Konu Başlıkları: Tasavvuf nedir?
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Ocak 2008, 19:02   Mesaj No:38

maşuk

Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Mürşid-i kâmil(-3)

Başka bir önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın

farklı farklı meşreb ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir.


Onun için hepsinden aynı meşreb ve tasarrufları beklemek doğru olmaz.


Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi Musâ -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır'da yoktur;


Hızır -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Mûsâ'da yoktur.


Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz.


Zîrâ her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır.


Ama elbette ki, hepsinde asıl gâye, kulluk ve mârifettir.


Çünkü Rabb'e giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çoktur.
Diğer bir mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında olmadığı hakîkatidir.


Yâni bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır.


Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse olan Bel'am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrâna uğramıştır.


Bu hâdise Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirilir:
"Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak


azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık;


fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da,


dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir."


(el-A'râf, 175-176)



Kasas Sûresi'nde bildirilen Kârun'un misâli de böyledir.


O da pek müstesnâ sâlih bir kul iken, sefil bir gâfil ve rezil bir âsî olarak ebedî saâdetini perîşân etmiştir.


Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir.


Dolayısıyla hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun,


her hâlükârda kulların içindeki nefisler dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrâna uğratabilmektedir.


Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile:




"Allâh'ım! Rahmetini umuyorum.


Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma!


Her hâlimi ıslâh eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur..."


(Ebû Dâvud, Edeb, 100-101)


şeklinde Hakk'a ilticâda bulunmuştur.




Hak dostları da, dâimâ bu hadîs-i şerîfin muhtevâsı içinde yaşarlar ve hiçbir zaman "bizim işimiz tamam oldu"


şeklinde bir vehme kapılmazlar.


Zîrâ seyr u sülûklerini bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır.


Ancak "daha olamadım" diyerek kendi noksanlarını görenler,


acziyet içinde ve ilticâ hâlinde olarak hiç durmadan yol almışlardır.


Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî,


o kâbına varılmaz kulluk tezâhürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı hiçbir zaman terketmemiş ve O'nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe'ye:
"- Yâ Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?"


(Müslim, Münâfikûn, 79)

buyurmuştur.

Yine O Fahr-i Kâinât, ezvâc-ı tâhirâtın rivâyetine göre:

"Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan mağfiret dile! Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir."

(en-Nasr, 3)


âyetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve senâ ile meşgul olmuştur.
O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın,


hiçbir zaman kulluk mes'ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muâfiyet ihdâs edemez.


Yâni farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mübahlar, müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler,


kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır.


Onun için gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü:
"Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et."


(el-Hicr, 98-9)


emrine tâbî olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar.
Böyle mânevî rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte bulunmazlar.


Hattâ Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler. Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler,


yaptıklarının değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma, kendileri oruçlu oldukları hâlde,


iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir miskine,


diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla iftar etmişler,


ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de:
"- Biz, sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksad ve niyetimiz, Rabbimizin rızâsıdır..."


şeklinde mukabele etmişlerdir.
Hâsılı gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek sûretiyle


peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazîfelerini devam ettiren rûh dünyâsının zirveleridir.


Aynı zamanda bu Hak dostları, Allâh'a ve onun ulvî sıfatlarına ârif olarak îmânlarında ihsân derecesine ulaşmış kimselerdir.


Böylece kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, mârifet vesâir nîmetler bahşedilmiştir.


Lâkin hiçbiri bir sahâbe derecesinde değildir. Elbette sahâbe de peygamberlerin merbetesinde,


peygamberler de Hazret-i Peygamber'in makâmında değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelince, o da, Hak Teâlâ'nın sadece kulu ve Rasûlüdür.
Bu hakîkate binâen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları hâle göre muâmele etmelidir.


Yâni Veysel Karânî ve hattâ İslâm hukukunu tedvîn eden İmâm-ı Âzam bile


hiçbir zaman bir sahâbe derecesinde olamaz.


Zaman zaman bazı gâfillerin,


üstad belledikleri şahısları sahâbeden, hattâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den üstün tutarcasına bir saygı,


ihtirâm ve -gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatâdan öte bir dalâlettir.


Bu dalâlet, Cenâb-ı Hakk'ın taksimâtını tersine bir mübâlağa içinde


hakîkatten uzaklaştıran garip bir ifrattır.


Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle,


gâfilâne medh ü senâlardan menetmiş ve övülecek hususlar şâyet nefsâniyete sebebiyet verecekse,


medheden kişiyi kastederek:




"Onun yüzüne toprak serpin!"


(Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 5)


buyurmuştur.




Çünkü nefsi tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzâlardır.
Alıntı ile Cevapla