Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06 Temmuz 2012, 18:40   Mesaj No:44

muallime

Medineweb Sadık Üyesi
muallime - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:muallime isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14876
Üyelik T.: 01 Aralık 2011
Arkadaşları:13
Cinsiyet:Anne
Mesaj: 874
Konular: 134
Beğenildi:137
Beğendi:67
Takdirleri:484
Takdir Et:
Standart Cevap: Rabıta, Rabıta Nedir, Rabıta Hak mıdır, Rabıta Nasıl yapılır

Sayın Yitik Tasavvuf alimlerinin Çoğuna karşı çıktığınız için sizin itibar ettiğiniz said nursi hazretlerinin fikirleriyle ve onun Tasavvuf anlayışıyla size birşeyler demek istiyorum,(tasavvuf için demediğinizi bırakmıyorsunuz hemde iklimya için gerçek tasavvufu temsil eden tabirini kullanıyorsunuz doğrusu sizi pek anlayamıyorum.Demekki Gerçek tasavvuf diye bir olguyu kabul ediyorsunuz.)

Bizde gerçek şeyh yalancı şeyh (yalancı şeyhler zaten sonradan inkara kalkışıyor,Bakıyorki pabuç pahalı öyle atıp tutmakla olmuyor)Gerçek tasavvuf ,hakiki murid ,tasavvufun aslı gibi kavramlardan yanayız.

İcazeti olmadığı halde babadan tevarüs eden sahte şeyhler,Paraları cukkalayıp,müridelerden eşleri çoğaltanlar şarlatanlardır.Sohbetleri zehirle aynıdır.Gerçek tasavuf ve gerçek şeyhi bulmak çok zorlaşmıştır.Mesele tasavvufu reddetmek değildir aslında ,mesele Hakiki şeyhi bulabilmektir.


Buyrun itibar ettiğiniz Saidi Nursi hazretleri tasavvuf için ne düşünmüş......



Nübüvvetle velâyet arasında aslî bir bağ vardır; biri diğerinin mütemmimi, ta­mamlayıcısı olarak gözükmektedir. Nursî'ye göre, "Velâyet, bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır."

Dahası, velâyet, nübüvvet tarafından tebliğ olunan sırlar yüklü iman hakikatlerini, kalbin tefekkürü ve ruhun sezgisi vasıtasıyla aynelya­kîn derecesinde idrak etmekle kalmaz, hepsini tasdik de eder. Yine velâyet ve tari­kat, nübüvvetin ve şeriatın bir delili ve hücceti olurlarken, İslâm'ın kemal sırrını ve onun nurlarına ulaştıran vasıtaları sunarlar; ki, her ikisi, insanlık için terakki kaynağı (maden-i terakkiyat) ve feyz pınarının başıdırlar (medar-ı tefeyyüzat).7Daha da ötesi, hususan tarikat, mühim ve ulvî değerlerinden ve manevî sonuçlarından başka, İslâm âlemi içerisinde uhuvvet ve kardeşliğin güçlendirilmesinin en etkili vasıtası olarak hizmet görmektedir.

Tasavvufun sebeb-i vücudunu ve önemini böyle beliğ ve muhkem bir şekilde ortaya koyduktan sonra, Nursî, kendini manen tarikata karşı daima düşmanlık gös­teren belirli insanların olumsuz tavırlarına cevap vermekle yükümlü görür. Bu kabil insanlar arasında, bilhassa iki grubu hedef alır: Onun, tasavvufun tenvir edici nurları­na körlüklerinden dolayı sapkın fırkalar (fırak-ı dâlle) diye isimlendirdiği fırkaları içe­ren ilk grup, elinden geldiğinde tasavvufun red ve inkârı cihetine gitmiştir. Bunu yaparken, yalnız kendilerini bu önemli yoldan mahrum etmekle kalmamış, başkala­rının da mahrumiyetine sebep olmuşlardır. Yine de, Nursî'nin asıl alâkadar olduğu ve rikkatine dokunan grup, bu grup değildir; çünkü onların kendi körlüklerinin bir sonucu olarak tasavvufu red ve inkârına kalkışmaları bir derece anlaşılabilir. Bununla birlikte, asıl elem veren, veya bizatihî onun ifade ettiği üzere, "en ziyade medar-ı teessüf" olan grup, münhasıran Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate mensup belli insanlardır. Bu cemaat içerisinde Nursî iki grubu diğerlerinden ayırır. Bunlardan birini yalnız lâfza veya zâhire bakmakla yetinen zâhirî ulema, diğerini bir kısım "gafil ehl-i siya­set" oluşturur. Her iki grup da, tarikat mensupları arasında güya gördükleri, dinin emirlerinin tatbiki noktasındaki suiistimalleri ve hataları ve bazı ehl-i tarîkin Ehl-i Sünnet itikadına muvafık düşmeyen görüşlerini bahane ederek bu mühim ilham kaynağını ve âb-ı hayatı kapatmak ve tahrip etmek için ellerinden geldiğince çalış­maktadırlar. Her hâlükârda, hatasız ve kusursuz meslekler, meşrebler çok az bulu­nur; dolayısıyla der Nursî, hürmet duyulan bir müntesibi tarafından işlenen bir kusu­ra bakarak belli bir tarikatı yargılamak insafsızlık olacaktır. Kaldı ki, böylesi hatalar ve yanlışlar ekseriya tarikatın üstadları veya o tarikatın âdâb ve usulüne tamı tamına yapışmış müridler tarafından değil, gerçek anlamda sülûk etmemiş durumdaki ehil olmayan acemi insanlarca işlenmektedir.9O halde, yanlış bir surette tarikat namı verilmiş bulunan belli grupların ve kesimlerin davranışlarıyla ilgili kötü ve çirkin hallerden dolayı tasavvuf tariki suçlu gösterilemez; gerçekte onlar şeriatın sınırları­nın çok ötesine düşmektedirler. Bu bakımdan, hususî bir "tarikat"ın yanlışının diğer tüm tasavvuf
Bir sonraki adımda, Nursî tasavvuf tarikinin daha derunî boyutlarını ve psikolojik mertebelerini tahlile başlar. En başta, tasavvuf tarikindeki bir manevî seyahate gi­rişmenin çok sırlar yüklü ve çok kıymetli olmakla beraber çok dar ve tehlikeli oldu­ğunu kaydeder. Onun bu hadsiz zorluklarından dolayı, o yolda sülûk edenler bazan boğulur, bazan zararlı düşer, bazan döner başkalarını yoldan çıkarır. Hepsinden öte, buyol uzun, dar ve çok tehlikeler yüklü bir yoldur.
Bu noktada, daha evvelki tasavvuf şeyhlerinin geleneksel doktrinlerini sıkı sıkıya takip eden Nursî, tasavvuf tarikine intisap etmiş bir mistiğin psikolojik seyahatini (sülûk) iki istikamet dahilinde özetler. Diğer bir deyişle, mistik yolculuk, Nursî'nin nazarında, iki şekilde gerçekleştirilebilir:
(i) seyr-i enfüsî (dikey yolculuk; "iç âlemi seyr"),
(ii) seyr-i âfâkî (yatay yolculuk; "kâinatı seyr").
İlk meşrebde, mistik yolculuk nefisten veya eneden başlar. Sâlik, zahirî ve haricî gerçeklikten gözünü çeker, münhasıran kalbe yönelir. Burada mistik enaniyeti deler geçer, kalbinden bir yol açar, öylece hakikatı bulur. Sonra, âfâkî âleme döner, o vakit âfâkı nuranî görür. Seyrini tamamladıktan sonra, mistiğin kendi iç dünyasında veya nefsinde gördüğü hakikat, daha geniş bir dairede dünyada da görünür. Bu, Nursî'nin dediği gibi, Allah'ı içten gizlice anma, yani "zikr-i hafî" usulünü tatbik edenlerin yoludur. Bu usülün en önemli esası şu üçlü formülde yatmaktadır:enani­yeti kırmak, dünyevî ihtirasları (hevayı) terketmek, ve asi nefsi (kötülüğü emreden nefsi, nefs-i emmareyi) öldürmek.10


İkinci yola, yani yatay yolculuğa, seyr-i âfâkîye gelince; mistik yolculuğuna ha­ricî dünyadan başlar, ve orada Allah'ın Güzel İsimlerinin (Esma-i Hüsna-i İlâhiye) te­cellilerini gördükten sonra, kendi iç dünyasına, yani bu tecellilerin nurlarının küçük bir ölçekte göründüğü kalbine döner. Bu aşamada, kalb "âyine-i Samed," yani herşey O'na mutlak anlamda muhtaç olup O hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât'ı bildi­ren ve tanıtan bir ayna olduğunu görür; böylece mistik aradığı maksada erişmiş olur.



Nursî'nin İslâm'a dair topyekün kavrayışı içinde, tasavvuf üçüncü sırayı alır. Eğer sıralamayı belirtmek gerekiyorsa, ilk olarak Kur'an ve ikinci olarak Peygamberin Sünnetinden sonra gelir. Tasavvufa veya tarikata girmeden önce, insan kendini ebedî saadete ulaştıracak yegâne yol olan iman açısından emniyet ve muhafaza al­tına almalıdır.


********************


Sayın Muhsin iyi astığınız yazıyı ilgiyle okudum...Burası Tasavvuf sitesi olsaydı size söylemek istediğim çok şey vardı ,sorularımda...Yanlız şu kadarıyla yetineyimki ,''Olan söylemez söyleyende de olmaz derler'',Sırrı olanların ağzına mühür vurulmuştur,sözüde meşhurdur....

Ne varki tasavvuf ehli çokça basiret sahibi olmalıdır...Basiret nedir derseniz bir adım ötesini görmektir derim.Önünüze kurulan tuzağı görmediniz ve düştünüz!Belki sırra sadık kalmadığınız içindir.
__________________


Alıntı ile Cevapla