Mevlâna, İddia Edildiği Üzere Bir Moğol Ajanı mıydı?
Mevlâna’yı tam anlamıyla anlamayan sözde bazı tarihçiler, Mevlâna’nın Moğolları öven yazıları ve Moğol ordusunun Konya’ya zarar ziyan vermeden çekip gitmelerini öne sürerek onu ajanlıkla suçlama gibi bir izlenime sahiptirler.
Mevlâna misyon itibariyle meseleleri uzlaşma ve barış yoluyla çözen birisidir. Toplumun maslahatı için şiddet ve kavgayı benimsemez. Nitekim Moğollar Konya’ya kadar gelince bir haberci göndererek Moğol ordusunun komutanı Bayçuhan’la görüşme talebini iletmiştir. Bu görüşme sonrasında da bir tepenin üstüne çıkarak kuşluk namazını kılmaya başlamıştır. 322 Moğol askerleri Mevlâna’yı ok yağmuruna tutmaya niyetlenmiş, atlarını onun üstüne sürmeye çabalamışlar ancak buna muktedir olamamışlardır. Adeta ilahi bir gücün kendilerini engellediğini düşünerek Mevlâna’nın heybeti karşısında şaşırmışlar ve onun keramet sahibi bir insan olduğuna karar vermişler, geriye dönüp gitmişlerdir. Bu tarihi bilgiler resmi kayıtlarda mevcut olup Konya’yı istila ve işgal etmeyi düşünen Moğolların Mevlâna gibi Allah dostu bir insanın kendi canını feda etme teşebbüsüne taaccüp etmişler ve niyetlerini gerçekleştirememişlerdir.323 İddia edildiği üzere Mevlâna bir Moğol ajanı olsaydı Konya’da kendi beyliğini kurar, yokluk içerisinde değil varlık içerisinde yaşardı. Bu iddia fanteziden başka bir şey değildir. Gönüllere taht kurmuş bir insanı böyle bir iddiayla itham etmek abesle iştigal etmektir. İddia isnada, isnad iftiraya dönüşürse gerçek lekelenir. Gerçek şudur ki, Mevlâna’ya isnad edilen ajanlık, gerçek dışıdır.
Mesnevi’de Niçin Müstehcen Örnekler Verilmiştir?
Mevlâna ne şehvet düşkünüdür ne de şehvet düşmanıdır. O her konudaki itidalini cinsellikte de muhafaza eden bir üsluba sahipti. Peki ama Mesnevisi’nde niçin cinsel örnekler vermekte ve müstehcen kavramları kullanmaktadır?
Mevlâna’nın müstehcenliği tasvip ettiği söylenemez. Şehvetin dizginlenmediğinde, şehvet tutkusunun aşırıya kaçtığı noktada insanları ne tür bir rezil duruma düşüreceğine işaret etmek için bu tür örnekleri vermek zorunda kalmıştır. Şüphesiz ki şehvetperestliğin sakıncalarını anlatmak için cinsellikle örnek vermek kadar normal bir şey düşünülemez. Nitekim Mesnevi’nin 5, cildinde yer alan 1333 nolu beyitle başlayan hikayesinde şehvet düşkünü bir kadının akıbetinin ne derecede berbat bir sonuçla karşı karşıya geldiğini anlatır. Şehvetin nefse nasıl hakim olduğunu ve kişiyi ne durumlara düşürdüğünü vurgulayarak okuyucuya ibret dolu mesajlar vermeyi amaçlar.
Günümüzde de şehvet belasından nice yuvaların yıkıldığı, depresyon illeti ile karşı karşıya gelen insanların bu tür telkin verici öğütlerden yoksun kalınca cinayetlerle, intihar ve eroin krizleri ile hayatları sona eren birçok dramatik olayların yaşandığı inkar edilemez bir gerçektir.
Halka her konuda irşadlık görevini üstlenen Mevlâna şehvet belasına dikkat çekmek için Mesnevisinde bu konulara da yer verir.
Dünya edebiyatında bu tür eğitici-öğüt verici hikayeler mevcuttur. Bu yadırganacak, eleştirilecek bir husus değildir. Mevlâna, münevver bir eğitimci olarak halkı bu hususta bilgilendirmek, şehvetin zararlarının boyutuna ilgi çekmek için bilgilendirmek maksadıyla Mesnevisinde birkaç yerde müstehcen konulara yer verir. Eşekle sevişen kadın (Cilt 5, 1333. beyit), kumandanla zina eden cariye (Cilt 5, 3881-3890 nolu beyitler) örnekleri bu konuda şehvetin zararlarına dikkati çekmek için verdiği örnek hikayelerdir.
Hikâyelerden birisi şudur :
Çiftlik sahibi bir kadın, evin hizmetçisinin günün belirli saatlerinde çardağa girip kapıyı kilitleyerek uzun süre orada oyalandığını görür. Merak ederek bir gün takip eder ve kapı deliğinden içeriyi gizlice gözetler. Gördüğü şudur, hizmetçi yere oturma pozisyonunda eğilmiş ve eşek üstte sevişiyorlar. Şaşkınlıkla orayı terk eder. İçinde dizginlenemeyen bir şehvet ateşi yanar. Hizmetçi çıkınca gizlice kendisi çardağa girer. Soyunup bacaklarını açıp eşeğin üzerine abanmasını sağlar. Sonra acı bir feryat ile can verir. Oysa hizmetçi eşek ile kendi organı arasına tampon vazifesi için içi oyulmuş (delikli) kabak koymuştur. Şehvetin azgınlığıyla kadın kabağı görmemiştir. Haram yollu bir şehvet için canından olmuştur.
Mevlâna, şehvet için şöyle der:
“Şehvet meyli, şehvet arzusu gönlü sağır gözü kör yapınca, eşeği bile hoş gösterecek kadar azgındır.” (Mesnevi Cilt 5 beyit 1365 )
Mevlâna, şehvet fitnesine dikkati çekmeyi murad eder. O, cinselliğe karşı değildir. Helalin arzulanmasını ve Allah’ın nimetlerinden meşru yollardan yararlanmayı anlatmaktadır.
“Cinsellik soyu sopu üretmek için gerekli olmasaydı, Hz. Adem bu arzuyu taşıdığı için utanır da kendisini hadım ederdi. Şehvetin azgınlığı şeytanın suyudur. “ (Mesnevi Cilt 5 beyit 957’)
Mevlâna cinsel ahlâk konusunda tavsiyelerde bulunurken doğaldır ki cinsel temalara değinmek zorundadır. Namussuzluğu anlatmak için başka ne tür bir ifade kullanacaktır ki.
“Kim başkasının karısına göz dikerse iyi bil ki o kimse karısına karşı kavatlık etmiştir. Çünkü bir kötülüğün cezası aynı akıbete uğramak gibidir. Suçun cezası, o suçun aynısıdır. Sen başkasının karısını kendine çektin mi, sen de onun gibi hatta ondan daha beter deyyussun.“ (Mesnevi Cilt 5 Beyit 3999)
Görüldüğü üzere Mevlâna, onur ve namus ahlâkını önemsetebilmek ve bu hususlarda halkı bilinçlendirmek amacıyla bir eğitim metodu olarak müstehcen tabirler kullanarak tavsiyeler vermektedir. Haya ve edeb çizgisine insanları çekebilmek için cinsel ihtirasların felaket tablolarını örneklerle açıklamaktadır. Şehvetin zararlarına, kontrolüne örnek olması için hikayelerinde bu konulara yer verir.
ya nie sordum soruya cevap vermiyonuz arkadaşım hangi Evliya kötülemiş onu ki, siz kötülüyonuz siz kim olunuyonuz onun makamına geldiniz mi yoruyonuz bak Evlyalar ne demiş
Mevlâna, babası Baheeddin Veled ile Belh’ten Konya’ya hicret yolculuğu esnasında Nişabur′da Şeyh Attar ile karşılaşırlar. Hep birlikte olurlar. Şeyh Attar Mevlâna’nın olgunluğunu görür ve ona Esrâr- nâme adlı eserini hediye eder ve babasına da: “Çok geçmeyecek, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır” der. (Devletşah tezkiresi temel eser sno 112 ist 1997s249, eflaki a.g.e s137) Mevlâna ve babası birlikte Hac farizası dönüşü Şam’a uğrarlar. Burada Muhyiddin İbnü’l Arabi ile görüşürler. İbnü’l Arabi, babasının arkasında yürüyerek giden Mevlâna’ya bakarak: “Sübhanallah!. Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!..“ der. Bir gün Sultanü’l Ûlema oğlu Mevlâna’dan şöyle bahseder: “Biz arkamızda öyle bir yiğit bırakıyoruz ki, ona güneş, ay ve yıldızlar secde eder, ölür kıyam ederler.” zaten Mevlana sizin gibilere diyor 'Beni çokça konuştunuz , anlattınız, andınız beni az anladınız'
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Her müslüman, terbiye edici bir üstada muhtaçtır. Üstad onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allahü teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber gönderdi. Peygamberden sonra ona vekil olarak evliyayı yarattı.) [Eyyühel-veled]
Veli, Resulullahı iyi tanıdığı için, Onun mübarek kalbinden feyz alır ve bu feyzler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalblerine akar. Feyz gelen kalb temizlenir. Ahlakı güzel olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Velinin kalbindeki feyzler, nurlar, güneşin ziyası gibi yayılır. Onu seven müslümanların kalblerine akar. Onların bu feyzleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalblerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemale gelirler. Eshab-ı kiram, Resulullahın sohbetinde, böyle kemale geldi.) [M.260]
gelelim Vahdet i Vucud a
“Lâ mevcude illa hu” (Ondan başka mevcut yoktur.) diyerek varlığın ancak Allah’a mahsus olduğunu esas alan ve mahlukatın varlığını kabul etmeyen bir tasavvuf ekolüdür. Ekolun kurucusu Muhyiddin-i Arabî hazretleridir. Sadeddin Konvevî hazretlerinin dışında bu yola giren büyük zatlara rastlanmaz.
Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin bazı görüşleri kendisinden sonra gelen tasavvuf ehlince benimsenmiş olmakla birlikte bu yol, diğer tarikatlar gibi, büyük kitlelerin tâbi olduğu bir meşrep halini almamıştır. Vahdet-i vücut meşrebinde Allah namına mahlukat inkâr edilirken, materyalistler ve tabiatçılar bu meşrebi o büyük velinin anlayışına taban tabana zıt bir yola çekerek, tabiat namına Allah’ı inkar yoluna girmişlerdir.
Önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdetin sözlük anlamı, birlik’tir. Zıt anlamı “kesret”, yâni çokluktur. Meselâ, beş farklı harf bir kesrettir, ama bunlar tevhit edilerek bir kelime halini alırlarsa vahdete erilmiş olunur.
Kâinat kitabı denilen bu âlemde, bu mânânın sonsuz misalleri vardır. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. Bir olan Allah’ın mukaddes varlığı için “vacib-ül-vücut”, kesret dairesini meydana getiren mahlûkatının varlığı için ise “mümkin-ü’l-vücut” tabirleri kullanılır.
Vacip; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle var olmaktan münezzeh bulunan, ezelî ve ebedî var olan Allah’ın varlığı. Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkûm, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nispetle eşit bulunan mahlûkatın varlığı.
İşte vahdet-i vücut meşrebindeki bir velî, “istiğrak” dediğimiz mânevî sarhoşluk hâline girdiğinde varlığı sadece vacip varlığa hasreder, mümkinin varlığını inkâr eder. “Lâ mevcude illâ hu” yâni “Ondan başka varlık yoktur.” der.
Bu sözün cezbe hâlinde, mânevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira, Ondan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama, bu sözü söyleyen zât o anda bunu da düşünecek halde değildir.
İstiğrak halinin bir gölgesi günlük hayatımızda da bazen kendini gösterir. İlmî bir eseri okuyan insan kendini mânâya kaptırdı mı, artık kelimeleri bir bakıma görmez olur. Onları hatırlamaz, onlarla meşgul olmaz. O her şeyiyle ilme dalmış, onda gark olmuştur. O anda kitabı unuttuğu gibi, onu tutan parmaklarını, ona bakan gözlerini de unutmuştur.
Vahdetü’l vücut için, Mesnevî-i Nuriyye’de “Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir.” buyrularak bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir.
Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farz edelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak hâline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. İşte o ayna bu halde iken, “Güneşten başka bir şey yoktur.” derse, bu onun mânevî sarhoşluğunun ifadesidir.
Risale-i nur Külliyatından Mektûbat’ta, “kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi aklî ve kavlî ve ilmî sûretine çevirmemek” gerektiği önemle vurgulanır. Ve Lem’alar’da bu mânâyı teyit için, “bu mesele-i vahdetü’l vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir.” denilerek çoğu insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere gereğinden çok fazla önem verdiği bu gaflet zamanında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters sonuçlar vereceğine şöylece dikkat çekilir:
O meşrep, daire-i esbaptan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir sûrette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır.”
Hani bazı ilâçlar vardır, üzerine not düşülmüştür; “Çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediniz.” diye. Bu meşrep de öyle. Şartı, “ehass-ı havas” yâni hasların hası olmak. Velâyetin en ileri derecelerinde bulunmak. Onlara da her zaman tavsiye edilmiyor.; sadece istiğrak-ı mutlak hâlinde geçerli. Yâni tevhit denizinde tam gark olup, o deryada boğulup, Allah’tan gayrı ne varsa hepsinden alâkayı kestikleri zaman “lâ mevcude illâ hu” diyebiliyorlar.
İlk cümlede o mümtaz zevatı pervasızca tenkide cür’et edenlere hadleri bildiriyor: Ehass-ı havasın mazhar olduğu salih bir meşrep” ifadesiyle...
Elimize bir meyveyi düşünelim. Bu meyve halk (yaratma) fiiliyle var olmuş ve onda Hâlık ismi tecelli etmiştir. Bu fiil ve bu tecelli olmasa o meyve vücuda gelemez. İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu mânâyı o mümtaz zâtlar hissederler, yaşarlar, o hâl ile hallenirler ve cezbe hâlinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. İstiğrak hâlinden çıkınca meyvelerini âfiyetle yer ve Rezzâk olan Allah’a şükrederler. İstiğrak hâlinde şükür de yoktur. Zira, ne meyve vardır ne insan.
Nur Külliyatında bu meşrebin “salih” olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. “Hulefa-i râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor.” denilerek bu meşrebin hususî kaldığı, umuma mâl olamadığı vurgulanır.
Ne sahabeler, ne mezhep imamları, ne de asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Abdulkadir-i Geylânî gibi mümtaz zâtlar böyle bir yolda gitmişlerdir. Onlar bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşat etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret ettirmede merkezleştirmişlerdir. Bu kutsî vazife ise istiğrak değil, sahv yâni uyanıklık hâlinde icra edilebilir. Nitekim, Muhyiddin-i Arabî de “Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın.” buyurmakla, meşrebinin hususî kaldığını beyan etmiş bulunuyor.
Nur Külliyatında dikkat çekilen önemli bir nokta da, bu meşrebe giren bir velînin sadece Allah’a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini düşünmemekle yahut hayal saymakla onlardan gereken feyzi alamadığıdır. İstiğrak hâlinde söylenen “lâ mevcude illâ hu” sözünün uyanık halde söylense diğer beş iman rüknünün dikkate alınmaması sonucu doğar.
Öte yandan, bu meşrebi uyanık halde iddia etmek, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerini hayal ve vehim derecesine indirmek gibi büyük bir cinayettir. Rızık hayal olunca Cenâb-ı Hakk’ın rezzakiyeti de, hâşâ, hakiki olmayacaktır. Mahlûkata hayal dediniz mi Allah’ın yaratıcılığı da hayalî olur. Hayâlî şeyleri yaratmak için sonsuz bir kudret, irade gerekmeyeceğinden bütün ilâhî sıfatların ulviyetleri de gizlenecektir. Sadece Allah’ın zâtına nazar edilmekle, sıfatlara, fiillere, isimlere ve onların tecelli ettiği olan mahlûkata bakılmayacaktır. Bunun ise velâyette yüksek bir meşrep olmayacağı açıktır.
Vehhabiler, (
Vahdet-i vücutçular,
La mevcûde illallah yani Allah'tan başka varlık yoktur. Ne varsa Allah'tır, her şey Allah'ın bir parçasıdır diyorlar. İ. Arabi Füsûsul-Hikem’de bu küfür olan görüşü savunuyor) derken, bazıları da, (İbni Arabi, sonra o itikattan dönmüştür. Fütuhat-ı Mekkiyye’ kitabında bu itikadından döndüğünü açıkça ifade etmiştir. Ancak,
vahdet-i vücud düşmanları bunu gizliyorlar) diyorlar.
Vahdet-i vücut nedir? İbni Arabi, nasıl birisidir?
CEVAP
Ne varsa Allah’tır, Allah’ın parçasıdır demek yanlıştır. Ancak
La mevcûde illallah = Allah’tan başka varlık yok demektir. Bu ifade Ehl-i sünnete aykırı değildir. İbni Arabi hazretlerini şiddetli şekilde tenkit eden İmam-ı Rabbani hazretleri de aynısını çeşitli mektuplarında uzun uzun bildiriyor. Yalnız Allah vardır, âlem hayal mertebesinde yaratılmıştır buyuruyor. Şu sual, âlimler tarafından İmam-ı Rabbani hazretlerine soruluyor:
Sual: Âlimler diyor ki, Allahü teâlâ, bu âlemin içinde ve dışında değildir. Âleme bitişik de değildir. Ayrı da değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
İmam-ı Rabbani hazretleri buna şöyle cevap veriyor:
İçinde, dışında olmak, bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir. Halbuki sualde, iki şey mevcut değildir ki, bunlar düşünülebilsin. Çünkü, Allahü teâlâ vardır. Âlem, yani Ondan başka her şey vehim ve hayaldir. Âlemin var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devamlı olup, vehim ve hayalin kalkması ile yok olmuyor. Ahiretteki sonsuz nimetler ve azaplar bunlara oluyor. Fakat, âlemin varlığı vehim ve hayaldedir. [Yani dışarıda var olmayıp, vehme ve hayale var görünmektedir.] Vehim ve hayalin dışında bir varlık değildir. Allahü teâlânın kudreti, vehim olunan, hayal olan bu görünüşleri devam ettirmektedir. Var gibi göstermektedir.
Hayalde bulunan bir şey, dışarıda var olan bir şeyle bitişiktir, onun içindedir denemez. Fakat, var olan, mevcud olan bir şey, hayalde olan şeyin içinde de, dışında da ve ayrı da değildir, bitişik de değildir. [Bunu nokta-i cevvale ile açıklıyor. Merak edenler mektubun aslına bakabilirler.]
(C.2, m. 98)
Önce Muhyiddin-i Arabi hazretlerini tanıyalım, sonra vahdeti vücud görüşünü reddetmese de, yine evliya arasında olduğunu vesikalarla bildirelim:
Şeyhi ekber İbni Arabi hazretleri, Endülüs’te doğdu, 1240 yılında 78 yaşında Şam’da vefat etti. Zahir ve batın ilimlerinde kâmil idi. Fıkıh ve kelam ilimlerinde müctehid idi. Zekası pek çok, hafızası harikulade idi. Sultanlardan, valilerden, beylerden çok saygı görür, pek çok hediye gelirdi. Hepsini muhtaçlara dağıtırdı. Beş yüze yakın kitap yazmıştır. Yazılarını anlayabilmek için, âlim olmak lazımdır. Yirmi cilt olan
Fütuhat-ı mekkiyye kitabı, dört büyük cilt halinde 1973’de Beyrut’ta basılmıştır. Cahiller, buna zındık dedi. İbni Teymiye gibiler kâfir dedi. Âlimler, Arifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.
[Bu ifadeler, Füsûsul-Hikem’deki, Ehli sünnete aykırı yazıları ve keşifleri içindir. Nasıl müctehid ictihadında hata ederse, sorumlu olmuyorsa, evliya keşfinde hata ederse sorumlu olmuyor. Ancak bu yanlış keşfe uyanlar sorumlu oluyor. Hiçbir müslüman da İbni Arabi hazretlerinin yanlış keşiflerine uymaz.]
Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan Muhyiddin-i Arabi hazretleri, keşiflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun
vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.)
[m.266]
(Kıyas ve ictihad, dinin 4 temelinden birisidir. Evliyanın ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir. Tasavvufçuların, ehl-i sünnete uygun olmayan sözlerine uyulmaz. Fakat, onlara iyi gözle bakarak dil uzatmamalı, şuursuz sözlerinden saymalıdır!)
[m.272]
(Şeyh-i ekberi [yani İbni Arabiyi] caiz olmayan bazı bilgileri ile, yine makbuller arasında görüyorum. Evliya arasında bulunuyor. Onu reddeden, beğenmeyen tehlikededir.)
[c.3, m.77]
İmam-ı Süyuti hazretleri
Tenbih-ul-gabi kitabında İbni Arabi hazretlerinin büyüklüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
Ebüssüud efendi hazretleri de ona dil uzatılamayacağına dair fetva vermiştir.
Abdülgani Nablüsi hazretleri, İbni Arabi gibi büyük bir evliyaya dil uzatanın cahil ve gafil olduğunu, bunların başında İbni Teymiye’nin geldiğini bildirmektedir.
(Hadika)
Ehl-i sünnet âlimleri, vehhabilerin ortaya çıkacaklarını, keramet olarak bilmişler, bunlara, yıllarca önce cevaplar yazmışlardır. Bu âlimlerin başında, Muhyiddin-i Arabi ve Sadreddin-i Konevi ve Celaleddin-i Rumi ve Seyyid Ahmed Bedevi ve imam-ı Rabbani hazretleri gibi Veliler bulunmaktadır.
Vehhabiler, işte bunun için, bu evliya zatlara dil uzatıyorlar. İmam-ı Rabbani hazretleri, Hazret-i Mehdi gelince Medine’deki [vehhabi] âlimi öldüreceğini bildiriyor. Vehhabiler İmam-ı Rabbaniyi bu yüzden tenkit ederler.
İbni Arabi hazretleri, Vehhabilerin Arabistan’da türeyeceğini ve bozuk yolda olacaklarını haber verdiği için, Vehhabiler onu asla sevmez, şeyhi ekber değil, şeyhi ekfer [en büyük kâfir] diye hakaret ederler. Ehl-i sünnet gençler, bu vehhabilerin oyunlarına, tuzaklarına düşmemelidir.
Menkıbeleri çoktur. İkisi şöyledir:
Sin, Şın’a gelince
Şeyhi ekber hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "
Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. Rabbimize hâşâ hakaret etti sandılar. Epey kimse aleyhinde konuşmaya başladı.
Vefat ettiğinde de Şam halkı, kabrinin üzerine çöp döktüler. Ancak vefatından sonra onun ne mübarek bir zat olduğu meydana çıktı. İbni Arabi hazretleri "
Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar ve muradı anlaşılır" buyurmuştu. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim Han Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddin'in kabri meydana çıkar" sözünün ne demek olduğunu firasetiyle anladı. [
Sin'den murad
Selim,
Şın'dan murad
Şam'dır.] Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı.
Ayrıca Muhyiddin-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak, "
Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "
Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.
Ateşin yakıp yakmaması
Bir gün sohbetine ateist bir felsefeci gelmişti. Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı.
Filozof, (Cahiller, İbrahim peygamberin ateşe atıldığını ve yanmadığını zannederler. Bu mümkün mü? Zira ateş yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır) gibi sözler söyleyince Muhyiddin-i Arabi hazretleri; (Allahü teâlâ, Enbiya suresinin 69. âyet-i kerimesinde mealen;
“Biz de: Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol! dedik” buyurmaktadır) dedi.
Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı. Muhyiddin-i Arabi hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “
Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Bunun üzerine ateist felsefeciye; “Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof bu olay karşısında Kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.
gelelim vehhabilik
Vehhabilerin bozuk yönleri
Aşağıdaki yazılarda önce vehhabilerin görüşleri yazılmış, sonra bunlara cevap verilmiştir.
1- Allah yarattıklarına benzemez
Vehhabiler, Allah’ı insana benzeterek
(Allah Kürsüye oturmuştur) diyorlar. (Feth-ul-Mecid, Abdurrahman bin Muhammed bin Abdulvahhab. s.256. Darusselam Yayınevi Riyad)
Vehhabi İbni Baz diyor ki:
Allah hakkında, organ ve cismi reddetmek yanlıştır.
(Tenbihat firreddi ala men teevveles-sıfat İbni Baz s.19 Müftülük Genel Başkanlığı. Riyad)
Allah, kendisinin suretine benzeyen insanı yarattı. (İman ehlinin Âdem’in Rahman suretinde yaratılmasıyla ilgili akidesi
[İbni Baz bu kitabı övdü], Mahmud el-Tuveyciri s.76 Dar el-Liva, Riyad)
CEVAP
Allahü teâlâ ne Arş’a ne de Kürsü’ye oturmaz; çünkü oturmak insanların sıfatlarındandır. Allahü teâlâ hâşâ cisim değildir, uzuvlardan da münezzehtir. Yarattıklarına da kesinlikle benzemez. Bir âyet-i kerime meali:
(O’nun eşi ve benzeri yoktur) [Şura 11]
(Eli var, ayağı var, oturur, kalkar) gibi yapılan her türlü benzetmeler, bu âyet-i kerimeye aykırı olur.
2-Allah mekandan münezzehtir
Allah zatiyle Arşın üstündedir.
(Hac Dergisi Yıl 49 11. bölüm s. 73–74 H. 1425 Mekke)
CEVAP
Bu da,
(O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır. Arş sonradan yaratılmıştır. Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah ezelde varken O’ndan başka hiç bir şey yoktu.) [Buhari]
3- İstiva
İstivayı istila manasında açıklayan kâfirdir.
(Halakatün Memnua, Hüsam el-Akkad, s.26 Darüssahabe Tanta)
Allah Arş’a oturdu.
(Nazarat ve Takibat ala mafi kitap el-selefiye, Salih el-Fozan, s.40, Dar el-Vatan, Riyad)Kürsü Allah’ın ayaklarının bastığı yerdir.
(Tefsir Ayet-ül Kürsi, s.19 İbnül Cevzi kütüphanesi)
CEVAP
Bu da,
(O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva edendir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.) [Hadid 4]Vehhabiler hem tevili inkâr ediyorlar, hem de bu âyetin ikinci kısmını, yani
(Nerede olursanız olun, sizinle beraberdir) kısmını tevil ediyorlar. Allah’ın sıfatları tevil edilmez dedikleri halde,
(Nerede olsanız, O sizinle beraberdir) kısmını tevil ederek tezada düşüyorlar. Beraberliği ilmen diye tevil ediyorlar da, istivayı dine uygun tevil etmeye yanaşmıyorlar. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Ehl-i bâtıl,
istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. İstiva demek, Arşa hükümran olması, Arş’ı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir.
(İlcam-ül-avam)
4- Allah’ı hareketten tenzih etmek
Allah yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya hareket eder.
(Fetava-i el-Akideh, s.742)
CEVAP
Bu da,
(O’nun eşi ve benzeri yoktur) mealindeki âyet-i kerimeye aykırıdır.
(Tatarhaniyye) fetva kitabında,
(Milel ve Nihal) kitabında ve bütün muteber kitaplarda
(Mücessime) ve
(Müşebbihe) fırkaları gibi, (Allahü teâlâ cisim gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi hususlara inananların kâfir oldukları yazılıdır.
5- Allah’ın kelamı
Allah’ın kelamı harf ve sesledir. Allah’ın kelamı neviyle kadim, efradıyla hadis yani sonradan meydana gelmiştir.
(Fetavel Akideh s. 72; Nazarat ve Takibat ala ma fi kitap es-Selefiyye, s.23, Riyad)
CEVAP
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın kelam sıfatı ezelidir. Hiç değişmez. Harfli, sesli değildir. Emir, yasak, haber vermek gibi ve Arapça, Farsça, İbranice, Türkçe, Süryanice olmak gibi değişmesi yoktur. Böyle şekiller almaz, yazılmaz. Zihin, kulak ve dil gibi aletlere, vasıtalara muhtaç değildir. Hangi dil ile söylemek istense, söylenebilir. Böylece, Arapça söylenirse, Kuran-ı kerim denir.
(İtikadname)
6- Önceki âlimleri kötülemek
Benim şeyhlerimden hiç kimse, La ilahe illallah’ın manasını bilemedi.
(Muhammed bin Abdülvehhab’ın Riyad halkına gönderdiği risale, 2/137-138)
CEVAP
Vehhabiler, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri yanlış tefsir ederek, kendilerinden başka bütün Müslümanlara müşrik diyorlar. Önceki bütün İslam âlimlerini de cahillikle itham ediyorlar. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ahir zamanda bazıları, sizin ve atalarınızın yolundan ayrılıp, sünnetimden uzak kalacaklar, onlardan uzak durun!) [Müslim]
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari]
(Bu ümmetin sonunda gelenler, önceki âlimleri kötülediği, cahillikle suçladığı zaman, ilmini gizleyen, Allah’ın indirdiği Kur’anı gizlemiş olur.) [İbni Mace]
7- Müslümanı tekfir etmek
Ehl-i sünneti tekfir ediyorlar.
(Essuhubul Vabile s.39, Acaibul Asar 7/146)
CEVAP
Müslümanı tekfir etmek küfür olur. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyin! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
(Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.) [Buhari]
8- Cehennem sonsuzdur
Cehennem yok olacak ve kâfirlerin azapları sona erecek.
(El-kavlul-Muhtar Lifenai el-Nar, Ateşin Faniliği İçin Seçkin Söz, Abdulkerim Elhamid. S.7 Riyad)
CEVAP
Fikir babaları İbni Teymiyye de, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacağını inkâr ediyor. Cehennem sonsuzdur, kâfirler orada sonsuz kalırlar. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Cehennemde temelli kalırlar, azapları hafifletilmez ve geciktirilmez.) [Al-i İmran 88]
(Orada devamlı kalırlar, azapları hafifletilmez, kurtuluş ümitleri de yoktur.) [Zuhruf 75]
9- Âdem aleyhisselam peygamberdir
Âdem ne nebi, ne de resuldür.
(Peygamberlere Cümleten İman etmek, Abdullah bin Yezid, El-Mekteb El-İslami, Beyrut)
CEVAP
İki âyet-i kerime meali:
(Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini [Peygamber]
seçip âlemlere üstün kıldı.) [Al-i imran 33]
(İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerden Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte [gemide]
taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.) [Meryem 58]
İki hadis-i şerif meali:
(Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselamdır.) [Taberani]
(Resullerin ilki Âdem, sonuncusu ise Muhammed’dir. İsrail oğullarının nebilerinin ilki Musa ve sonuncusu İsa’dır. Kalem ile yazan ilk Peygamber ise İdris’tir.) [Hakim-i Tirmizi]
İmam-ı a’zam hazretleri de buyuruyor ki:
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.
(Fıkh-ı ekber)
10- Ebu Cehil ve Ebu Leheb
Ebu Leheb ve Ebu Cehil bile, la ilahe illallah Muhammedün Resulullah dediği halde, evliya ile tevessül eden Müslümanlardan daha çok muvahhid ve imanları daha ihlâslıdır.
(Tevhidi nasıl anlarız? Muhammed Başemil s.16, Riyad)
CEVAP
Evliya düşmanlığında ne kadar ileri gitmişler. Ebu Cehil ve Ebu Leheb kâfirleri hâşâ muvahhid ve mümin değildir, Cehennemliktir. Bir âyet-i kerime meali:
(Ebu Leheb alevli ateşte yanacaktır.) [Leheb 3]
Bedir’de Ebu Cehilin başı getirildiğinde, Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(Ey Allah’ın düşmanı, seni zelil eden Allahü teâlâya hamd olsun! O, bu ümmetin, Firavunu idi.) [İ. Ahmed]
11- Eş’ariler ve Maturidiler
Eş’ariler ve Maturidiler Ehl-i sünnet vel cemaat olarak adlandırılmayı hak etmez.
(İslam’da Meşhur Müceddidler. İbni Teymiye ve Muhammed bin Abdulvehhab s.23 Müftülük Genel Başkanlığı, Riyad)
Yukarıdaki âlimler, Eş’arileri tekfir etmiştir.
(Feth-ul-Mecid, Abdurrahman bin Muhammed bin Abdulvahhab. s.353 Darusselam Yayınevi Riyad) CEVAP
Eş’arileri tekfir etmek Ehl-i sünneti tekfir etmektir. İslam âlimlerinden Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
(Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii’dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebül Hasen el-Eşari’dir.)
Zebidi de şöyle demiştir:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)
12- Peygambere salevat getirmek
Allahümme salli ala Muhammed tıbbil-kulubi ve devaiha ve afiyetil ebdani ve şifaiha ve nuril-absari ve diyaiha sözü şirktir.
(Tevhide Nasıl Hidayet Oldum, Muahmmed Cemil Zeno, s. 83, 89 Darul-Feth Al-Şarika)
CEVAP
Resulullaha salevat getirmeye şirk denmesi de çok çirkindir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah ve melekleri, Resule salevat getiriyor. Ey iman edenler, siz de, teslimiyetle, ona salevat getirin.) [Ahzab 56] (Allah’ın salevat getirmesi yani salât etmesi rahmet etmek, meleklerinki dua etmek, müminlerinkiyse Onun şefaatini talep etmektir.)
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana bir salât getirene, Allah ve melekleri yetmiş salât getirir.) [İ. Ahmed]
(Şefaatime en layık olan, bana en çok salât okuyandır.) [Tirmizi]
(Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.) [Tirmizi]
13- La ilahe illallah demek
La ilahe illallah diye zikretmek bid’at ve şirktir.
(Yasak Halkalar, Husam el-Akkad.s .25 Dar el-Sahaba, Tanta)
CEVAP
Zikre şirk demek kadar büyük sapıklık olmaz. Üç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.) [Rad 28]
(Allah’a ve ahiret gününe [inanıp]
kavuşmayı arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah elbette güzel bir örnektir.) [Ahzab 21]
(Rahmân’ı zikirden yüz çevirene, yanından ayrılmayan bir şeytan musallat ederiz.) [Zuhruf 36]
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Zikrin efdali, La ilahe illallah, duanın efdali de elhamdülillahtır.) [Tirmizi]
(La ilahe illallahı çok söyleyerek imanınızı tazeleyin!) [Taberani]
(Günde yüz defa La ilahe illallah diyenin yüzü kıyamette ayın 14 ü gibi parlar.) [Taberani]
14- Tasavvuf düşmanlığı
Yahudilerden önce tasavvufla savaşın; çünkü onlarda Mecusi ruhu vardır.
(El-Mecmua el-Mufid min akidet el-tevhid, s.102 Mektab Darül-fikr, Riyad)
CEVAP
Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlânın, kalbime doldurduğu feyzlerin, nurların hepsini Ebu Bekr’in kalbine akıttım.) [Mektubat-ı Masumiyye]
Hazret-i Ebu Hüreyre de buyuruyor ki:
(Resulullahtan iki türlü ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz.) [Buhari]
İmam-ı a’zam hazretleri, ictihadda en yüksek dereceye ulaştığı halde, Cafer-i Sadık hazretlerine talebe oldu. Daha sonra, talebe olduğu iki seneyi kastederek,
(Ömrümün son iki senesi olmasaydı, Numan helak olurdu) buyurdu.
Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Abdullah hazretleri,
(İlmin onda dokuzu öldü) buyurdu. İşitenlerin buna şaşırdıklarını görünce de,
(Fıkıh bilgilerini değil, Allah’ı tanımak ilmini söyledim) buyurdu.
(Buhari)
Muhammed Masum Faruki hazretleri de buyuruyor ki:
Tasavvuf marifetlerinin hepsi Resulullahtan gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resulullahın Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikretmekte olduğunu muteber kitaplar yazmaktadır.
(2/59)
15- Peygamberi ve Evliyayı vesile ederek dua etmek
Peygamberin hürmetine demek caiz değildir.
(Et-Tevhid, s.70, Riyad)
Mısır’ın en büyük tanrıları Ahmed El Bedevidir. Şam ehli de, İbni Arabî’ye taparlar. Hicaz ve Yemen halkı arasında puta ve kabirlere tapmak küfrü yayılmıştır.
(Feth-ul Mecid, s.216–217)
CEVAP
Ahmed Bedevi, Resulullah efendimizin soyundadır. Müslümanların ziyaret edip feyz aldığı türbesinde, İslamiyet’e uymayan hiçbir şey yapılmıyor.
(Mirat-ül-Medine, s.1049)
Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü de, ancak onlar gibi yüksek olan İslam âlimleri anlamıştır. İmam-ı Rabbani hazretlerinin
(Mektubat) kitabı, bu yüce Velinin övgüsüyle doludur. Abdülgani Nablüsi hazretleri de
(Hadika) kitabında anlatmaktadır.
Kabir ziyaretinde evliya ile tevessül etmeye şirk diyorlar. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]
Yine Peygamber efendimiz,
(Allahümme innî es’elüke bihakkıssâilîne aleyke = Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum, diye dua ediniz) buyururdu. (İbni Mace)
Bir hadis-i şerif meali daha şöyledir:
(Âdem aleyhisselam dua edip dedi ki:
— Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet!
Allahü teâlâ da ona sordu:
— Ey Âdem, Onu daha yaratmadım, Onu nereden biliyorsun?
— Ya Rabbi! Beni yaratınca, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, La ilahe illallah Muhammedün resulullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım.
— Ey Âdem, doğru söyledin. Mahlûklarımın içinde, en çok sevdiğim Odur. Onun için, seni affettim. O olmasaydı, seni yaratmazdım.) [Beyheki]
16- Mübarek gün ve geceler bid’at değildir
Şaban ayının 15’ini namaz ve oruçla geçirmek haramdır.
(Et-Tevhid, s.101, Riyad)
Peygamberin mevlidini kutlayarak Yahudiliğe benziyorlar.
(Et-Tevhid, s.115-116; Et-Tehziru min el bid'a, s.5, Riyad)
Dini geceleri kutlamak haramdır.
(Et-Tevhid, s.120, Riyad)
CEVAP
Kendileri Vehhabiliğin kuruluşunu her sene bir hafta boyunca kutluyorlar.
Peygamber efendimizin doğum gününü kutlamayı Yahudiliğe benzetmeleri çok çirkindir. Bizzat Peygamberimiz kendi doğum gününü kutlamıştır. Hadis-i şerifte,
(Beni övmek ibadettir) buyuruluyor. Resulullahı övmek, bid’at değil ibadettir. Mevlid kandilinde, Peygamber efendimizin doğum zamanlarında görülen halleri, mucizeleri okumak, dinlemek çok sevabdır. Kendisi de anlatırdı. Eshab-ı kiram da bir yere toplanıp, okurlar ve birbirlerine anlatırlardı.
(S. Ebediyye)
Resulullah pazartesi günü oruç tutardı. Sebebini sorduklarında,
(Bugün dünyaya geldim. Şükür için oruç tutuyorum) buyurdu.
(Hak Sözün Vesikaları)
İslam âlimleri, mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hazret-i Mevlana,
(Mevlid okunan yerden belalar gider) buyurmuştur. Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta Mevlid gecesinin Kadir gecesinden de kıymetli olduğunu bildiren âlimler de vardır.
El-mukni, el-miyar ve
Tenvir-ül-kulub kitaplarında Mevlid gecesinin Kadir gecesinden kıymetli olduğu bildiriliyor.
(Ed-dürer-ül-mesun)
Diğer bütün mübarek gün ve geceler de, hadis-i şerifle bildirilmiştir. Birkaç örnek verelim:
(Herkese duyurun! Bugün bir şey yiyen, akşama kadar yemesin, oruçlu gibi dursun! Bir şey yemeyen de oruç tutsun! Çünkü bugün Aşure günüdür.) [Buhari]
(Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: “Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızk isteyen yok mu, rızk vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.”
Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace]
(Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez: Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asakir]
17- Peygamber efendimizin kabrini ziyaret
Peygamber kabrinin ziyaretiyle ilgili rivayet edilen hadisler yalandır.
(Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.89)
CEVAP
Vehhabileri yalanlayan birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip oldu.) [Beyheki, Dare Kutni, Taberani]
(Kabrimi ziyaret edene şefaatim helal oldu.) [Bezzar]
(Hac edip kabrimi ziyaret eden, beni diri iken ziyaret etmiş gibi olur.) [Taberani, Dare Kutni, İbni Cevzi]
(Hac edip de, beni ziyaret etmeyen, beni incitmiş olur.) [Dare Kutni, İ. Malik]
(Mazeretsiz beni ziyaret etmeyen bana cefa etmiş olur.) [İbni Neccar]
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe]
18- Resulullahın kabrini ziyarete gitmek
Hacı olsa da uzaktan Medine’ye Peygamberin kabrini ziyaret için gelmek haramdır.
(Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.88, 89, 90)
CEVAP
İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sadece beni ziyaret için gelen, kıyamette şefaatimi hak etmiş olur.) [Müslim, Taberani]
(Vefatımdan sonra beni ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.) [Beyheki]
19- Kabrin üzerine hurma dalı koymak
Kabre hurma dalı koymak caiz değildir.
(Fethul Bari’ye yorum 1/320, Dar-ul Maarife)
CEVAP
Peygamber efendimiz, iki kabrin yanına gelince, bir hurma dalı getirilmesini emretti. Hurma dalını ikiye kırıp, yarısını bir kabre, yarısını da diğer kabrin üstüne koyup,
(Bu dal yaş kaldığı sürece azapları hafifler) buyurdu.
(İ. Mace)
20- Kadınların kabir ziyareti
Peygamberin kabri de olsa, kadınların kabir ziyareti büyük günahtır.
(Fetavel Mühimme, s.149–150, Riyad)
CEVAP
Hayzlı kadın bile kabir ziyareti yapabilir. Hayzlı veya cünübün, kabir ziyaret etmesinde, bir sakınca yoktur.
(Hindiyye)
İmam-ı Birgivi buyuruyor ki:
Resulullah, kabir ziyaret eden kadınlara sonradan izin verdi.
(Etfal-ül-müslimin)
21- Erkeğin sakalı
Erkeğin sakalını az da olsa kesmesi haramdır.
(Et-Tahkik vel İzah li-Kesir min Mesail el-Hac vel-Umre vez-Ziyare, s.16)
CEVAP
Hâlbuki Vehhabiler kendileri sadece çenede sakal bırakırlar.
Sakal âdete ait sünnetlerdendir. Kâfirlerden de sakallı olanlar var idi. Buhari, Müslim, Nesai, Ebu Davud, Tirmizi’nin rivayet ettiği
(Sünnet olan on şeyden biri sakal bırakmaktır) hadis-i şerifi sakalın sünnet olduğunu açıkça bildirmektedir.
(Redd-ül-muhtar)
22- Âdet dönemindeki kadını boşamak
Âdet dönemindeki boşanma geçerli olmaz.
(Fetavel Mer’a, s.137, Riyad)
CEVAP
Hayzlıyken yapılan talak, haram olmakla beraber sahihtir.
(Redd-ül-muhtar)
23- Minare yapmak
Camilere minare yapmak münker iştir.
(Tevcihat İslamiyye, s.123. İslami İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
CEVAP
Peygamber efendimiz, ezanın yüksek yere çıkılarak okunmasını emretmiştir. Bu hadis-i şerife istinaden minareler yapılmıştır.
(S. Ebediyye)
Eshab-ı kiramdan Mesleme bin Mahled, Mısır’da vali iken, hicri 58 yılında, ilk minareyi yaptırdı.
(Mirat-ül haremeyn)
24- Ölüye Kur’an okumak
Kabir başında Kur’an okumak haramdır.
(Tevcihat İslamiyye, s.137. İslami İşler Bakanlığı Baskısı, Riyad)
CEVAP
Kabristanda yüksek sesle Kur’an-ı kerim okumak mekruhsa da; kendi işiteceğimiz sesle okumak sünnettir.
Kabristanda Kur’an okumak sünnettir.
(Tahtavi)
Mezarlıkta Kur’an okuyup, sevabını ölülere hediye etmeli.
(Hindiyye)
Bir hadis-i şerif meali:
(Kabristana giren kimse, Yasin suresini okusa, o gün ölülerin azapları hafifler. Ölülerin sayısı kadar o kimseye sevap verilir.) [Etfal-ül müslimin]
25- Muska takmak
Boyna dua ve âyet asmak haramdır.
(Fetavel Mühimme, s.110–111, Riyad)
CEVAP
Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer,
(Gazap, ceza ve kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve hazır bulunmalarından, Allah’ın âyetlerine sığınırım) yazar ve büluğa ermemiş çocuklarının boyunlarına asardı.
(Tirmizi)
Âyet-i kerime ve dua yazılı muskayı muşamba, naylon gibi su geçirmez şeylere sarılı olarak cünübün bile taşıması ve helâya girmesi caizdir.
(Halebî, Dürr-ül-muhtar)
26- Müteşabih âyetlerin tevili
Müteşabih âyetleri tevil etmek caiz değildir.
(El Kavaid-ul Müsle, s.45 Riyad)
CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl,
istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için sapıtmışlardır. Allah’ın, Arşı istiva etmesi, Arşı hükmü altına alması demektir. (Hükümdar, Irak’ı kansız olarak istiva etti) demek, (Irak’ı kansız olarak ele geçirdi) demektir. Bu sapıklıklarına da (Selefin yolu) diyerek selef-i salihine, [Eshaba ve Tabiine] iftira ediyorlar. Yedullahtaki yed kelimesini el gibi düşünmemeli. Mesela, (Falanca şehir, filanca valinin elinde) denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. İstiva, vech gibi kelimeler böyle tevil edilir.
(İlcam-ül-avam)
27-Tesbih kullanmak
Tesbih kullanmak bid’attir.
(El Hediye-tüs Sünniye, s.47 Mısır)
CEVAP
Tesbihleri parmakla saymak ve tesbih kullanmak caizdir. Resulullah, bir kadının çekirdeklerle veya çakıl taşlarıyla tesbih çektiğini gördüğü halde yasaklamamıştır.
(Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Hibban, Hâkim)
Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş!
Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp,
(Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.
Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp,
(Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.
Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp,
(Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince,
(Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi.
(Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi,
(Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi. Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.
Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil,
(Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.
Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud,
(Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince,
(Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.
Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)
Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine
selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır. [
Selefiyecilik nedir maddesine bakınız]
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.
Vehhabilerin üç temel inancı
Abdülvehhab oğlunun
Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı
Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.
Diyorlar ki:
1- Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.
2- Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.
3- Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.
Diğer yanlış inançlarından bazıları:
1- Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.
2- (Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.
3- Şefaate inanmazlar.
4- Keramete inanmazlar.
5- Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)
6- Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.
7- Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.
Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.
8- (Arş kadimdir), (Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.
9- Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.
Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.
İbahilik nedir?
Sual: Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor. Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar. Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş midir?
CEVAP
Vehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.
Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup,
(Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram),
(Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve
(Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.
Yusüf Nebhani’nin
(Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın
(Tarihi Vehhabiyan) ve
(Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç yüzleri yazılıdır.
İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve
(Nimet-i İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin
ibahi yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler.
(Redd-ül-muhtar)
Nimet-i İslam kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor.
Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar
vehhabiyye ismini almışlardır Ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede gelmişlerdir.)
Not: Nimet-i İslam kitabı, herkes tarafından en sahih ilmihal olarak kabul edilmektedir. Mezhepsizler bile bu kitabı övmektedir. Mezhepsizliği savunmak için
(Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap yazan müteveffa
Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında
Nimet-i İslam için "
Şaheser" tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin hazretlerinin
Redd-ül-muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh kitabıdır.
Kâfir mi, bidat sahibi mi?
Sual: Vehhabiler için,
Herkese Lazım Olan İman kitabında, bidat sahibi denirken,
İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu fark nereden ileri geliyor?
CEVAP
Konular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor. Mesela
, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar.
(Herkese Lazım Olan İman)
İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar.
(İslam Ahlakı)
Vehhabilerin kâfir oldukları,
Nimet-i İslam kitabının nikah bahsinde de yazılıdır.