Tekil Mesaj gösterimi
Alt 09 Temmuz 2012, 17:30   Mesaj No:3

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.169
Konular: 1383
Beğenildi:176
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Cevap: Hz. Peygamberden Anne ve Babaya 50 Nasihat

6. Nasihat

Dünyaya gözlerini yeni açan yavrunuzun kulağına ezan okuyunuz.


Allah Rasûlü’ne bir süre hizmette bulunma şerefine eren Ebu Râfi‘(ra) anlatıyor:

“Fatıma, Ali’nin oğlu Hasan’ı dünyaya getirdiğinde Rasûlullah’ın(sav) onun kulağına namaz için okunan ezanı okuduğunu gördüm."(1)

Ebu Râfi‘in(ra) ifadesinde yer alan "namaz için okunan ezan" vurgusu, okunanı kametten ayırmak içindir. Beyhakî’nin naklettiği rivâyetlerde de Allah Rasûlü’nün(sav) Hasan’ın(ra) sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuduğu nakledilir. (2)

Evet, Allah Rasûlü(sav) dünyaya gelen torunu Hasan’ın kulağına ezan okuyordu. Dünya ile yeni tanışan yavru, kulağında ilk nidâ olarak Allah’ın yüceliğini, varlığını ve birliğini, ondan başka ilah olmadığını, kulluk edilecek, boyun bükülecek başka hiçbir varlık olmadığını, Muhammed’in onun Rasûlü olduğunu duyuyordu. Onu ibadete çağıran davetin muhatabı oluyordu. İslâmın şiârı kulağında yer ediyordu.

Henüz anlamasa bile veya biz onun bundan ne anladığını bilmesek bile… Ancak bu nidânın onun beyninde, kalbinde yer edineceğini, zamanla çok şey anlayacağını, kulağına okunan ezanın onun hayatında çok ciddî bir yerinin olacağını, onu neye davet etiğini idrak edeceğini biliyoruz.

Sonraki yıllarda çocuğun, dünyaya geldiğinde kulağına ezan okunduğunu duyması bile ona çok şey anlatacaktır. Hele de kulağına ezan okuyan insan sevdiği, takdir ettiği, hürmet duyduğu bir insan ise.

Ayrıca ezan, bu bir ebeveynin yavruları için nasıl bir hayat hazırlama arzusunda olduklarının, nasıl bir istikbal düşündüklerinin, onun hangi çizgide, hangi istikamete doğru yürümesini istediklerinin de işaretidir. Çocuklarını yaratıldığı temiz fıtrat üzerine koruma azmi ve gayreti içinde olacaklarının da ilk habercilerindendir.

Ezan, İslâm ın şiârıdır. Müslümanlığın, Allah a kulluğun, Rasûlü ne ümmet oluşun ilanıdır.

Çocukların kulaklarında ilk duydukları, kalplerinde yer eden bu nidâ, sonraki günlerde İslâm diyarının semalarında her yükselen her nidâ ile bütünleşecek, verilen İslâmî terbiye ile yoğrulacak ve gönüllere yerleşecektir.

Ezan-ı Muhammedî nin okunmadığı diyarlardaki gariplik duygusu, gurbet hissi daha buruk, daha derindir. Mü min gönüller için vatan hasretinin içinde Ezan-ı Muhammedî hasreti de vardır.

Ezanın devamlı semalara yükselişi, minarelerden dökülüşü bizler ve yavrularımız için ayrı bir nimettir.

***

__________________________________________________ __

(1) Sünen-i EbuDavud, Edeb (5/ 333), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 97).

(2) Terbiyetü l-Evlad, Abdullah N. Ulvan (1/170).







7. Nasihat

Çocuklarınıza güzel isimler veriniz.


Allah Rasûlü(sav); “Siz, kıyâmet günü isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Onun için güzel isimler koyun,” [1] buyurur.

İsmin, bir insan üzerinde bırakacağı tesir elbette ki inkar edilemez. Bu tesiri küçümsemek de aklı başında olan birinin yapabileceği davranış olamaz. Bu konuda gösterilecek ihmal de basite alınamaz.

İsim, sahibi olan insanla bir ömür boyu bütünleşir. O kişi görülünce ismi, ismi duyulunca da hemen o kişi zihinde canlanır. Bu kendisini tanıyanlarcadır. Tanımayan insanlara da o kişi ismiyle tanıtılır ve şahsıyla ilgili bilgiler ismiyle birlikte verilir.

Bu yüzden bir ömür boyu kendisiyle bütünleşeceği bilinen, hatta ölümünden sonra bile varlığını sürdürecek olan, kıyamet gününde de huzura onunla çağırılacağı zikredilen ismin güzel ve hayırlı olması gerekir.

Rasûlullah(sav) Efendimiz, hem güzel isimler konmasını emretmiş, hem de önceden konulan, mânâ güzelliği taşımayan isimleri değiştirmiş, onların yerlerine güzel isimler koymuştur.

Mesela isyankar mânâsına geldiği için Hz. Ömer in kızının "Asiye" olan ismini değiştirmiş, ona güzel mânâsına gelen "Cemile" adını vermiştir.[2]

Kaynaklarda Abdurrahman İbn Avf’ın(ra) câhiliyedeki isminin “Abdü l-Amr” veya “Abdü l-Ka‘be” olduğu, Rasûlullah(sav) tarafından “Abdurrahman” olarak değiştirildiği nakledilir.[3]

Zeydü’l-Hayl’in adını Zeydü’l-Hayr olarak değiştirdiği bilinir.[4]

Abdullah İbn Ömer’den(ra) gelen bir rivâyette Rasûlullah(sav) Efendimiz;“Allah’ın en çok sevdiği isimler, Abdullah ve Abdurrahman’dır,” buyurmuştur.[5]

Hadis kitaplarında Allah Rasûlü’nün koyduğu ve değiştirdiği isimlerle ilgili ana başlıklar, bu başlıklar altında bir çok rivâyet ve bilgi vardır. Bu başlıklar da konunun ayrıca ehemmiyetini gösterir.

Günümüzde bir çok garip isimlerle karşılaşır olduk. Hatta bu garip isimlerden bir çoğuna, kullanıla kulanıla alışılmış ve artık yadırganmaz isimlerden olmuştur.

Olcay, Ersin, Kaya, Aybüke, Belgin, Cenk, Cengiz, Satı, Satılmış, İmdat, Gizem, Gözlem, Gözde, Alper, Aleyna, Işıl, Suzi, Sevsen, Lusi, Anıl, Açelya, Şen, Orçun, Orkun, Özge, Ayça, Gülçin, Ediz, Döne, Samet, Sanem, Sezgi, Sezer, Aylan, Aylin, Tekin, Aşkım, Döndü, Yeter ve daha niceleri ve daha da garipleri.

Ebette ki söylediklerimiz, bu isimlerle isimlendirilen insanların şahıslarıyla ilgili değildir. Hatta tanıdıklarımızdan, takdir edip sevdiklerimizden bu isimlerle isimlendirilenler de var. İyi niyetle konanlar da.

Böyle olması veya ismi taşıyan insanın iyi biri olması, hataları hata olmaktan çıkarmayacaktır.

Bu isimlerin içinde mânasız veya mânâsı güzel olmayanlar olduğu gibi, yanlış anlaşılanlar, kötü çağrışım yapanlar, İslâm âlemi içinde bir bütünün parçası olma şuuruna uymayanlar da vardır.

Çocuklara konulan isimler de niyetlerimizi, duygularımızı ve nereye ait olmayı istediğimizi en iyi belli eden özelliklerimizdendir. Onlar aynı zamanda bizim şuur derecemizi gösterir.

Belki isimler konusunda bir noktaya daha dikkat çekilmesi gerekir. Üst üste nice şaşkınlıklar yaşadığımız bu günlerde çift cinsiyet şaşkınlıkları da yaşıyoruz. Kadınlaşan erkekler, erkeleşen kadınlar ve bunlara rağbet gösteren her iki cinsten insanlar… İnsanların gerçek değerleri ile oynayan, şahsiyetli hayatı, asıl mecrasından çıkarmaya çalışan ve İblis’i memnun eden davranışlar. Giderek dengesi bozulan gıdalar ve hormonlar. Alkoller ve uyuşturucular ve daha neler neler.

Bütün bunlar üzerinde durulması, düşünülmesi ve müsbet yönde tedbirler alınması, yapılan yanlışlıklara son verilmesi gereken hayat gerçekleri olarak önümüzde yer alıyor. Artık her yerde önümüze garip bir manzara çıkabiliyor ve giderek bunlar yayılıyor. Hatta çağın gerçeği sayılır, çağdaşlık alameti kabul edilir ve tercih edilir oldu.

Ancak bizim, konumuzla ilgili olarak burada üzerinde durmak istediğimiz, giderek yayılan garipliklerden çok çift cinsiyetli isimlerin var oluşudur. Bu isimlerin tehlikesi, insanların cinsiyet sapkınlıklarının tehlikesi kadar çok değildir. Yine de dikkate alınmasında ve bu konuda ihtiyatlı davranılmasında fayda olduğuna inanıyoruz. Çocukların hem kadınlar, hem de erkekler için kullanılan isimlerle isimlendirilmemesini arzu ediyoruz. Doğru olan budur. Böyle bir isimlendirmenin çocuğa tesir edebileceği, özellikle ergenlik öncesi çağlarda başkaları tarafından da alay konusu olarak kullanılabileceği gözden ırak tutulmamalıdır. Olcay, Ayhan, Yüksel, Işıl, Yaşar, Melek, İsmet, Ruşen, Kâmuran, Deniz, Duygu, Bülent bu tür isimlerdendir.

Şüphesiz isim koyma konusunda birinci derecedeki mesuliyet de babaya ve anneye, daha sonra da âilenin diğer büyüklerine düşmektedir. Her ne kadar sonradan değiştirmesi mümkün olsa bile bir çocuğun, kendi ismini baştan kendisinin koyması mümkün değildir. Dolayısıyla ebeveyn ve büyükler, çocuklarının geleceğini, istikbalde nasıl bir hayat tarzı, düşünce sistemi, hedef ve gaye seçmesinin gerektiğini düşünerek ismini ona göre koymalıdırlar. Elbette ki sadece isim koymakla da yetinmemelidirler.

İsimlerini güzel koyun ki, çocuklarınız arkanızdan isimleri için de size duâ etsinler.

***

_______________________________________________

[1] Sünen-i Ebî Davud, Edeb (5/ 236), Câmiu’l-Usûl (7/ 357)

[2] Sahih-i Müslim, Edeb (3/ 1687).

[3] El-İstî‘âb (2/ 393), el-İsâbe (2/ 416).

[4] İsim değişikliği ve sahâbî hakkında bilgi için bak: Peygamber Dostları, ÖRNEK NESİL, Ş.Kalay (s. 73-83)

[5] Sahih-i Müslim, Edeb (3/ 1682), Sünen-i Ebî Davud, Edeb (5/ 236)








8. Nasihat

Yavrunuzun dünyaya gelişine sevininiz.


Allah Rasûlü(sav) mü’minlere yaptığı bir tavsiyede şöyle buyurur:

“Sevgi dolu olan ve doğurgan kadınlarla evleniniz. Ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim.”[1]

O, yuvaların kurulmasını, kurulan yuvaların sevgiyle, şefkatle, çocuk cıvıltıları ile dolmasını istiyor. İman nûru ile aydınlanan yuvalardan filizlenen yeni nesillerin yetişmesini ve İslâm şuuruyla yoğrulmalarını, mü’min gönüllerle ümmet bütünlüğü içinde birbirlerine perçinlenmelerini, kenetlenmelerini ve her geçen gün çoğalmalarını arzu ediyor.

Enes(ra) anlatıyor: Allah Rasûlü(sav) düğünden dönen kadınları ve çocukları görmüştü. Bu manzarayı Rabbinin bahşettiği bir nimet bilerek ayağa kalktı, sevincini ve sevgisini; "Siz, insanların gönlüme en hoş gelenisiniz," buyurarak dile getirdi[2]. Bu Ensar a ve Ensar ın filizlenip çoğalmasına duyulan sevgi ve sevincin bir ifadesiydi.

Yıllar yılı çekilen çilelerden, İslam nûrunu gönüllere yerleştirmek için sürdürülen gayretlerden, onu söndürmeye çalışan zalimlere karşı verilen mücadelelerden sonra tabiî bir hayat akışına geçiliyor, kadınlar ve çocuklar yeni kurulan bir yuvanın sevincini üzerilerinde taşıyarak bir düğünden dönüyorlardı. Bunlar, kendi öz yurtlarından dışarı atılan, yakınları, akrabası tarafından dışlanan İslâm’ın ilk neferlerine kucak açan, onları kardeş bilerek bağırlarına basan Ensârın kadınları ve çocuklarıydı. Bu görünüş, yeni bir baharın müjdecisiydi… Onların sergilediği bu canlı levha ve gelecek günlere müjdeler taşıyan görünüşleri Allah Rasûlü nü sevindirmiş ve Kâinâtın Efendisi duygularını bu şekilde kelimelere dökmüştü.

Çocuklar yuvaların meyveleridir. Dünyaya ağlayarak gelseler bile, onların ağlayışları çevrelerinde sevinç dalgalarına vesile olur, gönüllere ümit güneşleri doğar.

Onlar yepyeni bir başlayış, yeni bir umuttur. Dünyaya gözlerini yeni açan bir çocuk, köhnemiş yer yer küf tutmuş dünyaya tazeliğin, yeniliğin bir müjdesidir.

Zikr-i Hakîm’de; “Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının gönle hoş gelen zînetidir, süsüdür.” (Kehf 18/ 46) buyrularak işaret edildiği gibi onlar dünya hayatının zînetidir, süsüdür.

Âyet-i kerîmenin devamı, ebedî kalıcı olan amellerin Allah katında daha hayırlı, daha ümit verici olduğunu vurgular. Bu çerçevede düşünüldüğünde bizlere bahşedilen servet ve çocuklar, dünya hayatıyla birlikte fânîliğin dehlizlerinde kaybolup gitmekten kurtarılır, hayırlı ameller işlemek için sermaye ve imkan haline getirilirse bu elbette ki bu daha hayırlıdır. O zaman insan hayat sonrasına uzanmayı başarmış, gelip geçici olmaktan kurtulmuş, gök kubbe altında adının hayırla yâd edilişine yol bulmuş olur. Bunun güzelliği tartışılamaz.

Dolayısıyla çocuklar, bir insanın amel defterinin ölümden sonra da hayırlı ameller için açık kalma ümididir…

Yuvalar, içinde İslâm sıcaklığının, îman aydınlığının hissedileceği, aynı duygu ve şuurla dolu çocuklarla içlerinin şenleneceği arzu ve ümidiyle kurulmalıdır. Dünya devam ettikçe devam edecek sağlam bir zincirin en sağlam halkalarından birisi olma azmini taşımalıdır.

Elbette ki sıhhî sebeplerle çocuğu olmayan kardeşlerimiz de aramızda olacaktır. Veya ortada sıhhî sebep olmasa da çocuk sahibi olamamış, hatta arzu ettiği halde yuva kuramamış insanlar da bulunacaktır. Bu durum onların hatası mânâsına gelmeyeceği gibi, daha fazla ecir elde edebilecek imkânlar, fırsatlar bulamayacakları mânâsına da gelmez.

Belki bu insanlar salah, takvâ ve hizmetleriyle çok daha büyük hayırlara vesile olabilirler ve çok daha fazla ecir elde edebilirler. Nitekim nice hayırlara, güzelliklere vesile olanları da görüyoruz.

İbrahîm ve Zekeriyyâ Aleyhisselâm ın uzun yıllar çocuklarının olmadığı unutulmamalıdır. Daha nice hayırlı insanın, ilim, irfan ehlinin de çocuğunun olmadığı da bir hayat gerçeğidir.

Ancak ümmetin devamı, çokluğu, sağlam temellere oturuşu, geleceğe daha umutlu bakışı, âile sıcaklığında yetişen, maddî gıdalardan çok manevî gıdalarla gelişen çocuklar iledir. Bu gerçek de asla unutulmamalıdır.

Bu gün maddî gıdaların ve imkânların çoğaldığı, mânevî duyguların ve güzel hasletlerin azaldığı da gözden ırak tutulmamalıdır.

Hz. Meryem deki gönül safiyetini, onun Allah a teslimiyetini, kendisi için hazırlanan odasında, mihrabında iken Rabbi tarafından rızıklandırılışını görünce yüz yaşına yaklaşan Zekeriyyâ Aleyhisselâm ın kalbinin de böyle bir çocuk sahibi olmanın arzusuyla doluşunu düşününüz. Sonra da;

"Rabbim! Bana hayırlı, güzelliklerle dolu nesil lütfeyle! Şüphesiz sen duâları işiten ve kabul edensin!" (Âl-i İmrân 3/ 38) duâsını, sonra da gönül dünyasında nasıl bir duygu melteminin estiğini, dönüp dolaştığını.

Bir ümmet olarak bizim hayır ve güzelliklerle dolu bir nesile, böyle bir neslin yetişmesi için yükselen şuura ve birbirine kenetlenen gayretlere ihtiyacımız var.

Rabbimiz Zikr-i Hakîm de; “Allah size kendi cinsinizden eşler verdi ve eşlerinizden de sizlere çocuklar ve torunlar yarattı; sizi güzel ve temiz nimetlerle rızıklandırdı.” (Nahl, 16/ 72) buyurur.

Hayatın devamı eşler, çocuklar ve onları takip ederek halkaya eklenen torunlar iledir. Akıp giden bir hayatın içinde insanın neslinin, yani çocuklarının ve torunlarının bulunması ve asırlar sonrasından torunlarının onu yâd etmesi güzel bir duygudur. Bu yâd ediş, sadece adını veya var oluşunu, unvanını, huylarını, şeklini yâd edişten öte hayırlı bir yâd ediş olursa elbette daha güzeldir. Hele de yâd ediş hayırlı torunlar tarafından olursa, bu hayırlı torunlar onun amel defterini güzel ameller için açık tutarlarsa, şüphesiz bu çok daha güzeldir.

Elbette ki gelecek günlerin neler getireceğini bilemeyiz. Ancak niyetlerimizi, emel ve ümitlerimizi güzelleştirmemiz, bunun için gayret etmemiz, gayretlerimizi duâlarımızla bütünleştirmemiz bizim elimizdedir.

Günümüzde önceki yıllara göre çocuk sayısının, dolayısıyla yaşlılara göre genç neslin giderek azaldığı bir gerçektir. Henüz tam olarak tesirini diyarımızda göstermese de imrendiğimiz, aralarına katılmak için akla hayale gelmedik tavırlar sergilediğimiz batı dünyasında kendisini açık ve net olarak gösterir hale gelmiştir. Birçok ülkede nüfus giderek azalmış ve yaşlanmıştır. Bu azalma ve yaşlanma devam etmekte, âilelere çocuk için yapılan çağrılar ve teşvik tedbirleri de çok defa faydasız kalmaktadır. Yine birçok ülke dışarıdan göç alarak bu açığı örtmenin telaşına girmiştir. Gayretlerini göç yoluyla ülkelerine gelecek olanların kültürlü ve seviyeli insanlar olması yönünde yoğunlaştırmaya başlamışlardır.

Nüfus azalması, dolayısıyla da yaşlanmasının birinci derecede sebebi, insanların şahsî zevk ve arzularını, kendi menfaatlerini düşünür, kendisinden başkasına aldırmaz hale gelişidir, getirilişidir. Bu anlayış sebebiyle kalplerde manevî boşluğun giderek büyümesi, âile yapısının çatırdayışı, evliliklerin sadece zevk ve menfaat anlaşmalarına dönüşmesidir.

Çocuk ilgi ister. Bu zevkinin esiri olanlar, menfaatini asıl gaye haline getirmek için bağlayıcıdır; farklı şehirlerde, ülkelerde, otellerde, plajlarda gezip tozmalarına, barlarda, pavyonlarda sabaha kadar tepinmelerine engeldir. Uykularını, uyanıklarını birbirine karıştırır. Çalışıp para kazanmalarına, sonra onu deliler gibi harcamamalarına ayak bağı olur... Bunun için hamilelik arzu edilmez, bunun için çocuk istenmez.

Biz hedefi, gayesi, emeli, umudu, bu günü, yarını olan insanlarız. Çocuklarımızla sevinmeli, onların lutfu ilâhî olduğunu unutmamalı, onları yetiştirmek için gayretlerimize duâlarımızı da eklemeliyiz. Sevinçlerimizi de belli etmeli ve paylaşmalıyız.

Âişe(ra) Vâlidemiz anlatıyor: Yeni doğan çocuklar Rasûlullah’a(sav) getirilir, o da çocuklara mübarek olması için duâ eder, tahnikte bulunurdu.”[3]

Tahnîk: Kuru hurmanın ağızda iyice yumuşatılarak çocuğun ağzına verilmesi, damağına sürülmesidir. Böylece çocuk yumuşatılmış hurmayı hisseder, fıtrî duyguyla onu emerek tadını alır, midesine giden ilk gıda da bu olur.[4]

Efendimizin bunu hicretin ilk çocuğu olan Abdullah İbn Zübeyr e(ra) ve Ebu Talha ile Ümmü Süleym in oğlu Abdullah a da yaptığı tatlı hatıralarla anlatılır.[5]

Yeni dünyaya gelen çocuklar için Allah Rasûlü nün kurban kestiği ve tavsiye ettiği hadis kaynaklarında yer alır. Bu kurbanın "akîka" olarak isimlendirilişi de.

Semüra İbn Cündüb ün(ra) rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur:

“Her çocuk akîkası karşılığı rehindir. Yedinci gün, onun için kurban kesilir, başı tıraş edilir ve ismi verilir.”[6]

Abdullah İbn Abbas’ın(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Rasûlü’nün(sav) bizzat bu kurbanı kestiği yer alır. O; “Rasûlullah(sav) Hasan ve Hüseyin için akîka olarak birer koç kurban etmiştir,” der.[7]

Malikî, Şafiî ve Hanbelî Mezheblerine ve daha bir çok ilim ehline göre bu kurban müekked sünnettir.[8]

Hanefî Mezhebine göre ise önceden var olan bu kurban, kurban bayramlarında varlık sebebiyle kesilen kurbanın vâcip kılınışıyla kaldırılmıştır.[9]

Ancak kaldırılmış bile olsa sevinç ve şükür ifadesi olarak kesilmesinde, onunla yemek hazırlanıp sevinci paylaşmak için dostların bir araya getirilmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hanefî âlimlerinden İmam Tahâvî’ye göre akîka kurbanı kesmek müstehabtır. Bir başka ifadeyle, güzeldir, imkânı olup kesen insan bundan ecir kazanır.

Sevinçler paylaşılınca daha güzeldir. Büyüyen çocukların yıllar sonra büyüklerinden kendi doğumuna duyulan sevinci ifade eden akîka ile ilgili hatıraları dinlemesi de güzeldir.

Çocukların dünyaya gelişine sevincinizi dile getiriniz ve çocuğu olan dostlarınızı tebrik ediniz, onlar için duâ ediniz.







***





__________________________________________________

[1] Sünen-i Ebî Davûd, Nikah (2/ 542), Sünen-i Nesâî, Nikah (7/ 65-66)

[2] Sahihi-i Buhârî, Nikah (16/ 359)

[3] Sahîh-i Buhârî, Edeb (18/ 140), Sahîh-i Müslim, Tahâret ( 1/ 237), Âdâb (3/ 1691).

[4] Lisânü’l-Arab, İbn Manzur (10/ 416), Câmiu’l-Usûl, İbn Esîr (1/ 366).

[5] Bak: Peyamber Dostları ÖRNEK NESİL (s. 155-156), Sahîh-i Buhârî, Fedâil, (14/ 37-38), Akîka, (17/ 198), Sahîh-i Müslim, Âdâb ( 3/ 1689, 1690-1691. Hadis No: 2144, 2146), Fedâilü s - Sahâbe (4/ 1915, 1599), El-İstîâb (2/ 301-302), El-İsâbe (2/ 309).

[6] Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 259-260), Sünen-i Tirmizî, Edâhî (4/ 101), Sünen-i Nesâî, Akîka (7/ 166), Sünen-i İbn Mâce, Zebâih (2/ 1056-1057). Tirmizî; “Bu hadis hasen sahihtir,” der. Nesâî’nin naklettiği hadisin isnâdı da sahihtir.

[7] Sünen-i Ebu Davûd, Edâhî (3/ 261-262), Bu hadis Sünen-i Nesâî’de “ikişer koç” şeklindedir. (Bak: Sünen-i Nesâî, Akîka 7/ 166)

[8] Müntekâ, el-Bâcî (3/ 102-103), Mühezzeb, (1/ 248), Keşşafü’l-Kına‘ (3/ 24)

[9] Bedâyiu’s-Sanâyi‘ (5/ 127), Nasbu’r-Râye (4/ 206-208), İ‘lâü’s-Sünen (17/ 101-113).










9. Nasihat

Anneler, çocuklarınızı emziriniz.


Ebu Hureyre(ra) anlatıyor:

"Bir adam Rasûlullah(sav) Efendimiz’e; “Ya Rasûlallah! En çok yakınlık ve dostluk kime göstermeliyim. Bu konuda üzerimde en çok hakkı olan insan kimdir? diye sordu.

Efendimiz(sav) ona şöyle cevap verdi:“Annen, sonra annen, sonra yine annen. Sonra da baban. Daha sonra da akrabalıkta sana yakın olanlar.” [1]

Hadis-i şerif, bilinen ve farklı lafızlarla birçok kaynaklarda da yer alan bir hadistir. Biz daha derli toplu olması sebebiyle Sahih-i Müslim de yer alan bir rivayeti seçtik.

Bu hadis annenin çocuğu üzerindeki hakkının başkalarından çok daha fazla olduğunu vurgulayan bir hadistir. Annenin hakkı babadan da çoktur. Hamilelikte katlandığı sıkıntılarla, yavrusunu ağrılar ve sancılarla dünyaya getirişiyle, sonraki günlerde de onu emzirişi ve ihtiyaçlarını giderişi, ona şefkatle kanatlarını gerişiyle…

Rabbimiz Zikr-i Hakîm’de şöyle buyurur: “Biz insana anne-babasını vasiyet etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. İki yıl içinde de sütten ayrılmıştır. Bunun içindir ki; önce bana sonra ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Şüphesiz dönüş banadır.” (Lokman Sûresi – 31/ 14)

Bu hizmetlerin içinde bir annenin çocuğunu emzirmenin ayrı bir yeri ve değeri vardır. Diğer bir âyete; “Anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu, emzirmenin tam olmasını isteyenler içindir,” (Bakara 2/ 233) buyrulur.

Anne sütünün bebek için kıymeti tartışılamaz. Hiçbir akıl, ilim, irfan ve insaf sahibi de anne sütünün çocuk için faydasını inkar edemez.

Anne sütü, gerçekten büyük bir nimettir ve ibret vericidir. Çocuğun doğumuyla sütün de harekete geçişi, içinde çocuğa lazım olan bütün gıdaları bulunduruşu, onu hastalıklardan koruyuşu, vücud direncini geliştirişi, anneye sağladığı faydalar ve daha niceleriyle üzerinde ibretle düşünülmesi gereken bir pınardır. Rahman’ın hakiki manada şükredilmesi gereken bir lütfudur.

Doğumdan sonraki ilk 6 ay içinde anne sütünün çocuğa lazım olan bütün besin maddelerini içinde bulundurduğu, başka ek bir gıdaya ihtiyaç olmadığı, hatta ilk 4 ay içinde ek suya bile ihtiyaç duyurmadığı tıbben bilinen gerçeklerdendir.

Süt emzirmenin kemali, ekserî ilim ehline göre âyet-i kerîmede de zikredildiği gibi iki yıldır. Ancak bu şart değildir. İki yıldan fazla olabileceği gibi az da olur. İki yılın doluşuyla kemal bulunca daha emzirilemez veya emzirilirse doğru olmaz diye bir kaide yoktur. Ancak emzirme devresi geçince çocuğun sütten kesilerek diğer gıdalarla beslenmesi daha doğru olandır.

İki yıl dolmadan da çocuğun kendisi anneyi emmeyebilir veya annenin sütü kesilebilir. Bütün bu durumlarda çocuk ve anne için en uygun olan araştırılır ve ona göre hareket edilir.

Çocuğun sıhhatinin düşünülmesi gerektiği gibi annenin sıhhatinin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Süt emzirme, anne ile çocuk arasındaki duygu bağlarını da güçlendirir. Annenin ve çocuğun birbirlerine sevgilerini artırır. Çocuğun kendisini güven içinde hissetmesini sağlar. Bu, çocuk için anne sütünün gıda değerinin yanında ayrı bir kıymet taşır.

Bunun içindir ki anneler çocuklarını emzirme konusunda arzulu ve ısrarlı olmalı, ihmalkâr davranmamalıdırlar. İhmal hem kendilerine, hem de çocuklarına sonradan tamiri mümkün olmayan zararlar verebilir.

Çocuklar hakkında araştırma yapan her ilim ehli, süt emme ile ilgili bilgi vermek, müsbet yönde tavsiyelerde bulunmak, anneleri çocuklarını emzirmeye teşvik etmek zorundadır.

Bu noktada üzerinde durulması, cevap verilmesi gereken bir soru akla geliyor: Anneler çocuklarını emzirmek zorunda mıdır?

Günümüzde İslâmî hükümlere göre bir annenin çocuğunu emzirmek zorunda olmadığı, istemiyorsa emzirmeyeceği, kocasının da kendisini bu konuda zorlayamayacağı dile getiriliyor. Bu eksik bir bilgidir. Ne yazık ki bu eksik bilgi kesin ve net bilgi imiş gibi sık sık tekrarlanıyor. Bunu akademik kariyeri olanlardan duyduğumuz gibi, resmî vasfı, temsil yetkisi olan ağızlardan da duyuyoruz.

Konuya açıklık getirmeden önce bu tür sözlerin -kimden gelirse gelsin- yarım bilgilere dayalı sözler olduğunu vurgulayalım. Yarım bilgilerden neticeler çıkarmak, bunun üzerine binalar kurmak da çok defa hiç bilmemekten daha büyük zararlara sebep olur. Temeli çürük veya zemini baştan çökük bina kurma hastalığı son yıllarda çokça rastladığımız hastalıklardandır.

Kaynaklarımızın verdiği bilgiler, bir annenin kendi çocuğunu emzirmek zorunda olduğunu dile getirirler. Bu, dînen annenin üzerine vaciptir. Ortada tıbbî bir sebep yoksa, çocuğunu emzirmeyen anne, bu ihmalinden veya inadından dolayı dînen sorumludur ve vebal kazanır. Hüküm böyledir. Hatta bir anne; “-Çocuğun nafakası babasının üzerinedir. Ben çocuğu ancak ücret karşılığı emziririm,” dese, emzirmenin karşılığı olarak ücret alamaz. Çünkü o, çocuğunu emzirdiğinde üzerine vacip olan bir işi yapmıştır. Emzirmek istemeyişinin de tıbbî bir sebebe dayanmadığı ortaya çıkmıştır. Yabancı bir kadın ise emzirme karşılığı ücret alabilir; çünkü onun üzerine başkasının çocuğunu emzirmek vacip değildir.[2]

Bir çocuk için, en uygun olan sütün kendi annesinin sütü olduğunda, bir annenin kendi çocuğunu emzirirken ona başka annelerden daha şefkatli davranacağında şüphe yoktur. Bunun hem anneye hem de çocuğa faydalar sağladığını daha önce dile getirmiştik.

O halde "bir kadının kendi çocuğunu dahi emzirmek zorunda olmadığı" fikri nereden kaynaklanmış ve nasıl bu şekilde dillere düşmüştür? Yarısı alınıp, diğer yarısı unutulan veya bilinmeyen, dolayısıyla zihinleri bulandıracak şekilde dillerde dolaşır hale gelen sözlerin temeli şu hükme dayanır:

İslâm hukukuna göre nafakayla sorumlu olan evin erkeğidir, yani çocuğun babasıdır. Âyet-i kerîmede; “Çocuklarını emziren annelerin beslenmesi ve giydirilmesi imkan çerçeveleri içinde baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü, imkanı derecesinde sorumlu tutulur.”(Bakara 2/ 233) buyrulmaktadır. Çocuğun emeceği süt de bir nafakadır ve bundan sorumlu olan babadır.

Bunun içindir ki, bir anne çocuğunu emzirmez veya emzirmek istemezse, baba onu hakim yoluyla emzirmeye zorlayamaz. Çocuğuna bir süt anne bulmak ve çocuğunun beslenmesini sağlamak zorundadır.

Bir başka ifadeyle; bir anne mahkeme yoluyla çocuğunu emzirmeye zorlanamaz. Hâkim de böyle bir yetkiye sahip değildir. Buraya kadar olan bilgi doğrudur, ancak tam değildir.

İslam Hukukunda âile sırlarının mümkün olduğunca korunması, hakimin âile içine müdahalesinin en zarurî seviyede tutulması asıldır. Ancak babanın veya hâkimin anneyi zorlama yetkisinin olmaması, bir annenin çocuğunu isterse emzirmeyeceği veya emzirmezse günahkâr olmayacağı manasına gelmez. Hadisenin hâkimin müdahale hakkı (yani kazâ) açısından değerlendirilişi ile mânevî sorumluluk (yani dînî) açıdan değerlendirilişi birbirinden farklıdır. Nitekim nice dînî vazîfelerimiz vardır, hakim bu vazîfelerimizi yapıp yapmadığımıza müdahale etmez, etmemelidir. Fakat onlar bizim üzerimize farzdır veya vâcibtir ve biz onları yerine getirmek zorundayız. Yerine getirmezsek bunun hesabını ilâhî mahkemede veririz. Bu sebeple konu iki açıdan da ele alınmalı ve değerlendirmeler birbirine karıştırılmadan yapılmalıdır.

Ayrıca; çocuk başka annelerin göğsünü kabul etmiyorsa veya başka süt anne bulunamıyorsa böyle bir durumda hakim zorlama hakkına da sahiptir. Çünkü çocuk için hayatî tehlike ortaya çıkmıştır ve hem baba, hem de hakim bunu önlemek zorundadır. Dolayısıyla bu durumda anne çocuğu emzirmeye icbar edilir.[3]

İslâm adına bilgi verilirken veya açıklama yaparken önce o bilgi, kaynağından tam öğrenilmeli, sonra zihinlerde yanlış anlamalara veya istifhamlara yol açmayacak şekilde bütünüyle aktarılmalıdır.

İslâmî ilimlerle araya kazılan uçurumlar, üst üste gelen baskılar, bir birini takip eden hukuk ihlalleri ve dayatmalar insanımızı çılgınlık derecesinde İslâmî bilgilerden koparmıştır. Bir çok bilgiler kulak dolgunluğu ile elde edilir hale gelmiştir. Asırlarca dünyanın gözbebeği olan bir millet, kof bir boşluğun, hedef ve gayesizliğin içine itilmiş, sahralarda yol alan bir insanın hayalindeki su gibi ilim uzaklarda kalmıştır. Biriken eksik veya bulanık bilgiler, zihinlerin daha da karışmasına zaten var olan sıkıntıların büyümesine, iç bünyede çatışmaların yaşanmasına sebep olmuş, cemiyet hayatına, âile yuvalarına menfî tesir eder hale gelmiştir.

Her iyi niyetli insan, ne yaptığına, ne yapmak istediğine dikkat ederek hareket etmelidir. Bu gün bulunduğumuz nokta gerçekte üzerinde düşünülmesi ve gelecek için ciddî planların yapılması gereken bir noktadır. Sular durulmalı, bilgiler berraklaşmalı, duygular ve hassasiyet canlanmalı, sisli havadan, bulanıklıktan hoşlananlara fırsat verilmemelidir.

***

____________________________

[1] Sahih-i Buhârî, Edeb ( 18/ 177), Sahih-i Müslim, Birr Ve Sıla (4/ 1974). Lafız Müslim in rivayetinde yer alandır.

[3] Bak: Bedâyiu s-Sanâyi , Kâsânî (4/ 40-41).

[2] Bedâyiu s-Sanâyi , Kâsânî (4/ 40-41).









10. Nasihat

Babalar! Âilenizin nafakasını helal yoldan temin ediniz ve bunun bir ibadet, bir ecir ve mükafat yolu olduğunu biliniz.


Allah Rasûlü nün hizmetinde bulunan Sevbân(ra) rivâyet ediyor: Rasûlullah(sav) şöyle buyurdu:

"En fazîletli dinar, bir insanın kendi âilesinin nafakası için sarf ettiği dinardır. Allah yolunda cihad için bineğine sarf ettiği dinardır. Allah yolunda cihad eden arkadaşlarına sunduğu dinardır." [1]

Nitekim hadisin rivâyet zincirinde yer alan Ebu Kılâbe(rh.a.) şöyle der: "Küçük çocukların nafakasını temin ederek onları diğer insanlara muhtaç olmaktan, başkalarının mallarına göz dikmekten kurtaran, onları koruyup kollayan, yetişip faydalı insanlar olmaları için gayret eden veya faydalı insanlar olmaları, muhtaç duruma düşmemeleri için Allah ın vesile kıldığı bir insanın ecrinden daha büyük bir ecir nasıl olur ki?" [2]

İnsan yavrusu diğer canlıların yavrularından farklıdır. Onun anne ve babaya diğer canlıların anne ve baba ihtiyacından daha fazladır. Belli bir çağa erinceye kadar anne ve babasının nafaka teminine, sevgi ve sıcaklığına ihtiyacı vardır. Onlar olmadan hayat basamaklarını tırmanamaz.

Bir geyik yavrusu doğduğundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar, yürümeye, çok geçmeden de koşmaya başlar. Bir ördek yavrusu doğuştan yüzmeyi bilir. Onların anneye ihtiyacı olsa bile bu ihtiyaç fazla değildir. Babaya ise hiç ihtiyaç duymazlar. Kuş yavrularının çoğu gıda ve korunma için anne ve babaya muhtaçtırlar. Balık yavruları çok defa anne ve babasını hiç görmezler. Hayatını devam ettirmek için onlara ihtiyaçları da yoktur. Fakat insan yavrusunun anne ve baba ihtiyacı gerçekten büyüktür. Yaratılışları da buna uygundur.

Evin hanımının da erkeğinin sunacağı nafakaya ihtiyacı vardır. O, bu sayede üzerine düşen annelik ve hanımlık görevlerini tam yapabilir. Onun görevlerini tam yapması yuvaya huzur ve istikrar getirir. Erkeğin kendisinin de buna ihtiyacı vardır. Elbette ki ona gönül huzuru ve sevgiyle sunulacak nafaka, sunan kişiye ecir kazandırır.

Allah Rasûlü(sav) hem Sahih-i Buhârî hem de Sahih-i Müslim de yer alan bir hadiste de şöyle buyurur:

"Bir Müslüman âilesi için nafaka temin eder ve Allah katında sevab ümid ederek bunu âilesine sunarsa, sunduğu nafaka sadakadır, bu nafakadan sadaka gibi ecir alır."[3]

Sa d İbn Ebî Vakkas tan(ra) gelen bir rivâyet daha geniş mânâlıdır ve hanımların nafakasıyla ilgili daha net vurgu taşır:

"Allah rızasını arzulayarak sarf ettiğin her nafakadan mutlaka ecir alırsın. Hatta hanımının ağzına koyduğu lokmadan bile." [4]

Âile sorumluluğunu yüklenmiş bir insanın hanımına ve çocuklarına başkalarının üzerinde hakkı olan para, haram parayla alınmış gıda götürmesi büyük bir şuursuzluk, gerçek bir nankörlüktür. Başkalarının acı ve sıkıntılarının, göz yaşları ve bedduâlarının üzerine saadet kurulmaz.

Kumardan gelen paralar nice hanelerin yıkılmasına, nice insanların nafakasızlık çekmesine sebep olan paralardır. Alın teri, göz nuru taşımayan dünyalıktır.

İçki satışından gelen paralar nice yuvaların içini huzursuzlukla dolduran, nice küfür, isyan ve çirkin sözlerin dile gelmesine sebep olan paralardır. Nice yuvalarda zulüm ve baskının sebebi olan paralardır. Nice suçların, iğrençliklerin kaynağı, teşvikçisi, tahrikçisi olan paralardır.

Âilesinin ve çocuklarının nafaka hakkı olan bir parayı içkiye, kumara, haram yollara veren insanlar da bunun hem dünyada, hem de muhasebe gününde acı ve azabını göreceklerdir.

Bar, pavyon, meyhane açanların, kötülük ve çirkeflik için merkezler kuranların, içki büfelerini, kumarhaneleri kazanç tezgâhı, haram yolları kazanç kaynağı kabul edenlerin nasıl bir duygu, nasıl bir şuur taşıdıkları üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Fakirlikten, yokluktan dem vurup, çocuklarına bir kilo elma, portakal, kiraz götürmeyen nice insanların parklarda ağaç ve çalı diplerine oturup bir taraftan sigara dumanladığına, diğer taraftan rakı, bira içtiğine az şahid olmadık.

Ev mahremiyetlerini de hiçe sayarak evlere sızan ve başkalarının can ve mal emniyetini tehdit eden hırsızlar, her gün yeni bir saldırı şekli, buluşu dile getirilen kapkaççılar, cepçiler ve çantacılar bu yolla elde ettiklerini nasıl bir kazanç kabul ediyorlar? Nasıl bir kalp, nasıl bir vicdan taşıyorlar, hangi duygularla ve nasıl yetiştiler, âkıbetleri ve âhiretleri hakkında ne düşünüyorlar? Yoksa bütün duyguları bastırıp şeytanlıkları hakkında hiçbir şey düşünmek istemiyorlar mı? Düşünmekten kaçıyorlar, ürküyorlar mı?..

Elbette dile getirilen bu misallerden daha iğrenç, daha zalimce ve daha büyük kazanç yolları da var. Tasvirinden bile hoşlanmadığımız yollar.

Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin ve itibar görenlerin varlığı bilinen bir gerçek.

Bir insanın helalinden rızk kazanarak evine getirmesi, hanımının ve çocuklarının nafakasını Allah rızasına uygun bir şekilde temin etmesi, onlara izzetli ve şerefli bir hayat sunması elbette ecri hak eden bir davranıştır. Bu asil ve nezih davranış asla hafife alınmamalı, küçümsenmemelidir.

Bunları birkaç saniyeliğine de olsa gözlerinizin önünden geçirin. Sonra yuvalara helal kazanç taşımanın nasıl bir nimet olduğu üzerinde tefekkür edin. O zaman kıymetinin daha iyi anlaşılacağını ümit ediyoruz. Tefekkürün ardından da gelecek günleriniz de kire, pasa, çamurlara ve necasete bulaşmamak için gayret edin, helal kazanç için çırpının, veren Allah a hamd edin, şükredin, kazancınızın bereketi için duâ edin.

Çocuklarınıza getirdiğiniz az da olsa, bunun kirli çok ile kıyaslanamayacak kadar değerli olduğunu bilin. Helal lokma getirmenin gururunu ve şuurunu yaşayın. Çocuklarınıza da bu şuuru aşılayın.

***

________________________________

[1] Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 691-692)

[2] Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 692)

[3] Sahih-i Buhârî, İman (1/ 362), Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 695)

[4] Sahih-i Buhârî, İman (1/ 365), Sahih-i Müslim, Vasiyye (3/ 1251).


Alıntı ile Cevapla