Durumu: Medine No : 523 Üyelik T.:
04 Kasım 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:35 Mesaj:
394 Konular:
1 Beğenildi:2 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Tevessül Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir. Allâh'a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur'ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh'tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O'na duâ ve ilticâda bulunmak demektir. Mâide Sûresi'nin 35. âyet-i kerîmesinde: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ "Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!.." buyurulmaktadır. Âyet-i kerîmede "vesîle" kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allâh'a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir "vesîle" olduğunu ifâde etmişlerdir. ..................... Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O'na ibâdet edebilir. Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak, onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir. Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunamamasıdır. Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe, râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz. .......................... Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir. Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler. Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan, tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır. Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet, kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse, bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir. Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz. Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm'ı mes'ul tutamaz. Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın, zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler. Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh'a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür'atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi. [SUP]............................[/SUP] Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler. Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk'ın sevdikleri hürmetine O'na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ'nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir. İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-: "Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i vesîle edininiz!.." buyurur. İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da: "Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!.." buyurmaktadır. Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: Bir âmâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek: "- Yâ Râsûlallâh! Allâh'a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!.." dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Âmâ ise: "- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!" deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: "- Git abdest al! Sonra iki rek'at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et: "Allâh'ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed'le (O'nun hürmetine) Sen'in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum... Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh'ım! O'nu bana, şefaatçı kıl!.."" (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138) Hâkim'in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708) Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in de kendi duâlarında çoğu zaman: بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالاَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِى"Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)" cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir. (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 257) Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp: "- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen'den beni bağışlamanı istiyorum." dedi. Allâh Teâlâ: "- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed'i sen nereden bildin?" buyurdu. Âdem -aleyhisselâm-: "- Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde "Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü'r-Rasûlullâh" cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!" dedi. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: "- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!" buyurdu." (Hâkim, Müstedrek, II, 672) Diğer taraftan İslâmî an'anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir. Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk'a bir duâ ve niyâzdır. Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir. Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh'a hamdetmeden ve O'nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü. Bunun üzerine: "Bu adam acele etti." buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu: "Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ etsin, sonra Peygamber'e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin." (Tirmizî, Deavât, 64) ............... Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi, Allâh Teâlâ'nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir. Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ'yadır. Bu yüzden duâda Allâh'ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ'dan istemelidir. Duâda Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh'a yapılan duânın kabulüne sebep olması için mürâcaat edilen bir usûldür. |