Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10 Nisan 2008, 20:00   Mesaj No:22

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Mekke geceleri Beyazdır


Hacca Doğru
[B]“Kâbe”ye yakinlaştikça yolum uzuyor; kalabalık dahi bir geçit vermez oluyor. Etrafımdaki kesret kesifleştikçe Kâbe”nin birliği de keskin bir somutluk kazanıyor. Her adımda üzerimden binler ayrılık-gayrilik sıyrılıyor. Üzerimdeki ihramın yalınlığına yaraşır bir “Bir”liği giyiniyorum; binbir gayrılıklar Kâbe”nin kara yüzünde eriyiveriyor. Herkes tanıdık oluveriyor birden. Varlık dağı devriliyor, ene deliniyor, ân kristalleşiyor, başka her şey TEK ve BİR'in dokunuşuyla yitiveriyor. Keskin bir toprak kokusu alıyorum. O”na dönüyorum. Gidiyorum ama ne çâre.... Erişemiyorum...."
Niyet
Gidiyorsun.. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa...
Yol
Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatini ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, O’na yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün her şeye eğreti bakışlar atıyorsun. Her şey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; gün ışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor.
ihram
Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omuzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edâsı giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. ihramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin her şey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız O’na kul olmaklığındır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nisbet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. ihramın içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık.
Yöneliş
Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve her şeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi.
incecik ve keskin bir yolculuk niyeti her şeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki her şey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin Üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun ânin daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.
Yakınlık heyecanı
Evet, Kâbe'ye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece “hesap günü” ile ayni yöne düşüyor Kâbe’nin yöresi. Her gün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönele geldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.
Uzaklık korkusu
Ama, hayır! Kâbe’ye yönelmek dehşetli bir uzaklık
korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele Kâbe’nin bulunduğumuz yere uzaklığı değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu yolculuk, bu yöneliş o baş döndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kıbleye yönelişlerini hatırla. “Döndüm kıbleye” demek, O’ndan başka her şeyden, O’ndan haber vermeyen her şeyden yüz çevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık kıble Kâbe’nin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbe'nin eteğine varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun.
Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbe’ye yakınlaşma isteğin de bu duâdan başkası değil.
Terkediş
Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbe’den pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbe’ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. işte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terk edişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir.
Varış
O’na, yalnız O’na dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, O’nun delillerini gösterenlerden başka her şeye yüz çevirmektir. Peki, O’nu göstermeyen bir şey var mi ki şu kâinat yüzünde? Her şey hâl diliyle O’nu zikrederken, her zerre O’na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki O’ndan söz açmıyor bize? Hayır, O’nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O’nu gösterenleri görmeyen biri vardır. O’na yönelmek ise, her şeye O’nu görme niyetiyle bakmak demektir.
Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir. eşyayı başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. insanin bakışı bir kara delik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, her şeyi bir derin karanlığa itiverir. işte O’nu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe’ye yöneliş, O’nu göstermeyen ve başka her şeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı gerektiriyor. Ve ancak kabini terk eden Kâbe’ye varır. Önünde o kara noktayı, yâni Kâbe’yi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın an Kâbe'ni bulacaksın.
Tavaf
Kâbe'ye varmak da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiriyor. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terk edesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervâne olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbe’ye varmak da, Kâbe’yi dolanmak da kolaydır. Kâbe’ye varmak benliği aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi İlkeni terk etmekle başlıyor, Kâbe’ye vardığında ise kendini terk edeceksin. Kara bir çiçeğin yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek.
Say
Şimdi Safa—Merve arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun? O’ndan kaçıyor ama yine O’na koşuyorsun. O’nun kahrından kaçıp yine O’nun lûtfuna koşuyorsun aslında. O’nun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, O’nun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı, sığınmalıyız.
Arafat
Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği Kâbe’den ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata yetmiyormuş... Tavafta O’na teslimiyetin kıyısına kadar varmışken, sa’y da O’ndan O’na koşma hürriyetinin zirvesine ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını, hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe O’nu bilme zamanı, Arafat O’nunla bilişme, muarefe etme mekânıdır. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia “Bana ev değil komşu lazım” demişti. Şimdiye dek ‘ev’ etrafında dönüp durduğun yeter, artık ‘komşu’yu tanıma zamanı. “Kâbe’den ayrıl; şimdi Bana Kâbe’den daha yakınsın!” diye fısıldanıyor kalbine. “Ve varış Allah’adır” de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır 18). Kâbe’yi terk et, Kâbe’yi kutsal eyleyene yanaş! Mekke’ye sırtını dön, Mekke’yi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, “Onun veçhinden başka her şey helâk olucudur.” (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve sen de O’nun veçhine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafat’a koş. “Allah’a kaç!”
Meş’ar
Gurub vaktine doğru, güneş Arafat’tan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, “Arafat’tan boşanan” kullara karış... Meş’ar’e doğru “ak!”. Kendini unutup, yalnızca “Allah’ı hatırla!” “O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de O’nu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin.” (Bak. Bakara 198).
Meş’ar’e (Müzdelife’ye) karanlık düştüğünde varıyorsun, gece boyu bekliyorsun. Arafat’ta da gündüz boyu kalmıştın. Arafat’taki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meş’ar’deki şuurlanma da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve yalın kalıyorsun. Nazarini afaktan ve dışarıdan çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun. Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meş’ar toprağından çakıl taşları toplayacaksın. illâ da kendi ellerinle! Tıpkı “kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı o gün” de olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla, kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun.
Mina
Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorsun. Meş’ar’in içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meş’ar gecesinin zahidleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor. Meş’ar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece “geceyi gündüze kalbeden”, “güneşi döndüren”, “ayin ardı sıra güneşi getiren” yıkabiliyor. Gün ışığı tenine değmedikçe, sınırından taşmak Üzere olan o eşsiz kalabalıktan kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meş’ar’den ayrılmaya cesaret edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp varıp, geri püsküren o büyük kalabalık yalnız ve yalnız Allah’a itaat etmenin o eşsiz özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi, arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun ya, güneş de haccediyor. Arafat’ta doğup bekliyor, Meş’arden geçiyor ve senin önün sıra Mina’ya giriyor. Şimdi Mina’ya girdin ve ‘emn’e vardın! Sınavı kazandığından emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde ettin sanıyorsun?
Şeytan taşlama
Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları nasıl topladığını hatırla. yüzünü arza dönerek, elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler, semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. taşları şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır, şerri elinden taşlar gibi savur ki, O’na kurbiyetin yani yakınlığın artsın, kurbanın O’na yakınlık vesilesi olsun.
Ve kurban ve bayram
ihram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, O’nun emriyle yaparsan ancak hayır oluyor. O’nun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırdetmek, hayır ve şerri belirlemek insanin keyfine bırakılmış değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp, O’nun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı, O’ndan uzaklığın yitecek, O’nun yakınlığını kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine...
kara yazı
karanlık da bir kuldur.
Yûsuf Ö. Özburun
Alıntı ile Cevapla