Durumu: Medine No : 15625 Üyelik T.:
05 Ocak 2012 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
31 Konular:
3 Beğenildi:0 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları. Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları. Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları. Binikiyüzon 1210 [m. 1796] senesinde, Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremiyecek hâlde bırakınca, böyle inanmanın müslümanlıktan ayrı bir yol olduğunu, islâm düşmanlarının islâmiyeti içerden yıkmak için sinsice hazırladıkları bir tuzak olduğunu gösteren âyet-i kerime ve hadis-i şerifler yazılarak, Mekkedeki islâm âlimleri imzaladılar. Tevbe eden üç vehhâbî de, bu vesikaya şâhit oldular. Bu vesika her memlekete gönderildi. Mekkedeki vehhâbî din adamları, Der'ıyyeye, Abdülazîzin yanına gelerek, cevap veremediklerini, böyle inanmanın islâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Abdülazîz bin Muhammed bin Sü'ûd ve adamları, bunları işitince, Ehl-i sünnete diş bilediler. Binikiyüzonbeş [1215] senesinde Mekkeye saldırdılar. Mekke emîri şerif Gâlib bin Müsâ'id bin Sa'îd efendi, bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerif Gâlib efendi, bunları Mekkeye sokmadı. Mekke etrâfındaki Arab kabîleleri, vehhâbî oldular. Sü'ûd, hemen o sene, iki bayram arasında, Tâif şehrine asker gönderdi. Tâifteki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeynî Dahlânın (Hulâsat-ül-kelâm) kitabında ve Eyyûb Sabri Pâşanın [Eyyûb Sabri pâşa 1308 [m. 1890] de vefât etti.] 1296 [m. 1879] senesinde basılmış olan (Tarih-i Vehhâbîyân) ve (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. (Hülâsat-ül-kelâm) 1395 [m. 1975] de İstanbulda bastırılmıştır. Tâife girdikleri zaman, kadınlara ve çocuklara ve bütün ehâlîye yaptıkları işkenceler (Osman-ül-Mudâyıkî) adındaki islâm düşmanı, azgın bir şakînin emri ile yapıldı. Bu adam, Muhsin isminde biri ile birlikte, şerif Gâlib efendi tarafından Der'ıyyeye gönderilmişti. Medîneye girmelerini ve müslümanlara işkence yapmalarını önlemek için, önceki sözleşmeyi yenilemeye çalışacaklardı. Fakat bu münâfık, şerif Gâlib efendinin yanında câsûsluk yapıyordu. Yolda arkadaşı olan Muhsini de, bir çok menfaatler vaat ederek aldattı. Der'ıyyeye gelince, Sü'ûd bin Abdülazîze içlerini döktüler. Sü'ûd, bunların, sâdık bir köle olduğunu anlayınca, Der'ıyye çapulcularını bunların emrine verip, (Tâif) yanındaki (Abîle) denilen yere geldiler. Şerif Gâlib efendiye mektûb yazıp, Sü'ûd ve kendilerinin önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Sü'ûdün Mekkeyi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib efendi, cevap yazarak, tatlı sözlerle nasihat etti ise de, islâm düşmanı olan bu azgın, mektûbları yırttı. Emîrin gönderdiği müslümanlara saldırıp, bozguna uğrattı. Şerif Gâlib efendi, Tâif kal'asına çekilip savunma tedbîrleri aldı. Bu azgın vehhâbî, 1217 [m. 1802] Şevvâl ayı sonunda Tâife yakın (Melîs) denilen yerde ordusunu kurdu. Kendisinden daha taş yürekli ve gönlü islâm düşmanlığı ile dolu olan (Bîşe) emîri (Sâlim bin Şekbân) alçağını dahî yardıma çağırdı. Sâlimin yanında yirmi kadar çöl şeyhi ve her şeyhin yanında beşyüz kadar vehhâbî şakîsi vardı. Sâlimin emrinde ayrıca bin kişi vardı. Şerif Gâlib efendi, Tâiflilerle birlikte Melîsteki eşkiyâ üzerine kahramanca saldırdı. Sâlim bin Şekbânın binbeşyüz çapulcusunu kılıncdan geçirdi. Sâlim ve yanında kalanlar kaçtı. Fakat toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar. Ehâlînin mallarını yağma ettiler. Şerif Gâlib efendi, yardım almak için Ciddeye gitti. Tâifliler korkup, çoğu, çoluk çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kal'ada sığınan Tâifliler, ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan, kal'aya teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler. O gün düşman da, çok ölü vererek dağılmaya başlamış idi. Anlaşmak için Tâiflilerin gönderdiği alçak ve südü bozuk bir kimse, düşmanın kaçtığını gördüğü hâlde, arkalarından bağırmaya başladı: Şerif Gâlib, sizden korkup kaçtı. Tâif ehâlîsi de, dayanacak hâlde değildir. Kal'ayı size verip af dilediklerini bildirmek için beni gönderdiler. Ben sizi severim. Geri dönünüz. Bu kadar kan döktünüz. Tâifi ele geçirmeden gitmek doğru değildir. Size yemin ederek söylüyorum ki, Tâifliler kal'ayı hemen verecekler. Her istediğinizi kabûl edeceklerdir dedi. Tâifin böyle boş yere vehhâbîlerin eline geçmesi, şerif Gâlib efendinin hatâsı olmuştur. O, Tâifte kalsaydı, müslümanların başına bu felaket gelmiyecekti. (Hâinler, korkak olur) gereğince, bu sözlere inanamadılar. Fakat, kal'a üstünde teslim bayrağını görünce, işin iç yüzünü anlamak için kal'aya bir adam gönderdiler. Adamı iple kal'aya çektiler. Teslim olmak istiyorsanız, cânınızı kurtarmak için bütün malınızı buraya toplayın dedi. İbrâhîm ismindeki bir müslümanın gayreti ile eşyalar getirildi. Bunlar azdır, bu kadar mal ile affolunamazsınız. Daha getiriniz dedi. Bir defter verip, mal getirmiyenlerin ismlerini buraya yazınız! Erkekleriniz istediği yere gidebilirler. Kadınlarınız ve çocuklarınız zincirlere bağlanacaktır dedi. Biraz yumuşak olması için yalvardılar ise de, azgınlığını ve sertliğini arttırdı. İbrâhîm, buna dayanamayıp, göğsüne bir taş vurdu, öldürdü. Bunun üzerine, kal'aya saldırdılar. Böylece, kurşun ve gülle dokunmasından kurtuldular. Demirlerle kapıları kırıp içeri girdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklarda dere gibi kan aktı. Evleri basıp herşeyi yağma ettiler. Güneş batıncaya kadar azdılar, kudurdular. Kal'anın şark tarafındaki taş evlere giremediler. Fakat kurşun yağmuruna tuttular. İçlerinden bir habîs, sizi affettik. Çoluk çocuğunuzu alıp istediğiniz yere gidebilirsiniz diye bağırdı. Başka yere gitmek için yola çıkanları bir tepede topladılar. Bunların çoğu kadın ve çocuk idi. Etrâflarını sardılar. Bunları oniki gün aç, susuz bıraktılar. Her biri temiz âile, nâz ile büyümüş müslümanlardı. Bunlara söz ile, sopa ile ve taş ile eziyyet ettiler. Birer birer çağırıp, mallarınızı sakladığınız yerleri bildirin diyerek döverlerdi. Merhamet için yalvaranlara, ölüm gününüz yaklaşıyor derlerdi. İbni Şekbân, taş evleri oniki gün sıkıştırmış, içeri giremeyince, (Evinden çıkıp silâhını bırakanlar affedilecektir) diye söz vermişti. Bu söze inanıp evden çıktılar. İbni Şekbân, bunların ellerini arkalarına bağlayıp tepedeki müslümanların yanına gönderdi. Böylece üçyüzaltmışyedi erkekle birlikte tepede beklemekte olan kadın ve çocukları kılıncdan geçirdiler. Şehitleri günlerce hayvanlara çiğnettiler. Yırtıcı hayvanların ve kuşların yimesi için onaltı gün açıkta bıraktılar. Müslümanların evlerine saldırdılar. Mal, eşya, ne varsa hepsini toplayıp kal'a kapısının önündeki meydana dağ gibi yığdılar. Bunların ve topladıkları paraların, altınların beşte birini, Sü'ûda gönderdiler. Geri kalanı aralarında paylaştılar. Hâinlerin ve yağmurun götürdüklerinden arta kalıp Ehl-i sünnetin eline geçen kırkbin riyâl altın ile sayısız kıymetli eşyadan onbin riyâl kadınlara ve çocuklara dağıtıldı. Eşya da pazarlarda çok ucuza satıldı. Kütübhânelerden ve mescidlerden ve evlerden topladıkları Kur'an-ı kerimleri, tefsîrleri, hadis ve çeşidli din kitaplarının hepsini parçalayıp yerlere attılar. Kur'an-ı kerimlerin ve din kitaplarının altın işlemeli meşin ciltlerinden çarıklar yapıp pis ayaklarına giydiler. Ayaklarındaki kitap cildinden çarıklar üzerinde âyet-i kerimeler ve mübârek yazılar yazılı idi. Kıymetli kitapların yaprakları, yerlere o kadar çok atılmıştı ki, Tâif sokaklarında basacak toprak kalmamıştı. İbni Şekbân, yalnız Kur'an-ı kerimlerin parçalanmamasını emretmiş ise de, çöllerden vurgun için toplanıp gelmiş olan vehhâbî haydutları, Kur'an-ı kerimi tanımadıklarından, ele geçirdikleri Mushaf-ı şeriflerin hepsini parçalayıp yerlere saçtılar. Üzerlerini çiğniyerek geçtiler. Koca Tâif şehrinde yalnız üç Mushaf-ı şerif ile bir Buhârî-i şerif kitabı bu yağmadan kurtulabilmişti. Mucize: Yağma yapıldığı günlerde hava durgundu. Hiç rüzgâr yoktu. Eşkiyâ çekilip gidince, bir fırtına çıktı. Rüzgârlar, yerlerdeki Kur'an-ı kerim ve çeşidli din kitaplarının yapraklarının hepsini uçurup götürdü. Uçan kâğıdların nereye gittikleri anlaşılamadı. Yere düşmüş hiçbir kâğıd görülemedi. Şehitlerin cesedleri tepe üzerinde onaltı gün kalarak sıcaktan çürümüşlerdi. Her tarafı fena koku sarmıştı. Müslümanlar, İbni Şekbâna çok yalvardılar, ağladılar, sızladılar. Nihâyet izin alabilip, iki büyük çukur kazdılar. Babalarının, dedelerinin, akrabâlarının, arkadaşlarının, çocuklarının kokmuş cesedlerini bu çukurlara doldurup toprakla örttüler. Tanınacak tam bir ceset hiç yoktu. Kiminin yarısı, kiminin dörtte biri kalmıştı. Yırtıcı kuşların ve hayvanların uzaklara taşıyıp bırakmış oldukları insan parçalarının kokuları, vehhâbîleri de rahatsız ettiğinden, bunların toplanmasına da izin verdiler. Müslümanlar, her tarafı dolaşıp, bunları da topladılar. İki büyük çukura gömdüler. Eşkiyânın, şehitleri, çürüyünceye kadar açıkta bırakmaları, müslümanların ölülerine de hakâret etmek ve intikam almak içindi. Beyt: Yükselmeye sebep olur, gam yime düştüm diye, Binâ tâmîr edilmez, benzemezse harâbeye. Bedenleri açıkta kalıp, kuşlara kurdlara yem olan ve çürüyüp kokan şehitlerin Allah huzurundaki dereceleri katkat artar. Eşkıyâ, Tâif şehrindeki müslümanları kılıncdan geçirdikten ve eşyaları, paraları yağma edip paylaştıktan sonra, her tarafı dolaşarak, Eshâb-ı kirâmın, Evliyânın ve âlimlerin türbelerini yıkıp yerle bir ettiler. Türbeleri yıkarken, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin çok sevdiklerinden Abdüllah ibni Abbâs hazretlerinin mezarını kazıp, mübârek cesed-i şerifini çıkarıp yakmak istediler ise de, toprağa ilk kazmayı vurunca, etrâfa yayılan güzel kokudan ürktüler. (Bu mezarda büyük bir şeytan vardır. Toprağı kazmakla vakit geçirmiyelim. Dinamitle havaya uçuralım) dediler. Çok miktârda barut getirdiler. Pek uğraştılar ise de, barut ateş almadı. Barut ateş almayınca, şaşırıp dağıldılar. Böylece bu mübârek mezar birkaç sene düz toprak hâlinde kaldı. Sonra, seyyid Yasîn efendi gayet güzel bir sanduka yaptırarak bu mübârek mezarın unutulmasını önlemiştir. Seyyid Abdülhâdî efendinin ve daha birçok Velîlerin de mezarlarını kazmak istediler ise de, herbiri kerâmet göstererek, zarar vermelerine imkân olmadı. Güçlüklerle karşılaşarak, bu kötü düşünceden vazgeçtiler. Osman-ı Mudâyıkî ve İbni Şekbân mel'ûnları, türbelerle berâber, câmilerin ve medreselerin de yıkılmasını emretmişler idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olan Yasîn efendi, (Cemaat ile namaz kılmak için yapılmış olan mescidleri niçin yıkıyorsunuz? Eğer Abdüllah ibni Abbâsın kabri bulunduğu için yıkmak istiyorsanız, onun mezarı, büyük mescidin dışındaki türbededir. Onun için mescidin yıkılması da Îcap etmez) dedi. Osman-ı Mudâyıkî ile İbni Şekbân bu söze cevap veremediler. İçlerinde bulunan Matû' adında bir zındık, (Şüpheli olan şeyleri yok etmelidir) diye gülünç bir söz söyledi. Yasîn efendi buna karşılık, (Mescidde şüphe olur mu?) deyince, cevap veremedi. Uzun bir sessizlikten sonra, Osman-ı Mudâyıkî, (İkinizi de dinlemiyeceğim. Mescide dokunmayınız, türbeyi yıkınız!) emrini verdi. Vehhâbîlerin Mekke'de yapdıkları işkenceler (Mir'ât-ül haremeyn) den alındı. Tâifte müslüman kanı akıtan alçaklar, sonra Mekkeye saldırdılar ise de, hac zamanı olduğu için, şehre girmeye korktular. Mekke ehâlîsi, Tâifteki müslümanların öldürülmesini işitince, Şerif Gâlib efendi, vehhâbîlere karşı koymak için Ciddeye asker toplamaya gitti. Fakat Mekke ehâlîsi, Tâif fâciasından çok korktukları için, bir hey'et göndererek yalvardılar. 1218 [m. 1803] senesi Muharrem ayında Mekkeye girip, inançlarını şehirde yaydılar. Kabir ziyâret edenleri, Resûlullahın türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Ondört gün sonra, şerif Gâlib efendiyi yakalamak için Ciddeye gittiler. Şerif Gâlib efendi, Cidde kal'asından merdce saldırarak, vehhâbî eşkıyâsından çoğunu öldürdü. Geri kalanları, Mekkeye kaçtı. Halkın yalvarması üzerine, şerif Gâlib efendinin kardeşi olan şerif Abdülmu'în efendiyi Mekkede emîr bırakıp, Der'ıyyeye gittiler. Şerif Abdülmu'în efendi, vehhâbîlerin işkencesinden Mekkelileri koruyabilmek için bu emîrliği kabûl etti. Şerif Gâlib efendi, eşkiyânın bozguna uğramasından otuzsekiz gün sonra, Cidde vâlîsi Şerif pâşa ile, Ciddedeki askerleri alarak Mekkeye geldi. Burada bırakılmış olan eşkiyâyı çıkardı. Emîrliği tekrar ele geçirdi. Eşkiyâ, Mekkelilerden intikam almak için, Tâif etrâfındaki köylere saldırıp çok cana kıydılar. (Osman-ül-mudâyıkî) adındaki şakîyi Tâife vâlî yaptılar. Osman, Mekke etrâfındaki eşkiyâyı da toplıyarak, büyük bir gürûh ile 1220 [m. 1805] senesinde Mekke şehrini kuşattı. Mekkedeki müslümanlar aylarca sıkıntı çekti. Aç kaldılar. Son günlerde, yimek için köpek eti dahî bulamadılar. Şerif Gâlib efendi, milletin canlarını kurtarmak için, düşmanla anlaşmaktan başka çâre olmadığını anladı. Mekke emîrliği kendinde kalmak ve müslümanların canına, malına dokunmamak şartı ile, şehri teslim etti. Mekkeyi aldıktan sonra, Medîneye de saldırdılar. Şehre girdiler. (Hazîne-i nebeviyye)de bin seneden beri toplanmış olan dünyanın en kıymetli tarihi eşyalarını yağma ettiler. Müslümanlara buraya yazamıyacağımız kadar çirkin işler yaptılar. Mübârek bin Magyan adında birini vâlî bırakıp, Der'ıyyeye gittiler. Mekkede ve Medînede yedi sene kaldılar. Yedi sene Ehl-i sünnet hâcılarını Mekkeye sokmadılar. Kâbeyi (Kaylan) denilen siyah kumaştan iki örtü ile sardılar. Nargile içmeyi yasak ettiler. İçenleri çok dövdüler. Mekke ve Medîne ehâlîsi, bunlara hiç sokulmazlar, bunları beğenmezlerdi. Mekkedeki müslümanlara yapılan işkenceleri, Eyyûb Sabri pâşanın binüçyüzbir 1301 [m. 1883] senesinde basılan (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitabının birinci cildi şöyle anlatmaktadır: Mekke-i mükerreme şehrindeki müslümanlara ve her sene hâcılara yapılan işkenceler sayılamayacak kadar çoktur. Sü'ûd, Mekke ehâlîsine ve bunların emîri şerif Gâlib efendiye sık sık korkutucu mektûblar gönderirdi. Birkaç kere asker göndererek, Mekkenin etrâfını sardı ise de, binikiyüzonsekiz 1218 [m. 1802] senesine kadar bu şehri alamadı. Şerif Gâlib efendi, binikiyüzonyedi (1217) senesinde Cidde vâlîsi ile Şâm ve Mısr hâcı kâfilelerinin reîslerini toplayıp, (Eşkıyâ Mekke-i mükerreme şehrine saldırmak istiyor. Bana yardım ederseniz, onların reîsleri olan Sü'ûdü ele geçirebiliriz) dedi. Bunu kabûl etmediler. Şerif Gâlib efendi, kardeşi şerif Abdülmu'îni yerine vekîl bırakıp Ciddeye gitti. Şerif Abdülmu'în Mekke emîri olunca, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed Tâhir, seyyid Muhammed Ebû Bekr, Mîr Ganî, seyyid Muhammed Akkâs, Abdülhafîz Acemiyi Sü'ûd bin Abdülazîze gönderip, af ve iyilik istediler. Binikiyüzonsekiz (1218) senesi idi. Sü'ûd, kabûl edip, askeri ile Mekkeye geldi. Abdülmu'îni kaymakam yaptı. Türbelerin, mezarların hepsini yıktırdı. Vehhâbîlerin inancına göre, Mekke ve Medîne ehâlîsi, Allahü teâlâya ibâdet etmiyorlarmış. Türbelere tapınıyorlarmış. Türbeler ve mezarlar yıkılırsa, herkes Allaha tapınmaya başlarmış. Abdülvehhâb oğlu Muhammede göre, 500 [m. 1106] senesinden sonra ölen müslümanların hepsi küfür ve şirk üzere ölmüş. İslâmiyetin doğrusu, ona bildirilmiş. Vehhâbî olduktan sonra ölenlerin, önce ölmüş olan müşriklerin yanına gömülmeleri câiz değilmiş. Sü'ûd, şerif Gâlib efendiyi yakalamak ve Ciddeyi ele geçirmek için, Cidde üzerine yürüdü. Fakat Cidde ehâlîsi, oradaki Osmanlı askeri ile elele vererek kahramanca çarpıştılar. Sü'ûdün askeri fena hâlde bozuldu. Sü'ûd, kaçanları toplıyarak Mekkeye döndü. Şerif Abdülmu'în efendi, Mekkedeki müslümanları ölümden ve işkenceden kurtarmak için vehhâbîlere dost göründü ise de, azgın vehhâbîler, hergün işkenceyi ve soygunculuğu arttırdılar. Şerif Adülmu'în efendi, tatlılıkla geçinmeye imkân olmadığını anladı. Şerif Gâlib efendiye haber gönderip, (Sü'ûdün Mekkede ve askerlerinin [Mu'allâ] denilen meydandaki çadırlarda olduğunu, bir miktâr askerle gelirse, Sü'ûdün ele geçirilebileceğini) bildirdi. Şerif Gâlib efendi, bunu duyunca, Cidde vâlîsi Şerif pâşa ile birlikte ve seçme askerleri alarak, bir gece Mekkede vehhâbîlere baskın yaptı. Çadırları sardı ise de, Süûd kaçıp kurtuldu. Askerleri de silâhlarını teslim etmek üzere af dilediler. Dilekleri kabûl olundu. Mekke-i mükerreme şehri zâlimlerden kurtarıldı. Bu başarı, Tâifteki vehhâbîleri korkuttu. Onlar da, kan dökmeden teslim oldu. Osman-ı Mudâyıkî zâlimi, adamları ile birlikte, Yemen dağlarına kaçtı. Mekkeden çıkanları, köylerde ve kabîlelerde vurgunculuk yaptıklarından şerif Gâlib efendi, (beni Sakîf) kabîlesine hemen adamlar gönderdi. Tâife gidip, vehhâbîleri vurun! Ele geçirdikleriniz sizin olsun dedi. Benî Sakîf kabîlesi, eşkiyâdan intikam almak için, Tâife saldırdılar. Tâif de böylece kurtarıldı. Osman-ı Mudâyıkî, Yemen dağlarındaki câhil, vahşî köylüleri toplayıp ve yolda karşılaştığı vehhâbîleri de alıp Mekkeyi kuşattı. Ehâlî üç ay kadar şehirde çok sıkıntı çekti. Şerif Gâlib efendi, on kere çemberi yarmak istedi ise de, başaramadı. Mekkede yiyecek kalmadı. Ekmeğin okkası beş riyâle, sâde yağın bir okkası altı riyâle çıkmakla berâber, satıcılar bulunamaz oldu. Halk, kedi, köpek yidi. Sonra bunlar da bulunamadı. Ot, ağaç yaprağı yidiler. Bunlar kalmayınca, eziyyet etmemek ve kan dökmemek şartı ile Mekke şehri Sü'ûda teslim edildi. Şerif Gâlib efendi, bunda suçlu değildi. Fakat önceden, kendini dinleyen kabîlelerden yardımcı getirmiş olsaydı, bu duruma düşmiyecekti. Hattâ, Mekkeliler, şerif Gâlib efendiye yalvarıp, bizi seven kabîlelerden yardımcı getirirseniz, hac zamanına kadar dayanabiliriz. Mısr ve Şâm hâcıları gelince, kurtuluruz demişlerdi. O da, bunu önceden yapabilirdim; şimdi yapılamaz diyerek, önceki yanlışlığını söylemiştir. Teslim olmak da istemiyordu. Fakat ehâlî, (Efendim, mübârek ceddiniz olan Resûlullah düşmanla anlaşma yapmıştı. Siz de anlaşarak bizi bu sıkıntıdan kurtarınız. Resûlullah efendimizin sünnetine uymuş olursunuz. Çünkü Resûlullah, anlaşmak ve sözleşme yapmak için Hz. Osmanı [Hudeybiyeden] Mekkedeki Kureyşlilere göndermişti) dediler. Şerif Gâlib efendi, halkın bu isteğini oyalıyarak son ana kadar anlaşma yapmadı. Halk dayanamıyacak hâle gelince, Mekkede bulunan Abdürrahmân adındaki bir din adamının baskısı ile, sözleşmeye râzı oldu. Şerif Gâlib efendinin böyle davranması, pek kurnazca olmuştu. Abdürrahmânın aracılığı ile, Sü'ûdün işkence yapmasını önlemiş oldu. Müslümanlara da, (Anlaşmayı istemiyerek yaptım. Hac zamanına kadar bekliyecektim) diyerek, halkı ve askeri kendine bağlamış oldu. Bu anlaşma üzerine, Abdülazîzin oğlu Sü'ûd, Mekkeye girdi. Kâbe-i muazzamayı kaba bir keçe ile örttü. Şerif Gâlib efendiyi işbaşından ayırdı. Fir'avn gibi, öteye beriye saldırmaya, akla gelmiyecek işkenceler yapmaya başladı. Şerif Gâlib efendi, Osmanlılardan yardım gelmediğine gücenip, Sü'ûdün Mekkeye yerleşmesindeki sebep, Osmanlı devletinin gevşekliğidir sözünü halk arasına yaydı. Osmanlı devletini harekete geçirmek için de, Mısr ve Şâm hâcılarının Mekkeye sokulmamasını Sü'ûda aşıladı. Şerif Gâlib efendinin bu sözleri, Sü'ûdün azmasına ve işkencelerini arttırmasına yol açtı. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu ve Mekkenin ileri gelenlerini ve zenginlerini yakalatıp işkence ile öldürttü. Vehhâbî olduğunu açıklamıyanları korkuttu. Çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Sü'ûdün dînine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhâb oğlu Muhammedin dînine sokmaya zorladı. Çöllerde olduğu gibi, hak dînini ve doğru mezhebini koruyabilecek sağlam kimseler çok azaldı. Şerif Gâlib efendi, bu acı hâlleri görüp, Arabistân çöllerinde olduğu gibi, Hicâzda ve mübârek şehirlerde de islâmiyetin yok olacağını anlıyarak, Sü'ûda haber gönderdi: (Hacdan sonra, Mekkede kalırsan, Osmanlı hükûmetinin İstanbuldan göndereceği askere dayanamazsın. Yakalanır öldürülürsün. Hacdan sonra Mekkede kalma, çık, git!) dedi ise de, bu sözler Sü'ûdün azgınlığının ve işkencelerinin artmasına yol açtı. Sü'ûd bin Abdülazîz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp, (Hz. Muhammed mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür) deyince, (Resûlullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Sü'ûdün bu suâli sorması, onun cevap verebileceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi.(Hz. Peygamberimizin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçmasapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dînimi kabûl etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi, (Dışarıdan birşey gösterip de seni inandırmaya çalışmıyacağım. Geliniz, birlikte Medîne-i münevvereye gidelim! (Muvâcehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selâm vereyim. Selâmıma cevap verirse, inanırsın. Resûlullah efendimizin, Kabr-i saadetinde diri olduğunu, selâm verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selâmıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezâyı verebilirsin) dedi. Sü'ûd, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Sü'ûd bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdîri ile, bu vehhâbî bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağıza, o zata kadar ulaştı. Bu mücâhid zat, artık Mekkede bulunmanın doğru olmıyacağını düşünerek, başka yere hicret etti. Sü'ûd, mücâhid zatın Mekkeden çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık kâtil gönderdi. Bu kâtil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım) diyerek, gece gündüz durmadan gitti. Mücâhid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefât etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Sü'ûda gidip olanları söyledi. Sü'ûd, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbîh ile göklere çıkarıldığını rü'yâda gördüm. Nûr yüzlü kimseler, bu cenâze filan zattır. Âhır zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenâzesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübârek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsânını gördüğün hâlde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Sü'ûd, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi. Osman-ı Mudâyıkîyi Mekkede vâlî bırakıp, Der'ıyyeye gitti. Sü'ûd bin Abdülazîz, Der'ıyyede kaldı. Medîne-i münevvereyi de ele geçirdi. Hac etmek istiyenleri ve doğru dürüst konuşabilenleri, yanına alarak Mekkeye doğru yola çıktı. Vehhâbîliği övecek ve yayacak olan din adamları, önde gidiyordu. Bunlar Mekkeye girince, 1221 [m. 1806] Muharrem ayının yedinci Cuma günü, Abdülvehhâb oğlunun yazdığı vehhâbî kitabını (Mescid-i haram) içinde okuyup anlatmaya başladılar. Ehl-i sünnet âlimleri bunlara cevap verdi. Bu cevapları (Seyf-ül-Cebbâr) kitabında yazılıdır. On gün kadar sonra, Sü'ûd bin Abdülazîz de geldi. Şerif Gâlib efendinin (Mu'allâ) denilen yerdeki konağına yerleşti. Şerif Gâlib efendiye dostluk gösterisi olarak, üzerindeki örtünün bir parçasını ona örttü. Şerif Gâlib efendi de, buna dostluk gösterisinde bulundu. Şerif Gâlib efendi, Sü'ûd ile birlikte Mescid-i Harama gidip, Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiler. 1221 [m. 1806] senesinde, Şâm kâfilesinin Mekkeye yaklaştığı işitildi. Sü'ûd, bu hâcıları Mekkeye sokmıyacağını bildirmek için, Mes'ûd bin Mudâyıkî adında birini kâfileye gönderdi. Mes'ûd, kâfileye gidip, (Siz evvelce bildirilen şartlara uymadınız. Sü'ûd bin Abdülazîz size Sâlih bin Sâlih ile emir göndermişti. Askersiz geliniz demişti. Yanınızdaki bu askerler nedir? Emre uymadığınız için, Mekkeye giremezsiniz) dedi. Hac kâfilesinin emîri Abdüllah Pâşa, hac için geldiklerini bildirmek ve izin almak için Yûsüf pâşayı Sü'ûda gönderdi. Sü'ûd, Yûsüf pâşayı görünce: (Pâşa! Allahdan korkmasaydım, hepinizi öldürürdüm. Haremeyn ehâlîsi için ve Arab köylüleri için getirmekte olduğunuz altın torbalarını buraya getirip, hemen geri dönünüz! Bu sene hac yapmanızı yasak ettim) dedi. Yûsüf Pâşa, altın torbalarını teslim edip geri döndü. Şâm kâfilesinin hac yapması yasak edildiği haberi her tarafa yayıldı. İşiten müslümanlar şaşkına döndü. Mekkedeki müslümanlar, kendilerinin de Arafâta çıkmaları yasak edildi sanarak ağladılar, sızladılar. Ertesi gün, Mekkelilerin Arafâta gitmelerine izin verildi ise de, mahfe ve taht-ı revân içinde gitmeleri yasak edildi. Hâkimler, âlimler ve herkes merkeb veya deve ile Arafâta gittiler. Arafât meydanında hutbeyi Mekke kâdîsı yerine vehhâbîlerden birisi okudu. Hacdan sonra Mekkeye döndüler. Sü'ûd, Arafât dönüşünde, Mekke kâdîsı Hatîb-zade Muhammed efendiyi işinden ayırıp, yerine vehhâbîlerden Abdürrahmânı getirdi. Abdürrahmân da, Muhammed efendiyi ve Medîne mollası Sü'âdâ beği ve Mekke-i mükerreme nakîbi Atâyî efendiyi getirip yerdeki keçe üzerine oturttu. Sü'ûda bî'at ediniz dedi. Bu âlimler, vehhâbî inancına göre, (Lâ ilâhe illallah vahdehu lâ şerîke leh) diyerek müsâfeha ettiler ve yine yerlerine oturdular. Sü'ûd güldü, (Ben sizi ve Şâm kâfilesi hâcılarını Sâlih bin Sâlihe bıraktım. Sâlih, iyi bir adamımdır. Ona güvenirim. Mahfe devesi ve yük devesi için üçer yüz ve merkeb için yüzelli kuruş vermek üzere Şâma gitmenize izin verdim. Bu kadar ucuz para ile Şâma gitmek, sizin için büyük bir nîmettir. Sâyemde rahat ve sevinerek gidiniz. Bütün hâcılar, böylece gidip geleceklerdir. Bu da, benim bir adaletimdir. Pâdişâh-ı âl-i Osman sultan üçüncü Selîm hân hazretlerine mektûb yazdım. Kabirler üzerine türbe yapılmasının ve ölülere kurban kesilmesinin ve onları vesîle ederek duâ okunmasının yasak edilmesini istedim) dedi. Sü'ûdun Mekkede yerleşmesi, dört sene devam etti. 1227 [m. 1812] senesinde, Mısr vâlîsi Muhammed Ali Pâşa, sultan Mahmûd-ı Adlîden gelen emir üzerine Ciddeye geldi. Ciddeden ve Medîneden gönderdiği Mısr askerleri ile birleşerek kanlı bir muhârebeden sonra, Sü'ûdu Mekkeden çıkardılar. |