Kur'an'ın beş olarak zikrettiği İman esası bazen de dokuza çıkarılır saymış olduğumuz beş maddeye Kadere iman, cennete-cehenneme, mizana gibi eklenen esasları tahlil etmek için iktidar ve kader anlayışlarını sorgulamamız ve çıkış nedenlerine bakmamız gereklidir...
Kadere imanı anlayabilmemiz için köklerine inmemiz gereklidir, bu esasın ortaya çıktığı dönemlerde yapılan, zıtlaşmalara, zulümlere, hukuki ve siyasi mezheplere, savaşlara, iktidar kavgalarına ve en önemlisi iktidarlara duyulan kin sevgi ve nefretlerin asabiyet boyutuna bakmak bizlere yardımcı olacaktır.
Adil olan ve güzel düşünen, ahlaklı olan bir insan, hayatının son anında yapacağı bir hatadan ötürü en kötü cezaya çarptırmak ne kadar abes ise, yaşamı boyu her daim hata yaparak son anında yaptığı bir iyilikten ötürü birine ödül vermekte o derece abestir. El Adl olan Allah her şeyi en güzel şekilde mükâfatlandıracak ve ödüllendirecek ve her şeyden münezzeh iken onun adına bu tür sonuçlar sunmak Allah’a iftiradır. Düşünelim böyle bir kitabın olmasını hangi aklıselim kabul edebilir eğer kabul eden varsa dünyanın yaradılışından kıyametin kopacağı ana kadar sayısı bilinmeyecek kadar insan isminin bir kitaba sığması mümkün değildir.
Kaderin önceden belirlenmişliğine inanan ve iradeyi yok sayan bir düşünce yapısı, her daim üretmenin, çalışmanın, dayanışmanın, paylaşmanın, mücadele vermenin gerekliliğine inanmasıda boş olur çünkü önceden yapacakları belli iken neden kendini boş yere yorsun. Günümüz İnsanlarının düştükleri hatanın temelinde, yanlış bir kader anlayışı vardır, hastalığı, başarısızlığı, açlığı, sefaleti, felaketleri, yanlış evlilikleri, zulümleri, hırsızlıkları, sömürüyü, katliamları, yoksulluğu, zenginliği, çaresizliği, kazaları bir kader olarak görmekte ve kendi üzerine düşen sorumluluğu Allah’ın takdiri diyerek avunmaya çalışmakta.
Çare bulmaktan aciz bir anlayışa düşerek, şans oyunlarında, kumarda, fallarda, muska ve büyülerde, sahtekar olan sözde din adamlarında, türbelerde, mürşitlerde vb hiçbir faydası olmayacak dış etkenlere yönelmektedir. Kendine özgüvenini kaybeden bir insan özgür değildir, tam aksine kendi kendini mahkûm etmiştir. Din adına Allah’a ve kutlu elçisi Muhammed (s.a.a) atılan iftiralara kanarak kendi sorumluluğunu Takdire yükleyen kendi yapıp ettiğine Allah böyle istedi böyle olması gerekiyordu vb yanlış ithamlar kimseyi sorumlu olmaktan kurtarmaz. Öncelikle sağlam bir Allah bilincini kavramak, Kuran=Sünnet’in bir birinden bağımsız olmadığını kavramak ile İslami kavramları tam anlamı ile anlayabiliriz…
Asabiyet, cahiliye asrında, Menfi milliyet, ırkçılık, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam ile yapılan bir tür kavmiyetçilik idi. Cahiliye toplumunda bir kişi kabilecilik, milliyetçilik his ve çabasıyla, baba tarafından olan birini, haklı veya haksız her durumda korur ve ona destek olurdu. Korumada esas alınacak ilke adaletten yoksun zalim veya mazlum kavramları üzere değil, bizzat kendi kabilesinden olup olmadığı önemli idi.
Töreler, eski toplumlarda muhafaza edilmesi gereken bir yasa olarak görülür ve bu yasaların değişim sürecide kolay olmaz, bu töreleri kutsamış bir toplumda muhalefetten söz edilemez, böyle bir toplumda özgürlük anlayışına karşı çıkacak olan asabiyet her yeniliği sapma olarak görür. Saltanatların olmazsa olmaz iki kapısı vardır biri asabiyet diğeri kadercilik anlayışıdır lakin bu iki anlayışa Kur’an gözü ile baktığımızda ‘’Uhuvvet’’ ile asabiyet kapıları kapanırken, inkılap ile kadercilik kapıları kapatılırken, şura ile saltanatın kapıları kapatılmıştır.
Ve O'dur yok eden kadim [kabileler] ‘Ad ve Semud'u, hiçbir iz bırakmayacak şekilde, ve onlardan önce Nuh kavmini -[çünkü,] hepsi de kötülükte çok iştahlı ve çok azgın olmuşlardı-(işte Rabbin onları yok etti,) tıpkı yıkılıp altüst olan öteki şehirleri yok olmaya terk ettiği ve sonra ebediyyen görünmez hale getirdiği (gibi).
(
Necm 50-51-52-53-54)
Kadercilik anlayışı ‘’kadim’’(eski) bir anlayıştır, ve kendine en elverişli zemini ise zorbalıktır, İslam olmadan önceki Araplar, putperest idiler ve sıffin savaşından yarım asır öncesinde zorlama anlayışlarını "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bu şeyi yasaklardık. "’’ (
En’am 148-Nahl 35) demekte idiler.
Onların bu anlayışına göre, Allah’ın insanlara bahşettiği seçme özgürlüğü yoktu, ve saltanat anlayışı bu inancı doğrulamak adına ilk savunucularından biri olan Ca’d b. Dirhem’di ve ilk müderrisi de Cehm b savfan olmuştur.(
Ca’d ikinci mervanın özel eğiticiliğini yapmıştır.)
Bu öğretiye göre; İnsan İlahi irade karşısında özgür değildir, seçme özgürlüğü yoktur, dini metinlerde ise fiillerin insanlara mal edilmesi mecazidir. Örneğin Eli titretmek ile elin kendi kendine titremesi arasında bir fark yoktur. Çünkü ikisini de yapan Allah’tır. Bu anlayışa göre insanların ilahi irade karşısında mecbur görülmeleri, saray-halk ilişkileri açısında kabul edilir ve izah edilebilir değildir. Çünkü bu düşünceyi haklı göstererek kendilerine zemin hazırlayan saltanatlar yapıp edecekleri her şeyin daha önceden İlahi irade ile belirlenmiş olduğu görüşünüde beraberinde getirmekte idi
Bu anlayışı yine reddeden Allah’ın kelamı Kur’an’dır. Birçok ayeti kerime’de Hidayet ve Sapkınlığın insanın kendi özgür iradesi ile olduğu hakikatine rağmen halen birileri insanın özgürlüğünü kısıtlayacak bir anlayış ile önümüze çıkıyor iseler emin olun kendi çıkarlar ve menfaatlerinden olmamak içindir. Bunu yapmak isteyen cebirci bakış taraftarları, özgürlüğü veren ayetleri farklı yorumlara tabii tutarak, İlahi iradenin kudretini dile getiren ayetleri ise cebir mantığı lehine çıkarımlar yapmaya çalışırlar.
Bu doğrultuda gündemde Kader ile alakalı birçok gündemde tutulmaya çalışılır ve aman ha sakın kader mevzuuna girmeyin boğulursunuz, içinden çıkamazsınız, gibi söylemler ile insanların düşünmesini yasaklayan haberleri Allah resulüne atfetmekten geri durmazlar.
Örneğin Ebu Hureyre’ye dayandılaran ve Allah resulünün söylediği rivayet edilen şu sözlere bakalım:
‘’Biz kader hususunda münakaşa ederken Resulullah çıkageldi. Öylesine kızdı ki öfkenin hasıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı. Sonra şöyle buyurdu; size böylemi emredildi? Ben size bunun içinmi gönderildim? Sizden öncekiler bu hususta tartışmaya girince helak oldular. Ben size bu konuda tartışmamanızı kesinlikle emrettim-emrettim !’’
(
Tirmizi, kader, ibnu macce, mukaddime)
İnsanın sorumluluk alanına giren hususlarda, Allah’ın her şeyi bilmesi her şeyin onun ilminde olması, kulu zorlamaz, geçmişin Allah’ın ilminde olması bilinmesi gerçekleşecek olayların üzerinde etkili olmadığı gibi, geleceği bilmeside gerçekleşecek olaylar üzerinde tesir edecek değildir. Etki onu gerçekleştiren failin irade ve kudretini sarf etmesine bağlıdır. Allah’ın dilemesi insanın sorumluluk alanına giren hususlarda kendisini sorumlu kılar, herkes hak ettiğini bulacaktır bunun sonucuda ya rahmet ya da azaptır.
İnsana seçme ve düşünme imkanı veren akıl, iyi-kötü-hayır-şer-hüsn-kubh gibi kavramları tayin etmede insanın kendi özgür iradesi iledir, İlahi irade bu hususlarda dilediğine ulaşmaya imkanı vererek insanın özgür iradesine müdahale etmez.
Sonuç olarak ‘’Kader’’ anlayışım Allah’ın evrende kendi mülkünde, yaratmasında ilminde olan ve beşer olarak hiçbir şekilde karşı koyulamayacak hususlara kader olarak bakıyorum. Onun dışında kalan ve insanın özgür iradesi ile yapılan her şey insanın kendi fiilidir kader değildir. İnsan kendi fiillerinden kendisi sorumludur, Allah’ı sorumlu tutmak kadere yüklemek sorumluluktan kaçmaktır kaderi anlayamamaktır…
MEVLÜT HÖNÜL
MALAZGİRT
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
16/05/2010