanlık, açıklanmamış tarafı kalmamış olan ve tebliğ edildiği insanlarca çok titizlikle, anında tesbit edilip bize kadar gelmiş olan bir iman...

Öteki peygamberlere de Allah-u Teàlâ Hazretleri vahyetmiş ama, o vahyedilen bilgilerin elimizde asılları yok. Kur'an-ı Kerim var!.. Peygamber Efendimizin hayatı, her safhasıyla biliniyor. Ailevî hayatı, dînî hayatı, savaşları, mücadeleleri, mazlûmiyeti, uğradığı haksızlıklar... Her şey biliniyor ve günü güne her sözü tesbit edilmiş. Kendisine indirilen ayetler o anda, hemen, ayet indiği zaman vahiy katipleri tarafından yazılmış. Böyle hiç bozulmamış, hiçbir şeyi karanlıkta kalmamış, unutulmamış bir sağlam bilgiye inandık. Dünyada başka bu kadar sağlam, güvenilir hiçbir ilâhî bilgi yok.

Öteki bilgiler, o bilgilere inanmış olan papazların, hahamların, din adamlarının, rahiblerin de bildirdiği gibi, şâibeli... Zâten tesbitlerin de çok çeşitli olması, meselâ İncillerin pek çok olması gibi sebeplerle de, fiilen ihtilaflı olduğu, iyi tesbit edilemediği ortada.


Şimdi biz buna inandık. Ama Rabbimiz buyuruyor ki: (Ve mâ ünzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishàka ve ya'k�b) "İbrâhim AS'a da inandık deyin! İsmâil AS'a da, ona indirilene de inandık deyin! İshak AS'a indirilene de inandık deyin!" diyor. Bütün peygamberlerin ismini saymıyor, bazılarının ki, muhatabı olan yahudiler ve hristiyanlarca mübarek bilinen, saygı duyulan isimler... Onları isim isim açıklıyor, ondan sonra da Mûsâ AS diyor, İsâ AS diyor, özellikle isim olarak veriyor. Ama genel bir bilgi olarak da arkasından, (Ve mâ ûtiyen-nebiyyûne min rabbihim) "Allah tarafından insanlara haber getiren bütün peygamberlerin hepsine indirilenlere inandık deyin!" buyuruyor.

Bu çok önemli!.. Yâni dünyadaki bütün insanları kucaklayan çok muazzam, çok muhteşem, çok güzel, çok alkışlanacak, çok beğenilecek bir şey.


Şimdi burada, Allah-u Teàlâ Hazretleri bütün peygamberlere inanmayı bize emrediyor. Biz de Hazret-i Adem Atamız'dan ahir zaman peygamberi Muhammed AS'a kadar insanlığa Allah'ın emirlerini getirmiş peygamber, enbiyâ ve mürselînin, bu mübarek zâtların hepsine inandık, hàlen de inanıyoruz. Bu ayet-i kerimede bildirilen şeye biz sahibiz, biz bu yol üzerindeyiz, bu emri tutmuşuz, bütün hepsine inanıyoruz.

İsâ AS'ın gönlümüzde yeri var, göğsümüzde yeri var; Mûsâ AS'ın kalbimizin üzerinde yeri var... Her peygamberin içimizde, gönlümüzde muazzam mekânı var. Hepsini seviyoruz, hepsine bağlıyız. Var mı bizim gibi bu kadar toplayıcı, bu kadar güze bir kuşatıcılıkla, herkese böyle sevgi ile bakan?.. Çok çok güzel bir durum.

Ve, (Lâ nüferriku beyne ehadin minhüm) deyin diye bir de te'kid buyuruyor Rabbül-àlemîn. Yâni, "Biz peygamberlerin hiçbirisini ötekisinden ayırmayız, seçim yapmayız; 'Şuna inandık, buna inanmadık!' demeyiz. (Ve nahnü lehû müslimûn) Biz Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne teslim olmuşuz." Yâni, "Allah ne emretmişse, onu yapacağız; neyi yasaklamışsa, ondan kendimizi çekeceğiz. Günahlardan, haramlardan uzak duracağız; sevaplı, faydalı, hayırlı işleri yapacağız!" diye söz vermişiz, Allah'a teslim olmuşuz.

Ne kadar güzel, ne kadar hoş! Ne kadar tatlı bir durum, ne kadar güzel bir ifade!..


Kur'an-ı Kerim'deki bu ayet-i kerime son derece önemli! Başka ayet-i kerimelerde de aynı mânâ ifâde buyrulmuş. Eski milletler, eski ümmetler, bizden başka, müslümanlardan başka milletler böyle demedikleri için, Allah-u Teàlâ Hazretleri bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:






(Yürîdûne en yüferrik� beynallàhi ve rusülihî) "Bu kâfirler, bu eski dinlerin mensupları olanlar, taassuplarından, hasedlerinden istiyorlar ki, peygamberler ile Allah'ın arasını ayırsınlar, ayırma yapsınlar. (Ve yek�lûne nü'minü biba'dın ve nekfuru biba'd) 'Biz bunların bir kısmına inanırız, bir kısmını reddederiz.' diyorlar. (Ve yürîdûne en yettahizû ve kezâlike sebîlâ) İşte böyle bu arada bir yolu tutturmak istiyorlar. (Ülâike hümül-kâfirûne hakkà) Bunlar hakîkaten kâfirlerin tâ kendileridir." (Nisa: 150-151) diye, kâfir olduklarını Allah-u Teàlâ Hazretleri, yaratan Rabbül-àlemîn bildiriyor.

Evet, bu ayet-i kerime son derece önemli! Bunu ezberleyelim, bilelim ve bu şuura sahip olalım!..


Ebû Hüreyre RA'dan İmam Buhàrî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle bir açıklama var. Bu açıklama bu ayet-i kerimenin niye indiğine dair sebe-i nüzûlü bildirmiş oluyor. Ebû Hüreyre RA diyor ki:






(Kâne ehlül-kitâbi yakraûnet-tevrâte bil-ibrâniyyeh, ve yüfessirûnehâ bil-arabiyyeh, liehlil-islâm.) Peygamber Afendimiz'in asrında Medine-i Münevvere'de, Hicaz bölgesinde olan hahamlar, yahudilerden bilgisi olanlar Tevrat'ı İbrânice olarak okuyorlardı, "İşte şöyle diyor Tevrat'ta" diye, Arapça olarak müslümanlara açıklama yapıyorlardı. onun üzerine Peygamber SAS buyurdu ki:

(Lâ tüsaddik� ehlel-kitâbi ve lâ tükezzibûhüm.) "Ehl-i kitap size böyle bir şeyler söyledikleri zaman, susun; ne tasdik edin, Çünkü belki kendi akıllarından yalan yanlış şeyler söylemişlerdir, yanlış bir şeyi tasdik etmiş olursunuz. Ne de tekzib edin; çünkü belki o sırada o cümleleri doğru olmuş olabilir." diyor.

Onlar böyle yaptıkları için Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimeyi indirmiş: "Ey mü'minler siz deyin ki: 'Rabbimizin bize indirdiğine inandık; İbrâhim'e, İsâil'e, İshàk'a, Ya'kûb'a indirilenlere de inandık; benî İsrâilin kabilelerinden yetişmiş hak peygamberlere indirilenlere de inandık; Mûsâ AS'a ve İsâ AS'a da indirilene inandık. Hak olarak, bozulmamış, tam indirilene inandık. Sayısını Allah'ın bildiği, yüzyirmidört bin denilen eski peygamberlerin hepsine inidirilene inandık. Ayırım yapmayız, hepsini severiz ve Rabbimize teslim olmuşuz." deyin diye bu ayet-i kerimeyi onun üzerine indirmiş.

"Biz ayırım yapmıyoruz, siz de yapmayın!" diye biz de lisân-ı hal ile onlara söylemiş oluyoruz.


İbrâhim AS'a indirilenler, tamam; İsmâil AS'a vahyedilenler, tamam... İshak AS da İbrâhim AS'ın oğlu, ona da indirilenlere inanıyoruz. Ya'kub AS da, şu Mısır'da Zeliha validemizle sonradan evlenen, Mısır'a tarım bakanı olan, yeryüzünün bitkilerinin mahsûlâtının bakımına memur olan Yusuf AS'ın babası. Hani kardeşleri kuyuya atmışlar, Ya'kub AS'ın ağlamaktan gözlerine ak inmiş, görmez olmuş ya, işte o Ya'kub AS... Ya'kub AS'ı, Yusuf AS'ı seviyoruz, çocuklarımıza isimlerini vermemizden belli.

(Vel-esbât) "Esbâta indirilene de inanıyoruz." Şimdi esbât kimlerdir?.. Alimler diyor ki: "Bunlar Yakub AS'ın evlâtlarıdır. Bu evlatlar oniki idi Bunların herbirinden birtakım insanlar türediler, çoğaldılar bunlara esbât denildi." diye bir açıklama var.

Bazı alimler de: "Esbât yahudi kabîleleridir, kabâil-i Benî İsrâildir. Çünkü bunların ataları Ya'kub AS'ın çocukları imiş. Her birisi onlardan gelmişler, ayrı kabile olmuşlar. Benî İsmâîl'in, İsmâil AS'ın evlâtlarından Arap kabilelerinin türediği gibi.

Keşşâf'ın yazarı Zemahşerî de, "Esbât Ya'kub AS'ın torunlarıydı, onların çocuklarının zürriyetleridir. Böylece oniki kabile olmuştu." diye aynı mânâyı ifade ediyor.

Bunların içinden Allah-u Teàlâ Hazretleri zaman zaman kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler göndermişti. Nitekim ayet-i kerimede buyruluyor ki:






(Üzkürû ni'****llàhi aleyküm) "Ey yahudiler, tarihte sizin üzerinize Allah'ın gönderdiği nimetleri düşünün, hatırlayın! (İz ceale fîküm enbiyâ') Hani sizin içinizden peygamberler çıkarmıştı. (Ve cealeküm mülûkâ) Sizlere devlet de ihsân etmişti, içinizden hükümdarlar da yetişmişti, büyük bir devlet de kurmuşlardı."

Başka bir ayet-i kerimede:






(Ve katta'nâhümünsnetey aşrete esbâtan ümemâ) "Biz onları ayrı ayrı topluluklar halinde oniki kabile eylemiştik." buyruluyor. Netice itibariyle bunlar yahudilerin grupları olmuş oluyor.

Esbât kelimesi nerden geliyor? Sıbt kelimesinden geliyor. Bu peşpeşe gelmek demek. Böylece cemaat oldukları için, bu sıbt, o sıbt diye böyle isimlendirilmiştir.

Lugat alimleri diyorlar ki: Sebat kelimesi, ağaçlar demektir Kabileler olduğu için, ağaç gibi, orman gibi çok olduğundan esbât denmiş. Orman gibi, koru gibi, o mânâ düşünülerek söylenmiş.

İbn-i Abbas RA da bu konuda diyor ki: "Bizim Kur'an-ı Kerim'de ismini bildiğimiz peygamberlerden 10 tanesi hariç, hepsi bu İsrâiloğullarından gelmiştir. Hariçte olanlar: [Adem], Nuh, Hud, Sàlih, Şuayb, İbrâhim, İshak, Ya'kub, İsmâil ve Muhammed-i Mustafâ (aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât) Hazretleridir." diye bir açıklama yapıyor. Bu da hatırınızda kalırsa uygun olur.


Allah-u Teàlâ Hazretleri bize onların arasından çıkan peygamberlere indirilene de inanmamızı emrediyor. Bütün peygamberlere ve onlara indirilen bütün kitaplara inanmamızı emrediyor; inanıyoruz.

Yalnız İbn-i Kesîr'in naklettiğine göre, Süleyman ibn-i Habib diyor ki: "Biz o peygamberlere onların zamanında doğru olarak indirilmiş ayetlere inanıyoruz, yoksa şimdikilere değil! Çünkü şimdikiler asılları değil, kalıntıları, izleri... Doğrular da var içlerinde, yanlışlar da var."

Bu çok önemli bir nokta... Onun için Peygamber Efendimiz, o kitapları okuyanları da yasaklamıştır. Ve bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Peygamber SAS:






"Biz Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i kabul ediyoruz. Ama Kur'an-ı Kerim sizi sarsın, sadece Kur'an-ı Kerim size kâfî gelir, Kur'an-ı Kerim'le yetinin, Kur'an-ı Kerim'e sarılın!" diyor. Çünkü ötekilerde asıl Tevrat'ta, asıl İncil'de, asıl Zebur'da olmayan cümleler ve yorumlar olabileceği için, yanlışlık olmasın diye Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin hak kelâmı, bir harfi bile değiştirilmemiş Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmayı, ona uymayı; ötekilerin aslına inanmakla beraber şimdi ortada dolaşanların çok güvenilir olmadığını ifade etmiş oluyor Peygamber Efendimiz. Bu önemli...


Bundan sonraki ayet-i kerimede:





(Fein âmenû bimisli mâ âmentüm bihî fekadihtedev) Siz bu güzel jesti yapınca, davranışı yapınca, bu kucak açmayı yapınca bütün insanlara; onların da ne yapmaları gerekiyor?.. "Sizin inandığınız gibi ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ SAS'i de kabul etmeleri, iman etmeleri gerekiyor." Çünkü ilk madde, (Âmennâ billâhi ve mâ ünzile ileynâ) "Biz Allah'a inandık ve Allah'ın bize indirdiğine inandık."; ilk adım bu.

"Onlar da böyle inanırlarsa, (fekadihtedev) doğru yolu bulmuş olurlar, hakkı yakalamış olurlar, doğru yola ayak basmış olurlar. (Ve in tevellev) Eğer haktan yüz çevirirlerse, bu gerçeğe katılmazlarsa, sırt dönerlerse, bâtıla yönelirlerse; bu kadar bu açıklamalar, deliller varken, hattâ kendi kitaplarından, kendi tarihlerinden bu kadar iknâ edici, münakaşayı kesici sağlam deliller söylendikten sonra, hâlâ sırt çevirirlerse, inad ederlerse; (feinnemâ hüm fî şikàk) o zaman onlar şikak içindedirler, ayrılık içindedirler, inat içindedirler, ihtilâf içindedirler; yanlış yola sapmışlardır, doğru yoldan ayrılmışlardır. O zaman kendileri hatâ etmiş olurlar."

(Feseyekfîkehümüllàh) "O zaman sana Allah yeter." Kimlere karşı?.. O iman etmeyen, inat eden, peygamberlerin bazısına inanıp bazısını inkâr eden; "Allah'ın şu peygamberine tâbîyiz, kitabına tâbîyiz!" deyip de, eski, asılları olmayanlara tâbî olup da, asıl yeni, tertemiz ve hiç katıksız olanı inkâr edenlere karşı, Allah sana kâfîdir.

(Ve hüves-semîul-alîm.) "Ve o Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi hakkıyla pekâlâ işitendir ve pekâlâ bilendir." Onların bu konudaki çeşitli abuk sabuk, aykırı sözlerini de işitiyor, davranışlarını da biliyor. Her şeyine vâkıftır. Tabii, vâkıf olduğu için de hesabını soracak, yanlış hareket edenlerin cezasını verecek.


Üçüncü ayet-i kerime:






(Sıbgatallàh, ve men ahsenü minallàhi sıbgaten ve nahnü lehû àbidûn.) (Bakara: 138)

(Sıbgatallàh) Bu, Allah'ın boyası demek. Ne demek bu?.. İbn-i Abbas RA, "Bunun anlamı dînullah demektir." Yâni, "Allah'ın dinine biz tâbîyiz." denmiş oluyor. "Allah'ın dinine sarılın!" diye teşvik sadedindedir bu. Harekete geçirme, uyarı sadedindedir. "Haydi bakalım uyuşuk durmayın, bu tarafa gelin, şunu yapalım!" mânâsına.

Başka ayet-i kerimelerde (fıtratallah) dendiği gibi, "Sizin üzerinize bu vazife olsun!" demek. Yâni, "Allah'ın bu dinine, boyasına, bu güzel renge, bu ilâhî renge, bu nurlu, ışıklı renge siz de yapışın! Buna sarılmak sizin göreviniz olsun!" demek. Onun için böyle üstünlü gelmiştir.

Bazıları bu üstünlü gelmesinin sebebini (sıbgatullah veya sıbgatilâh değil de, sıbgatallàh gelmesini) daha önce geçen (milleti ibrâhîme) "İbrâhim'in dinine" sözüne bağlandığı için, ondan bedel olduğu için, "O İbrâhim'in dini Allah'ın nurlu yoluydu, Allah'ın boyasıydı. Bu güzel ilâhî boya ile renklenin, bu dine girin, buna sahip olun!" mânâsına.


Bu konuda bir de İbn-i Abbas RA'dan rivayet edilen hadis-i şerif var. Peygamber Efendimiz onların eski devirlerindeki olaylarını müslümanlara anlatırken buyurdu:






(İnne benî isrâîle kàlû) Benî İsrâil Mûsâ AS'a dediler ki: (Yâ rasûlallah, hel yesbağu rabbüke?) "Rabbin sıbga kullanır mı, boya ile boyanır mı?.." diye soru sordular. (Fekàle: İttekullàh!) "Allah'tan korkun, bu ne biçim soru?) diye susturdu onları.

(Ve nâdâhu rabbühû) Allah-u Teàlâ Hazretleri ona vahiy buyurdu ki: (Yâ mûsâ, seelûke hel yesbağu rabbüke?) "Rabbin boya ile boyanır mı, diye mi sordular yâ Musâ?" (Fekàle: Neam.) "Evet, öyle sordular yâ Rabbi!" demiş.

Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Ene esbagu el-elvân) "Ben çeşitli boyalarla kullarımı boyarım. (El'ahmera vel-ebyada vel-esvede vel-elvâne küllühâ min sıbğà.) Bu renkler benim boyalarımdandır, kulları bu boyalarla çeşitli renklerle türlü türlü boyarım." buyurmuş.


Bizim Peygamberimiz'e de bu üslubdan, "İşte Allah'ın boyası, siz de bu boya ile boyanın, bu renge girin! Bu güzel nurlu şeye yapışın! (Ve men ahsenü minallàhi sıbgaten) Böyle Cenâb-ı Hakk'ın verdiği renkler bakımından, seçtiği, gösterdiği yol bakımından daha güzel hangi renk vardır, hangi yol vardır, hangi din vardır?.. (Ve nahnü lehû àbidûn) Ve biz işte o Rabbimize ibadet edicileriz." diye müslümanlar böyle söylerler.

Her milletin davranışı, yürüyüşü, hayat tarzı bir çeşit renktir Bir renge boyalı bir tarzda gidiyorlar. Bizim rengimiz de budur. Allah'ın beğendiği, Allah'ın boyadığı, Allah'ın gösterdiği renk, yol...


Cenâb-ı Hak bizi sevdiği yoldan, renkten, nurlu yoldan ayırmasın... Böyle insanları kuşatan, insanları birleştiren, kardeş olduğunu hatırlatan, Allah'ın kulu olduğunu gösteren, yanlış inançlardan çeken, doğru yola çağıran bu güzel inanç, bizim iftihar ettiğimiz çok güzel bir tarafımızdır. İslâm'ın muazzam güzelliklerinden, en büyük güzelliklerinden biridir.

Biz bunu böyle telefonla vaaz olarak size bildirirken, bir taraftan da tabii radyo ile, televizyonla fezalara bu bilgi yayılıyor. Siz de çevrenize bu bilgiyi yayın! Herkesi İslâm'a çağırın, doğru yola çağırın! Yanlış istikamette kimse kalmasın, putlara, yanlış varlıklara, yaratıklara yanlış olarak kimse yönelmesin; yanlış dinler tutturmasın, yanlış yollarda yürümesin, àkıbetleri husran olmasın... Cenâb-ı Hakk'ın gadabını çekecek yanlışlıklar yapmasınlar...

Çünkü yazıktır, hemcinsimizdir, Adem AS'dan kardeşlerimizdir bütün insanlar... Hepsinin iyiliğini istiyoruz. (Ves-selâmü alâ menittebeal-hüdâ) Bu iyilikleri anlayıp hidâyete tâbî olanlara selâm olsun... Ötekiler kendi sorumluluklarını kendileri yüklenmiş oluyorlar. Biz onlardan, onlar bizden berîyiz. Biz vazifemizi yapmış oluyoruz. Ahirette, mahkeme-i kübrâda suçlandıkları zaman, kendileri tabii cevap veremeyecekler. O duruma düşmesinler.


Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ve evlâtlarımızı yolundan ayırmasın, İslâm'dan ayırmasın... Müslüman olarak doğup, müslüman olarak yaşayıp, imân-ı kâmil ile, mü'min-i kâmil olarak, tam müslüman olarak emanetini teslim edip, ahirete varmayı, Rabbimizin rızasına ermeyi, cennetine girmeyi, cemâlini görmeyi nasîb eylesin...

Bi-hürmetismihil-a'zâm, ve bi-hürmeti nebiyyihil-ekrem, ve bihürmeti esrâr-ı sûretil-fâtihah...


29. 02. 2000 - Kuala-lumpur / MALEZYA

(Hazırlayan: Dr. Metin Erkaya)


SAAT: 02:46

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306