Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Edebiyat > Makale ve Köşe Yazıları

Konu Kimliği: Konu Sahibi muhsin iyi,Açılış Tarihi:  25 Eylül 2011 (10:50), Konuya Son Cevap : 15 Ekim 2011 (17:11). Konuya 4 Mesaj yazıldı

Beğeni Aldı3Kez Beğenildi
  • 1 Beğenilen muhsin iyi
  • 1 Beğenilen muhsin iyi
  • 1 Beğenilen muhsin iyi
Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme: Değerlendirme: Toplam 1 oy almıştır,  ortalama Değerlendirmesi 5,00 puandır.
Alt 25 Eylül 2011, 10:50   Mesaj No:1
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 30 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Kaza ve Kadere Rızanın Değerlendirilmesi: Tefekkür/Muhsin İyi

Kaza ve Kadere Rızanın Değerlendirilmesi: Tefekkür/Muhsin İyi




Kaza ve kader Allah’ın (c.c.) hakkıdır. Çünkü O kullarına dilediği gibi hükmetme hakkına sahiptir. İsterse herkese zulüm yapabilir. Kullarının buna hiçbir suretle itirazları olamaz. Nitekim insan et ihtiyacı için hayvanları kesmekte ve yemektedir. Aklı başında olan hiç kimse hayvanların yaşam haklarının olduğunu, bunun için canlı bir varlık olarak kesilmemeleri gerektiğini savunamaz. Çünkü insanın kısmi irade sahibi bir varlık olarak canlı varlıkların hayatı üzerinde hakkı bulunmaktadır. Bunun gibi Allah (c.c.) da mutlak irade sahibi yaratıcı olarak kulları üzerinde mutlak bir tasarruf ve hükmetme hakkına sahiptir. O’nun yaptığı şeyler üzerinde hiç kimsenin itirazda bulunmaya hakkı yoktur. Ama Allah (c.c.) böyle zorba biri gibi değil de kaza ve kadere en güzel ve insanın hoşuna giden, hayranlık duyduğu sıfat ve güzel isimlerle egemendir. Zira Allah (c.c.) ezeli ilmi (el-Alîm), pek çok hikmeti (el-Hakîm), mutlak adaleti (el-Adl), sınırsız merhameti (er-Rahmân) ile kaza ve kadere hükmeder. Her insanın kaderi Levh-i Mahfuz’da bir hüküm olarak yazılmıştır. Zamanı geldiğinde bunların meydana gelmesine kaza denir. İnsanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerinde rıza göstermesi Allah’ı (c.c.) el-Alîm, el-Adl, er-Rahmân el-Hakîm güzel isimleri ile tazim etmesi (yüceltmesi) anlamına gelir.

Allah (c.c.) kaza ve kaderinde eksiksiz, mutlak adalet sahibidir. Dünyada görünüşte pek çok adaletsizlikler göze çarpar. Örneğin bir insanın İslam diyarında doğması ile küfür diyarında dünyaya gelmesi İslam dinine girmede ve onunla şereflenmede bir adaletsiz durum olarak göze çarpar. Yine bir insanın doğuştan kör yada başka bir organının engelli olması da böyle değerlendirilebilir. İnsanın kadın yada erkek cinsiyetine sahip olarak doğması, zengin yada yoksul bir ailede dünyaya gelmesi, zeki yada geri zekalı olması, güzel yada çirkin yaratılması elinde olmadan, kaza ve kaderle gerçekleşen şeylerdir. Tüm bunlar ve benzerleri görünüşte Allah’ı (c.c.) adaletsizlikle suçlayabileceğimiz konulardır.

Allah (c.c.) kaza ve kadere pek çok hikmeti, ezeli ilmi, mutlak adaleti ve sınırsız merhametiyle hükmeder. Ama bunları dünya sınavı gereği gözlerden saklar. İnsanları bu görünüşte adalete aykırı yaratılış durumları ile sınava tabi tutar.

Allah (c.c.) bazı insanları sözünü ettiğimiz olumsuzluklarla yarattığı için görünüşte zulmetmiştir. Oysa hakikatte “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).” O zulüm olarak görülen hoşa gitmeyen şeyler, ahirette birer rahmete dönüşecektir. Belki kişinin ebedi azaptan kurtulmasına birer vesile olacaktır. Onun için Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderinde görünüşte kendisini gösteren adaletsizlikler O’nun ezeli ilminde sınırsız bir merhamet nedenine dayanıyor olabilir. Örneğin İslam diyarında doğmayan kişi Allah’ın ezeli ilminde İslam diyarında doğsa idi Allah’ın (c.c.) dinine açıkça cephe alanlardan olabileceği için Allah (c.c.) onu sınırsız merhametiyle esirgeyip fetret ehlinden (Allah’ın [c.c.] dininin tebliği ile karşılaşmadıkları için ahirette hesaba çekilmeyecek olan batıl din mensuplarından) kılmış olabilir. Yada ona İslam diyarında doğup da İslam dinine açıkça karşı gelenlere göre ahirette daha merhametle muamele edebilir. Ama böyle olmasında muhakkak Allah’ın (c.c.) pek çok hikmeti, mutlak adaleti ile sınırsız merhameti rol oynamıştır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu kimlik özellikleri de Allah’ın (c.c.) ezeli ilminde mutlak adaleti, pek çok hikmeti ve sınırsız merhameti gereği öyle olması kula iyi ve yararlı olduğu için seçilmiş yada verilmiştir. Bir insanın doğuştan bir organından ötürü engelli olması da böyledir. Dünyaya geri zekâlı olarak gelen bir çocuk kendisini, anne-babasını, kendisine bakıp koruyanları, yardım edenleri böyle yaratıldığı, sorumluluk sahibi olmadığı ve başkalarına yük olduğu için cehennemden kurtarabilir. Bütün bunları kimsenin bilmesine olanak yoktur. Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, mutlak adaletini, pek çok hikmetini ve sınırsız merhametini ancak ahirette tam olarak kavrayabileceğiz.

Kaza ve kadere rıza gösterme tasavvufta nefis mertebeleri ile de çok yakından ilgili bir konudur. Şöyle ki: Bilindiği üzere yedi nefis mertebesi bulunmaktadır. Bunlar: 1.Nefs-i Emmâre 2. Nefs-i Levvâme 3. Nefs-i Mülhime 4. Nefs-i Mutmainne 5. Nefs-i Raziyye 6. Nefs-i Marziyye 7. Nefs-i Kâmile.

Bu nefis mertebeleri insanın Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi karşısında aldığı tavırla ve rolle çok yakından ilişkilidir.

İnsanın manevi yönü asıl olarak nefis, ruh ve iradeden meydana gelir. Nefis, vücut yönü ile toprağa bağlı olduğu için aşağılık şeylere meyleder. Şehvetlerle dünyaya bağlıdır. Ruh, Allah’tan (c.c.) geldiği için aşk, faziletler gibi asil bir duygunun kaynağıdır. İlahi güzelliklere ve erdemlere meyleder. İrade ise seçme yetisidir. İnsan bu dünyada yaptığı seçimlerle, ruhuna yada nefsine uymasıyla ebedi ahiret yurdunda ödül yada ceza için sınava tabi tutulmuştur.

Nefsi terbiye etmek kolay değildir. Nefsin içerisinde bulunduğu makam ve aştığı mertebeler kaza ve kader karşısında belli olur. Aşağıda her nefis mertebesini kaza ve kader karşısında aldığı tavır ve rolle değerlendireceğiz:

Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefis) sahibi, her zaman kendisini haklı bulur. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini yargılar. Başına kötü bir iş geldiğinde haklı ve haksız olduğuna bakmayarak kendisini savunmaya, başkalarına düşmanlık göstermeye bakar. Sabır göstermez. Çıkarları doğrultusunda hareket eder. İşine geldiğinde haksızlığa bile kendince bir gerekçe bulur, onu savunur. Çıkarları zedelediğinde her türlü günahı işleyebilir. Her şeyin bir tesadüf sonucu olduğunu düşünür.

Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis) sahibi kişi, tövbe-i nasuh (bir daha günah işlememeye kesin niyet) etmiştir. Başına gelen kötü olaylarda her zaman Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını anımsar. Başına gelen bela ve musibetlerdeki ilahi ikazı sezer. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rıza göstermenin gerekliğini bilir. Ama çok çabuk zafiyet gösterir. Unutkanlıkla, öfkeyle, şehvetle eski nefs-i emmâre alışkanlıklarını kısmen de olsa bazen nefsine yenik düşerek sürdürebilir. Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderini eleştirebilir. Ama kendisini toparlayıp yine tövbe etmesi de an meselesidir.

Nefs-i Mülhime (ilham sahibi nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderi üzerine sırlara yavaş yavaş vakıf olmaya başlar. Allah (c.c.) rüyalarında gayba ait olan şeyleri ona gösterir. Çoğu zaman rüyaları doğru çıkar. Bu sayede kaza ve kadere imanı daha da yakinleşir. Her şeyin Allah’ın (c.c.) ilminde olduğunu, O’nun izni ve yaratması ile meydana geldiğini gözleriyle görüyormuş gibi bilir.

Başına gelen kötü olaylardaki asıl nedeni anlamaya başlar. Allah’ın (c.c.) mutlak adaletini kavrar. Allah’ın (c.c.) kimseye zulmetmediğini görür. Adeta bir doğa kanunu gibi kötü amellerin insanın başına bela ve musibet olarak geri döndüğünü anlar. Ama insanın yaptığına nispetle Allah’ın (c.c.) daha merhametli olduğunu da kavrar. İnsanlara sabrı ve şükrü tavsiye ederken nefsine karşı da böyle davranır.

Allah (c.c.) sadece rüyalarında gabya ait şeylerle ilgili ilhamlarla iltifat etmez. Günlük yaşamda varlıkların, olay ve olguların arkasındaki gerçek nedenleri de kavrar. Bazı sırlar ona açılmaya başlar.
Bu nefis sahibi şeytanın vesveselerini işitebilecek bir merhaleye ulaşabildiği gibi makamın son perdelerinde velilerin de ruhlarıyla konuşabilir.

Nefs-i Mutmainne (tatmin olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine hiç itiraz etmez. Artık nefsi varlık, olay ve olgulardaki sırlardan haberdar olduğu için bir gönül tokluğu içerisindedir. Başına gelen kötü şeylerde Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini ve sınırsız merhametini yaşayarak öğrenmiş olur. Hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bilir. Her şeyde bir hikmet arar.

Kaza ve kaderine itiraz etmeyen birisine Allah (c.c.), el-Hakîm güzel ismiyle tecellide bulunarak olayların arkasında işleyen gizli yasaları gösterir. Varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırları ona öğretir.

Olayların arkasında işleyen gizli yasalara; varlıkların, olay ve olguların arka planındaki sırlara hikmet denir. Nefs-i mutmainne sahibi, hikmete ermiş bir kişi olarak başkalarına yardımcı olabilecek bir makamdadır. Kaza ve kaderle ilgili sırları yaşayarak öğrendiği için insanlara sabrı ve şükrü tavsiye etmede etkili konuşur. Bu, aynı zamanda velilik makamının başlangıcıdır.

Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de hikmet için şöyle demektedir: “(Allah [c.c.]) Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet vermişse kuşkusuz ona büyük iyilik etmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ders alır (Bakara suresi, ayet 269).”

Nefs-i Raziyye (razı olmuş nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine şükreder. Bu şükür sadece başa gelen iyi olaylarda değil kötü olaylarda da söz konusu olur. Çünkü bunlarda Allah’ın (c.c.) ezeli ilmini, pek çok hikmetini, mutlak adaletini, sınırsız merhametini yaşayarak görürken Allah’ın (c.c.) sınırsız merhametinin daha galip olduğunu anlamıştır. Bu nedenle Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine içinde şükürle doğan bir duyguyla razı olmuştur.

Nefs-i Marziyye (Allah [c.c.] tarafından razı olunmuş nefis) sahibi kişi, kaza ve kadere rıza gösterir. Bu rıza sonucu Allah da ondan razı olur.

Nefs-i Marziyye sahibi kişi rızada öyle bir derecededir ki, başının kesileceğini bilse bile kaza ve kadere gönlünde bir şevk ve aşk duyar. Her şeyin Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile olduğunu bildiğinden ondan gelen bela ve musibeti bir iltifat olarak değerlendirir. Buna içten bir şükürle karşılık verir.

Nefs-i Kâmile (olgun nefis) sahibi kişi, Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki halifesidir. Allah (c.c.) onları kaza ve kaderi üzerine pek çok sırlara vakıf ettiği gibi insanlar üzerinde keşif ve kerametleri ile de üstün kılar. Konuştukları zaman hikmetle ders verirler. Her şeyi Allah’ın (c.c.) izniyle ve rızası için yaparlar. Allah (c.c.) katında duaları geri çevrilmez.

İnsanları Allah’a (c.c.) ulaştırırlar. Görüldüğünde Allah’ı (c.c.) anımsatırlar. Peygamberin yaşayan varisleridirler. Dinin koruyucusu ve sığınağıdırlar.

Kaza ve kadere rıza derken zulme uğrayan kişinin hakkını aramaması ve adalet için mücadele etmemesi anlaşılmamalıdır. Allah’ın (c.c.) birer güzel ismi de el-Hakk ve el-Adl’dir: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhinde bile olsa Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun (Nisa suresi, ayet 135).”

Hak ve adalet yolunda Allah rızası için mücadele eden kimselere ise şehitliğin bir mükafat olarak verildiğini de unutmayalım.

Allah bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip etsin. Hususiyle rızasını nasip eylesin. Ayrıca Allah bizleri hakkı ve adaleti ayakta tutan şahitler olarak yazsın. Amin.
Muhsin İyi
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
kurbanım beğendi.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi muhsin iyi 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Amel Defteri, Hesap Kitabı/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları zülcenaheyn2 32 12192 10 Temmuz 2014 13:08
İhlâs, İhlas Nedir/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları zülcenaheyn2 2 2738 11Haziran 2014 10:41
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları ali70 7 3258 10 Mayıs 2014 14:43
Namaz Kılmanın Mahiyeti, Bazı Faziletleri,... Makale ve Köşe Yazıları muhsin iyi 0 2201 17 Nisan 2014 18:23
İman ile Kaygı/Muhsin İyi Makale ve Köşe Yazıları valentino06 2 3136 09 Mart 2014 08:41

Alt 29 Eylül 2011, 23:03   Mesaj No:2
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 30 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Kaza ve Kadere Rızada İlk Adım: Şükür



Bu dünya ceza ve ödül yurdu değildir. Bir imtihan yeridir. Her şey Allah’ın (c.c.) ezeli bilgisi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaleti ile belirlenmiştir. Örneğin bir insanın özürlü olarak dünyaya gelmesi, yoksul bir ailenin ferdi olması, şu veya bu cinsiyette bulunması, mensup olduğu ırkı, ulusu hep ilahi kaderle tespit edilmiştir. Kişiye düşen, kaderine rıza gösterip teslim olması, bunun altında yatan hikmeti ve hayrı düşünmesidir. Allah’a (c.c.) bunun için şükürde bulunmasıdır. Kadere rıza göstermemek ve kaderi eleştirmek Allah’a (c.c.) isyan etmektir.

Kader Allah’ın (c.c.) bir sırrıdır. Kim kadere isyan ederse başını bir örse çarpmış gibi olur. Kendi zarar görür. Allah’a (c.c.) kimse zarar veremez. İnsanın da kadere isyan etmeye hakkı yoktur. Çünkü yaratıcımız Allah (c.c.) olduğuna göre O’nun bizim için seçtiği her şey, güzeldir ve yerindedir. Allah (c.c.) sadece bizim hayrımız için hükümde bulunur. Her kuluna da anne ve babasından daha merhametlidir. Bundan dolayı kadere isyan eden birisi, hem dünyada hem de ahirette zarar görmeye mahkumdur.

Allah (c.c.) kader sırrı ile kimi insanı kimi insandan çeşitli yönleriyle üstün kılmış, kimini de geri bırakmıştır: Kimi kuluna devasız hastalık vermiş, kimi kulu verdiği varlıkla toplumda itibar sahibi kılmıştır. Kimine fiziksel açıdan güç, kudret verip öne çıkarmış, kimini de zayıf, dermansız, hasta kılarak bu konuda geri bırakmıştır. Kimi güzel kimi çirkin yaratılmıştır. Kimi insan şan ve şöhretle dünyaya gelmiş, kiminin de yaşadığını ancak onlarca kişi bilebilmiştir.

İnsanların her bir özelliği o kadar birbirinden farklı ki, Allah (c.c.) bütün bunları insanın yararına olmak üzere ezeli ilmi, pek çok hikmeti, sonsuz merhameti ve mutlak adaletiyle belirlemiştir. Tabii bu yararı bir imtihan yurdu olan bu dünyada tam olarak anlayamamaktayız. Her şey ahirette apaçık meydana çıkacaktır. O zaman belki de dünyada iken haline şükreden yoksul insan, şayet varlıklı kılınsaydı isyan halinde olacağını, ibadetinde geri kalacağını görerek, yüce yaratıcısına şükürde bulunacaktır. Yine zihnen özürlü kişi, kendisine bakanlara yardımcı olarak ebedi hayatlarının kurtuluşlarına vesile olduğunu görüp dünyadaki haline rıza gösterebilecektir.

Kuşkusuz bazı konularda ileri gitmek ve geri kalmak bizim fiili ve sözlü dualarımıza bırakılmıştır. Örneğin Allah’tan (c.c.) hidayet isteyip O’nun emir, yasakları ve rızası yönünde gayret gösteren birisinin bu dünyada iman gibi büyük bir nimete erdiği anlaşılır. Elbette öyle birisi gözlerini dünyaya dikmiş, Allah’tan (c.c.) yalnız bu dünyanın güzelliklerini ve zevkini isteyen birisine göre takvada ileri geçmiştir.

Kısacası Allah’ın (c.c.) insanları bazı konularda ileri kılması, bazı konularda geri bırakması hikmeti bu dünyada anlaşılamayacak önemli bir kader sırrıdır. İnsana düşen görev, bu konudaki nimetlere şükretmek, sıkıntılara sabretmektir. Takvada öne geçmeye çalışmaktır.

Her insanın nefsi kaderine isyan halindedir. Hiç kimse bu konuda nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü bu konuda insanların bazı sıkıntıları olmasaydı nefsi marziyye ve kâmile gibi üst makamlara çıkmış olurdu. Yani imtihan sırrı olarak nefis emmare (kötülüğü emreden nefis) düzeyinde yaratılmış olup mutlaka içerisinde bulunduğu koşulları kabullenmemekte, nimetlere gereken şükrü kılmadığı gibi haline de sızlanmaktadır.

Kadere rızada ilk adım Allah’a her ne halde bulunursak bulunalım O’nun üzerimizdeki sonsuz nimetlerini dilimiz döndüğünce ve aklımıza gelenlerini de sayarak şükürde bulunmaktır. Her Elhamdülillah tespihi bu yolda verilen nimetleri de hayal ederek atılan birer adım olarak Allah’ın kaza ve kaderine rıza yolunda ilerlememizi sağlar. Büyük kısım ibadetlerin özü, özellikle zikrin ruhu şükürdür.

Bir insan içindeki bütün olumsuzluklarına rağmen dili şükretmeye başladığı anda kaza ve kaderine rıza gösterme yolunda adım atmaya başlar. Bu noktada nefsi yavaş yavaş kırılıp değişir. Üzerindeki sıkıntılar hem maddi hem de manevi olarak azalarak ruhu büyük bir huzur duyar. Nefis üst makamlara doğru terakki eder.
Şükür, insanın bütün melekeleriyle olursa daha makbuldür. Yani dil, duygu, hayal, samimiyet şükürde birbiriyle kaynaşmalı, bu biçimde Allah’a ulaşmalıdır.

Zikir ruhun gıdası ise şükür de suyu gibidir. Ruh şükürle canlanır. Hayat bulur. Gelişir, canlanır.

Şükrün bazı incelikleri vardır. Allah (c.c.) şükre muhtaç değildir. Kul muhtaçtır. Bunu özellikle bilmek gerekir. Yaptığı şükürle kimse Allah’ı (c.c.) minnet altına koymamalıdır. Şükre de şükürle karşılık vermeye çalışmalıdır. Bu konudaki acziyetini de ifade etmelidir. Bir de Allah kendisine yapılan şükürden önce kulun diğer insanlarla ilişkilerine büyük önem vermekte, kul haklarıyla kendi haklarını ayırmaktadır. Bu meyanda insanlara teşekkür etmek de çok önemli bir konudur. Öyle ki bu konuda nezaketten uzak ve nankör insanlara Allah (c.c.) kaza ve kaderine rızasında önemli bir adım olan şükrü nasip etmemektedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Bu doğa kanunu gibi bir şeydir. Anlayana büyük uyarıdır. Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.

Bazı insanlara teşekkür etmek adeta üzerimizde bulunan bir borçtur, kul hakkıdır: Anne-babalar, öğretmenler, akrabalar, bizlerin büyümesinde ve yetişmesinde emeği geçen nice kişiler… Kuşkusuz çoğu kez bunlara emeklerine karşılık dil ile bir kere bile teşekkür etme olanağına sahip bulunamamış olabiliriz. Belki bir kısmını yitirdik veya onlarla aramıza ulaşılamaz mesafeler girdi. Teşekkür etmek dilden ziyade yürekle olur. Bu insanların arkalarından yapılacak güzel dualar, onlara edilebilecek en güzel teşekkürlerin yerine geçecektir.

Allah (c.c.) asıl kendisine teşekkür edilecek en yüce varlıktır. O’na şükürde bir an bile gaflette bulunmamak gerekir. O’nu anmadan geçen her an boşa geçmiştir. O’na şükür etmek bile büyük bir nimettir. Bu nimetin de şükrü gerekir. Yani şükre de şükretmeliyiz. Nitekim Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın…(Sebe suresi, ayet 13)” buyurunca, Hz. Davud:
“Ey Rabb’im Sana nasıl şükredeyim ki? Benim şükrüm bile Senin bir nimetindir.” demiştir. Yüce Allah (c.c.) ona şöyle karşılık vermiştir:
“İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükrettin ey Davud! Çünkü şükretmenin de Benim bir nimetim olduğunu bildin.”

İnsan Allah’a (c.c.) gereği şekilde şükrün imkânsız olduğunu bildiğinde daimi bir şükür haline girebilir.

İçinde bulunduğumuz Batı medeniyetinin temeli maddi refaha dayanmaktadır. İnsanlar birbirlerine zenginliklerine, toplumda işgal ettiği mevki ve makamlarına göre muamelede bulunmaktadırlar. Yoksul ve zayıf insanlar genellikle hor görülüyor ve küçümseniyor. Böyle bir ortamda her insanın nefsi de bu atmosferden nasibini alıyor. Ben “Elhamdülillah Müslüman’ım.” diyen bir kişi de bu olumsuz koşullardan etkilenmekte, o da havaya uyarak inancında büyük bir erozyona uğramaktadır. Bu yüzden pek çok Müslüman, insanları değerlendirirken bu yanlış ölçütleri kullanabilmektedir.

Çağımızın en büyük manevi sıkıntıları stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankolidir. Toplumun önemli bir kesimi bu tür ruhsal rahatsızlıklardan etkilenmekte ve tedavi için doktorlara gidip ilaç kullanmaktadırlar. Bu ilaçların isimleri ne olursa olsun kişiye iki türde etki yapmalarına göre sınıflandırılabilir: Ya kişiyi uyutmakta ya da içki ve uyuşturucu maddelerde olduğu gibi kişiye geçici bir neşe vermektedir. Madde ile gelen bu şeyler, birkaç saat süren bir etkiye sahiptirler. Sonra kişi eski haline dönmektedir. İlaçla gelen bu görünüşte olumlu kısa etki bağımlılığa yol açtığı gibi her geçen ay da kişide ilgili ilacın kullanım dozunu artırmakta ve sürecini de kısaltmaktadır. Hasta öyle bir hale düşmekte ki artık ilaçsız bir an bile duramamaktadır. Aslında manevi dünyasında yani itikadında ve inancında çeşitli hastalıkları bulunan insanları yukarıda sıraladığımız bir kısım psikolojik hastalık isimleri altında ilaçla tedavi etmek öncelikle bu tür hastalıkların mahiyetine ters düşmektedir. Çünkü ruhsal, manevi olan bir hastalık ancak kendisi gibi ruhsal ve manevi olan bir yöntemle iyileştirilebilir. Aynen bunun gibi bedensel, maddi bir hastalığa da tıbbi ve cerrahi bir yolla müdahale edilebilir. Bu açıdan çağımızın yaygın ruhsal ve manevi hastalıklarından olan stres, kaygı, depresyon, panik atak, melankoli gibi psikolojik rahatsızlıkların tedavisi de mahiyetlerine uygun olmak zorundadır.

Bu tür ruhsal hastalıkların ilacı sabır ve şükür kavramlarında bulunmaktadır. Çağımızın yaygın bu psikolojik rahatsızlıkları ya sabır ya da şükür yokluğundan meydana gelmektedir.

Konumuz dışında olduğu için sabrı bir kenara bırakarak şükür hakkında biraz yoğunlaşmaya çalışacağız. İnsan nefsinin doyumsuzluğu için güzel benzetmeler yapılır: Bir erkek köyündeki bütün kadınları nikâhı altına alır. Sadece bir yaşlı kadın kendi halindedir, bu erkeğin nikahı altında değildir. O erkek bu kadını da nikâhı altına almak ister. İnsan nefsi bu benzetmede olduğu gibi şehvette hiçbir sınırı kabul etmediği gibi liderlik, baş olma sevdasında da böyledir. Şayet Allah (c.c.) tüm evreni bir insanla paylaşsa o insan diğer yarısını da almak için çaba gösterecektir. İnsan mal ve para biriktirmede de aynı açgözlü tutumunu sürdürür. Bir altın dağa sahip olsa bir başkasını da ister. Peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifte bildirdiği gibi insanın gözünü ancak toprak doyurur. Böyle bir nefsin elindeki ile yetinmesini sağlayıp yaratıcısına şükrettirmek gerçekten çok güç bir şeydir. İşte her birimiz bu özellikleri taşıyan birer nefse sahibiz.

İnsanın yediği bir ekmek parçasının şükrünü eda etmesi bile büyük bir meseledir. O ekmeğin soframıza gelinceye kadar kaç işlemden geçtiğini, ne kadar insanın emeği ile o hale geldiğini düşündüğümüzde tüm insanlara ve özellikle yüce Allah’a (c.c.) karşı içimizde bir teşekkür etme isteği ve şükür duygusu uyanmaya başlar. İş bununla da bitmemektedir. Bu ekmek Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı organlar, dokular, hücreler sayesinde hayata, yaşam enerjisine dönüşüyor. Böyle büyük bir iş ve emekle gerçekleşen bir hayatı kim stresle, kaygıyla, depresyonla, panik atakla, melankoli ile nefsin ve şeytanın oyuncağı haline dönüştürebilir veya onun böyle bir duruma düşmesine seyirci kalabilir? İnsanca ve Müslümanca bir yaşamın tek hedefi Allah’a (c.c.) içten bir teşekkür, daimi bir şükür halinden başka ne olabilir?

Allah’ın Eş-Şekûr (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık) güzel ismi ile kula düşen görev şöyledir: Şükür nimetlerin aslını Allah’tan (c.c.) bilip insanlarla paylaşmaktır. Kuşkusuz dil ile yapılan şükrün de büyük bir ecri vardır. Ama gerçek şükür sadece dil ile yapılmaz. Eylemle tamamlanır. Bu bakımdan her şeyin bir şükrü vardır: Öğrendiklerini başkaları ile paylaşmak bilginin şükrüdür. Bir hastaya kan vermek sağlığın, yoksula yardım etmek sahip olduğun mal ve mülkün, insanlara selam verip onların hal hatırını sorman dilin ve içerisinde bulunduğun huzurun ve afiyetin şükürleridir… Şükür çeşitlerini saymak bile başlı başına bir konudur.

Gerçek anlamıyla yapılan şükür nimetin artmasına vesiledir. Allah (c.c.) rızası ve O’na şükür için maddi olanakları başkalarıyla paylaşmak bunların çoğalmasını sağlar. Şu ayet-i kerimede buna işaret vardır: “And olsun, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, azabım çok şiddetlidir (İbrahim suresi, ayet 7).”

Allah, bizlere kaza ve kaderine rızayı nasip eylesin ve bunun için bizleri şükreden kullarından eylesin. Amin.
Muhsin İyi
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
kurbanım beğendi.
Alıntı ile Cevapla
Alt 08 Ekim 2011, 19:45   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Esma_Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu: Esma_Nur isimli Üye şuanda  online konumundadır
Medine No : 4458
Üyelik T.: 19 Ekim 2008
Arkadaşları:0
Cinsiyet:kadın
Memleket:sivas/istanbul/
Mesaj: 5.442
Konular: 575
Beğenildi:4532
Beğendi:6129
Takdirleri:24126
Takdir Et:
Standart Cevap: Kaza ve Kadere Rızada İlk Adım: Şükür

‎''Hatırlarım; başımın ağrısından kaderime eseflendiğim güneşli bir gün, Ankara'nın Kızılay meydanında yürüyordum. Zorluklarıma dayanamayacağımı düşündüğüm bir dakikada, ayakları olmayan, ellerine bağladığı plastik parçalarıyla yerde sürünerek yürüyen bir insanla göz göze geldim. Beni tebessümle selamladı.

O adamın bedeni yarım olsa da ruhu kalbimi ezecek ölçüde güçlüydü, büyüktü. Çok daha ağır zorlukların içerisinde gülümsüyordu. Kendimi esefler ve kalp çarpıntıları içerisinde bir köşeye savurdum o zaman. Kalbimi ve gözlerimi durduramadım. Parmağı kesildiği için isyan edenlere, ayaklarından mahrum insanın gülümseyişini göstermek gerekir.'' M.Bozdağ
__________________
Birbirimize Fikirlerimiz uyuşmasa bile İNSAN olduğumuz için SAYGI duymamız lazım...

Ne MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE....
Alıntı ile Cevapla
Alt 09 Ekim 2011, 10:54   Mesaj No:4
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 30 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Allahın Kaza ve Kaderine Rıza Göstermenin Kalbi: Tevekkül. (Allahın El-Vekîl İsmi)

Dünyalık işlerimizi yaptırmak için bazen vekil ararız. Vekil bizim adımıza işlerimizi sağlıklı bir şekilde yürütür. Hele hukuk gibi ciddi bir alanda bir avukata danışmadan ve vekâlet vermeden bir davaya girişmeyiz.
Hastaneye giden kişi sağlığını doktora emanet eder. Devleti de seçimlerde bizi temsil eden vekillere emanet ederiz.
Din işleri de dünya işlerini andırır. Her işte Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek imanın, teslimiyetin ve kulluğun bir gereğidir. Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek, O’na tevekkül etmektir. Tevekkül etmek ise, önce elimizden geleni yapıp sonra işin sonucunu Allah’a (c.c.) bırakıp güvenmektir. Müslüman’ın Allah’a (c.c.) güvenmek adına daima ağzında düşürmediği cümle şudur: Hasbünallahu ve ni’mel-Vekîl (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir).
“Vekil olarak Allah yeter (Nisa suresi, ayet 81).”, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir (Âl-i İmrân suresi, ayet 173).”, “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter (Talak suresi, ayet 3).”, “Allah tevekkül edenleri sever (Âl-i İmrân suresi, ayet 159).”
El-Vekîl (Allah [c.c.] zulme uğrayanların ve her işte kendisine güvenenlerin vekilidir, avukatıdır)güzel isminin 99 Esma-i Hüsna zikrinde el-Hakk güzel isminden sonra gelmesi de anlamlıdır. Bu, işlerimizde önce Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel isminin gereğini yerine getirdikten, yani işin hakkını verdikten sonra Allah’a (c.c.) güvenmemize işaret etmektedir.
Allah’ı (c.c.) vekil olarak kabul etmek O’na teslim olmakla mümkündür. Kişide iman teslimiyetle gelişir. Allah (c.c.) haline şükreden ve kaderine teslim olup rıza gösterene yakınlık gösterir. Ama nefis her zaman nankörlük ve kadere isyan etme halindedir. Kuşkusuz Allah’ın (c.c.) dininin nefse uygulanması, bu dinin yayılması, toplumda benimsenmesi, bireyin ve toplumun mükemmele ulaşması için elbette bir hoşnutsuzluk da gereklidir. Yani dinde nefsin de payı vardır. Bir eleştirel yaklaşım söz konusu olmalıdır. Ama bir de bu olayın şükür ve kadere rıza gösterme cephesi vardır. İşte insan bu noktada ancak Allah’a (c.c.) güvenmeye ve işlerinde O’nu vekil tutarak mücadeleye başlamalıdır. Allah’a (c.c.) şükretmeden ve kadere rıza göstermeden başlanan pek çok iş ve mücadele önceleri bir hak temeline dayansa da kısa zamanda batıl bir istikamete yönelebilir. Sonu hüsran, yıkım olabilir. Şeytanın oyunu olmaya, çıkarlarına hizmet etmeye başlayabilir. Böyle başlayan bir işe Allah’ı (c.c.) vekil olarak görmek, göstermek ancak sözde kalan bir iddiadır. Allah’ı (c.c.) vekil olarak görmek işin başında ve sonunda haline şükretmeyi ve kadere rıza göstermeyi gerekli kılmaktadır.
Kuşkusuz her iş temelinde halinden memnuniyetsizliği, geleceği değiştirmeyi ve şekillendirmeyi amaçlar. Bu da görünüşte haline şükretme, kaderine razı olma hali ile çelişkiye ve çatışmaya düşer. Hâlbuki burada bir çelişki ve çatışma yoktur. Girişilecek her iş meşruiyetini Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünnetinden aldıkça hak temele dayanır. Zulme sapmaz. Böyle hak temele dayanan bir iş şükürle ve kadere rıza ile hiçbir zaman çelişmez ve çatışmaya da girmez. Ortada yanlış bir iş varsa düzeltilir. Haksızlık da giderilir. İş başlangıçta hak temele dayandığı gibi hak temelde gelişir ve sonuçlanır. Bu da el-Vekîl olan Allah’ın (c.c.) bu işin temelinde, gelişmesinde ve sonucunda yer aldığını gösterir.
El-Vekîl güzel ismi ile kula düşen görev, Allah’ın (c.c.) el-Hakk güzel ismi ile üzerine düşeni, yani işin gereğini yaptıktan sonra işin sonucunu Allah’a (c.c.) bırakmaktır. Hayır ve şer Allah’ın (c.c.) izni ve yaratmasıyla gerçekleşir. O’na güvenme sonucu gerçekleşen şer bile olsa içinde büyük bir hayır gizlidir. Bu da insanın her haline şükredip kadere rıza göstermesini gerekli kılar.
Nefis Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rızada anlayışsız bir insan gibidir. Ahmaktır. Bunun nedeni şudur: Nefsin zekâsı yoktur. Daha doğrusu nefis entelektüel hayatımızdan pek etkilenmez. Bu konuda güzel kitaplar okuyabiliriz, onlardan etkilenebiliriz de. Ama nefis yine de bildiğini okuyabilir. Nefse başka bir dille seslenilmelidir, yine nefis başka bir yöntemle eğitilmelidir.
Nefse ibadet dili ile hitap edilip nefis eğitilebilir. O başka bir dilden, başka bir yöntemden anlamaz. Bu iş insanın iradesine bırakılsaydı insan aynen şöyle düşünecekti: Ben düşündüğüm şeyi yapabilirim. İbadetler boşu boşuna emek, zaman, para israfından başka bir şey değildir.
Allah’a (c.c.) tevekkül, öğrenilerek elde edilebilecek bir konu değildir. Çünkü nefis asla Allah’a tevekkül etmez. Nefis göz önünde olan şeylere güvenir. Allah’ı (c.c.) görmediğine göre O’na tevekkül etmek şurada dursun Allah’ın varlığına bile inanmaz. Yani tabii kişi Allah’ın varlığına hatta kaza ve kaderine rıza gösterilmesi ve O’na tevekkül edilmesi gerektiğine inanabilir ama aynı kişinin nefsi bunların hiç birisine inanmaz. Çünkü nefis küfür üzeredir. İmana gelmesi mümkün değildir. Bunlara inanan ruhtur. Gerçi mutmainne nefs artık Müslüman’dır, Allah’a tevekkül de eder. Ama bir mümin, nefsi en yüksek makama da gelse, o hiçbir zaman buna güvenmemeli, nefisini yine de her şeyden hakir görmelidir.
Allah’ın (c.c.) kaza ve kaderine rıza göstermenin kalbi tevekküldür. Tevekkül bu açıdan çok zor elde edilen bir manevi ikramdır. Nefsin tevekkül halini benimsemesi bu konuda çok kitap okumakla, bilgilenmekle, bilinçlenmekle gerçekleşmez. İbadetlerle olur. İbadetler içerisinde de en çok zekât (sadaka), hac bunu sağlar. Zira bu ibadetlerin temeli Allah (c.c.) rızası için para harcamaya dayanır. Para bu yolda harcandıkça nefis de Allah’a tevekkül etmeyi öğrenir. Tabii bu da birden gerçekleşmez. Zamanla, yavaş yavaş olur. Zira tevekkül önemli bir cevherdir, kıymetlidir, elde etmek kolay değildir. Bunun için büyük emek harcamak ve fedakârlıklarda bulunmak gerekir.
Nefis zekât ve hac ibadetleri sırasında harcanan paraya önceleri tabii olarak tepki gösterebilir. Bu ibadetleri istemez. Ona zor ve ağır gelir. Ama kişi kendisini zorlayıp bu ibadetlere devam ederse Allah ona bu ibadetlerdeki sırları zamanla gösterebilir. Bu sır tevekküldür. Yani nefis harcadığı paranın misliyle kendisine döndüğünü görür, sırrı kavrar. Tevekkül aleyhinde olan cimrilik, acelecilik, rızık endişesi, yarın kaygısı, bencillik, Allah’a güvenememe gibi kötü huylarının ne kadar yersiz ve komik olduğunu anlar, sonra da adeta bu ibadetlere âşık olur. Bunlarla Allah’a tevekkül etmeyi öğrenir ve sever. Bu sefer de sadaka ve hac delisi olabilir. Çünkü nefis her zaman ifrat ve tefrit üzere bulunur. Bu ibadetlerde ifrata kaçan kişiler pek sırlarını söylemezler. Bilerek saklarlar. Ama itiraf ederlerse ancak bunu söylerler. Bu yolda harcadıkları paranın misliyle kendilerine iade edildiklerini, mallarını koruduklarını, kendilerine de bir gönül tokluğu ihsan edildiğini belirtirler. Tabii hal yaşanır, sözle bilinmez. İşte kitaplardaki, sohbetlerdeki tevekkül bahsini anlayamayan nefis bu önemli konuyu bu yolla anlayabilir.
Yalnız nasıl dengeli beslenmede her yiyecekten az da olsa almak gerekiyorsa ibadet hayatımızda da belli ibadetlere yüklenirken az da olsa diğerlerinden de almak nefsin dengeli bir şekilde eğitimi için çok önemlidir. Bir ibadeti çok sevmek ve çok yapmak güzeldir. Ama hoşa gitmeyen diğer ibadetleri ihmal etmek de büyük bir yanlışlıktır.
Evet, nefis Allah’a tevekkülü ancak yaşayarak yani Allah yolunda para harcayarak öğrenebilir. Allah da en büyük öğretmen ve eğitmen olarak (Er-Rabb) insanlara zekâtı, haccı farz kılmakla onlara kaza ve kaderine rıza göstermenin kalbi olan tevekkül konusunu öğretmekte ve yaşatmaktadır. Daha doğrusu nefsin diline ve anlayışına uygun olarak yaşatıp öğretmektedir. Kuşkusuz insan sadece kalpten ibaret değildir. Diğer yaşamsal organları da vardır. Ama kalp çok önemli bir organdır. Manevi âlemde de beyin kadar önemli bir işleve sahiptir.
Kuşkusuz zekât ve hac ekonomik açıdan zengin kişilere düşen ibadetlerdir. Fakirler bu ibadetleri yapamazlar. Doğrudur. İslam’ın zenginlik ölçüsü de bellidir. Temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra aşağı yukarı 85 gram altını veya bu değerde parası veya ticaret malı olan kişi zengin sayılır. Zekât ve hac gibi ibadetler de ancak bu kişilere farz olur. Ama bizim burada üzerinde durduğumuz asıl konu tasavvuftur. Allah’ın kaza ve kaderine rıza göstermek ile nefis yükselir. Bunun için de kişinin bir takım koşulları yerine getirmesi gerekir. Bu işin kalp kadar önemli organı da tevekküldür. Nefis tevekkül konusunu makalelerle, sohbetlerle öğrenemez. Zira nefsin entelektüel zekâyla pek ilişkisi bulunmamaktadır. Nefis ancak ibadetlerden anlamakta ve onlarla değişmektedir. Makam kat etmektedir. Öyleyse yoksul kişiler zekât vermemekle ve hacca gitmemekle nefsin değişiminde kaza ve kaderine rıza göstermede kalp kadar önemli ve yaşamsal bir organı olan tevekkülden mahrum kalmaktadırlar mı? Hayır, öyle değil, fakirlik zenginlik gibi değildir. Bir insan fakir olmakla ve fakirliğine rağmen haline şükretmekle zenginin zekât ve hac gibi ibadetlerden elde ettiği tevekkül haline zahmetsizce kavuşabilmektedir. Tabii zenginlik de fakirlik de aslında kişiden kişiye değişen, yani görece durumlardır. Önemli olan Allah rızası için vermektir. Fakir insanın verdiği şey az da olsa zengin insanın verdiği şeye göre ona hem daha büyük bir sevap hem de daha büyük bir tevekkül hali kazandırmaktadır. Hele bu fakir kişi tasavvuf yolunda ise mutlaka bu yoldaki nafile ibadetlerin yanına sadakayı da karınca kararınca koymalıdır. Çünkü Allah indinde ameller tıpkı insanların dediği şu sözdeki gibidir: Az veren candan, çok veren maldan. Bu iş onun için hayat memat meselesi kadar önemlidir. Hâlbuki sofilerin fakirliklerini öne sürerek en az önem verdikleri ibadet sadakadır.
Büyük evliyalar, çok zengin insanların veli olmada çok zorlanacaklarını ifade buyurmuşlardır. Bunun nedeni de zenginliklerine göre az vermeleri ve sadece zekâtla yetinmeleridir. Evliyaların genellikle fakir insanlardan çıkmalarının nedeni az da olsa vermeleri, bu verdikleri ile zenginleri geçmeleridir. Çünkü vermede ölçü zenginlik oranı ile ölçülür, miktar ile değil.
Sadakayı biraz da geniş düşünmek lazımdır. Sahip olduğumuz bütün maddi ve manevi değerleri başkaları ile paylaşmak gerekir. Bu değerler paylaşıldıkça da artar. Hep veren olmayı istemeli ve düşünmeliyiz.
Allah bizlere kalp zenginliği ihsan ederek sadaka vermeyi, hacca gitmeyi, bunun tabii neticeleri olarak tevekkül halini, sonra da kaza ve kaderine rıza göstermeyi nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Alıntı ile Cevapla
Alt 15 Ekim 2011, 17:11   Mesaj No:5
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 30 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Kaza ve Kadere Rızanın Değerlendirilmesi: Tefekkür

Ayağa batan bir dikenin bile kaza ve kader kitabında bir anlamı vardır. Bu bir uyarı, daha büyüğüne işaret eden bir anlama sahip olabilir. Ayrıca bir günahın da şefkat tokadı olabilir. Belki de iki ayrı anlama da gelebilir. Ama mutlaka Allah’tan mesajlar içerir. Bozulan bir çamaşır makinesi kişinin tövbe edeceğini ve yeni bir hayat rotası çizeceğini önceden haber verebilir. Ayrıca bir şükürsüzlüğe ve isyana da ufak bir kulak çekme anlamı da içerebilir. Duvardan düşen bir resim o kişinin kalbini kırmaya, ölümüne, itibardan düşmesine ima edebilir. Yani kader öyle bir kitap ki büyük olaylar gerçekleşmeden önce yavaş yavaş konunun gelişmesine ve nirengi noktalarına yeri geldikçe değinebilir, çeşitli dokundurmalarla önceden bazı şeyleri haber verebilir. Ayrıca önceden yaşadığımız iyi veya kötü eylemlerimizin dünyadaki manevi ödülleri veya cezaları olabilir de.
Müslüman kaza ve kader kitabını okurken kafayı bazı şeylere takmamalıdır. Yoksa saplantılı takıntılı bir psikolojik rahatsızlığa yakalanabilir. S. Freud bu psikolojik rahatsızlığa yakalananların çok zeki insanlar olduğunu söylemektedir. Bunun nedeni bu insanların başlarına gelen olay ve olgularda bazı ilahi kanunların farkına varmaları, yani olay ve olguların gelişigüzel olmadığını, belli kanunlarla cereyan ettiğini algılamalarıdır. Ama onlar bazı şeylere takılıp kalırlar ve bunlarla hayatlarını zorlaştırırlar. Bir Müslüman için böyle bir tehlike olmamalıdır. Müslüman ilahi kanunlara değil Allah’a güvenir. Bir takım uyarılar algılarsa hayatını zorlaştırmaz, duasını yapar, Allah’a tevekkül ederek işine gücüne bakar. Kötü bir şey başına geldiğinde hayatını gözden geçirip hatası varsa tövbe edip sabır gösterir. İmtihandan geçirildiğini anlar. İsyan etmez. Onun amacı ders almak ve benzer hataları yapmamaktır. Müslüman’ın kafasına taktığı tek kitap Kuran-ı Kerim olmalıdır. Daima onu okumalı, hayatını ona göre düzenlemeli ve onun emir ve yasakları ile hayatını sorgulamalıdır. Tabii kaza ve kader kitabı ahrette bize sunulacak amel defterimiz olacağı için ihmal de edilmemelidir. En az haftada bir kez kontrol edilip üzerinde tefekkür edilmelidir.
Müslüman madem kaza ve kadere, hayır ve şerri Allah’ın yarattığına inanıyor, öyle ise ara sıra kaza ve kader kitabını okumalı ve yaşadığı olaylarla Allah’ın kendisine nasıl mesajlar verdiğini düşünmelidir. Bu güzel bir tefekkürdür.
Tabii burada kaza ve kader konusunda yanlış bir itikada düşmemek için ehl-i sünnetin çizgisini hatırlatmakta fayda vardır. Her şey bir amaç için gerçekleşmekte ve Allah’ın izni ile yaratılmaktadır. Başımıza gelen bütün hayır ve şerler ve bizim yaptığımız bütün iyi kötü her şey de bu kapsamdadır. Her şeyi yaratan Allah’tır. İnsan kalbinde geçirdiği bir niyetle Allah’ın yarattığı filleri sahiplenmektedir. Daha doğrusu Allah bu niyetle kulu o yaptığını sandığı fiillerden sorumlu tutmaktadır. Böylelikle kula verilen cüzi irade (kısmi irade) doğmaktadır. Kul cüzi iradesi ile bazı şeyleri yapmak için harekete geçmekte, bu sırada yaptığını sandığı filleri Allah yaratmakta ve kulu bunlarla sorumlu tutmaktadır. İsterse bunları yaratmayabilir de. ‘Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı. (bk. Saffat suresi, ayet 96).’ Bakınız şu ayette de Allah nasıl da doğadaki en küçük bir fiile bile sahip çıkıyor: ‘Bir yaprak bile O’nun ilmi dışında yere düşmez. (En’am suresi, ayet 54)’
Hayatımızda gerçekleşen her şey Allah’ın izni ve yaratması ile meydana geldiği için gelişigüzel meydana gelmez. Kompozisyon içindeki kelime, içerisinde bulunduğu cümleye belli bir anlam kattığı gibi bu cümle de kompozisyon içerisinde bir işleve sahiptir. Bunun gibi gerek irademizle gerekse irade dışı meydana gelen her şey için bu kural geçerlidir. Yani ister farkında olalım ister olmayalım bizim için kaza ve kader adı verilen bir kitap yazılıyor. Bu kitabın her satırı da diğer satırla şu veya bu açıdan irtibatlı bulunuyor. Ahirette bu kitap bize sunulmadan önce okumakta ve bu satırlar arası ilgileri görmekte büyük bir fayda vardır. Aslında bunu her zaman yapmalı ve sürekli içerisinde bulunduğumuz olayları birbiri ile ilgi kurarak anlamlandırmalıyız. Bu kitabın sonunun iyi bitmesi için daima değerlendirmelerde bulunmalıyız. Tefekkürü elden bırakmamalıyız.
Allah’ın değişmez, şaşmaz kanunlarını kaza ve kaderi değerlendirirken görmek imanın yakinleşmesini sağlar. Zira nefis yaşanan olaylardan ders alır. Entelektüel zekâyla nefsin pek bir ilgisi yoktur. Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından birincisinin başa gelen bütün bela ve musibetlerin günahlarımız neticesi olduğunu bilmektir. “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, ayet 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, ayet 79).” “Şu kesindir ki, Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez (Nisa suresi, ayet 40).”
Yalnız kişi başkaları için edep gereği bu ölçüyü kullanmaz. Onlar için Allah yüce makamlar ihsan etmek için bela ve musibete duçar ediyor diye düşünür ve böyle de konuşur. Çünkü yüce Allah bela ve musibet konusunda başka bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ey müminler, (itaat edeni asi olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan ve mahsullerden eksiltmek ile imtihan edeceğiz. Ey resûlüm, sabredenleri müjdele! (Bakara suresi, ayet 155)” Başkaları hakkında başlarına gelen bela ve musibetleri günahları yüzünden olduğunu düşündüğümüz zaman suizan yapmış oluruz ki bu büyük bir günahtır. Başımızı da manevi olarak belaya sokar. Zira bir hadis-i şerifte mümin kardeşinizi kınadığınız bir husus başınıza gelmedikçe ölmezsiniz diyor. Bela ve musibetlerin günahlarımız yüzünden olduğunu ancak nefsimizle baş başa kaldığımız anlarda kendimiz için düşünürüz. Bu konuda kendimizi suçladığımız anda Allah ilgili bela ve musibetin hangi günahımızdan doğduğunu kalbimize ilham eder. Bu güzel bir tefekkürdür. Şayet insanın kendini toparlamasına ve tövbe etmesine vesile olursa çok büyük bir nimettir. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere bir saatlik tefekkürün yetmiş yıllık ibadete denk olduğu cinsten büyük bir ibadettir. Çünkü kişinin nefsi sözlerle, kitaplarla pek yola gelmez. Ama şöyle bir Allah’ın kudretiyle yazılan kaza ve kader kitabına bakıp da önündeki bela ve musibetlerle günahları arasındaki ilgiyi gözle görürcesine anlayınca hatasını anlayıp gittiği yolu düzeltebilir. Bu ancak böyle bir tefekkürle mümkündür. Yoksa kimse kimsenin sohbetinden, kitaplarından etkilenerek yolunu pek değiştirmez. İnsan nefsi demin de dediğimiz gibi entelektüel zekânın sunumlarına pek değer vermez. Ama ne zaman ki işin ucu kendisini rahatsız etmeye başlar, bela ve musibet kapısını çalar, o zaman bazen şapkayı önüne koyarak şöyle bir kaza ve kader kitabının satırlarını okumaya başlayabilir. Allah’ın ihmal etmediğini ama mühlet verdiğini görebilir. Tabii bu da ancak kalbinde iman varsa, hususiyle kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman kalbinde varsa, bu aydınlanma mümkün olur. Bu yoksa böyle bir kişi her şeyin tesadüf sonucu olduğunu düşünür. Başa gelen bela ve musibetlerden ders çıkarmaz. Onu bunu suçlar durur. Öç alma duyguları ile şişer. Vakti ah vah etmekle geçer. Görünen nedenlere bakar, vaktini bunları eleştirmekle harcar. Günahlarla bela ve musibetler arasındaki derin ilişkileri sezmez. Anlamak da istemez.
Elbette bela ve musibetler durduk yerde başa gelmez. Birileri bunlardan sorumlu da tutulabilir. Mümin bu konuda hakkı ve hukuku yükseltmeli, bunun gereğini yerine de getirmelidir. Bunun için gerekiyorsa polise, mahkemeye başvurmalıdır. Bu yapılması gereken bir görev ve ödevdir. Hakkı hukuku aramamak, ayrı bir sorumluluktur, manevi yüktür. Ama iş bununla bitmemelidir. Bir de suçu kendimizde arayarak kaza ve kader kitabında hangi kötü amelimizin karşılığı olarak kaza ve kader niçin gelip bizden bunun için, yani gizli adalet için, bu bela ve musibetle kapımızı çaldı diye sormak gerekir. İşte bu sorgu ve sual nefse çok ağır gelir. İnsan bu noktada nefsine toz kondurmak istemez. Hatasını görmek hoşuna gitmez. Ama şunu bilelim ki nefsimiz kâfilerden bile alçaktır. Mümin her daim nefsi ve şeytan ile harp halindedir. Bu savaş asla bitmez. Son nefeste bile daha çetin olarak devam eder. Bazen insanın kendisini kaybettiği anlar olabiliyor bu imtihanda. O zaman işlenen günahlar gerçi unutulup gidiyor. Ama kaza ve kader unutmuyor. Allah böyle bir eksiklikten uzaktır. Gizli adaletin çarkları işliyor. Yeri geldiğinde Allah bizim o günaha tövbe etmemiz, doğru yola girmemiz, tabii en önemlisi de kaza ve kaderin bu sırlarına vakıf olup imanımızın artması için bela ve musibet olarak önümüze bu günahların meyvelerini getiriyor. Allah mutlaka bu anlarda ilhamlarla kula ‘Bak,’ der, ‘görüyor musun ektiğin günah tohumlarını, ağaç oldu meyve verdi, ye de bak ne kadar acı, işte sen bunları benden utanmadan yaptın, gel tövbe et ve yoluma gir de seni temizleyeyim, sana merhamet edeyim, bari ahrette bu bela ve musibetler senin için bir ibadete dönüşsün de çektiğin sıkıntılar bir şeye değsin. Sana yarasın.’ Onun için veliler ‘Kahrında hoş lutfunda hoş’ demişlerdir. Çünkü Allah’ın bu dünyadaki kahrı tövbeye ve sabra dönüştü mü ibadet hükmüne geçiyor ve ahrette rahmete vesile oluyor. Tövbe etmiş, hak yola girmiş kul bu kahra hiç şükretmez mi?
Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından birincisinin başa gelen bütün bela ve musibetlerin günahlarımız neticesi olduğunu bilmek olduğunu söyledik ve bu konuyu da yeterince açtık sanırım. Allah’ın değişmez ve şaşmaz kanunlarından ikincisinin de bir zamanlar yapılan iyiliklerin, gönül almaların, hayır ve duaların da hayatımızı kolaylaştıran ve geliştiren imkânlara dönüştüğünü görmektir. Yaşadığımız güzellikler ve iyi haller de böyle bir kanuna bağlıdır. Gerçi bunlarda nefsin kendisine pay biçmesi doğru değildir. Zira iyi haller Allah’ın bir lutfu olarak görülmelidir. “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisa suresi, ayet 79).”
Allah her birimize rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
kurbanım beğendi.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Muhsin İy muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 11 07 Eylül 2014 07:24
Kaza ve kadere iman Medineweb Akaid 0 02 Ağustos 2014 13:29
Kaza ve Kadere İman Medineweb İslam İnanç Esasları 0 09 Mayıs 2014 16:12
Orucun Kazası, Kaza Orucu, Kaza Oruçları, Kaza Orucu Nasıl Tutulur/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 0 26 Temmuz 2012 10:05
Orucu Bozmanın Cezası: Kaza Ve Kefaret / Kazâ ve Keffâret Nedir? MERVE DEMİR Oruç-Ramazan 2 10 Nisan 2009 14:33

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.