Durumu: Medine No : 11916 Üyelik T.:
02 Mart 2010 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:55 Mesaj:
487 Konular:
102 Beğenildi:6 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cevap: zikirle,ölülerle görüşülür ve hemde konuşup tövbede alırlar..
Bismillahirrahmanirrahim
(İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla) كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ “Bu bereketli bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, âyetlerindeki ilişkiler ağını görsünler ve içi temiz olanlar onu kafalarına yerleştirsinler.” (Sâd 38/29)
ÖLÜDEN YARDIM İSTEME Hıristiyanlar, ölmüş din büyüklerinden yardım isterler. Aynı şeyi kimi tarikat ve cemaatler de yaparlar. Onlar da ölmüş din büyüklerinin yardımını almak, onları aracı ve şefaatçi yapmak için mezarlarını ziyaret etmeyi, onlara adaklar adamayı dindarlığın bir parçası sayarlar. 1- Katoliklerin Ölüden Yardım İstemesi Papa II. Jean Paul, Meryem Anayı aracı yaparak şöyle dua ediyor:
“İnsan olmuş Kelâm’ın [1] Annesi ve Kilise’nin Annesi olan çok kutsal Bakire Meryem’e Ki*lise’nin yeni bir Hıristiyanlaştırma çabasına çağ*rıldığı bu zamanda bütün Kilise’nin bütün sevi*yelerinde din dersi çalışmalarına güçlü aracılı*ğıyla destek olması için dua ediyorum[2].” Asırlarca önce ölmüş Mer*yem’i yar*dıma çağıran Papa, onun kendine, güçlü aracılığı ile destek olacağına inandığına göre, Meryem’in onu tanıdığına ve çağrıyı işittiğine de inanmış olmalıdır. Bu durumda ona, bazı ilahi sıfat*lar ve özellikler vermiş olur. Bunlar hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret ve benzeri sıfatlardır. Hayat dirilik demektir. Katoliklere göre lekesiz Bakire, yeryüzündeki yaşamını tamamladıktan sonra, günahı ve ölümü yenen Rablerin Rabbi Oğluna daha uygun olabilmek için ruhu ve bedeniyle göğe çıkarıldı. Rab tarafından evrenin kraliçesi olarak yüceltildi. Meryem Ana’nın göğe çıkartılması Oğlunun dirilişine eşsiz bir katılımı ve öteki Hıristiyanların dirilişini öncelemektir[3]. Meryem Ana’ya verildiği iddia edilen evrenin kraliçeliği yetkisi onu dünyanın sonuna kadar diri saymayı gerektirir. Yeniden dirilişe katılımı iddiası da kıyamet sırasında diri kalacağını kabul etmek olur. Kıyametten sonra ölüm olmayacağına göre Katolikler onu ölümsüz kabul etmiş olurlar. Ölümsüzlük Allah’a hastır. Meryem’i de ölümsüz saymak onu, Allah’a ortak saymak olur. İlim, bilmek ve kav*ramak demektir. İnsanda ilim sıfatı vardır ama Vatikan’da olan biri, Meryem’i, aracı olmaya çağırdığına göre onun, hem kendisini tanıdığına, hem de istediği şeyi, en az Allah kadar bildiğine inanmış olmalıdır. Çünkü aracı olmak için bu bilgi şarttır. O zaman o, Meryem’i Allah’ın sınırsız bilgi*sinin bir bölümüne ortak saymış olur. Sem’, işitme gücüdür. Allah insana işitme gücü vermiştir; ama bu, belli uzaklıktan, belli tit*reşimdeki seslerle sınırlıdır. Vati*kan’dan Meryem’e seslenen, onu Allah’ın işitme sıfa*tına da ortak etmiş olur. Bu şe*kilde bir işitme, Allah’tan başkası için söz konusu değil*dir. Üstelik Meryem ölmüştür. Ölüye bir şey işittirmeye bizim gü*cümüz yetmez. Allah Teâlâ, Elçisi Muhammed’e hitaben şöyle buyuruyor: “Sen ölülere işittiremezsin.” (Neml 27/80) “Şüphesiz Allah diledi*ğine işit*tirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işitti*re*mezsin.” (Fatır 35/22) Meryem ölmüş olduğu için kimse ona bir şey işittiremez. Bedir savaşında öldürülen müşrikler bir ku*yuya gömüldükten sonra Allah’ın Elçisi sallalahu aleyhi ve sellemin onların yanına gelip şöyle de*diği bildirilmiştir: “Ey falan oğlu falan! Ey falan oğlu falan! Al*lah’ın ve Elçisi’nin size verdiği sözün hak oldu*ğunu gördünüz mü? Çünkü ben Allah’ın bana verdiği sözün hak olduğunu gördüm.” Ömer dedi ki, “Ey Allah’ın Elçisi! Ruhsuz cesetlerle nasıl konuşursun? O, şöyle cevap verdi: “Söylediğimi sizin işitmeniz onlarınkinden daha iyi değildir. Ama onlar bana hiçbir şekilde cevap veremezler[4].” Allah, o an için Peygamberimizin sesini onlara işittirmiş olabilir. Bunca ayete rağmen böyle özel bir olaya dayanılarak farklı hüküm verilemez. Onlar işitseler bile cevap veremeyeceklerdir. Kıyamete kadar, hiçbir şekilde cevap veremeyecek olan ölülerden yardım isteme işi şu ayetin kapsamına girer. “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi*sine cevap vere*meyecek kimseleri çağıran*dan daha sapık kimdir? Oy*saki bunlar onların çağrısın*ın farkında değillerdir.” (Ahkaf 46/5) Basar, görme gücü demektir. Bir ölüyü yar*dıma çağıran, onun kendini görebildiğine inan*malıdır. Fiziki engellerle sınırlanamayan bir görme, yalnız Allah’a mahsus olduğun*dan bu şahıs Meryem’i, Allah’ın görme sı*fatına da or*tak say*mış olur. İrade, dilemek ve tercih etmektir. Kudretde bir şeye güç yetirme anlamına ge*lir. İnsanın iradesi de kudreti de sınırlıdır. Ölünce her şey biter. Meryem’in, çağrıyı kabul ettiğini ve gerekli yardımı yapabildiğini hayal eden, ona bu iki sıfatı da vermiş olur. Bu, olağan dışı bir irade ve kudret yakıştırma*sıdır. Bu an*lamda irade ve kudret sahibi tek varlık Allah Teâlâ’dır. Böylece Papa, Meryem’i Allah’ın bu iki sıfatına da ortak saymış olur. Papa ile birlikte binlerce Hıristiyan da, kendi dilleri ile Meryem’i aracı olmaya çağırdığı için onun, her istek sahi*bini tanıdığına, dilini bildiğine, istekleri anlayıp kavradığına, onları karıştırmadan değerlendire*bildiğine de inanmaları gerekir. Bu da yalnız Al*lah’ın sahip olabileceği büyük bir ilim ve kudreti gerektirir. Bunlar Meryem’i bu konuda da Allah’a ortak görmek zorundadır*lar. İnsanların isteklerinden haberi olmayan, an*cak kıyamet günü dirilecek olan bir ölü, bize şah da*ma*rımızdan da ya*kın olan ve her şeyi bilen Allah’a karşı nasıl aracılık edebilir? Meryem’in aracı olabilmesi için onun, yukarıdaki sıfatlara sahip olması gerekir. O sıfatlar, Allah’ın isimlerin*den türetilmiştir. Bunlar, hay, alîm, semi’, basîr, mürîd ve kadîr isimleridir. Allah Teâlâ şöyle demiştir: “En güzel isimler Allah’ındır. Siz onu, on*larla çağırın. Onun isimleri konusunda yamukluk yapanları bırakın. Onlar bu ettiklerinin karşılığını göreceklerdir.”(Araf 7/180) Allah, Meryem Ana’da var sayılan yetkileri elçilerine bile ver*memiştir. O, son Elçisine şöyle buyurur: “Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yap*madık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.”(En’am 6/107) “Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.”(Hud 11/12) [1] İsa aleyhisselam. [2] Papa Jean Paul II’nin Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri kitabının önsözünde yer alan duası, s. 22. [3] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 966. [4] Müslim, el-Cenneh ve sıfatu naîmiha, Bab 17, hadis no 76 (2873) Tarikat ve Cemaatlerde Ölüden Yardım İsteme Kur’ân’ın birçok âye*ti, “Allah’tan başka*sından yardım isteme”yi müşriklerin en belirgin özelliklerinden sayar[1]. İnsanlar en çok dua ve ibadet ko*nusunda yanıldıkları için elçiler uyarılarını bu iki konuda yoğunlaştırmışlardır. Namaz, oruç, hac, zekât, helaller ve haram*larla ilgili âyet sayısı az olduğu halde Kur’ân'ın büyük bir bölümü, Allah'tan baş*kasına ibadeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasak*lamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Darda kalmış kişi dua ettiği za*man onun yar*dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü*nün hâkimleri yapıyor? Allah ile be*raber başka bir tanrı mı var? Ne ka*dar az düşünüyor*sunuz."(Neml 27/62) Bu konuda hadis uydurulmuş, ilgili ayet ve hadisler başka yönlere çekilmiş ve sınırlar aşılmıştır. [1] Nisa 4/117; En'am 6/40,41,56,64,71,108; Araf 7/37,194,195,197; Yunus 10/38,66,106; Hûd 11/101; Ra'd 13/14; Nahl 16/20,86; isra 17/56, 57,67; Kehf 18/14; Meryem 19/48; Hacc 22/12,13,62,73; Müminun 23/117; Furkân 25/68; Şuarâ 26/72,213; Kasas 28/64,88; Ankebût 29/42; Lukman 31/30; Sebe' 34/22; Fatır 35/13,14,40; Saffât 37/125; Zümer 39/38; Mü*min 40/20,66,73,74; Fussilet 41/48; Zuh*ruf 43/86; Ahkâf 46/4,5; Cin 72/18. 26 surede toplam 50 ayet. Tahrif Edilen Âyetler Kur’ân’da hem ibadet, hem de dua kelimeleri geçer. İbadet, kulluk etmek; dua, çağrıda bulunmak, yardım istemek anlamınadır. Tefsir ve meallerin çoğunda, duaya “ibadet” anlamı verilerek asıl anlamın kaybolmasına yol açılmıştır. İbadet, yapılan duanın kabul edilmesi maksadına yönelik olacağı için bu iki kelime arasında sıkı bir bağ vardır. Bu sebeple Peygamberimiz; “Dua ibadetin iliği*dir, özü*dür[1]” demiştir. Ama duaya, ibadet denirse, birini olağan dışı yollarla yardıma çağırmanın ibadet olduğu anlamı kaybolur. Bu bir tahrif sayılabilir. Tahrif , harf kökündendir. Harf sözlükte uç, kıyı, sivri ve keskin taraf anlamlarına gelir[2]. Sözü tahrif, iki tarafa yüklenebilecek anlam taşıyan bir sözü yalnız bir tarafa çekmektir[3]. Şu ayet tahrifi, örneklerle açıklamıştır. “Kimi Yahudiler kelimeleri yerlerinden tahrif ederler (yerleşik anlamlarından kaydırırlar). “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” “وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ” bir de “رَاعـِنَا“ derler. Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar. Eğer bunların yerine “سَمِعْنَاوَأَطَعْنَا” “اسْمَعْ” bir de “انظُرْنَا“ deselerdi elbette daha iyi ve daha doğru olurdu. Ama tanımazlık etmelerinden dolayı Allah onları lanetledi. Artık pek az inanırlar.” (Nisa 4/46) Ayetteki üç cümleden her birinin iki anlamı vardır. 1- “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” cümlesinin bir anlamı “dinledik ve sıkı tuttuk” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik” şeklindedir. Çünkü (asâ = عصى); hem isyan, hem de değneğe sarılır gibi sarılma anlamına gelir[4]. Eğer “ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا”“Dinledik ve boyun eğdik” deselerdi sözü başka anlama çekme, yani tahrif imkânı kalmayacağından daha iyi ve daha doğru olacaktı. 2- “وَاسْمَعْ غـَيْرَ مُسْمَعٍ” cümlesinin bir anlamı, “lütfen dinle, sana söz söylemek haddimize değil ama..” diğeri ise “dinle, söz dinlemez adam[5]” şeklindedir. Eğer sadece “dinle” anlamına gelen, "اسْمَعْ“ ifadesi kullanılsaydı başka anlama çekilemezdi. 3- “رَاعـِنَا“ cümlesinin anlamlarından biri “bizi güt” diğeri “bizi gözet” şeklindedir. "Bizi güt" sözünde bir iğneleme vardır. Yani "Sen bizi hayvan güder gibi gütmek istiyorsun, öyleyse güt." demiş olurlar. Dillerini biraz eğer, ayn harfini uzatarak raînâ derlerse “bizim çoban” demiş olurlar. Eğer bunun yerine “انظُرْنَا“ deselerdi “bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi. Kur’ân ancak böyle tahrif edilebilir. Çünkü o, milyonlarca insanın hafızasındadır ve sayısız nüshası bulunmaktadır. Onu başka bir şekilde tahrif mümkün değildir. Ayette yer alan; “... Bunu dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar.” cümlesi tahrif için kötü niyeti şart koşmaktadır. Yoksa birden fazla anlam içeren bir sözle ilgili her yanlış tercih tahrif kapsamına girmez. “Dua” kelimelerine bir delile dayanmadan “ibadet” anlamı verenler bunu dine saldırma amacıyla yapmamış olabilirler. Ama dine saldırmak isteyenlere alet oldukları da bir gerçektir. Ahkaf Suresinin 4, 5 ve 6. âyetlerini örnek vererek, duaya ibadet anlamı vermenin, âyetleri nerelere taşıdığını görmeye çalışalım:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yer*yüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz. Allah’ın yakınından kıyamet gününe kadar kendi*sine cevap vere*meyecek kimseleri çağı*randan daha sapık kimdir? Oy*saki bunlar on*ların çağrısın*ın farkında değillerdir. İnsanlar, ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.”(Ahkaf 46/4,5,6)
Birçok mealde bu ayetlere, şu şekilde anlam verilmiş*tir: “De ki: Söylesenize, Allah’ı bırakıp taptığı*nız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göster*senize bana. Yoksa onların göklere ortaklık*ları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin.
Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapan*dan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
İnsanlar bir araya toplandıkları zaman (müş*rikler) onlara (tapındıklarına) düşman kesilirler ve onlara kulluk ettiklerini inkâr ederler. (Ahkaf 46/4,5,6)[6]”
Dua’ya iba*det anlamı verince, ona bağlı olarak yeni anlam kaymaları kaçınılmaz hale gelmiştir. Hata, hatayı doğurmuş, yukarıdaki üç ayetteki hata sayısı beşe çıkmıştır. Bu hatalar şunlardır: 1) Duaya İbadet Anlamı Verme
“Dua, çağrı anlamına mastar*dır. Daha sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen istek ve ihtiyaç anlamına örf olmuş, isim olarak da kullanılmıştır. “Dua dinledim, dua okudum” denmesi bundandır[7].” İbadet ise taat anlamına gelir; taat boyun eğmek demektir, daha çok emre uymak ve izinden gitmek anla*mında kullanı*lır[8]. Türkçe’de buna kulluk denir. Terim olarak ibadet, Allah’ın emrini yerine getirmek için sa*mimi niyetle namaz kılma ve oruç tutma gibi ey*lemlere verilen addır. Dua ile ibadet arasında sıkı bir bağ vardır. İbadetin asıl hedefi duadır. Yani insan, Allah ’a ibadet ederek bazı isteklerini elde etmek ister. Allah Teâlâ da dualarımızın kabulü için hem namaz kılmamızı, hem de sabırlı olmamızı emrederek şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.”(Bakara 2/153) Bir ayet de şöyledir: “Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler. Bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)
Kişi, Allah’tan istekte bulunduğu zaman ona daha iyi kul olma gayreti içine girer. Bu se*beple ibadet kabuk, dua öz gibidir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Dua ibadettir[9]. Dua ibadetin iliği*dir, özü*dür[10].” Asıl amaç, Allah’a isteklerini kabul ettirmektir. Dua ye*rine ibadet kelimesi kullanılınca bu ilişkiler tümüyle kaybolur. O zaman insanlar, aracılardan medet ummaya başlarlar.
İsteklerini bir veli, bir ruhani aracılığı ile Al*lah’a sunan, önce onu razı etmek ister. Ona, hediyeler, adaklar sunar, manevi huzurunda eğilir. Bunun ona kulluk yani ibadet olduğu Ahkaf 6. ayette şöyle ifade edilmiştir: “O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onların kulluğunu (ibadetlerini) kabul etmeyeceklerdir.”(Ahkaf 46/6)
Şu ayet de bu işin şirk olduğunu hükme bağlamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki ben sadece Rabbime dua ederim; ona kimseyi şirk koşmam.”(Cin 72/20)
Sonuç olarak, dua’ya ibadet anlamı vermek, bazı ayetleri Kur’ân’dan çıkarıp atmak gibidir. Mesela bu tavır, yukarıdaki üç ayeti puta tapanlara has hale getirmiştir. Allah Teâlâ, iba*det ve dua kelimelerini farklı yerlerde kullandığına göre Kur’ân’ın tefsirini ve çevirisini yapanların bu farkı önemsemeleri gerekir. 2) “Men” Kelimesine “mâ” Anlamı Verme
Arapça’da “men” kimse veya kimseler anlamına gelir ve akıllı varlıklar için kullanılır[11]. “Mâ” ise şey veya şeyler demektir. Ahkaf 5. âyette üç kere “men” kelimesi geç*er. Dua’ya ibadet anlamı verenler, onlardan ikisine “men = kimse” üçüncüsüne de “mâ = şey” anlamı vermek zorunda kalınca ayetin anla*mı esastan değişmiş, şu hali almıştır: Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapan*dan daha sapık kim olabilir? Bu meale göre yardıma çağrılanlar putlar olur ve bir ruhanîyi yardıma çağıran kişi âyetin kapsamına girmez. Ama bir anlam kayması yapmadan “men” kelimesine “kimse veya kimseler” anlamını verince şu meal ortaya çıkar: “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi*sine cevap vere*meyecek kimseleri çağı*randan daha sapık kimdir?” Bu doğru anlam, bir ruhanîden yardım istemenin önünü kapar.
Bu hata, zorunlu olarak aşağıdaki hataları doğurmuştur: 3) “Hum هم” Zamirine “hiye هي” Anlamı Verme
“Bunlar” diye tercüme edilen hum, Arapça’da akıllı erkek varlıkları gösterir. Ama “Men”e “şeyler” anlamı verildiği için hum zamirine de ya “men”in lafzını gösteren “huve” ya da manasını gösteren “hiye” anlamını verme zorunluluğu doğmuştur. Bu hafife alınamayacak bir hatadır. 4) Cem’i Müzekker Salime Yanlış Anlam Verme
“Habersizdirler” diye tercüme edilen “gâfilûn” kelimesi cem’i müzekker salimdir; yani akıllı erkekler için kullanılır. “Men”e “şeyler” anlamı verilmesi bu anlamı da yok etmiştir. Bu da önemli bir hatadır. 5) Ahkaf Suresinin 6. Ayetine Dikkat Etmeme
“Men”in “şeyler” diye tercüme edilmesi, 5. âyetle 6. âyetin ilişkisini koparmıştır. Bu ilişkinin kopmamasının tek yolu o kelimenin “kimseler” diye tercüme edil*mesidir. Ayet şöyledir: “İnsanlar ahirette bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak ve onların kulluğunu kabul etmeyeceklerdir.”
Putlar ahirette, canlanıp insanlarla bir araya gelmeyeceğinden âyette sözü edilenler, hesaba çekilen akıllı varlıklardır. Bunlar da ruhlarından medet umulan büyüklerdir.
Ayetlerin mealindeki bu hatalar, türbe ziyareti ile ilgili şu inanca yol açmıştır: “Allah bu sevgili kullarına bazı yetkiler, imkânlar, özellikler bahşetmiştir, bunlar şefaatçilerimizdir, bizler günahkâr ol*duğumuz için doğrudan Allah’tan istemeye yüzümüz yok, belki bunlar sayesinde Allah dileklerimizi kabul eder.[12]”
Bu gibi yanlışlar sebebiyle, ölmüş bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu saymak, ona hayali yetkiler verip Allah’a onun aracılığı ile ulaşmaya çalışmak İslam âleminin en te*mel hastalıklarından olmuştur. Ahkaf 4. âyete doğru anlam verince bu yol tamamen tıkanır. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryü*zünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onla*rın göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Doğru sözlü kimseler iseniz.”
Bu tenkitler, yukarıdaki üç ayet esas alınarak yapılmıştır. Aynı hatalar, içinde dua kökünden kelimeler bulunan birçok ayetin Türkçe’ye çevril*mesinde de görülmektedir. Daha garibi, birkaçı dışında bütün Türkçe meallerde aynı hataların tekrarlanmış olmasıdır. Bu da, Allah’ın asla bağışlamayacağını bildirdiği şirk günahını, Müslümanların kolayca işlemesine yol açmıştır.
Kur’ân meali yapanların bu hatalara, bilerek ve isteyerek düştüğü söylenemez. Ama onların çoğu Allah’ın ne dediğine bakma yerine önceki âlimlerin bu âyetleri nasıl anladığına bakarlar. Bu da, vaktiyle yapılmış bir hatayı kemikleştirir. [1]Tirmizî, Dua,1, hadis no; 3371. [2] Mütercim Asım, Kamus, (حرف)maddesi. [3]Rağıb el-İsfehanî, Müfredât, (حرف) maddesi. [4] es- Sıhah, Tac’ul- arus, Lisan’ul-Arab. Ulaşabildiğimiz tefsir ve meallerde bu incelik tespit edilememiştir. [5] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili. Nisa 46. ayetin tefsiri. [6] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin GÜMÜŞ, Ali TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 1997. (Bu meâlin Suudiarabistan baskısında öze dokunmayan farklılıklar vardır.) [7] Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, c. I, s. 662, (Bakara 186. Ayetin tefsiri) İstanbul 1935. [8] İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab. İtaat, tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demek*tir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyurulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.” (Fussilet 41/11) Taat da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât, طوعmaddesi. [9] Tirmizî, Dua,1, Hadis no; 3372. [10] Tirmizî, Dua,1, Hadis no; 3371. [11] Cümle içinde akıllı varlıklarla birlikte başka varlıklar da geçerse men kelimesi, akıllı olmayanlar için de kullanılabilir. Buna şu ayet örnek verilir: “Allah bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür.” (Nur 24/45) Bu ayette “kimi” diye tercüme edilen “men” kelimesidir. İki ayak üstünde yürüyen insanlar, canlılar kapsamında olduğu için diğer canlılara da “men” denmesi uygun düş*müştür. [12] Hayrettin KARAMAN, “Ramazanda Türbe Ziyaretleri” 10. 12. 2000 tarihli Yeni Şafak Gazetesi, Fıkıh Köşesi. Ölüden Yardım İsteyenlere Örnekler 1) Nurcu Örneği
Bir kısım Nurcular şu şiiri, Abdülkadir Geylânî’nin, sekiz asır önce Said Nursi için yazdığını iddia ederler:
“Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müri*dim ister doğuda olsun is*ter batıda
Hangi yerde olursa olsun yetişirim imdada[1]”
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar[2].İspat için, cifr[3] denen hayali şeylere dayanır ve şiirde, Abdulkadir Geylânî’nin şu anlamı sakladığını söylerler: “Müridim Said Kürdî, Rusya’da esirken kuzeydoğu Asya’dan bidatçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah’ın izni ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim.” Yardımın nasıl gerçekleştiği de şöyle anlatılıyor: “Evet Hazret-i Gavs’ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya’nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs’ın dediği gibi hep koruma altında olmuştur. Üstadımız diyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur” derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiştir [4]."
Bu inancın Kur’ân’a aykırılığını gösteren âyetler daha önce okunmuştu. Bir âyet de şöyledir: “Darda kalmış kişi dua ettiği za*man onun yar*dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü*nün hâkimleri ya*pıyor? Allah ile be*raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu*nuz..” (Neml 27/62)
Güç yetirilemeyen konularda baş*ka*sından yardım alınabilirse artık kim Allah’a sığınır? Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki, Allah’ın dışında kuruntu*sunu ettikle*ri*nizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gi*der*meye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yeti*rebilirler. Çağırıp durdukları bu kimseler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahme*tini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.”(isrâ 17/56–57) “Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğu*nuzu bilir. Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey ya*ratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır. Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirile*ceklerini de bilemezler.” (Nahl 16/19–21) “Onlara sorsan; “Gökleri ve yeri, kim yarattı?” diye, kesinkes “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah’ın yakınından neyi çağırdığınıza baktınız mı? Allah bana bir sıkıntı vermeyi istemiş olsa, onlar bu sıkıntıyı fark edebilirler mi? Ya da Allah bana iyilik etmeyi istemiş olsa, onlar onun bu iyiliğini önleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Dayanacak olanlar ona dayansınlar.” (Zümer 39/38) 2) Diğer Örnek
Peygamberimizin amcası Hamza, Uhut savaşında Allah yolunda öldürülmüş ve anlayamayacağımız bir hayatla yaşamaya devam etmektedir. Bazıları da onu yardıma çağırır. Bunlardan birinin sözleri şöyledir:
“Ankara’dan İstanbul’a geliyoruz... Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu. Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi. Rampanın dibine indiğimizde de bujileri su aldı ve araba stop etti. Bir-iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldırıp, sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz açayım, dedim, içeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elden bir şey gelmiyordu. Koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta onlardan birkaçı, sağımızdan, solumuzdan geçerken “Geçen sene burada bir sürü taksi sürüklendi gitti.” diyerek moralimizi de bozdular... Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet.. durmadan bunları düşünüyorum...
Bir ara baktım büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara “dua edin” dedim. Kendim de “Ya Seyyidena Hamza! Ya Seyyidena Hamza!” diyerek o yüce ruhu, imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk’a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas, yanımızdan geçerek gözden kayboldu... Ve hayrettir selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı... Olayın şahitleri var. Bu değişikliği ve birden selin hızının azalmasını fiziki kanunlarla izah imkânsız. Hiçbirimizin şüphesi kalmadı ki, Cenab-ı Hakk o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi... [5].
Hem “Ya Seyyidenâ Hamza! Ya Seyyidenâ Hamza!” yani “Efendimiz Hamza, efendimiz Hamza yetiş!..” diyor, hem de “o yüce ruhu, imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk’a dua ettim” diyor.
Bunun neresi Allah’a dua?
Sonra şöyle diyor:
“Ehl-i tahkik, şahıslardan istimdat etmeyi mahzurlu görürler. Kanaatimce her meselede olduğu gibi, bu meselede de ölçüyü iyi ayarlamak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekir. Bize göre büyük ve mukaddes ruhlardan istimdat olabilir; fakat kalbin ibresi her an Cenab-ı Hakk’ı göstermelidir. Yani bu büyüklere, vesile ve vasıtalıktan öte tasarruf adına hiçbir paye verilmemelidir. Zaten onları vesile olarak istihdam buyuracak da yine Cenab-ı Hak’tır. O dilemedikten sonra, hiç kimsenin, hiçbir meselede yardımcı olması, bir şey yapması mümkün değildir. Ama Hak tecelli eyleyince her işi asan eder; halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.” Bu hususu da böyle tespit ettikten sonra: Büyük ve mukaddes ruhlar ceset kafesinden kurtulduklarında, adeta bir melek haline gelirler... Hele bunlardan, canlarını yüce, yüksek bir ideal ve davaya adamış olanlar, kendileriyle aynı düşünceyi paylaşanları Allah’ın izniyle her zaman destekler, onlara arka çıkar ve onları korurlar. Ama arz ettiğim gibi frekans birliği şarttır”.
İsa’ya Allah diyen Katolikler de benzeri ifadeleri kullanarak şöyle diyorlar: “İsa kendiliğinden bir şey yapamaz. Her şeyi kendisini gönderen Baba’dan alır[6]. Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır”[7]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İşte Rabbiniz olan Allah… Hâkimiyet onundur. Onun yakınından çağırdıklarınız bir çekirdek zarına bile hükmedemezler. Onları çağırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size karşılık veremezler; kıyâmet günü de sizin ortak saymanızı tanımazlar. Hiç kimse sana, her şeyin iç yüzünü bilen Allah gibi, haber ver*emez.”(Fatır 35/13–14) “De ki: “Sizi karanın ve denizin ka*ranlıkla*rın*dan kurtaran kim*dir? Bundan bizi kurtarırsan şük*reden*lerden olacağız diye ona gizli gizli yalvarır yakarır*sınız.” De ki: “Allah sizi ondan ve her sı*kıntıdan kur*tarır, sonra da ona ortak koşarsınız.”(En’am 6/63–64) “Gemiye bindiklerinde, şirkten uzak bir şe*kilde, yalnız ona boyun eğerek Allah’a yalvarırlar. Allah onları karaya çıkardı mı, bir de bakarsın ona eş koşmaya kalkışıyorlar.”(Ankebut 29/65)
Hamza gibi şehitlerin ölmediğini ispat için şu ayete dayanılıyor: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ama siz bunu fark edemezsiniz.”(Bakara 27154) Allah, “siz bunu fark edemezsiniz” dediğine göre bize söz düşmez. Onlardaki canlılık, insanın fark edebileceği cinsten olsaydı, öncelikle Peygamberimiz fark eder, Hamza’nın ölümüne pek fazla üzülmezdi. Abdullah b. Mes’ud diyor ki; “biz onun, Hamza’ya ağla*dığı kadar bir şeye ağladığını görmedik. Onu kıbleye doğru koydu, cesedinin ba*şında durdu ve sesli olarak, hıçkıra hıçkıra ağ*ladı”[8]. Konu ile ilgili diğer âyetler şöyledir: “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Hayır, onlar diridirler, Rableri katında rızıklanırlar. Onların içleri açılır; çünkü onlara Allah, kendi ikramından vermiştir. Arkadan gelip kendilerine henüz katılmamış olanlar adına da sevinirler. Çünkü onları korkutacak veya üzülmelerine sebep olacak bir şey yoktur. Allah’ın nimeti ve ikramı sebebiyle de sevinirler. Allah, mü*minlerin alacağı karşılığı azaltmayacaktır.”(Al-i İmran 3/169–171)
Bir an için “siz bunu fark edemezsiniz” hükmünün olmadığını ve iyi müminlerin onların farkına vardığını düşünelim. Bu durumda fark edilecek tek şey, içinde bulundukları nimetler olur. Bu, onların insanlara yardım edeceğine delil olmaz. Onlardan yardım isteyenlerin durumu, şu ayette açıklanandan başkası değildir: “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi*sine cevap vere*meyecek kimseyi çağıran*dan daha sapık kimdir? Oy*saki bunlar onların çağrısından habersizdirler.” (Ahkaf 46/5)
Mekke müşrikleri de tanrılarında var saydıkları gücü Allah’ın verdiğine inanırlardı. Kâbe’yi tavaf ederken şöyle der*lerdi:
“Lebbeyk lâ şerîke lek illâ şerî*kun huve lek temlikuhu ve mâ me*lek”
“Emret Allah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur. Yalnız bir ortağın vardır ki, onun da bütün yetki*le*rinin de sahibi sensin.”
Bu, delilsiz bir iddiaydı. Bunu bize nakleden İbn Abbas diyor ki, onlar “Lebbeyk lâ şerîke lek = Emret Allah’ım, Senin hiçbir ortağın yoktur.” dediklerinde Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle derdi: “Yazıklar olsun; burada kesin, burada ke*sin[9]”.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Desen ki: ‘Gökten ve yerden size rızık veren kim? Ya da işitmenin ve gözlerin sahibi kim? Kimdir o diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran? Ya her işi düzenleyen kim?’ Onlar: ‘Allah’tır!’ di*yeceklerdir. Deki; ‘O halde ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’ İşte sizin gerçek Rabbiniz Allah budur. Hakkın ötesi sapıklık değildir de ya nedir? Nasıl da çevrili*yor*sunuz?” (Yunus 10/31–32)
Bizi, merkezi yönetimin tayin ettiği kişiler idare eder. Mesela vali, devleti ve hükümeti temsil eder. Kimileri de Allah’a yakın gördüğü bazı kişileri Allah’ın tayin edip yetki verdiği kişiler olarak kabul ediyor. Tayin belgesi olmayan kişiyi vali saymak, nasıl merkezi idareye baş kaldırma anlamına geliyorsa Allah’ın verdiği bir belgeye dayanmadan bazı kimseleri Allah’a ait yetkilere sahip görmek de Allah’a baş kaldırmak olur.
Hamza’yı, Abdulkadir Geylânî’yi veya başkasını yardıma çağıranlarla zaman zaman şöyle konuşmalar yaparız: Bayındır- Onlar sizi tanıyor mu?
- Allah tanıtamaz mı?
Bayındır- Onlar sizi duyabilirler mi?
- Allah duyuramaz mı? Bayındır- Onlar sizin konuştuğunuz dili bilirler mi?
- Allah öğretemez mi? Bayındır- Peki onlar ölmemişler midir?
- Onlar ölmezler, desem okuduğun ayetlere göre bunun bir faydası yoktur. Bayındır- Demek Allah Teâlâ önce onlara dirilik verecek, sonra sizi ona tanıtacak, sesinizi duyuracak, dilinizi öğre*tecek ve sizi anlamasını sağlayacak; sonra da sizin lehinize aracılık yapmasına, kendine karşısında sizi sa*vunmasına müsaade edecek. Size göre aynı anda on binlerce kişi onlara başvurmakta ve yardım istemektedir. Bunların her birini anlaması ve sıraya koyması da gerekecektir. Bu, ancak hayal âleminde olabilir!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tuta*cak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortakları*nızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz aç*tırma*yın.” “Çünkü benim velim Kitap’ı indiren Allah’tır. O, iyilere velilik eder.” “Onun yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.”(Araf 7/191–197) 3) Bir Şeyh Efendi Örneği[10]
Bu zatla aramızda, şöyle bir konuşma geçmişti: Şeyh Efendi- Siz ne derseniz deyin; biz evliyanın ve büyük şeyhlerin ruhlarının Allah ile kullar arasında vasıta ol*duğuna ina*nı*rız. Onların ruhaniyet- inden medet umar, yardım isteriz. Bayındır- Peki ya “iy*yâke nestaîn= yalnız senden yardım isteriz”(Fatiha 1/5) âyeti ne*rede kaldı? Bu ayeti her namazda okuruz. Bunun sebebi ne olabilir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf 50/16) Allah şah damarımızdan yakın oldu*ğuna göre büyüklerin ruhları nerede boş*luk bulur da araya girerler? Şeyh Efendi- Abdülkadir Geylânî haz*retleri bir şiirle*rinde buyururlar ki:
“Müri*dim ister doğuda olsun is*ter batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada[11]” Bayındır- Bu, çok sa*yıda âyete açıkça ay*kı*rıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Darda kalmış kişi dua ettiği za*man onun yar*dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü*nün hâkimleri ya*pıyor? Allah ile be*raber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsu*nuz.” (Neml 27/62) Şeyh Efendi- Sen Abdülkadir Geylani’ye inan*mıyorsan se*ninle konuşacak bir şeyimiz yok*tur. Bayındır- Abdülkadir Geylani’ye inanmak imanın şartlarından değildir. Biz ondan değil, Allah’ın kitabından sorumlu tutulacağız.
Bu örnekler, Müslümanların Müslümanlıkla ne ölçüde ilgili olduklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. [1] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lema, a.g.e, c. II, s. 2083. [2] İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza. [3] Cifr konusu daha sonra gelecektir. [4] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sekizinci Lema, a.g.e, c. II, s. 2084. [5] Küçük Dünyam 2, Zaman Gazetesi 28 Kasım 1996, ayrıca [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]; (30/11/2003) [6] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 859. [7] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519. [8] Safiyyu’r-Rahmân el-Mubârekfûrî, er-Rahiku’l-Mahtûm, Beyrut, 1408/1988, s. 255-256. [9] Müslim, Hacc, 22, Hadis no; 1185. [10] İstanbul Fatih’te bulunan İsmail Ağa camiinin emekli imamı Mahmut USTAOSMANOĞLU’dur. Mahmut Efendi diye anılır. Bu zatla ve beraberindeki kişilerle yaptığımız görüşmenin tamamı “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” adlı kitabımızda yer almaktadır. [11] Bu şiir, Said Nursî'nin Sikke-i Tasdîki Gaybî adlı kitabında geç*er. Bkz. Risale-i Nur Külliyatı, c.II, s. 2083. |