Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04 Şubat 2008, 08:29   Mesaj No:1

AŞK'ÜL İSLAM

Medineweb Sadık Üyesi
AŞK'ÜL İSLAM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:AŞK'ÜL İSLAM isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38
Üyelik T.: 30Haziran 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:43
Mesaj: 984
Konular: 245
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:146
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Harfler Aleminde Bir Mana Ziyafeti

Harfler Aleminde Bir Mana Ziyafeti

Prof. Dr. Yunus Çengel
Nevada Üniversitesi, ABD

Kitap görünüşte mürekkep ve kâğıttan oluşan, gözle görülen ve elle tutulan maddî bir varlıktır. Ama aslında kitabı kitap yapan içindeki manalardır ve kitabın maddesi manevî varlığı olan manası yanında bir hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek CD’ye veya flashcard’a sığan elektronik eKitapların ne kâğıdı vardır, ne de mürekkebi. Kelimeler adeta ekran sahifelerinde ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle istenilen renkte yazılıp bozulabilmektedir. Hatta denilebilir ki kitap denen şey mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür,.
Örnek olarak, 99 gram kâğıt ve 1 gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı göz önüne alalım ve bunu üzerine rasgele 1 gram mürekkep dökülmüş 99 gram kâğıt ile karşılaştıralım. Madde olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kâğıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir laboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlille geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kâğıt madde olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark mana ile alakalıdır ve dolayesi ile manevîdir. İşte kitap için mana denen şey, kâğıt ve mürekkep dışındaki herşeydir. O yüzden diyebiliz ki
Kitap = Kâğıt, mürekkep, vs (madde) + Mana
Hatta daha küçük bir boyutta, yazı âleminin temel yapı taşları olan harflerin dizilimlerini kelime yapan yine manadır ve denebilir ki kelimelerle ifade edilen manalar, mana âleminin en küçük birimleri yani atomlarıdır. Mesela, “kitap” bir kelimedir, çünkü bir anlamı vardır, yani mana yüklüdür, ama aynı beş harften oluşan “kipat” bir kelime değildir, çünkü taşıdığı bir mana yoktur. Yine diyebiliriz ki
Kelime = Harf veya ses dizilimi (lafız) + Mana
Açıkça görülüyor ki kelimelerde esas olan yine manadır, harf dizilimi olan lafız ise sadece bir kılıftır. Mana öz, lafız ise kabuktur. Mana lâtif, lafız ise kesiftir. Mana ruh, lafız is cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak bir manası veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani kelimeler de insanlar gibi bir bakıma “canlı” varlıklardır, ve onların ruhları mânâlarıdır. Manasını kaybeden bir kelime, ruhu giden bir insan gibi ölür ve dağılıp gider. Yeni bir kelimenin doğması için de önce mananın oluşması lazımdır. Sonra bu mânâya uygun bir lafız bulunur. En uygun lafız ise “şeffaf” olandır, yani içinde taşıdığı mânâyı en berrak ve canlı şekilde gösterendir – kurt ve kuzu (hatta kadın ve erkek) bedenlerinin ruhlarına uygunluğu gibi. Zira mânâ ile madde, ruh ile beden ve öz ile kabuk ters orantılıdır ve biri kalınlaştıkça diğeri inceleşir.
Mânâ ile lafız zamanla özdeşleşir ve cilt ile beden gibi birbirinden ayrılmaz olur. Bunları yeni bir lafız uydurarak ayırmaya kalkmak, bir kişinin derisini zorla yüzüp one yeni bir deri takmak gibi bir cinayettir. Yıllar süren yoğun bir bakımı gerektiren böyle bir operasyon çoğu kez doku uyuşmazlığından, mânâ bedeninin yeni lafız derisini reddedmesiyle başarısızlıkla neticelenir. Sonunda elde boşa giden emekler, boş yere çekilen acılar ve yıpranmiş bir cilt kalır. Birçok kelimesi bu şekilde dumura uğratılmıs bir dil marazlıdır ve sağlıklı büyüyüp gelişmesi çok zordur.

Mânâlara kılıf olan lafızlar zaman ve mekanla değişebilir – bugün “mektep” yerine “okul” kullanılması ve İngilizce konuşulan yerlerde kelimeye “word” denmesi gibi - çünkü maddîdirler. Ama asıl olan mânâlar sabittir, zaman ve mekan üstüdür, çünkü manevîdirler. Yani mânâlar değişik yerlerde değişik yerel kıyafetlere bürünüp öyle görülürler ve bir zenginlik ve çeşnilik oluştururlar. Benzer şekilde, mânâlar zamanla değişen modaya uyarlar ve kılıf değiştirirler.
Kelimeler mânâların temsilcisi olduklarından denilebilir ki kişilerin kelime hazneleri, mânâ zenginliklerinin ve dolayesiyle anlama ve ifade etme kabiliyetlerinin bir ölçüsüdür. O yüzden kişilerin kültür seviyeleri, konuşma ve yazmalarından anlaşılır. Dili kaba saba kullanan bir kişi, anlayışı da kaba saba olan bir kişidir.

Şimdi kelimelerdeki madde ve mânâ ilişkisini daha yakından inceliyelim. Mesela “kitap” kelimesinin ne mânâya geldiğini hepimiz biliriz. Peki, bu mânâ “kitap”ın neresinde? Harflerinde desek, değil. Çünkü “k” ve “a” gibi harflerin kitapla ilgisi yok; zaten bu harflerin tek başlarına belirli bir mânâları da yok. Keza, aynı harflerden oluşan “katip” veya “patik” kelimelerinin mânâları tamamen değişik ve “kipat”ın anlamı bile yok. Demek ki kelimelerin mânâlarının kaynağı, yapı taşları olan harfler veya sesler değil. Zaten harfler olmadan da kelimeler ve mânâlar vardı. Ancak çogu zihin soyut mânâları çıplak olarak göremez. Mânâlara bildik kıyafetler giydirmek lazımdır ki soyut mânâlar somut hayalî kıyafetler arkasında görülüp tanınsın.

Mânâlar değişik bir alemdendir – mânâ alemi – ve harf ve ses dizilimlerinden tamamen bağımsızdır. Zaten aynı mânânin değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de bunu gösterir. Kelime denen şey, belli bir harf (veya ses) diziliminin belli bir mânâ ile ilişkilendirilmesi ve zamanla özdeşleştirilmesidir. Başka bir ifade ile kelimeler, mânâ özü veya ruhunun harf (veya ses) dizilimi kılıf veya bedenine girmesi ve bütünleşmesinden oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses dizilimini bir mânâ ile ilişkilendirir ve o mânâ o harf veya ses diziliminde parlayıncaya (veya ruh bedene girinceye) kadar tekrarla onu pekiştirir.

Bu, biraz da üzerinde değişik cisimlerin isim ve resimlerinin olduğu elektrikli bir panoya benzer. Mesela “kitap” kelimesine dokununca kitap resmi aydınlanıyorsa, bu bizim bir kelimeye dokunarak elektrik ve ışık ürettiğimizi veya kitap resminin bir ışık kaynaği olduğunu göstermez; sadece, dokunmayla kesik bir devreyi kapatıp elektrik akımının kitap resmi arkasındaki bir lâmbayı yakmasına imkân verdiğimizi gösterir. Eğer panodaki elektrik devreleri ses duyarlı ise, “kitap” diye seslendiğimiz zaman da kitap resminin aydınlanacağını göreceğiz – aynen birisi “kitap” diye seslendiğinde veya gözümüz “kitap” yazısına iliştiğinde zihnimizdeki kitap mânâsıyla beraber hayalimizde bir kitap resminin aydınlanıvermesi gibi.
Mânâyı maddeden ayırmak, özü posadan ayırmayı ve mânâyı tam ve doğru olarak anlamayı mümkün kılar. Ayrıca, önyargı ve şartlanmaları kaldırıp mânâya uygun değişik maddî kılıf araştırmalarının da önünü açar. Mesela, “kitap” mânâsı, yazı âleminde “k-i-t-a-p” harf dizilimiyle tezahür ettiği gibi, ses âleminde “ki-tap” ses dizilimiyle tezahür eder. Sağır ve dilsizler için kullanılan işaretler âleminde ise, aynı mânâ parmakların belirli pozisyonu ile ifade edilir.
Kelimelerin bir araya getirilmesiyle cümle meydana gelir. Ama rastgele yan yana konan bir kaç kelime bir cümle oluşturmaz, çünkü cümlenin ruhunu teşkil edecek anlam bütünlüğü oluşmaz. Cümle kurmak, mânâ aleminin temel yapı taşları olan kelime mânâlarından daha büyük bir mânâ inşa etme sanatıdır. Bu, doğru ölçülerdeki boru veya künk parçalarının uygun bağlama elemanları ile birleştirilip içinden suyun rahatça akabileceği bir hat oluşturmaya benzer. Kelimelerle de öyle bir oluk oluşturulur ki içinden kastedilen mânâ akar. Benzer şekilde, birbirini destekleyen cümlelerin bir araya gelmesinden oluşan daha kapsamlı mânâya paragraph denir. İlgili paragrafların bir araya gelmesiyle ünite ve ünitelelerin birleşiminden de kitap meydana gelir. Bu, bir vücutta hücrelerin belli bir fonksiyonu icra etmek için bir bütünluk içinde bir araya gelmesiyle organ ve organların benzer şekilde bir araya gelmesiyle de bir vücut oluşturması gibidir.
Şimdi de mânânın öğelerinden bahsedelim. Bize niçin kitap okuduğumuz sorulsa, herhalde akla ilk gelen cevap bilgi edinmek olacaktır. Yani, çoğu kitaplardaki mânâ, ağırlıklı olarak “bilgi”den oluşur ve kitaplar yüzyıllar boyu yazarın bilgisini kağıda döküp okuyucuya aktarma vasıtaları olarak kullanılmışlardır. Akıl, madde olan beyin ile ilişkilidir, ama kendisi madde değildir. (Beyin de nihayet temel yapı taşları elektron, proton ve nötron olan atomlardan oluşur ve atomlarda “akıl” veya “şuur” diye bir şey yoktur). Beyin-akıl ilişkisi, aynen kelimelerdeki harf dizilimi-mânâ ilişkisi gibidir. Akıl, kendisi gibi mânâ olan bilginin tabiî bir arşı, yani tezahür yeridir. Hatta denebilir ki, bilgi, akıl midesinin gıdasıdır ve aklı parlatır – ışığın elmasın gıdası olup onu parlatması gibi. Kitaptaki kelimeler vasıtasıyla bilgi, yazarın akıl âleminden okuyucuların aklına aktarılır. (Tabi ki bilgi benzer şekilde bir konuşmacı tarafından seslere ve hatta elektromanyetik dalgalara yüklenerek de dinleyicilerin aklına aktarılabilir).
Bize niye yemek yediğimizi sorsalar, herhalde vücudumuzun besin ihtiyacını karşılamak için diye cevap veririz. Ama şu anda önümüze taze havuç ile beraber havuç pastası getirseler, herhalde bile bile besin yüklü havucu bırakır boş kalori yüklü pastayı yerdik. Çünkü pastayı gören zevkperest hislerimiz kabarır ve tercih kararı alınırken aklı gölgede bırakırdı. (Çocukları sadece bilgilendirerek terbiye edebileceklerini zannedenlerin kulakları çınlasın). Benzer şekilde, bir kitaplıktan kitap seçerken çok defa bilimsel kitaplar yerine şiir, roman ve anı gibi pek de bilimsel değeri olmayan kitaplar seçeriz. Kitap, mânâsı için alınıp okunduğuna göre, demek ki bu kitaplar bilgi dışı mânâlarla yüklüdür ve bu mânâlar yine kelimeler vasıtasıyla okuyucuya aktarılır.

Bu mânâlar sevgi, şefkat, merak, adalet, kahramanlık gibi şeylerdir ve bu mânâların insandaki muhatapları da hislerdir. İnsanlarda bunlar gibi, çoğunun farkında bile olmadığımız ve farketsek de tam olarak tesbit veya teşhis edemediğimiz yüzlerce his veya duygular vardır. İnsandaki bu hisler, mânâ sofraları veya denizleriyle bağlantılı manevî mideler veya havuzcuklar gibidir, ve görme ve işitme gibi beş temel duyu da bu havuzlarla denizlerin irtibatını sağlayan kanallar ve vanalardır. Mânâ sularıyla beslenen bir his havuzu, zamanla bir göl ve hatta bir derya olurken, beslenmiyen hisler çorak bir çukur olarak kalır. O yüzden madde itibarıyla âlemde bir nokta bile olamıyan insan, mânâ ve manevî bağlantıları itibariyle tek başına bir âlemdir ve koca evren ona nisbeten bir nokta gibi kalır. Meselâ insanda tek bir his (veya manevî uzuv) olan hayalin yutamıyacağı ve eline alarak evirip çeviremiyeceği maddî bir varlık yoktur.
İnsanlardaki hislere, mânâ tarlalarına serpilmiş tohumlar olarak da bakılabilir. Kurcalanmayıp kendi haline bırakılan hisler ölümün kardeşi olan “uyku” halindedir ve uyuyan bir hissin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Bir gül tohumu gibi, hislerin de gelişmeye ve açılıp âlemdeki güzellikleri görmeye ve kendi güzelliklerini de hayran bakışlara sergilemeye meyli ve şevki vardır. Bir meylin önünün açılması, bir iştahın uygun bir gıda ile tatmin edilmesi bir rahatlamatır, bir genişlemedir ve bir lezzettir.
Gıdalanmak bir hissin o anda tatmin ve teskinini, daha sonra da gelişme ve büyümesini netice verir. O yüzden okunan bir kitap (benzer şekilde dinlenen bir müzik veya konuşma, seyredilen bir TV programı, vs), aslında hisler için de bir sofradır ve kişi hangi sofraya oturacağına dikkat etmelidir. Cenab Sehabettin’in ifadesiyle, “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez; bazıları zehirler.” Okuma hızı ve alışkanlığı gelişsin ve değişık fikir ve düşünceleri öğrensin diye çocukları buldukları herşeyi okumayı teşvik etmek, çocukları buldukları her yiyeceği faydalı ve zararlı ayırımı yapmadan yemelerini söylemek gibidir. Çünkü kitap okumak, bir televizyon programı seyretmek ve hatta bir konuşmayı veya şarkıyı dinlemek mânâ yemektir ve henüz kötü mânâları iyilerinden ayırd edebilme ve kötüleri filtreleme ve atabilme becerileri gelişmemiş olanların ne yediklerine dikkat edilmelidir. Amerikalıların dediği gibi, kişi, yedikleridir. Çocuklarının maddî yapılarına girecek olan maddeleri itina ile seçen anne ve baba, çoçukların manevî yapılarına girecek olan mânâları ve dolayesi ile mânâ taşıyıcılarını da aynı itina ile seçmelidir. Günlük vitamin ihtiyacına gösterilen hassasiyet, günlük güzel mânâ ihtiyacını karşılamada da gösterilmelidir. Yoksa bedenen gayet kuvvetli ve sağlıklı ama ruhen cılız ve marazlı kişiler yetiştiriyor olabiliriz.
Mesela aşk romanları, adeta yoğun olarak romantik sevgiyle yüklenmiş birer mânâ küpüdür. Aşk romanı okumak, aslında romantizm ve sevgiyle ilgili hislere bir mânâ ziyafeti çekmektir. Kitap, mânâ lokantasında bir masadır ve yiyecek ve içecekler kelime ve cümle garsonlarıyla başka âlemlerden getirilip servis edilir. Veya kitap birçok âlemlerde sonsuz hızla gezebilen bir arabadır ve kitap okumak, bu araba ile mânâ âlemlerinde seyahat etmektir – uyanıkken rüya görmek gibi. En “sürükleyi” romanlar, merak hissini ustaca bir iştah açıcı gibi kullanan ve bu his ile beraber bir çok hissi acıktırıp doyuran, ve adeta kişinin ayaklarını yerden kesip onu değişık mânâ alemlerinde gezdirerek son derece hoş hissî ziyafetler çekip okuyucuyu mest eden romanlardır. Yemek yiyerek maddî gıda alanların bedenleri nasıl gelişip büyüyorsa ve büyüdükçe daha çok yemek ihtiyacı hissediyorlarsa, çok roman okuyarak veya filim seyrederek romantik sevgi hislerini besleyip büyütenler de gelişen bu hislerini doyurmak için romantik sevgi yüklü kelimelere, sözlere ve hareketlere kuvvetli bir ihtiyaç hissederler. Bu da düzenli olarak roman okuma ve pembe dizi seyretme alışkanlığını netice verir ve aşırı boyuta ulaşan bu beslenmeler “his obesliği” oluşturur. Bu hisleri gelişmeyip cılız kalmış olanlar ise romantik sevgi ziyafetlerine akıl erdiremezler – aynen köpeğin, iştahla ot yiyen bir ineği anlıyamadığı gibi. Bu aynı zamanda terbiye ve telkinlerin etkili ve kalıcı olması için “düzenli beslenme” gibi olan tekrarın ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Benzer tartışmalar diğer hisler için de verilebilir. Yeme hissi ve midesi olmayan bir canlının açlık elemi de yoktur, yemek zevki de – aynen otlar gibi. Bir hissin gelişmesi iştah ve ihtiyacı doğurur. İştah ve ihtiyacın tatmini haz, tatminsizliği ise ızdırabı netice verir. İnsanda yüzlerce değişik ulvî veya süflî hisler ve her bir hissin de ayrı ayrı lezzetleri ve elemleri vardır. İnsan bu hislerin gelişmişliği ölçüsünde çok veya az gelişmiştir ve gayet yüksek veya aşağı olur. Yani insanı insan yapan, akıl, şefkat, adalet, ihsan vs gibi mânâ ile beslenen hisleridir, yani manevî uzuvlarıdır. Yoksa yeme içme ve rahat içinde yaşama gibi maddî hislerin tatminini hayatın gayesi yapmak, insanlıktan istifa edip hayvanlığa ve hatta bitkiliğe inmekdir ve bu tür insanlara haklı olarak “ot gibi yaşıyor” denir. Birisi için “büyük insan” dendiğinde o kişinin “kaç kilo” ve “kaç metre” olduğu değil, kişinin ne yaptığı, daha doğrusu ne tür bir davranışla hangi ulvî hasleti tezahür ettirdiği sorulur.
Manalar, yiyeceklerdeki besinler gibi, genellikle saf değil karışık olarak gelir. Yani mânâ taşıyıcıları, kimisi zararlı birçok mânâyı beraberlerinde getirirler. O yüzden insan ağzıyla yediklerinin besin içeriği gibi, göz ve kulaklarıyla yediklerinin mânâ içeriğine de çok dikkat etmelidir. Yoksa bir-iki güzel mâna ile beraber bilmeden bir çok zararlı mânâları da alıyor olabilir, ve mânâ zehirlenmesi bile olabilir. Hatta ders veren iyi niyetli birisi, bilgi gibi güzel bir mânâyı verirken farkında olmadan insandaki bazı aykırı hislerin beslenmesine, ve bazı hislerin zamanından evvel uyanmasına sebep olabilir, ve verilen ders bazı kişilerde tam ters bir etki yapabilir. Mesela diyet yapan bir kişiye pasta veya çikolatadaki kalorilerin çokluğunu uzun uzun anlatıp zihni meşgul etmek, ve hele bunu değişik pasta ve çikolataları veya resimlerini gösterek yapmak, bu imaj ve sesleri zihinde adeta perçinler, ve çok kişi bu canavarlaştırılmış hislerle mücadeleyi kaybedip diyeti bozar. Çünkü güya akla verilen ziyafettte, aslan payını hisler yemiştir, ve aklı kenara itip irade direksiyonunun başına geçen devleşmiş hisler vücut arabasını doğruca bir pastaneye sürer.
Bunun farkında olmayan Batı dünyası, bilgi ile aklı güçlendirerek insanların akıl ve mantığa uygun doğru kararlar vereceğini ve zararlı yolu bırakıp faydalı yolu tercih edeceğini farzetmektedir. Ama yüzmilyonlarca insanın zararlarını bile bile sigara içmeyi tercih etmesi gösteriyor ki kuvvetli bir aykırı his (ki onun da altında büyüdüğünü ispat, meydan okuma, belli bir çevrede kabul görme ve takdir edilme, vs gibi başka hisler vardır) bilgi ile techiz edilmiş akıl gibi müsbet bir hisse baskın çıkabiliyor ve vücut direksiyonunun başına geçebiliyor. Keza, Batı aleminde cinsiyet eğitimi gittikçe daha erken yaşa alınıyor, ama ilgili problemler azalacağına artıyor. Çünkü zihnin bu konularla meşgul edilmesi, merağın da işlettirmesiyle bir çok hissin zamanından evvel uyanmasına, beslenmesine ve henüz tam gelişmemiş muhakemeyi mağlup edip kişiyi yönlendirmesine sebep olabiliyor. Bütün bunlar eğitimde akıl ile beraber diğer müsbet hislerin de güzel mânâlarla beslenip geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Şu iyi bilinmelidir ki tasvir ve tarif – ister yazılı, sözlü veya görsel olsun - bir ziyafettir. Ama o ziyafet sofrasına akıl ile beraber davetsiz bir sürü misafir de oturur. O yüzden hangi sofraya oturulacağına ve oturulan sofrada ne ikram edildiğine çok dikkat etmek ve kelimeleri ve hatta yüz ifadelerini iyi seçmek lâzımdır. Birşey okurken ve dinlerken, hayal hissi okunan veya dinlenen şeylerin mânâlarını resimlendirir ve akıl ile beraber diger hislerin de beğenisine sunar. Faydalı ve zararlıyı ayırd edemeyen çocuklar önlerine konan herşeyi yediklleri gibi, saf zihinler de ikram edilen mânâları iyi ve kötü ayrımı yapamadan yerler ve zihin bulanmasına ve hatta bozulmasına maruz kalırlar. O yüzden bilhassa çocukların ve nisbeten saf insanların yanında kötü ve çirkin şeyleri iyice tasvirden mümkün mertebe kaçınmalı ve zihinlerin bozulmasına ve güzel hislerin rahatsız olmasına meydan vermemelidir. Aynı şeyi ifade için kullanılan kelimeler arasında seçim yaparken de mânâsı en güzel ve nezih olan kelimeyi seçmelidir ki hayal zihnimiz için güzel imajlar dokusun ve nezih hisler gıdalanıp gelişsin. Mesela “yüz” ve “surat” akıl için aynı şeyi ifade eder. Ama hisler için aralarındaki fark, üzüm suyu ve sirke arasındaki farktan az değildir.

Çevremizi ve varlıkları algılamamızda genellikle beş temel duyumuza (görme, işitme, koklama, tatma, ve dokunma) dayanırız. Bu beş duyu da maddeyle ilişkilidir. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun sonucu olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de adeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz. Aslında madde olarak algıladığımız herşey – atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar – madde ve mânâ karışımıdır ve adeta madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde sadece mânâların beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan kılıf veya elbisedir. Yani mânâ öz, madde is kabuktur. Mânâ iç, madde ise dıştır. Mânâ ruh, madde ise bedendir. Mana zaman ve mekân üstü, madde is zaman ve mekâna ve dolayesi ile fizik kanunlarına tabidir. Madde kimine göre ince bir tül, kimine göre ise kalın bir surdur. Bunlardan biri hakikat, diğeri is zulumattır. Bakış açısı birini diğerine çeviren bir sırdır. Vicdan ise sağlam bir kantardır. Surlar tüle dönüşmediği sürece, çok mânâlar çok nazarlarda gizli kalmaya devam edecektir.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi AŞK'ÜL İSLAM 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
İnsana Tapmanın Kuranı Kerimdeki Karşılığı Kur'ân-ı Kerim Genel Medineweb 1 2884 01 Ocak 2013 16:58
Muhammed ve İnançlılar / Röportaj Anket'ler-Röportaj'lar EyMeN&TaLhA 1 2760 02 Kasım 2010 01:14
Ebuzerr / (Ali Şeriati) Ashab-Kiram(r.a) Mihrinaz 5 4952 16 Temmuz 2010 01:33
BAKMAK YETMEZ.... Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler Mihrinaz 4 2225 24 Nisan 2010 15:15
İN'SANLARDAN... Serbest Kürsü Beytül Ahzan 3 2224 02 Mart 2010 22:27