Konu Başlıkları: ""said nursi kimdir?""
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27 Ocak 2011, 21:48   Mesaj No:30

ebuzer@34

Medineweb Acemi Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:ebuzer@34 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13109
Üyelik T.: 30 Aralık 2010
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 28
Konular: 3
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: ""said nursi kimdir?""

Selamun Aleykum


Ben şahsen kuran sünnetin kullanmadığı hiç terimi kullanmamak gerektiği taraftarıyım.
Bunu derken şunu kast ediyorum.Bu terimleri İslam dini adına kullanmamak lazım.Bu küfürdür demiyorum fakat bunun bir çeşit bidat olduğuna inanıyorum.Allah,zatını,sıfatlarını, fiillerini,rasulunü,islamı,ibadeti,takvayı kısacası dini tarif ederken mükemmel terimler kullanmış ve bu terimlere çok geniş anlamlar yüklemiştir.Bu terimler arapça dilinde zaten var idi denile bilir ki bu doğrudur.

Belkide Hz. Muhammed (sav) in arabların içerisinde dünyaya gelmesi,arapçanın çok geniş bir dil olmasından da kaynaklanmış olabilir.Yani şunu demek istiyorum Allah kıyamete kadar sürecek olan bu dini bir program dahilinde insanlara sunduğuna göre bu kuranın arapça olarak inmesi ve peygamberin sadece arap olmasından kaynaklanmadığına inanıyorum.

Peygamberin de arap olarak dünyaya gelmesinin hikmeti bu dilin terimlerinin çok geniş manalarda kullanılmış olmasından kaynaklnamış olabileceğine inanıyorum ,acizane hiç bir şeyin teasdüdüfen ortaya çıkacağına inamıyorum.Bu yüzden kuranın arapça olarak muhakkak korunması gerektiğine kanaat etmekteyiğim.Yani kişi istedği dilde dua edebilir bunda bir sakınca görmüyorum fakat islamın olmazsa olmazlarını vurgulayan terimleri, manalarını bilerek orjinal şekliyle ibadetlerin gerçekleştilmesinin en doğrusu olduğuna kanaat getirmekteyim.Bu sebeple din adına ortaya atılmış olan terimleri,kökünden red ediyorum.Siz takvayımı izah etmek istorsunuz buyrun izah edin kuran ve sünnette en güzel şekliyle izah edilmiştir zaten,bu izahlar sizi tatmin edemiyorsa lütfen yeni bidatler ortaya çıkarmayalım.

Bu bidat terimlerinden bir kaçıda şunlardır.

Vahdet-i vucüt ve vahdet-i şuhud terimleridir.

Şimdi bazı arkadaşlarımız şunu idda edebilmekteler,Ebu Bekir Sıddık,Ebuzeri ğifari gibi şahsiyetler de tasavufu benimsemişlerdir derler,bunun hiçte adil bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum.Eğer siz onların takvayı,islamı,Allah’ın vahy etmiş şekli ile tertemiz katıksız imanlarından söz ediyor iseniz,neden o zaman takva kelimesi yerine tasavuf kelimesini kullanmak ihtiyacı duyuyorsunuz.Konuyu şuraya getirmeye çalışıyorum.Bu terimlerin halk arasındaki anlamları evet öyledir sizin dedğiniz gibidir bu doğrudur,fakat bu terimleri türeten ve islama sokan,bu terimlerin sahipleri bakalım sizin anlamak istediğiniz manalarımı yüklemişler,yoksa kendi iğrenç fikirlerine bir zemin mi hazırlamışlar,hep birlikte görelim.

Vahdet-i şühud görüşünü tam olarak algılaya bilmek için aslında vahdet-i vucüd görüşünüde bilmek gerekmektedir. Vahdet-i vucüd görüşü Hallacı Mansurun ortaya attığı,fakat endülüslü olan ibn-i arabi tarafından sistemleştirilerek büyük kitleleri adeta kasıp kavurmuştur.Özellikle bu görüş islam düşmanları tarafından oldukça benimsenmiş Allah'u alem avrupanın bir çok ülkesinde üniversetelerde ders olarak okutulmuştur.Burası çok önemli.

İsalmın (İ) sinden bile rahatsız olan yahudi ve hıristiyanların evliyaül ekber denilen bir zatın kitaplarını kendi üniversitelerinde okutmaları insanın beynini adeta zonklatmaktadır.Her fırsatta Allah’ın rasülüne hakaretler yağıdırarak onun hakkında karikatürler çizerek adeta yerden yere vurdukları Hz.Muhammed (sav) e bu kadar kinlerini açıkca dile getiren şu aşağılık hiristiynalar ve yahudilerin ibn-i arabinin bu iğrenç fikirlerine sahip çıkmaları manidardır doğrusu.

Bizim ilim yapmış arkadaşlarımız halen bu kadar açık net olan hadiselere karşı adeta imanlarını tehlikye atarak sahip çıkmalarını inanın anlamak mümkün değildir.


Vahde-i vucüd görüşüne karşılık İmam Rabbani vahdet-i şuhud görüşünü geliştirmiştir..Allah’tan dileyim şudur beni yanlış bir yorum yapmaktan korusun,bu konuları uzun yıllardır sandığa gömmüş idim fakat zaruret olunca dün gece tekrar bir göz atmak zorunda kaldım ve inanın neredeyse bende onlar gibi kafayı yiyecektim,öylesine karmakarışık,böyle fikirleri okuyupta içinden sağlam çıkmak hakikaten çok zor bir durumdur.


Vahdet-i Şuhud ne anlama geliğini tam anlamak için birazcık vahdet-i vucudu anlatalım.


Vahdet-i Vücud: özetle

1-) Sadece Allah vardır, onun dışında bir varlık yoktur,
esasına dayanan bir çeşit görüştür“La mevcude illa hu” cümlesiyle özetlenir

2-) Allah’u Teala’dan başka var olan her şey nat ve taayyunat alemidir.Şuunat ve taayyunatın hepsi de Allah’ın görüntüleridir.O, onlar içinde tecelli etmekte ve onlar içine sirayet etmiş, girmiş bulunmaktadırBu sirayert sayıların içine birin sirayeti gibidir.Sayıların bütün rakamları birler basamağının tekrarından başka bir şey değildirKainatta bir tek kaynak, yani bir tek zatın tecellisi vardır.Çokluk içinde ancak o tecelli etmektedir.O’nun zatından çokluk meydana gelmezAllah’ın mukaddes zatının varlığından o çokluk alemi gözler önüne çıkmıştır.Ancak Allah’ın zatı o çokluk içinde görülendir.


3-) Gerçek varlık birdir.O’nun vücudu yanında eşyanın varlığı yok hükmündedir.Diğer varlıkların vücudu O’nun vücuduna nisbetle yok hükmündedir

Yani ibn-i arabiye göre bizim alem olarak telaki ettiğimiz şeyler tamamıyla bir göz yanılgısıdır.İbn-i arabiye göre madde olarak gördüğümüz yani hacim olarak yer kaplayan yani taş,ağaç,insan,hayvan,gezegen kısacası madde olarak bilinen herşey Allah’ın dışında birşeydir demek şirktir.Yani sadece”bir” vardır onun dışında hiçbirşey yoktur,var gibi gözüken insan hayvan,taş,dağ,toprak müridin gözünün yanılgısıdır ne mürid mertebe atlar fena halini alarak mertebelerini kademe kademe geçmeyi başarır ise en yüksek mertbeye ulaşır, o mertebe de fena fillah mertebeseidir.Aslında bu çok uzun bir konudur.Ben sadeleştirerek ve özetle anlatmaya gayret ediyorum.Kişi bu mertebeye ulaştığında haşa Allah olur.Yani denizin içine hani birdak su döktüğümüzde ne olur denizin içerisinde yok olur.İşte kişi de bu mertebede Allah’ın içerisinde yok olur.Sonramı ne olur

Sonra kişi haşa Allah olur,artık onun ibadet etmesi mantığını yitirmiş olur,dünyada biz kullara göre helal ve haram olan şeyler yok haline gelmiş olur.Çünki Allah'ın kendisine ibadet etmesi söz konusu olabilirmi bu saçma olmuş olur değilmi.Şimdi ibn-i arabinin kendi sözlerine bir bakalım.
Yin “Fusus” kitabında

evet tam öyle oldum öyle ise bana bağlanınız


ben allahın ipiyim yaratılışınızda bunu iyi biliniz


öyle ise kul olarak hizmete koyulunuz kapıla geliniz


zeynepi niami yada inai




yin"fusus" kitabında

“Allah'ın isimlerinden biri “El-Aliyy” (Yani, yüce) dir. Vücud aleminde O'ndan başkasının vücudu olmadığına göre, kime yücelik etmektedir? Yahut da, O, kimden ve neden
yücedir? Bu, “Ne veya kim?” dediğimiz, O'ndan başkası değildir ki...

Demek, O'nun yüceliği ancak kendisi içindir ve O, mevcudun aynıdır. Böyle olunca,
muhdes, yani, sonradan olan ve eşya diye isimlendirdiğimiz şeyler de, kendi zatı için
yücedir. Bu alemde sonradan var olan her şey, yine O'dur. O, batın olduğu gibi, zahirin de ta kendisidir. Bu varlık aleminde, O'nu gören, O'ndan başkası değildir. Varlıkta konuşan da O'ndan başkası değildir. Bu varlık aleminde, Ebu Said'i Harraz ile ve başka

insan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur.”
Ebu Sadi harraz ibn-i arabiye şunu sorar senin için karın ile bacın arasında fark yokmudur.ibn-i arabi cevaben sizin gibi insanların gözü ile baktığımızda bir fark vardır fakat bizim gözmüzle baktığımız da arasaında hç bir fark yoktur der.Neyse bunların detaylarını vahdet-i vucud konularını işlerken vereceğiz inşallah.

Bu sözleri verdiğimiz için bazı arkadaşlar bize inanılmaz tebki gösteriyorlar,bu doğru bir yaklaşım değildir biz burada kimsenin şahsına bir hakarette bulunumuyoruz,bir müslümanın yapması gereken gözü kapalı tepki göstermek yerine bu fikirleri islamın terzisne koyup tartmalarıdır.İnsanların insanlardan etkilenmeleri kadar doğal birşey olmaz .Örneğin bende ibn-i Teymiyeden,Seyyid Kutubtan,Mevdudiden,etkilendiğim bir gerçek bunu inkar etmiyorum.Biri sokakta seyid söverse ya o benim kafamı kırar yada ben onun.

Kişiler isimlerinin büyükleükleri ile değil fikirleri fiilleri ile ele alınmalıdırlar.Bu isimlerin yanlışlarını bir insan ortaya koyduğunda şunu asla yapmamak lazım. Eğer bir müslüman Seyyid Kutubun islama uygun olmayan hatta çok iğrenç fikirlerini ortaya koyarsa o müslümana teşekkür edilir,bir müslümanın yapması gereken ne ise onun gereklerini hemen yerine getirmesi gerekir.Çünki biz Allah’a iman etmişiz Seyyid Kutuplara değil,onlara saygımız ve itaatimiz vardır ancak islam çercevesi içerisnde bu mümkündür.

İklimya bacım bana ağır ithamlarda bulunurak bulanık kafalılıkla suçlamıştır .Peki bacım benmi bulanık kafalıyım yoksa yukarıdaki sözlerin sahibimi.Allah için bir düşün .Her neyse biz konumaza geri dönelim.

İşte ibn-i arabinin bu sözlerine bu fikirlerine Said-i kurd-i küfür der,ama ibn-i arabiyede hatemül evliya demektende geri kalmaz .İbn-i arabiyi öve öve biteremez.Bana göre ha ibn-i arabinin fikirlerini taşımışsınız ha onu övmüşsünüz arasında hiç bir fark yoktur.

Vahdet-i Şuhud


1-) Vahdet-i Şühud: (Müşahede edilenin vahdeti) Tasavvufi hayatın içinde olan kişi, Allah aşkı ve muhabbeti tarafından istila edilince vecd ve istiğrak halini yaşar.Bu anda hiçbir şey görmez olur.Sadece Allah’ın tecellilerini müşahede eder.Güneş doğduğu zaman yıldızların kaybolması gibi ilahî tecellilerin görülmesiyle de bütün masiva yok olur
Tevhid-i Şühudi, fena fi’ş-şühud gibi isimlerde alan bu fikirler şu cümle ile özetlenmiştir: “Lâ meşhûde illallah” (Allah’dan başka müşahede edilen, görülen bir şey yoktur, görülen her şey O’dur)

Vahdet-i Vucut ile Vahdet-i Şühud arasında kanınca fazla bir yoktur fakat bazılarına 10 ila 12 fark olduğu söylenir.

İmam-ı Rabbani, böyle bir görüş benimsedi; o da, vahdet-i vücudun, müridin manevi ilerleyişi sırasında önüne çıkan bir makam olduğudur.Gerçek ve mükemmel varlıktan başka hiçbir şeyin varlığının olmadığı, o salikin gözüne açıkça gözükür der.

Salikin cesareti de üstün olursa, o zaman maneviyat aleminde mesafe kateden salikin önüne başka bir makam gelir.Bu ise vahdet-i şühud makamıdır

Vahdet-i vücut mu yoksa vahdet-i şühud mu: İmam-ı Rabbani vahdet-i vücudun salikin seyri esnasında bir makam olduğunu belirterek bu halin kendisine de malum olduğunu şöyle anlatır.Küçüklüğünden beri o, vahdet-i vücud inancı taşırdı.Her na kadar o sıralarda manevi hal sahibi değildiysede bu konuda gönlünde ona karşı kesin bir inanç taşıyordu.O, maneviyat alemine adım attığında ilk önce vahdet-i vücud yolu önüne açıldı ve uzun süre bu makamın derece ve kademelerinde dolaştı.O makama uygun olan pekçok bilgiyi elde etti.

Bir süre sonra bu fakire başka bir nisbet hakim oldu.O nisbetin hakimiyeti sırasında vahdet-i vücud hakkında tavakkuf etti (durakladı) Fakat bu duraklama vahdet-i vücuda hüsn-ü zan şeklinde olup, onu inkar şeklinde değildi.Duraklama bir müddet devam etti.Sonunda mesele, vahdet-i vücudu reddetme noktasına ulaştı.Vahdet-i vücud derecesinin daha aşağı derece olduğu ona gösterildi de ondan daha üstün olan zılliyet makamına ulaştı.

O zaman kendisinin bu makamdan ayrılmamasını arzu etti.Çünkü bu yüceliği ancak vahdet-i vücudda zannediliyordu.Genel yapısıyla bu makam da onunla ilgiliydi, ama takdir-i ilahi sonsuz bir lütuf ve yoksulu koruma keremiyle onu bu makamdan da alarak yukarı götürdü ve kulluk makamına ulaştırdı.O zaman bu makamın yüceliği gözler önüne serildi ve açıkca belirginleşti de, o geçmiş makamlardan tevbe ve istiğfar etmeye başladı.

Eğer bu acizi o yola kadar götürmeyip de bir makamın, diğer makam üzerine üstünlüğü göstermeseydi o zaman o bu makamı kendisine bir düşüş sayardı.Çünkü o, vahdei vücuddan daha üstün bir makam olmadığını zannediyordu.

Hakk’a ulaşmanın Nakşibendi tarikiyle olabileceğini benimseyen sonra, yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, bizzat kendisine de vahdet-i vücud malum olmuş ve büyük bir merakla İbni Arabi’nin tasavvufunu incelemeye başlamıştır.Allah’ın nuru ve sıfatları onda görünmeye başlamıştır ki, bu İbn-i Arabi’ye göre tasavvufun nihai safhasıdır.Bu son safha denilen duruma ulaşmış olması, fakat her şeyine hemen bir anda yok olması yıllar yılı şeyhi bu konuda düşünmeye sevketmiş ve sonunda şunu anlamıştır:

Allah ile bir olmak sadece tecrübeye dayalıdır, mevcudiyeti sürekli olan bir durum değildir; Allah bir şeyle ittihad etmez.

Yeni iddalara göre keşifle gözlerinden perde kalktı ve hakikat en doğru şekilde kendisine malum oldu.Bu dünya, yaratıcısının varlığının sadece bir alâmetiydi ve O’nun sıfatlarını yansıtmaktaydı.O, bu sıfatlardan bir mürekkep değildi.

İbn-i Arabi’nin okuluna mensup olanlara göre vahdet-i vücud, tasavvufî kemâlâtın nihaî basamağıdır,oysa, aslında her müridin yaşadığı hallerden biridir sadece Müridler bu başlangıç safhasını geçtikten sonra Hak yolda ilerlerler.Hâce Nakşibendi, işitebilen, görülen ve bilinenlerin hepsinin bir perde olduğunu söylemiştir.

Bunun “lâ” sözüyle reddedilmesi gerekir demiştir.Bir’in varlığı, müridin Bir’in dışında hiçbir şeyi görmemesi demektir.Vahdet-i vücudu, Bir’in varlığının her şey olduğunu bilir ve onun dışında her şeyin hiçlikten ibaret olduğunu düşünür; lakin aynı yokluk, onun tarafından, Bir’in o varlığa hululü olarak kabul edilir

Peygamberler hiç bir zaman vahdet-i vücudu vahded-i şuhudu zikir etmediler.Hiçbir peygamber, herhangi bir yaratığı, yaratıcının şekli değiştirmiş sureti diye nitelemedi.Onların gayesi, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah’a inanmayı insanlara öğretmek oldu.

Ben mümkün olduğu kadar kısa anlatmaya çalıştım fakat hakikaten içinden çıkılmaz anlaşılması zor karmakarışık şirk dolu anlayışlardan başka bir şey değildir bu fikirler.

Said-i kurdi vahdet-i şuhudu benimsemiş bir zattır.

Fakat meseleler bu kadar basit değildir,gerek ibn-i arabinin,gerek mevlanın,gerekse Said-i kurd-i kitaplarını inceledikçe inanılmaz akla hayale sığmaz kurana uymayan o kadar hikayler ve sözler vardırki bunları anlatmakla bitiremeyiz.Yazımın sonunu o zatların bazı iddalarını aşağıya koymaya çalışacağım.

Şimdi Muhsin abim senin tasuvuf terimine yüklediğin mana farklı,bu zatların yüklediği mana farklıdır.Bu zatlar hayal aleminde yaşayarak alemin çeşitli katmanlarını dolaştıklarını idda ederler ibn-i arabi uzayın katmanlarını aşarken güya hz.İbrahime hz. Musaya hz.Nuha namaz kılarak imamlık yapmış daha sonra bütün katmanları geçerek haşa sümme haşa o en yükseğe çıkmak suretiyle Allah olduğunu Allah'ın içinde eridiğini idda etmektedir.

Bunu katblarında uzun uzun anlatmaktadır eğer sende o kitaplar yoksa bana söyle ben buraya onları yayınlayayım.Bu zatların tasavuftan ne kast ettiğini anlayamacak kadar çocuk değiliz.

Sen Muhsin abim en güzel niyeltlerinle temenilerinle bu terimlere güzel anlamlar yüklüyorsun bunu anlıyorum. Fakat bu zatlar senin gibi temiz niyetli değildirler buna inan.Bir abin olarak ve tecrübelerime dayanark diyorum ki gel imanını sıkıntıya sokma.

Biz msülümanlar bir ay boyunca yemeyiz içmeyiz kendimizi bütün gün aç bırakırız neden,çünki gayemiz yüce rabbimizin rızasını kaznmak içindir ,o halde neden bu amellerimizi boşa çıkarmaya çalışıyoruz anlıyamıyorum.

Ebuzeri örnek veriyorsun be abim,Ebuzerin o meşhur hadisini biliyorsundur.
Nebi kim "lailaheillallah" derse cennete girer dedi.

Ebuzer:ya Nebi bu kişi zina etsedemi
Nebi:evet Ebuzer zina etsede:
Ebuzer peki bu kişi hırsızlık yapsadamı
Nebi: evet ebuzer hırsızlık yapsada,ebuzerin sorularının arkası kesilmeyince Allah'ın Nebisi şöyle buyurdu evet Ebuzerin burnu yerde sürtünse bile yine cennete gidecek dedi.

İşte Ebuzer bu,Ebuzer hayretler içerisnde bir müslüman nasıl zina eder,nasıl hırsızlık arsızlık yapar,aklı almıyor.Çünki Ebuzer o kadar saf temiz ihlaslı bir şekilde iman etmiştirki kafası şeytanlıklara hilebazlıklara yok efendim sufuliğin değişik değişik mertebelerine,insanın Allah'ın varlığının içierisnde eriyeceğine basmazdı.

Emevi sultanları diyelimki yakın bir akrabaları yada elit kesime ait birinin oğlu hırsızlık yaptı bu hırsız kadının(hakimin) huzuruna getilidiğinde hakim bu hırsızın aslında o eşyayı çalmadığını onun yerini değiştirdiğini bunuda hırsızlık sayılmayacağını hüküm vererek böylece onu serbest bırakırlardı.

Halbuki sıradan insanların açlıktan çoluk çocuğu için bir dilim ekmek çalmak zorunda kaldığınıda da onun elini hemen keserleridi.

Günümüzde bir simit için hüküm giyen insanlar olmadımı,bir yandanda devletin bankalarını hortumlayanlar farklı yorumlanarak serbest gezmedilermi işte Ebuzer bu çirkinlikleri görmüş ve canı pahasına karşı koymuştur ve canından olmuştur.

Eh be güzel abim onunla bu fikirlerin sahibini nasıl aynı keseye koyarsın.Bizim yapmamız gereken bu tarz fikirleri kitabımızın adalet dolu terazisine koyup tartmaktan başka birşey olmamalıdır.

Biz müslümanlar rabbimizi şöyle biliriz.

O doğmamış ve doğrulmıştır,o hep vardı ve ebediyete kadar var olacaktır,o biz insanlar gibi acıkmaz,uyuklamaz,bütün beşeri özelliklerden münezehtir.O Hayy ve Kayyum dur.O vardır,birde gücünün saltanatının eserleri vardır,bu eserler kainattır,insandır, melektir,evrendir,dağlardır,sulardır,oksijendir,kı sacası,algılayabildiklerimiz ve algılayamdıklarımız her ne varsa onun yüce kudreti ve yaratma sanatıdır.Bu yaratılanların hepsi onamuhtaçtır ama O hiç birşeye muhtaç değildir.

O her varlığın kendisne bağlı olduğu kainatı yöneten kayyum dur.

””Bütün yüzler diri ve herşeyi ayakta tutana boyun eğmiştir.Zülüm yüklenenler ise perişan olmuştur” taha/111

“”Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım””zariyat/56
Biz insanlar işte bunun için yaratılmışız biz insanlar o değiliz onun kullarıyız. Yeryüzünde ve alemlerde her ne varsa canlı cansız herşey ona boyun eğmiştir ve onu zikir ederler
o mevlanaların ibn-i arabilerin said-i kurdilerin isnadlarından münezehtir.

Muhsin abim benim kurandan rabbimi tanıdğım gözüm bu,o zatların hangi kitapları okuyarak hangi gözle baktıkları inanın umurum da bile değil.Benim iman ettğim hesaba çekileceğim kitabım bana rabbimi bu şekilde tanıtıyor.Eğer bu inancımda bir sakatlık var ise Allah için beni uyarın.

Said-i kurdinin kendi kitaplarındaki iddaları

"Fenafillah" hakkında şunları söyler;

" Ehl-i tarikat ve hakikatca müttefikûn aleyh bir esas var ki: Tarik-i hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmâresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza... tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider.." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.122)

"Said Nursi, "Vahdet-i Vücûd"un çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmektedir.
45,299,300-9.ve 28. Lem’a; Mektubat.s. 424,…))

Said Nursi ise yüksek ve kuvvetli iman sahibi Muhyiddin-i Arabî gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olduğunu ancak dikkatli olunması gerektiğini söyler.

Vahdet-i Şuhûd'un ise zararsız ve yüksek bir meşreb olduğuna inanır.
(Lem’alar.s.45)

Said Nursi herkesin kendi kitaplarına muhtaç olduğunu söylüyor.
(S:9)

Bu acip asırda ehl-i îman, Risale-i Nur'a ve ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsa'ya şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar'a şiddetle muhtaçtırlar.

Said Nursi ayetlerin kendi risalelerini işaret ettğini söylüyor.
(S:55)

Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.

Bir nurcunun kabir sualine gramerle cevap verip rahmeti ilahiyeyi güldürdüğü söylüyor.
(S:70)

İlm-i sarf ve nahvi okuyan bir medrese talebesinin vefat edip kabirde Münker ve Nekir'in " Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?" diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir. Müşkil bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşful kubur velisini güldürdü ve rahmeti ilahiyeyi tebessüme getirdi.
Barla Lahikası

“Mühim bir zatın Kur'an'ın icazını beyan et emri” söylüyor.
(S:11)

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir." Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.

Risale-i Nur bütün olarak kusursuz ve noksansızdır diyor.
(S:23)

...bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahi ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberiye iltica eyledi. Şöyle ki: Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübinin nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.
Eğer sayfa numarlarında falan hatalar yapmış isem lütfen uyarın düzelteyim

""Allah'a Emanet Olun Ey Allah'ın Kulları""
Alıntı ile Cevapla