Konu Başlıkları: Tasavvuf nedir?
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Ocak 2008, 18:56   Mesaj No:37

maşuk

Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Mürşid-i kâmil(-2)

Kâmil mürşidler, Allâh'ın dostudurlar.

Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar.


Kalbleri Allâh'a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler.


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür.


Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.


.....................
Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur.


Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder.


Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir.


O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında


bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de


Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri,


sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için,


kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.

Üçüncü vasıf:
Mânevî tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz.


Bu vazîfe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e


kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tensib ve tâyini ile olur.


Böyle bir tâyin olmadığı zaman silsile orada kesilir.


Bu sebeple bâzı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman kendilerine halef olarak,


yollarını devâm ettirecek birini bırakamazlar. Bâzen bir tane, bâzen de -Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi-


bir zuhûrât ile çok sayıda mürşid bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk'a âit bir keyfiyettir.




Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve mânevî hakîkatleri alıcı hâle gelmesi,


bâzı temrinlerle mümkündür. Bunun için mânevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbîk etmek îcâb eder.


Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır.


Her sâlik, mânevî inkişâf için kendisine rehber olacak bir mürşid aramalı,


ancak terbiyesi altına gireceği mürşidde de bâzı vasıfların mevcûd olup olmadığına dikkat etmelidir.


Mühim birkaç îkâz:



Buraya kadar anlattığımız husûsiyetleri ile mürşid-i kâmiller,


müstesnâ birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebârüz ettiklerinden elbette ki,


onlara karşı edeb ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden mânen istifâde etmek îcâb eder.


Ancak bu edeb, hürmet ve istifâdeyi, olması gereken sınırların dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır.


Zîrâ bütün peygamberler de, sâlih zâtlar da, öncelikle hepsi birer kuldur.


Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet, mârifet deryâlarından neleri nasîb etmişse, ancak onlara nâil olmuşlardır.


Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihânın sırları açılır, zaman gelir bir adım ötesini göremeyebilirler.


.........................................


Şeyh Sâdi Gülistan'ında rivâyet eder ki, bir kişi Hazret-i Yâkub'a:




"- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber!


Yûsuf'un gömleğinin kokusunu Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?"


diye sordu.
Yâkub -aleyhisselâm- da cevâben şöyle buyurdu:




"- Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir.


Bundan dolayı gerçekler, bize bazan ayân olur, bazan kapanır!"




Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de,


birgün kendisine o an için bilmediği bazı suâller soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine istinâden,


"inşâallâh" lafzını söylemeden:
"- Yarın gel, cevabını vereyim!" buyurmuştu.
Ancak ertesi gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti.

Böylece âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nûru dahî âciz kaldı. Nihâyet ilâhî vahiy ancak:

"(Rasûlüm!) Allâh'ın dilemesi olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için

"Bunu yarın muhakkak yapacağım." deme!"


(el-Kehf, 23-24) îkâzıyla birlikte gelmeye başladı.




Bu ölçü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk ettikten sonra,


onun muhtevâsının, bütün kullara ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak lâzımdır.


Bu bakımdan, meselâ Allâh'ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlaka kabul olacak veya


bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez.


Zîrâ bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı Hakk'ın murâdına muvafık düşmelidir ki, maksad hâsıl olsun.


Ayrıca yapılan duâ ve ilticâların hepsinin kabulünün,


hemen bu dünyâda değil, daha sonra, yâni âhirette de tecellî edebileceğini ve


bunların da Hakk'ın irâdesine bağlı keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.
Alıntı ile Cevapla