Konu Başlıkları: Hayata Dair
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01Haziran 2012, 18:14   Mesaj No:22

Esma_Nur

Medineweb Emekdarı
Esma_Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu: Esma_Nur isimli Üye şuanda  online konumundadır
Medine No : 4458
Üyelik T.: 19 Ekim 2008
Arkadaşları:0
Cinsiyet:kadın
Memleket:sivas/istanbul/
Mesaj: 5.652
Konular: 585
Beğenildi:4966
Beğendi:6654
Takdirleri:26781
Takdir Et:
Standart Cevap: Hayata Dair

Yalnızlık Çıkmazı ve İnsanımız


21. yüzyılda insanoğlunun karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, kendini hayatta yalnız, yapayalnız hissetmesidir. Bu yalnızlık duygusu, bütün insanlardan uzak, tabiatın ortasında yaşamak mânâsında bir yalnızlık değildir. Meselâ insanın iş yoğunluğundan sıkılıp, kendini toparlamak için iradî olarak kısa süreliğine yalnız kalmayı istemesi, kötü bir tercih değildir. Kişi kendini dinleme sürecini, iradesiyle yönetebilir veya yönlendirebilirse, bu yalnızlık hastalık hâline gelmez, aksine bazı işlerin yapılması için itici bir güç olur.

Ne var ki günümüz insanı, kalabalıklar içinde kendini yalnız hissetmektedir. Burada kişinin yaşadığı yalnızlık, iş arkadaşları, akrabaları, dostları, hattâ aile fertleri yanındayken bile hissettiği yalnızlıktır. Cahit Sıtkı Tarancı, günümüz insanının içine düştüğü ve derinden hissettiği bu duyguyu şiirlerinde şöyle anlatır:
"Öyle yalnız kaldım ki hayatımda,
....

Hangi kapıyı çalsam kimseler yok
Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar."

Acaba günümüzde insanlar kendilerini neden bu kadar yalnız hissetmektedir? Niçin kapılarını çalacak arkadaşları, iç dünyalarını paylaşacak gerçek mânâda dostları yoktur? Yüzyılımızda insanların sahip oldukları makam, mevki, mal, mülk, servet, para, kurdukları yuvalar, işi, eşi, aşı, sahip oldukları bunca teknolojik imkân, onları eğlendirecek yüzlerce eğlence aracı ve sosyal paylaşım siteleri, büyük ve kalabalık alışveriş merkezleri nasıl oluyor da insana yalnızlığını ve kimsesizliğini unutturamamaktadır?

Niçin insan, her akşam elinde kumanda, kanaldan kanala dolaşmakta ve bir türlü tatmin olamamaktadır. Facebook, twitter, google+ gibi onlarca duygu, düşünce ve yorum paylaşım sitelerinde dolaşan ve yüzlerce arkadaş ve dost edinen insan, neden hâlâ gerçek mânâda dost bulamamaktan yakınmaktadır?



Her gün gittiği oyun ve eğlence merkezleri, kafe ve sinema onu sadece geçici zevklerle tanıştırıp, çok kısa süreler için avuturken, acaba iç dünyasında niçin kalıcı bir huzur ve sükûn sağlayamamaktadır? Sahip olduğu bunca servet, banka hesapları, hisse senetleri, yazlık, kışlık saray yavrusu evler, son model arabalar, havalı makam ve mevkiler, üst yönetici pozisyonları, şan ve şöhret, medyatik görünürlük, insanın içinde oluşan derin boşluğu ve iç sıkıntısını niçin bir türlü ortadan kaldıramamaktadır?

Acaba her gün televizyona çıkıp, çeşitli programlara katılarak insanları güldürmeye, onları rahatlatmaya çalışan, onlara yalnızlıklarını unutturmaya gayret eden bunca sanatçı, başta kendileri olmak üzere, niçin seyircilerini bir türlü bu yalnızlık duygusundan kurtaramamaktadır? Üstelik bu programları sunanlar, gönüllerindeki derin boşluğu doldurmak veya unutmak için acaba niçin kendilerini içki ve uyuşturucunun kucağına atmaktadır? Günümüzde büyük şehirlerde insanlar, acaba neden apartman dairelerinde giderek çoğalan sayıda köpek beslemektedir?

Bu insanlar, acaba neden en yakın dostlarından ve arkadaşlarından çok, bu hayvan dostlarına güvenmektedir? Verilen örneklerden açıkça görüldüğü gibi, insanoğlu hiçbir devirde, kendini günümüzde olduğu kadar yalnız ve kimsesiz hissetmemiştir. Burada görünür sebeplerin çok ötesinde karmaşık, büyük bir problemle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Dolayısıyla önce bu problemi tam ve doğru olarak tespit etmek, sonra o problemi ortadan kaldıracak çözümler üzerinde durmak gerekir.

Yalnızlık ve kimsesizlik duygusunun oluşmasında iki temel sebep karşımıza çıkar. Birincisi, gönlün ve kalbin ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak kuvvetli bir imandan, teslim ve tevekkülden mahrum olmaktır. Eğer insan, sağlam bir iman, öte duygusu, teslim ve tevekküle sahipse ve gönülden inandığı, bağlandığı bir gaye-i hayali (ideali) varsa, hiçbir zaman kendisini tam olarak yalnız hissetmez. O, bütün insanlar karşısında olsa bile, "Bana dost olarak Allah yeter!" diyebilecek kadar, kendi iç dünyasının kahramanıdır. Böyle bir insan yaşasa yaşasa, geçici ama tatlı, dayanılabilir gurbet esintileri hisseder. Modern psikolojide de, yalnızlık duygusunun önemli bir sebebinin Allah-kâinat-hayat ve insan arasındaki sırlı münasebeti anlayamamaktan kaynaklanan "anlamsızlık" ve değersizlik hissi olduğu vurgulanmıştır.

Bir başka ifadeyle ontolojik mânâ krizi, yalnızlık duygusunun önemli sebeplerinden biridir. Yalnızlık duygusu, teknolojik bakımdan gelişmiş toplumlarda daha yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Meselâ Amerikan toplumunda özellikle üniversite öğrencileri arasında yaygın bir problem olarak dikkati çeker. İlmî bir araştırmaya göre, üniversite 1. sınıf öğrencilerinin % 75'i kalabalıklar içinde kendini yalnız hissettiğini söylemiştir.

Bir de bunların dışında insanın mizacından, tabiatından, ahlâk ve karakterinden, kimseyi beğenmemesinden ve kimseye güvenmemesinden, herkesten şüphelenmesinden, paranoyak yaklaşımlarından kaynaklanan yalnızlık ve kimsesizlik duyguları da vardır. Bu tür yalnızlık duygusunun çözümü, kişinin iradî olarak kendini eğitmesi, sivri, zayıf ve zararlı yanlarını törpülemesiyle mümkün olur.
Yalnızlık hissinin ikinci sebebi ise, insanın çevresinden, dost ve arkadaşlarından gördüğü samimiyetsizlik, riyakârlık, menfaatini önde tutma, bencillik, vefasızlık, sır tutmama, zor zamanda yanında olmama, aldatılma ve dolandırılma gibi tutum ve davranışlardır. Bu ikinci sebebin oluşmasında insanın çevresini, arkadaş ve dostlarını iyi seçememesi kadar, onların negatif özellikleri de önemli bir rol oynar.

Bütün bu saydığımız yalnızlıklardan farklı olarak, anlaşılamamaktan, nâdânlar içinde kalmaktan, bir türlü kendi seviyesine ve mânevî derinliğine uygun insan bulamamaktan kaynaklanan farklı bir yalnızlık çeşidi vardır ki, bu yazıda üzerinde durulan yalnızlıktan fersah fersah uzaktır.

İnsanın yaşadığı bu menfi, yıkıcı, onu bitirip tüketen yalnızlık duygusu, Türk edebiyatına da yansımıştır. Yeni Türk edebiyatına baktığımızda, yalnızlık duygusuyla boşluk hissi, can sıkıntısı ve ölüm korkusu arasında yakın bir münasebet görülür. Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı gibi birçok şairin şiirlerinde, bu duyguların iç içe anlatılması bir rastlantı değildir. Sözgelimi Cahit Sıtkı Tarancı, "Otuz Beş Yaş" şiirinde yalnızlık duygusu ile ölüm korkusunu birlikte işler:

"Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız."

İnsan psikolojisi üzerinde çok olumsuz tesirleri olan bu duyguların kaynağı, çoğunlukla birbirine benzer: Millî ve mânevî değerlerden uzaklaşma, gönül dünyasının fakirleşmesi.

Türk edebiyatında 2. Meşrutiyet nesli ve Cumhuriyet'in ilk nesli, millî ve mânevî değerlerden uzaklaşıp, pozitivist bir anlayışa sahip olduklarından dolayı, yalnızlık duygusunu derinden hissetmiştir. Bu nesillerin büyük bir kısmı, ailelerinden ve okullarından hayatta kendilerini ayakta tutacak hiçbir değer ve inanç edinememiştir. Bu yüzden de, derin bir boşluk duygusuna düşmüş, hayatı, insanı ve kâinatı mânâlandıramamış, kendilerini ölüm korkusuna kaptırmış ve derin bir yalnızlık duygusu içinde kıvranmıştır.

Eski Türk edebiyatında ise, ölüm korkusu, boşluk hissi, yalnızlık duygusu gibi, menfi denilebilecek duygularla çok az karşılaşılır. Çünkü dinî duyguları sağlam olan eski şairlerimiz için ölüm, hiçbir zaman korkulacak bir şey değildir. Yunus Emre yüzyıllar öncesinden,

"Ölümden ne korkarsın, çünkü Hakk'a yararsın,
Bil ki ebedî varsın, ölmek fasidler işidir."

diye haykırır. Onun için ölüm, yokluk değil, hiçlik değil, aksine ebedî âleme açılan bir kapıdır. Ölümle insan, bütün dostlarına, sevdiklerine kavuşur. Mevlâna Celaleddin-i Rumî de, ölümü bir "şeb-i arus" yani bir düğün gecesi olarak görür. Ona göre ölüm, en güzel Sevgili'ye kavuşmanın, Hakk'a yürümenin bir adıdır. Yüzyıllar boyunca, bütün eski Türk edebiyatına bu görüş hâkim olmuş; ölüm, edebiyatçıların dilinde, asla korkulacak, endişe edilecek bir şey olarak görülmemiştir. Fakat Tanzimat'tan (1839) sonra, bu durum, hızla değişir. İnanç temelleri yıkılan aydınlarımız ve edebiyatçılarımız, ölüm korkusu, boşluk hissi ve yalnızlık duyguları içinde kıvranır dururlar.

Yeni Türk edebiyatının ilk tanınmış temsilcisi Şinasi, eğitim için gittiği Paris'ten deist düşüncelerle döner. Hayatının son yıllarını, melankoli içinde yapayalnız geçirir. Hiç kimseye güvenmez, herkesten ve her şeyden şüphelenir. Etrafta el yazısı hiçbir kâğıt bırakmamaya çalışır. Ziya Paşa, çeşitli felsefî fikirler içinde bocalar. Kafası son derece karışıktır. Abdülhak Hâmit, zihnine takılan soruların hiç birine tatmin edici bir cevap bulamaz. Recaizade Mahmut Ekrem, çocuklarını küçük yaşta kaybetmenin hüznüyle bunalımlar içinde yaşar; hayatta kendini yapayalnız hisseder ve bir ağlama edebiyatı meydana getirir. Beşir Fuad, daha hayatının baharında, bilek damarlarını kokainle uyuşturup keserek intihar eder ve cesedini kadavra olarak kullanılmak üzere tıp fakültesine armağan eder. O da, bunalım ve buhranlar içinde yaşayıp, kendini yapayalnız hisseder. Servet-i Funun edebiyatının en tanınmış şairi, Tevfik Fikret şiirlerinde,

"Bütün boşluk: Zemin boş, asuman boş, kalb ü vicdan boş,"

diye feryat eder. Selçuklu ve Osmanlı tarih ve medeniyetine hayran Yahya Kemal Beyatlı bile, bu pozitivist, ateist ve deist rüzgârlardan etkilenip,

"Dünyayı saran boşluğu hissetmeyelim,
Peymaneyi boş bırakma, doldur saki,"

diyerek rindane bir yaşayışa ve içkiye sığınır.
Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve Sait Faik, en yakın akraba, dost ve arkadaşlarına bile güvenmez. Hayatta kendilerini kimsesiz ve yalnız hissederler. Cahit Sıtkı Tarancı, bu neslin içinde bulunduğu ruh hâlini, bir şiirinde ne güzel anlatır:

"Babam kırdı, beni ilk önce babam,
Dosttan gördüm kahrın daniskasını,
Nankör çıktı, iyilik ettiğim adam,
Sevdiğim kız da, savdı sırasını"

Bu psikolojiyi yaşayan bir insanın elbette, kendini yalnız, yapayalnız hissetmesinden daha normal bir şey olamaz. Bu derin yalnızlık duygusu, bu nesli bitirip tüketmiş, birçoğunu daha genç denebilecek yaşta hayattan koparmıştır. Sait Faik'in 48, Cahit Sıtkı'nın 46, Orhan Veli'nin 36 yaşında ölmesi boşuna değildir. Hayat, kâinat ve hâdiseleri doğru şekilde mânâlandırmayı sağlayan bir imandan mahrum oluş ve kendini ayakta tutacak mânevî dinamiklerden yoksunluk, insanın sadece ebedî hayatını, öte dünyasını yıkmaz. Birçok örnekte açıkça görüldüğü gibi, onun dünyevî huzur ve mutluluğunu da yıkar, ortadan kaldırır.

Bu yüzden ölüm korkusu, boşluk hissi ve yalnızlık duygusu gibi menfi duygulardan kurtulmanın yollarını arayan insana düşen şey, imanın ve İslâm'ın aydınlık yolundan gitmektir. Ebedî huzur ve sükûnun ancak bu şekilde sağlanacağına gönülden inanmak ve bu konuda üzerine düşen vazife ve sorumlulukları en iyi şekilde yapmaktır. Bunu başarmanın en kolay yollarından biri de, hayatı, bu sorumluluğa sahip güzel insanlarla birlikte yaşamaktır.



yazar:Fatih BAĞCIOĞLU
__________________
Birbirimize Fikirlerimiz uyuşmasa bile İNSAN olduğumuz için SAYGI duymamız lazım...

Ne MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE....
Alıntı ile Cevapla