21. Nasihat
Çocuklarınıza ibadet duygusu aşılayınız. Onlara nasıl namaz kılacaklarını, nasıl oruç tutacaklarını öğretiniz.
Mu âz İbn Abdullah İbn Hubeyb el-Cühenî nin rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü(sav) şöyle buyuruyor: "Sağını solundan ayırt etmeye başladığında çocuklara namaz kılmayı emredin." [1]
İbadet, Allah a kulluğun ifadesidir. Gerçek mânâda Allah a kul olmak, başka bir şeye kul olunamayacağının ilanıdır. İbadet, yaratılış gayemize uygun hareket etmektir.
Bu şuur insanlar arasında yayıldığında, gerçek saadet devirleri yaşanmış, hayata huzur ve saadet hakim olmuştur. Yeryüzünde bereket artmış, ilim, irfan yaygınlaşmış, insanî değerler yerli yerini bulmuştur.
İbadet şahsı arındırır, basîreti artırır, insanı çirkinliklerden korur.
Çocuklara küçük yaşlardan itibaren ibedet duygusu aşılanmalı, bilgisi verilmelidir.
Namaz, insanı Rabbine yaklaştıran, onun rızasını celbeden ibadet ve tâattan biridir. Onunla başlayarak ibadetler üzerinde duygu ve düşüncelerimizi paylaşmaya ihtiyaç olsa gerektir.
Namaz
İbâdet deyince ilk akla gelen de şüphesiz namazdır. Günde beş vakit olarak farz oluşu sebebiyle de en çok edâ edilen ibâdettir. Mü’mine günde beş kere Rabbinin huzuruna durma, gönlünü temizleme, manevîyatla doldurma imkanı verir. Allah Rasûlü’nden(sav) namazın sağladığı gönül temizliğiyle ilgili olarak şöyle bir hadis gelir. O, sahabelerine sesleniyor:
“Sizden birisinin kapısının önünde akıp giden bir nehir olsa, o kişi de bu nehirde günde beş defa yıkansa, üzerinde herhangi bir kir kalır mı?
Sahabeleri; “Kalmaz,” diye cevap veriyorlar.
Onlardan bu cevabı alınca şöyle buyuruyor: “Namaz da bunun gibidir. Allah onunla hataları siler, yok eder.” [2]
Hem Sahih-i Buharî’de, hem de Sahih-i Müslim’de yer alan bu rivâyet Ebu Hureyre’den gelir. Müslim’in, Câbir İbn Abdullah’tan(ra) naklettiği bir başka rivâyet, aynı mânâyı biraz değişik lafızla vurgular:
“Beş vakit namaz, sizden birisinin kapısının önünden akan ve o insanın her gün içinde beş kere yıkandığı gür ve berrak bir nehre benzer.” [3]
Çocuklar küçük yaşlardan itibaren anne ve babalarını, kendileriyle birlikte olduğu diğer büyüklerini namaz kılarken gördükçe heves edecekler, onları taklit etmeye çalışacaklar, onlar gibi rükûya, secdeye gideceklerdir. “Allahu Ekber!” diyecekler, belki de Allah Rasûlü’nde olduğu gibi namaz kılanın sırtına çıkmaya çalışacaklar, ayaklarının arasından geçeceklerdir. Böylece namazla tanışacaklar, onu benimseyecekler, onu büyüklüğün, büyümenin bir alâmeti sayacaklar, giderek şuuruna ereceklerdir.
Hikmet sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir ki Allah Rasûlü(sav); “Namazlarınızdan bir kısmını evinizde kılınız. Onları kabirlere çevirmeyiniz,” [4] buyuruyor.
Câbir’den(ra) gelen bir hadis-i şerifte farklı vurgular vardır: “Sizden biri, camide namazını kıldıktan sonra, namazından bazılarını da evinin nasibi olarak ayırsın. Allah bu namaz sebebiyle evinde hayırlar lütfeder.” [5]
İçinde Allah’ın zikredildiği, İslâm nûruyla aydınlanan evlere olan ihtiyacımızı dile getirmiştik. Kur ân tilaveti ve namaz evlerin nûr ile dolmasına en güzel vesilelerdir.
Çocuğu namaza alıştırmak için ayrıca gayret ve sabır gerekebilir. Anne, baba bu sabrı ve sebatı göstermeye hazır olmalıdır.
Rabbimizin Rasûlü ne, onun şahsında hepimize hitap ettiği şu emr-i celîline dikkat ediniz ve taşıdığı mânâ derinliği üzerinde iyi düşününüz:
"Âilene namazı emret; kendin de bütün titizliğinle onu edâya sabret." (Tâhâ 20/ 132)
Âyet-i kerîmeyi tek cümle içinde ancak bu kadar meâllendirebiliyoruz. Ancak âyette geçen "ıstabir" kelimesi üzerinde birkaç cümle ile de olsa durmak zorunda olduğumuzu biliyoruz.
Bu kelime, sabır ile aynı kökten olsa bile dilimizde sadece "sabret" diye ifade edilemez. Onun için başına "bütün titizliğinle" ifadesini yerleştirdik. Bunun da yeterli olduğunu zannetmiyoruz. Çünkü "ıstıbar" kelimesi, İbn Atâ nın da işaret ettiği gibi sabır çeşitlerinin en şiddetlisi, en ağırı, en fazla mücadele isteyenidir.[6] Sadece dişini sıkıp bir, iki kereliğine sabır değildir. Devamlı mücadele vererek hedefi gerçekleştirmek için sabır ve sebat göstermek, bıkmamak, yılmamak demektir. Yapılan ve devam edilen işin ehemmiyetine inanarak, azmi elden bırakmadan üzerine çalışmak demektir.
Dolayısıyla âyet-i kerîmede bize emredilen sadece ailemize namaz kılmayı öğretmek veya emretmek değildir. Önce kendimizin en güzel şekilde etmemiz, âilemize örnek olmamızı ve onların da namazı ikamesi için mücadele vermemizi emrediyor.
Bu ayet-i kerîmenin indirilişinden sonra Allah Rasûlü nün(sav) her sabah damadı Hz. Ali ile kızı Fatıma nın kapısına varıp onları namaza kaldırdığı, "-Namaz!" diyerek onlara seslendiği nakledilir.[7] Hz. Ömer in de ev halkını gece namazı için kaldırdığı kaynaklarımızda yer alır.[8]
Yaşanan hayatın içinde ifade etmeye çalışırsak; sabahın seher vaktinde, uykuların en tatlı olduğu devrelerde namaz için kalkmamız, günü erken ve bereketli vaktinde hayata ibadetle başlamamız, âile fertlerimizi kaldırmamız, üşengeçlik gösteriyorlarsa onları uyandırmanın ve namazlarını edâ ettirmenin hoş, güzel üsluplarını bulmamız, uykunun ağırlığına, nefsin karşı koyuşuna, onların ihmallerine hep göğüs gerip sabretmemiz, onlar arzu edilen şuuru yakalayıncaya, namaza kalkmaya alışıncaya, beden saatleri ibadete göre şekilleninceye kadar bu sabr ve sebatı sürdürmeye devam etmemiz emrediliyor. Diğer namazlarda da bu mücadelenin benzerini sergilememiz, her durumda hem kendimiz, hem de âilemiz için azmimizi, şevkimizi, gayretimizi yitirmememiz isteniyor.
Namaz, sadece hataları temizlemez, insanı da yüceltir, ona iman safiyeti verir, duygularını berraklaştırır, ahlâkını güzelleştirir, çirkinliklere düşmesine engel olur.
Zikr-i Hakîm’de şöyle buyurulur:
“Kitaptan sana vahyedileni oku. Namazı hakkıyla edâ et. Şüphesiz namaz, fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikr ne büyüktür. Allah yaptıklarınızı her yönüyle bilir.” (Ankebût Sûresi, 29/ 45)
Namaz iman nûru ile dalâlet karanlığı arasındaki perdedir.[9] Namaz mü’minin mirâcıdır.
Allah Rasûlü’nün küçük yaşlardan itibaren çocuklara ibadet ve mescid sevgisi aşılanmasını arzu ettiği, hem sözlü, hem de fiili hadislerinden açık ve net olarak anlaşılmaktadır. Onları mescide getirişi, mescide gelişlerinde hoş karşılaması, onlara yakın ilgi gösterişi, yedi yaşına gelen ve artık tam bir eğitim devresine giren çocuklara namaz kılmalarının emredilmesini istemesi bunun misallerindendir.
Nitekim bilinen ve günümüzün özenti ve zayıflıkları sebebiyle sıkça tartışılır hale getirilen bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü(sav) şöyle buyurur:
"Yedi yaşına geldiklerinizde çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına geldiklerinde gerekirse dövün ve yataklarını birbirinden ayırın." [10]
Yedi yaşına gelen bir çocuk, önceden de zikredildiği gibi normal şartlarda eğitim ve öğretim için en uygun çağdadır. Bu yaştan on yaşına kadar çocuğa namaz öğretilmesi ve namaz kılmaya alıştırılması için üç yıl vardır. Gayret eden bir anne-baba için üç yıl çocuğa sevdirerek namaz öğretmek ve onu namaza alıştırmak için basite alınamayacak bir zaman dilimidir. Bu yıllar çocuğun alışkanlıklarının oturmaya, iradesinin giderek güçlenmeye başladığı devredir. Ergenlik, dolayısıyla mükellef olma yaşı giderek yaklaşmakta, fizîkî gelişme de hızlanmaktadır. Artık namaz konusunda kaybedilecek zaman yoktur. Namaz kılmamakta direnen, gevşek davranan veya ihmal eden çocuğa artık küçük yaşlardaki kadar hoşgörülü davranılamaz. Çocuk bu konuda ebeveyninin kararlılığını hissetmeli, kendisine sayısız nimetler bahşeden Rabbine ibadette kusur göstermemelidir. Çocuğunun bu gününü, yarınını, ebedî hayatını düşünen anne-baba bu konuda ihmalkâr olmamalıdır.
Yemesi, içmesi, okuması, hak ve hukuka riâyeti nasıl son derece önemli ise bu da en az onlar kadar önemlidir. Hatta buna dikkat etmeyenin, diğer vazifelerinde de ihmalkâr davranacağı, kusur göstereceği açıktır.
Biz çocuğumuza hayatın gerçeklerini anlatmaz, ona hayata atılmadan önce doğru ve yanlışları, olabilecekleri ve olamayacakları öğretmezsek hayatın bunları ona daha acı öğreteceği kesindir. İşte o zaman biz çocuğumuza zulmetmiş, insafsızlık etmiş oluruz. Biz ona Rabbine ibadet şuurunu aşılamaz, dolayısıyla onun ebedî hayatını karartırsak işte o zaman merhametsizlik, düşüncesizlik ve kötülük etmiş oluruz.
Rabbimizin; "Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi Cehennem ateşinden koruyun,” (Tahrim, 66/ 6) buyruğunu unutmayınız.
Kendimizi ve âilemizi ateşten korumak istiyorsak gerçek şefkat ve merhametin ne olduğunu idrak etmeliyiz.
Oruç
Oruç da namaz gibi bedenî ibadetlerdendir. Namazla birleşince daha da mânevî bir atmosferin insanı kuşatmasına ve farklı güzelliklerin yaşanmasına vesile olur. Ramazan ayında manevî duyguların daha farklı boyutlarda yaşandığı bilinen bir gerçektir.
Oruçta nefse, iştihalara ve şehvete hükmetme dirayeti, muhtacın halini hissetme hikmeti daha açıktır. Onda insan oğlunun bir lokma yiyeceğe, bir yudum içeceğe bile muhtaç olduğu, insanın güç ve kudreti, makam ve mevkisi ne olursa olsun bunlarsız edemeyeceği, acizliği, Rezzâk olan Allah a muhtaciyeti, bütün bu gerçekler zihne nakledilişi vardır.
Bir hadis-i kudsîde orucun farkı şöyle zikredilir: "Ademoğlunun her hayırlı ameli katlanarak mükâfât alır. İyilikler on katından yediyüz katına kadar karşılık bulur.
Ancak oruç farklıdır. O bana aittir, onun mükâfâtını ben takdir edip vereceğim. Çünkü oruçlu mü min şehvetini, iştahının çektiklerini, yiyeceğini benim için terkeder.
Oruçlu için iki sevinç anı vardır: Orucunu bitirip iftar ettiğinde yaşadığı sevinç anı ve Rabbiyle karşılaştığı o gündeki sevinçli anı.
Oruçlu bir insanın oruç sebebiyle ağzında meydana gelen koku, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir." [11]
Oruçta, Allah rızası için arzulara gem vurmak ve sabretmek vardır. Onda fakirin, muhtacın halini anlayış, açlık duygusunun nasıl bir duygu olduğunu tadış, aç uyumak zorunda kalan insanlara merhamette canlanış vardır. Nitekim Ramazan ayında bunun gönüllerde bıraktığı tesiri, insanlarda canlanan iyilik yapma, infakta bulunma arzularını daha açık ve net bir şekilde görüyor, hissediyoruz.
Çocuğun oruca alışmasında hem iradesini güçlendirme, nefse hakimiyetini artırma, hem de açlığa susuzluğa katlanmanın, bu nimetleri bize bahşeden Rabbimiz uğruna olduğu şuurunu elde etme vardır.
Bunlara ek olarak sonraki yıllarda yâd edeceği, kendisi gibi oruca başlayan, alışmaya çalışan çocuklarına, torunlarına veya yakınlarına aktaracağı tatlı hatıraları vardır. İftar saatini iple çekişler, iyice acıkınca mutfağa girip çıkarak annenin iftar için neler hazırladığını gözden geçirişler, onları nasıl yiyeceğini hayal edişler, canının çektiği şeyleri dile getirişler, bazen oruçlu olduğunu unutuşlar, bakkaldan iftar için ekmek alıp gelirken farkında olmadan açlık duygusuyla ucundan koparıp yiyişler, Ramazan topunun atışını kapıda bekleyişler, anneye, babaya oruçla ilgili sorulan sorular ve daha neler neler.
Çocuklar büyüklerinden bu tür hatıraları dinlemekten, onların da çocuk olduğu günlerin varlığını, çocukça davranışlarının olduğunu duymaktan hoşlanırlar. Bu hatıraların paylaşılması büyüklerle küçükler arasında yakınlığın doğmasına vesîle olur.
Hatıralar yaşanmalıdır ki anlatılabilsin, paylaşılsın.
***
Hacc
Hacc ise çok farklı bir ibadettir. Masraflı ve meşakkatlidir. Tesiri de o derece güçlüdür. Küçük yaşlarda Beytulah a varmak, büyük neticelerin elde edilmesine vesile olacaktır…
Çocuk yaşlarında hacc ile ilgili bir hatırasını Sâib İbn Yezîd(ra) anlatıyor: “Babam beni Allah Rasûlü’yle birlikte yapılan Vedâ Haccına götürdü. Bu sırada yedi yaşlarındaydım.” [12]
Allah Rasûlü(sav) sadece bir kere hacc yapma imkanı bulmuştur. Mekke’nin fethinin ikinci yılında yapılan Vedâ Haccı onun ilk ve son haccı olmuştur. Bu haccı sırasında kafilesinde çocuklar da bulunmuş, yaşadıkları hatıraları birer hazine gibi saklamış, sonraki nesillerle paylaşmışlardır. Bunlardan biri de yukarıda adı geçen Sâib’tir. O, her çocuğa nasip olmayan, gerçekten iftihar edilecek hatırasını sonraki yıllara taşıyanlardan biridir.
Bir başka hatırayı ergenlik çağlarına yaklaştığı günlerde hac kervanına katılan Abdullah İbn Abbas’tan(ra) dinliyoruz. O, kendisiyle ilgili olmayan farklı bir hadiseyi bizlere anlatıyor:
"Hac yolculuğu sırasında Ravhâ denilen yerde Rasûlullah(sav) Eefendimiz bir kafileyle karşılaşmıştı. Bu kafilede bulunan bir kadın karşılaştıkları kişinin Allah Rasûlü(sav) olduğunu öğrenince, çocuğunu bineğinin üzerinde duran Rasûlullah’a doğru kaldırarak; -Bunun için de hac var mıdır? diye sordu.
Rasûlullah(sav); “Evet, senin için de ecir vardır,” buyurdu [13]
Aynı hadiseyi Câbir İbn Abdullah(ra) farklı kelimelerle dile getirir: "Rasûlullah(sav) Efendimiz vedâ haccında, bineğinin üzerindeydi. Bir kadın küçük bir çocuğu Allah Rasûlü’ne doğru kaldırarak; -Bu haccedebilir mi? diye sordu. Efendimiz; -Evet, sen de ecir alırsın, buyurdu. [14]
Allah Rasûlü’nün işaret ettiği “ecir alma", ayrıca üzerinde durulmaya değer bir noktadır. Çocuklar yaşları küçük olsa da, yani henüz mükellef olmasalar da ibadet edebilirler. Onların ibadetlerine vesile olan, onlara ibadet için imkan hazırlayan, ibadet etme sevgisi aşılayan, çocukları ibadet etsin diye maddî, manevî külfetlere katlanan mü minler, bu samimiyetleri, bu davranışları, niyetleri ve gayretleri sebebiyle ecir alırlar.
Bu duyguyu taşıyan, yavrusuna namaz için abdest aldırmaya gayret eden, onların küçücük ellerini ve ayaklarını yıkayan, namaza dururken ellerini üst üste koyarak bağlayan, nasıl bağlanacağını gösteren, Ka‘be’yi tavaf ederken onu omuzlarında taşıyan, onlara Hacerü l- Esved e selâm verdiren anne-babaları görmek ne kadar gönle hoş görünüyor... Elbette ki bunun ecrini alacaklarına inanıyoruz.
Bu satırlar da o ümitle kaleme alınıyor.
Yaş büyüdükçe irade güçlenir, şuur artar. Anne-baba ve büyüklerin de çocuğun yaşı büyüdükçe daha dikkatli olmaları, çocuklarının ibadetleri konusunda daha hassas davranmaya başlamaları gerekir. Çünkü mükellefiyet çağı yaklaşmaktadır. Lehte ve aleyhte her şeyin kayda geçtiği bu çağ gelmeden çocuğun ibadeti artık uurlu bir alışkanlık haline getirmesi gelmelidir.
_____________________________________________
[1] Sünen-i Ebu Davud, Salât (1/ 335). Hadis, isnadı hasen olan bir hadistir. (Camiu l-Usûl Fî Ahâdîsi r-Resûl 5/ 188).
[2] Sahih-i Buharî, Mevâkîtü’s-Salât (4/ 157), Sahih-i Müslim, Mesâcid (1/ 462-463).
[3] Sahih-i Müslim, Mesâcid (1/ 463).
[4] Sahih-i Buhârî, Salât (3/ 447), Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 538-539).
[5] Sahih-i Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn ( 1/ 539).
[6] Tenvîru l-Ezhan min Tefsîr-i Ruhu l-Beyan (2/ 451).
[7] El-Câmi li Ahkâmi l-Kur ân, Kurtubî (11/ 263).
[8] El-Câmi li Ahkâmi l-Kur ân, Kurtubî (11/ 263).
[9] Sahih-i Buharî, Bedü’l-Halk (12/ 271-272) ve Fedâil (14/ 5-6) Sahih-i Müslim, İman ( 1/ 146-147), Sünen-i Tirmizî, İman (5/ 13).
[10] Sünen-i Ebu Davûd, Salât (1/334, Hadis No: 495). Hadisin isnadı hasendir. (Câmiu l-Usûl Fî Ahâdîsi r-Resûl 5/ 187).
[11] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 29), Sahih-i Müslim, Sıyam ( 2/ 807).
[12] Sahih-i Buharî, Hac (8/ 404),Sünen-i Tirmizî, Hac (3/ 265?) “Hadis, hasen sahihtir,” der.
[13] Sahih-i Müslim, Hac (2/ 974), Sünen-i Ebu Davûd, Menasik (2/ 352-353).
[14] Sünen-i Tirmizî, Hac 83 (3/ 265). Hadis için “ğarîb” demiştir.
22. Nasihat
Çocuklarınıza güzel hasletler aşılayınız.
Rasûlullah(sav) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “İnsanlar, madenler gibidir.”
Yani altını vardır, gümüşü, platini vardır. Elması, yakutu, bakırı, demiri vardır. Cıvası, petrolü vardır. Kömürü, kükürdü vardır. Paslananı vardır, pas tutmayanı vardır. Değerini kaybedeni vardır, asla kaybetmeyeni vardır. Kirleneni vardır, kir tutmayanı vardır. Bozulanı vardır, bozulmayanı vardır.
“Câhiliye günlerinde en hayırlı, şahsiyeti güçlü, karakteri sağlam olanınız, anlayarak, ilim ve irfanla yaşadığı sürece İslâm da da en hayırlınızdır.”[1]
Öyle de olmuştur. Dürüst olanlar, yaptıklarını doğru yaptığına inanarak yapanlar, vefakâr, cömert, fedakâr olanlar, inandığı şeyler uğruna zorlukları göğüsleyebilenler; basit, geçici hayat zevklerinin esir alamadığı, karakterini sarsamadığı insanlar İslâm nuruyla şereflenince İslâma büyük hizmetler sunmuşlardır. Zira oğru ve sağlam hasletleri hakikat nuruyla yan yana gelmiş, İlâhî emir ve nehiylerle bütünlük oluşturmuş, güçlenmiş, teşvik görmüş, ateşlenmiş ve canlanmıştır...
Bir cemiyette gelişmesi, yerleşmesi gereken güzel hasletler vardır:
İlim-irfan sevgisi, öğrenme merakı, öğrenilenleri amele dökme samimiyeti,
Arayıp doğruyu bulma arzusu, hatayı kabul edip doğruya yönelme irâde ve dürüstlüğü,
Cesâret, inanılan değerler uğruna sıkıntıları göğüsleme metâneti,
Alçak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı sözlülük,
Dürüstlük, doğru sözlülük, sadâkat, vefâ.
Bütün bu hasletler, üzerinde titrenilmesi gereken hasletlerden sadece bir kaçıdır.
Birçok güzel hasletin kaybedildiğini, yıpratıldığını görmek, beden yorgunluğundan daha ağır, daha ezici ve daha esef vericidir. Basit dünyalık kayıpların peşine düşenlerin, bu hasletlerin peşine düşmeyişi, kaybına aldırmayışı da ayrı bir esef kaynağıdır.
Onları, geliştirmek, canlandırmak, yaygınlaştırmak ve güzel hasletlerle donanmış sağlam bir nesil yetiştirmek, imkânları bu yönde seferber etmek varken, dehşet ve ürperti ile çirkef ve rezalet pazarlayan zihniyetlerin paralanırcasına gayretini görüyoruz. Yada boşluktan, hedefsiz, gayesiz hayatın içine salıverilmişlikten ümit bekleyenlerin boş sözlerini duyuyoruz.
Bu tür zihniyetlerin yuvalarımıza sirayetini, yavrularımızı elimizden almasını engellemek bizim vazifemizdir. Bunun için de el ele, gönül gönüle vermemiz, akıntıların önünde setler oluşturmamız, onları kendi bataklıklarına dönmeye zorlayacak azmi ve dirayeti göstermemiz gerekir.
Biz gayret ettikçe Rabbimiz gayretlerimize bereket verecektir.
"Abdullah İbn Mes ûd(ra) Allah Rasûlü nün şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Sıdk (dürüstlük ve doğru sözlülük) insanı birre (iyilik ve ihsana) götürür. İyilik ve ihsan da insanı cennete götürür.
Bir insan doğru söyleyip dürüst davrandıkça gün gelir Allah katında özü, sözü doru insan olarak yazılır.
Yalan ise ise insanı kötülüklere, çirkinliklere sürükler. Kötülük ve çirkinlikler de cehennem ateşine götürür.
İnsan yalan söyleye söyleye gün gelir Allah katında yalancı olarak yazılır." [2]
Özü sözü doğru olmak ne güzel bir haslettir ve özü sözü doğru olanlara ihtiyacımız ne kadar büyüktür.
Hz. Hasan(ra); Allah Rasûlü nden şu sözleri ezberlediğini söyler: "İçine şüphe düşüren şeyleri bırak, seni şüpheye sürüklemeyen şeyleri yap. Dürüstlükte kalp huzur ve sükûnu, yalanda tedirginlik ve huzursuzluk vardır." [3]
Dürüstlük, özü-sözü doğru olmak, Müslümanların ayrılmaz vasıflarından biri idi. BirMüslüman böyle bilinir, böyle tanınırdı. Bu vasıfların yıpranması, güven duygularının sarsılması bir çok değerlerimizi de aldı götürdü.
Çocuklarımızın özü-sözü doğru insanlar olarak yetişmesi, hiçbir maddî değerle ölçülemeyecek kadar kıymetlidir.
İslâm tarihi yerli yerinde gösterilmiş, cesaret örnekleri ile doludur. Bunların bir çoğu herkesi hayran bırakacak güzellikte ve derecededir. Tarihe nakşedilmiş, asla unutulmayanları vardır. Hamza, Ali, Talha, Cafer, Zübeyr, Berâ İbn Mâlik, Halid İbn Velîd, Bilal, Sa d İbn Ebî Vakkas, Ebu Ubeyde –radiyallahu anhüm- ve daha nicelerinin saadet asrında yazdığı destanlar ümmetin ortak mirası olmuş, zihinlere ve kalplere nakşedilmiştir. Asırlar boyu onların yolunu takip eden nice yiğitler olmuş, İsm-i Celâl ve tekbir sesleri onların azm, gayret ve cesaretleri ile ufuklar ötesine taşınmıştır. Anneler, babalar çocuklarını onların hatıraları ile beslemiş büyütmüştür.
Cesâret yerli yerinde gösterildiği, lüzumsuz cür ete ve saldırganlığa dönüşmediği sürece çok güzel bir haslettir. Âhiret inancına sımsıkı bağlarla bağlı, sadakat, fedakârlık ve vefâ duygularıyla iç içedir. Her devirde, her asırda kıymeti takdir edilmiştir. Başka güzel hasletlerle bütünleşince kıymeti ve güzelliği daha da artmıştır.
Açık sözlülük de böyledir. Söylenilen bir söz güzel, açık ve berrak olursa, duyguları ve düşünceleri açık ve net ifade ederse gönle daha hoş gelecek ve değeri artacaktır.
Bu iki haslet birbirine yakın, birbirini tamamlayan, birbirine güzelliğini artıran iki haslettir. Bu hasletler çocuk safiyeti ile bir araya gelince daha da güzel ve sevimlidir.
Sâd İbn Ebi Vakkâs(ra) çocukları cesâretle yetişmesi ile ilgili olarak şöyle der: "Allah Rasûlü nün(sav) gazvelerini çocuklarımıza, tıpkı Kur an dan bir sûre öğretir gibi öğretir, ezberletirdik." [4]
O bu sözleriyle, çocukların İslâm nûrunun korunup kollanması, yaşatılması ve yayılması uğrunda neler yaşandığını, ne mücadeleler verildiğini bilmelerini ister ve onların bu ruh, bu şuur ve cesaretle yetişmesinin lüzumuna işaret eder.
Halîfe Ömer(ra), Rasûlullah’ın (sav) sünnetine bağlılığın bir gereği olarak vâlilere yazdığı bir yazı da şöyle emrediyordu: "Çocuklarınıza atıcılığı ve yüzmeyi öğretin. Onlara, bir sıçrayışta atlara binecek hale gelmelerini emredin!" [5]
O, canlı, güçlü, atik, kabiliyetli, kendisine güvenli, cesur, cihad ruhlu bir nesil istiyordu.
Nitekim Rasûlullah(sav); "Güçlü bir mü min, zayıf bir mü minden daha hayırlı, Allah huzurunda daha sevimlidir. Elbette ki her mü’minde hayr vardır," [6] buyurmaktaydı.
Şüphesiz Rasûlullah(sav) yalnızca bedenî açıdan güçlülüğü kastetmiyordu.
Küçük yaşlarda Bedir ve Uhud Gazvesine katılmak için çırpınan, boyunu uzun göstermek için ayak parmaklarının üzerinde yükselen veya Allah Rasûlü(sav) kendilerini görürse saflardan çıkarır korkusuyla saflar arasında saklanıp göze batmamaya çalışan çocukların bu manzarasını gözlerinizde canlandırınız. Allah Rasûlü(sav) onları birer birer bularak, sevgi dolu bakışlarla başlarını okşayarak saflardan çıkartsa bile bu küçük yiğitlerin azm ve cesaretinin diğer sahâbeleri nasıl ateşlediğini düşününüz. Bunu anlamak için fazla söze hacet olmasa gerektir.
İlim ve irfan sevgisi üzerinde ayrıca durulacaktır. Esasen her bir güzel haslet, üzerinde uzun uzun konuşmaya değerdir. Biz birkaç satırla da olsa ehemmiyetini hatırlatmak, vurgulamak istedik.
"Hatırlat, öğüt ver. Şüphesiz doğruları, hakkı haturlatış, Allah için öğüt, mü’min gönüllere fayda verir.” (Zâriyât, 51/ 55)
__________________________________________________ __
[1] Sahîh-i Buharî, Menâkıb (13/ 125, 126), Sahîh-i Müslim, Fezâil (4/ 1846-1847).
[2] Sahih-i Buhârî, Edeb (18/ 197), Sahih-i Müslim, Birr (4/ 2012-2013).
[3] Sünen-i Tirmizî, Sıfatü l-Kıyâme (4/ 668). Hadisin isnadı sahihtir.
[4] Terbiyetü’l- Evlâd, Abdullah Nâsıh (1/ 310).
[5] Terbiyetü’l- Evlâd, Abdullah Nâsıh (1/ 310).
[6] Sahih-i Müslim, Kader (4/ 2052).
23. Nasihat
Çocuklarınıza ev içi adabı ile ilgili bilgiler veriniz, onları eğiterek güzel alışkanlıklar kazandırınız.
Çocuklarımızın hem ev içindeki, hem de ev dışındaki söz ve davranışları güzel olmalı, İslâm ahlâkının güzelliğini ve olgunluğunu aksettirmelidir. Bu edeb, hayat boyu onların bir parçası, değişmez vasfı haline gelmelidir. "Ağaç yaş iken eğilir" hikmeti unutulmamalı, çocuklarımız küçük yaşlardan başlanarak edeb ve nezaket içinde yetişmesi için gayret edilmeli, bu yönde terbiye edilmelidir.
Ömer İbn Ebu Seleme(ra) anlatıyor: “Küçük yaşlarda, Allah Rasûlü’nün kucağında, onun terbiyesi altında bir çocuktum. Yemek sırasında elim yemek kabının içinde dolaşıyordu. Sağdan, soldan, ortadan alarak yediğim oluyordu.
Rasûlullah(sav) Efendimiz; “–Delikanlı! Besmele çek. Sağ elinle ve önünden ye!” buyurdu. O günden sonra yemek yeyişim daima Allah Rasûlü’nün emrettiği gibi oldu.” [1]
Sünen-i Ebu Davûd ve Tirmizî’de yer alan bir rivâyet şöyledir: Ömer, Allah Rasûlü’nün yanına girmişti. Bu sırada Allah Rasûlü’nün yanında yemek vardı. Efendimiz ona; "Yavrum yaklaş! Allah’ın adını an, sağ elinle ye ve önünden ye!”buyurdu. [2]
Ömer İbn Ebu Seleme(ra), Ebu Seleme ile Ümmü Seleme nin oğludur. Seleme nin küçüğüdür. Babası ile annesi Habeşistan a hicret ettiğinde Seleme orada dünyaya gelmiştir. Hem annesi, hem de babası onunla künyelenmişler ve künyeleriyle anılır olmuşlardır. Asıl adları Abdullah ve Hind’dir. [3]
Ebu Seleme ve Ümmü Seleme(ra), her ikisi de fazîlet yüklü, fedakâr ve cefakâr insanlardır. Medîne ye hicretleri de hazin ve ibretlidir.
Ebu Seleme Uhud da aldığı yaranın tesiriyle daha sonraları vefat etmiş, Allah Rasûlü(sav) Ümmü Seleme ile evlenerek çocuklarına bakmıştır. Ömer de bu vesileyle Allah Rasûlü nün yanında, kucağında yetişmiştir.[4] Onun terbiyesinden pay almak saadetne ermiştir. Onun bizlere aktardığı hatıra bunun bir örneğidir.
Bir çocuğun ev içinde ve ev dışında zarif davranışları sevgiye, mutluluğa ve gönül huzuruna vesile olacak, çocuğun giderek sağlamlaşan şahsiyetini oluşturacaktır. İslâmın çok güzel bir ahlâk ve edeb anlayışı vardır. Çocuklarınıza bunları aşılamak ve gönüllerine yerleştirerek onlara devamlılık kazandırmak gelecek günlerinizi ve âhiretinizi güzelleştirecektir.
Şimdi Zikr-i Hakîm in hikmet dolu buyruğuna dikkat ediyoruz:
"Ey Mü minler! Henüz büluğa ermemiş olan çocuklarınız şu üç vakitte yanınıza girerken sizden izin istesinler:
Sabah namazından önce.
Öğleyin (istirahat için) elbiselerinizi soyunduğunuz vakit.
Bir de yatsı namazından sonra.
Bu vakitler, sizin mahrem bir durumda, bulunacağınız üç vakittir…"(Nûr Sûresi, 24/ 58)
Âyet-i kerîmede;
1. Henüz ergenlik çağına girmemiş çocukların istirahat vakitlerinde anne ve babalarının yatak odalarına girerlerken izin almalarının gerektiği, bunun çocuklara öğretilmesi, yaşları küçük bile olsa bu konuda eğitilmeleri emrediliyor.
2. Hitap çocuklara değil, ebeveyne yani büyüklere yapılıyor.
3. Zikredilen vakitlerin, mahrem vakitler olduğu vurgulanıyor.
Ayrıca bu mahrem vakitler arasından öğle vaktinde, çocuğun izin almasının niçin lüzumlu olduğuna işaret ediliyor; bu vaktin, elbiselerin çıkarılarak istirahata çekilme ihtimalinin yüksek olduğu bir vakit olduğu bildiriliyor.
Elbette ki bu noktada hemen aklımıza bir soru daha geliyor. Öğle vakti böyle bir vakit olabilir de, zikredilen diğer vakitler böyle bir vakit değil midir? Onlarla ilgili neden açıklama yer almıyor?
Elbette adı geçen diğer iki vakit de mahrem halde bulunma ihtimalinin yüksek olduğu vakitlerdir. Hatta yatsı namazından sabah namazına kadar olan vakit, anne ile babanın yatak odalarında mahrem halde bulunma ihtimallerinin en yüksek olduğu vakittir.
Öğle vakti ise, genellikle sıcak ülkelerde eve çekilme ve istirahat etme vakitleridir. Ülkemizin sıcak bölgelerinde de yaygın bir adet halindedir. Arabistan ve bir çok sıcak ülkede ise hayatın nerede ise durma noktasına geldiği vakitlerdendir. İnsanlar bu vakitte evlerine, evlerinde de istirahata çekilerek hem güneş ışıklarının zararlı tesirlerinden, hem de bunaltıcı sıcaktan kurtulmaya çalışmakta ve günün ikinci yarısına güç toplamaktadırlar. Onlar için bu kolay kolay vazgeçilmez bir adet haline gelmiştir. Bu vakitte istirahat edilmezse günün ikinci yarısında verim düşmekte, arada istirahat etmeye alışmış olan vücut, alışkanlığının gereğini istemektedir.
Ancak, Arapçada "kaylûle" diye isimlendirilen bu istirahat ve uyku vakti, geceyle kıyaslanamayacak derecede kısa olan bir vakittir. Ortalığın aydınlık olduğu, normalde iş devresi arasında yer alan bir vakittir. Durum böyle olunca da, izin alma sebebinin açıklanması uygun olan bir vakittir. Buradaki sebep açıklanınca, aynı mahremiyetin gece var olması artık kaçınılmazdır. Dolayısıyla ayrıca izahına ihtiyaç duyulmamıştır. Her üç vakitte de mahremiyetin bulunduğuna dikkat çekmekle yetinilmiştir.
Hitabın büyüklere, yani anne ve babalara olmasının sebebi de açıktır. Çünkü emredilen, çocukların mahrem vakitlerde anne ve babalarının yatak odalarına girmek istediklerinde anne, babadan izin istemeye alıştırılmalarıdır. Âyet-i kerîmede bir nevî; "Ey mü min anne ve babalar! Henüz ergenlik çağına gelmemiş, ancak aklı ermeye, zihni kavramaya başlamış çocuklarınıza şu üç vakitte yanınıza nasıl gireceklerini öğretin! Âile hayatınızı da buna göre ve bu şuurla şekillendirin!" buyurulmaktadır.
Çünkü bu çağdaki çocuğun kendisi mükellef değildir ve ilâhî emirlerin muhatabı da değildir. Bu onun lehindedir. Emirlerin muhatabı olacak olsa, emri yerine getirmediğinde günah işlemiş olması, vebal kazanması ve cezalandırılması gerekirdi. Yarattığı kulunu her yönüyle bilen sonsuz rahmet sahibi Rahman, aklı ermeye başlamış olsa da, bir çok incelikleri anlar hale gelse de bu çağdaki bir çocuğu sorumlu tutmamıştır. Çünkü o, henüz akıl ve irade olgunluğuna ermemiştir.
Âyet-i kerîme, henüz ergenlik devresine girmemiş bir çocuğa karşı; "-O daha küçük, bir şey anlamaz," düşüncesiyle hareket edilmesinin doğru olmadığını da vurguluyor ve konuda büyüklere görev veriyor.
Dolayısıyla hitap büyükleredir. Aynı zamanda bu hitap, bebeklik çağını atlatmış bir çocuğun eğitilmeye, bilgilendirilmeye, alışkanlık, şahsiyet ve ahlâk kazandırılmaya uygun olduğuna işaret etmektedir. Âyet-i kerîme bu çağda çocuklara eğitim verilebileceğinin açık ve net delilidir.
Birçok edeb ve terbiye inceliklerini, güzel hasletleri kaybetmeye başladığımız ve modern denilen hayatın girdaplarında baş dönmesine uğradığımız bir devrede kendimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerekenleri, doğruların ne olduğunu ve ne yöne doğru sürüklendiğimizi ciddî bir şekilde yeniden gözden geçirmeli ve vazifelerimizin ne olduğunu yeniden idrak etmeliyiz.
Yuvamızın bir saadet yuvası olmasını, güzellikler taşımasını arzu ediyorsak kendi üzerimize düşeni yapmak zorundayız.
_________________________________________________
[1] Hadis, müttefekun aleyh bir hadistir. Sahih-i Buhârî, Et‘ime (17/ 133), Sahih-i Müslim, Eşribe (3/ 1599-1600)
[2] Sünen-i Ebu Davûd, Et‘ime (4/ 144-145), Sünen-i Tirmizî, Et‘ime (4/ 288)
[3] El-İsâbe (2/ 66, 355)
[4] El-İstî âb, (2/ 474-475, 4/ 454-455), el-İsâbe (2/ 519, 4/ 458-460)
24. Nasihat
İlmi seviniz ve çocuklarınıza ilim sevgisi aşılayınız.
İlim, irfan sevgisiyle ilgili ne kadar güzel kelime yanyana sıralansa ve ne kadar güzel cümle birbirini takip etse yeridir. Bu gerçeği biliyoruz, hepimiz dile getiriyoruz, ancak yeterli gayreti göstermiyoruz. Yüne de hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.
Zikr-i Hakîm anlatmak istediklerimize şöyle ışık tutuyor: “Allah, içinizden îman eden ve kendilerine ilim verilenleri yükseltir, onlara dereceler verir. Allah, yaptığınız her şeyden, her yönüyle haberdardır.” (Mücâdele, 58/ 11)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu, selim akıl sahipleri düşünür ve ibret alır.” ( Zümer, 39/ 9)
Bu âyet-i kerîmeler, anlayan gönüller için çok şey anlatıyor… İmanla ilmin birleşmesi, salih amellerle bütünleşmesi gerçek bir yüceliştir. Bilerek ve şuurla hareket etmek, akıntıya kapılışla kıyaslanmayacak kadar ulvîdir. İlim, -elde edinilen bilginin derecesi ne olursa olsun- her insanın ihtiyacıdır. Ona duyulan susamışlık, en değerli susamışlıklar arasında yer alır.
Rabbimiz, hiçbir beşere bahşetmediği derecede ilim, irfan ve ihlâs bahşettiği Rasûlü’nden(sav) şöyle duâ etmesini istiyor: “Rabbim! Benim ilmimi artır, de.” (Tâhâ, 20/ 114) Bu duâ bizlere çok şey anlatmalıdır.
İlim sevgisi, ilim ehlini takdir, ilim, amel ve edebi bir araya getiren hak yolcularına hürmet ve gıpta, her mü’minin vazgeçilmez hasletlerinden olmalıdır.
Öğrenmenin de dünyaya gelişle başladığını azm, gayret, sabır ve sebatla arttığını, her bilgi artışının ufuk genişliğine vesile olduğunu, geniş ufkun ve bilgi birikiminin anlama ve kavrama melekesini geliştirdiğini ve böylece güzelliklere yelken açıldığını her selim fıtrat sahibi bilir.
İnsan beyni de gelişme açısından kaslarımıza benzer. Şuurlu ve istikrarlı bir şekilde çalıştırılarak geliştirilmesi, güçlendirilmesi, kıvraklık kazandırılması mümkündür. Srî düşünme ve doğru karar verme melekesi giderek gelişir. Her güç kazandığında, daha da güçlendirilmeye, çalıştıkça daha da maharetini artırmaya müsâid hale gelir... Bu açıdan kaslarımızdan daha büyük bir kabiliyete sahiptir.
Çocuklar, düzenli öğrenme çağına girdikleri anlardan itibaren yaş ve zekasına uygun bir şekilde eğitim ve öğretimden geçirilerek hayata hazırlanmalıdırlar.
Çocuklara verilen elbette ki sadece kuru bilgi olmamalıdır. Bilgi ile birlikte onlara ilim, irfan, okuma sevgisi, öğrenme arzusu aşılanmalı, öğrenilen faydalı bilgilerin, ilim ile elde edilen geniş ufkun ve onunla bütünleşen tecrübelerin nelere vesile olduğu gösterilmeli, tattırılmalı, böylece hayat boyu ilim elde etme, öğrendiklerinden istifade etme ve onları başkalarıyla paylaşma isteği ve melekesi kazandırılmalıdır.
Bu paylaşma hem onun diğer insanlar arasındaki değerini yükseltecek, hem de bilgilerinin kökleşmesine, sağlamlaşmasına sebep olacak, ifade kabiliyetini artıracaktır.
Bu da geleceğe hazırladığımız yavrularımızın hem dünyası, hem de âhireti için hayırlara vesile olacaktır. Çocuklarımızın hayatta elde edecekleri en güzel kazançlardan biri şüphesiz budur.
Allah Rasûlü(sav); “İlim elde etmeye giden yola giren bir kişinin, Allah Cennet’e giden yolunu kolaylaştırır.” [1] buyuruyor.
Bir başka hadis-i şeriflerindede; “Allah kimin için hayır murad ederse, onu din-i mübînde ince ve derin anlayışlı ilim ve amel sahibi kılar,” [2] buyurur.
Allah Rasûlü’nün(sav) hayatın basamaklarını yeni tırmanmaya başlayan İbn Abbas(ra) için; “Allah ım! Ona hikmeti öğret!”, “Allah ım! Ona Kitab’ı (Kur’ân’ı) öğret!”, “Allah ım! Onu dinde fakih kıl,” [3] diye duâ etmiştir. Abdullah İbn Mes ûd u öğrenmeye olan merakı sebebiyle övmüştür.
Faydalı ilim sahibi her zaman övgüye, gıptaya lâyıktır. Allah Rasûlü nün (sav) şu teşvikine dikkat ediniz:
“ İki insan gerçekten gıpta etmeye değerdir:
Allah’ın kendine dünya malı nasib eyleyip bu malı hak yolda harcama dirâyet ve şuuru verdiği kimse.
Ve Allah’ın kendisine ilim, hikmet verdiği, bu ilim ve hikmetle hükmeden ve onları başkasına da öğreten kimse.” [4]
Yavrularımıza ilmi elde ediş gayesi de öğretilmeli, aşılanmalı, ilimle ulaşılacak hedeflerin ulvî olması gerçeği kalplerine nakşedilmelidir. Kuru ve Allah rızasını baş tacı etmeyen bilgiler kudurmaya, çığırdan çıkmaya ve sahibini de çığırdan çıkarmaya hazır bilgilerdir. Sebep olacakları tahribat, nice güçlü silahlardan, dehşet uyandıran bombalardan hiç de az değildir. Hatta onlar, bu tür bilgilerin eserleridir. Bu alanın korku dolu girdaplarına dalmadan, ilâhî bir ikazı hatırlatmakla yetiniyoruz:
“Bizi anmaktan yüz çeviren, sadece dünya hayatını isteyen kimselere yüz verme, onlardan uzak dur. Onların ilim alanında erişebileceği seviye budur.
Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayette olanı da en iyi bilen O dur.”(Necm 53/ 29-30)
İlim sevgisi, gayenin güzelliği yavrularımıza Allah katında da, insanlar arasında da dereceler kazandıracaktır.
Çığırından çıkmış, hatta kudurmuş bir ilim anlayışının insanlığı hangi mecraya doğru sürüklediğini gördükçe, faydasız bilgi yığınlarının insanlığa verdiği kayıplara şahid oldukça ilim, irfan ve edeble yoğrulu insanlara ihtiyacımız, gerçek ilme susuzluğumuz giderek daha da artıyor.
________________________________________________
[1] Sünen-i Tirmizî, İlm (5/ 28)
[3] Sahih-i Buharî, Fedâil (13/ 320), Vudû (2/ 256), Sahih-i Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe (4/ 1927).
[4] Sahih-i Buharî, Zekat (7/ 196), Sahih-i Müslim, Salât (1/ 559).
[2] Sahîh-i Buhârî, İlm (1/ 429), Sahîh-i Müslim, Zekât (1/ 718-7189), İmâre (3/ 1524)
25. Nasihat
Âile içindeki mesuliyetlerinizi biliniz ve çocuklarınıza yaş ve durumlarına uygun mesuliyet veriniz.
Allah Rasûlü nün(sav) mes ûliyet şuurunu vurgulayan buyruğu bir çok kardeşimiz tarafından bilinir ve değişik vesilelerle sıkça tekrar edilir, edilmelidir. Gereğini yerine getirerek ve daha şuurlu olarak.
“Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz. Emir seçilenler de bir çobandır. Bir erkek âilesinin başında bir çobandır. Bir kadın da kocasının evinde, çocuklarının başında çobandır. Hepiniz çobansınız ve sorumluluğunuz altında bulunanlardan sorumlusunuz.” [1]
Bu buyruk, hayat boyu bilinmesi ve hayatın her devresinde de dikkat edilmesi gereken bir buyruktur.
Âilede babanın vazifeleri, sorumlulukları vardır; annenin ve çocukların vazifeleri, sorumlulukları vardır. İster âile içinde, isterse âile dışında yaşasınlar büyük annelerin, büyük babaların sorumlulukları ve görevleri vardır. Akrabaların birbirlerine karşı sorumlulukları ve görevleri vardır… Bu çerçeveyi genişletip büyütmek mümkündür. Anca biz âileden fazla uzağa gitmek istemiyoruz.
Günümüzün en ciddî sıkıntılarından birisi de mesûliyetlerin yeterince idrak edilememesi, vazifelerin yerine getirilememesi veya ihmal edilmesidir. Herkesin yapması gerekeni kendisinin değil, karşısındaki insanların bilmesi ve dile getirmesidir.
Bir başka ifadeyle evin hanımının görevlerini erkeğin bilmesi ve dile getirmesi, evin erkeğinin görevlerini hanımın bilip dile getirilmesi, anne ve babanın görevlerini çocukların, çocukların üzerine düşenleri ve yapması gerekenleri anne ve babanın dillendirmesi, zaman zaman da birbirlerine karşı silah olarak kullanmalarıdır.
Evin hanımı sıralıyor: "Evin erkeği dediğin eve eli boş gelmemelidir. O eli boş gelirse ben evde ne pişireceğim? Çocuklara ne giydireceğim? Nasıl kendi üstüme başıma, çocukların giyimlerine dikkat edeceğim? Yok ile ne yapılır?
Akşama kadar biz onun yolunu gözlüyoruz. Gelince bize asık surat, sinir, öfke mi getirmeli?.. İş yerinin, sokağın sıkıntısını neden eve taşıyor? Eve güler yüzle gelse olmaz mı? Bizi, çocukları sevindirecek bir şey yapsa olmaz mı? Bizim de halimizi hatırımızı sorsa!
Bizim ilgiye ihtiyacımız yok mu? Herkesle ilgileniyor, bizimle ilgilenmiyor? Biz ondan çok şey mi bekliyoruz? Her hanımın, her ev halkının beklediklerini bekliyoruz. Daha ne yapalım?
Çocuklarla o da ilgilenmeli. Hep benim başıma kalıyorlar, dertlerini, isteklerini hep bana söylüyorlar.
Hep zamanım yok diyor. Ne zaman zamanı olacak?
Ne zaman dışarı çıkacağız? Biraz hava alıp eş dost göreceğiz? Ne zamandır annemi, babamı görmedim. Ne zaman onları görmeye sıra gelecek?
Evin erkeği bir başka telden çalıyor: "Hanım dediğin kocası gelmeden yemeği hazırlar. Kendine ve evine çeki düzen verir. Kocasını güler yüzle karşılar. Daha oturur oturmaz şikâyet sıralamaya başlamaz. Çocukları, ev eşyalarını, eksikleri şikâyet sırasına dizmez.
Zaten biz günün bütün yorgunluğuyla geliyoruz. Evde huzur bulamazsak, şikâyet üzerine şikâyet, dert üzerine dert dinlersek halimiz ne olacak?.. Huzuru nerede bulacağız?
Biz dışarılarda geziyorsak keyfimizden mi geziyoruz? Onlar için çırpınıp duruyoruz. Kazancımın ne kadarı kendim içindir? Bu evde kendisine en az eşya alınan ben değil miyim? Ben iki senede bir ayakkabı değiştiriyorum. Çocuklar iki ayda. Yine de onlar şikâyetçi.
Hep ilgi bekliyorlar. Benim ilgiye ihtiyacım yok mu?
Neden akşam yatarken, sabah kalkınca eşyamı yerli yerinde bulamıyorum? Neden bir baba gibi, bir koca gibi yeterince ilgi, hürmet görmüyorum?
Bu cümleleri sayfalar dolduracak şekilde sürdürmenin mümkün olduğunu biliyorsunuz. Çünkü sizler de bu hayatın içinde yaşıyor bunlarla karşılaşıyorsunuz.
Çocuklar anne ve babaların görevlerini bütün incelikleri ve detayları ile sıralıyorlar, anne ve babalar da çocukların.
Bu sadece âilede değil cemiyet içinde de bir salgın hastalığa dönüşmüş durumda. Öğretmenler öğrencilerin, öğrenciler öğretmenlerin, cemaat hocaların, hocalar cemaatin, komutanlar askerlerin, askerler komutanların, idareciler memurların, memurlar âmirlerin ne yapması, nasıl davranması gerektiğini çok iyi biliyor. Kendi işi olmayan alanlarda fikirler yürütüyor, yol gösteriyor, kararlar veriyor, verilmesini istiyor, elinde imkân varsa zorluyor, tehdit ediyor.
Yürütülen bu fikirlerin, dile getirilip kelimelere dökülenlerin hepsi yanlış değil. Çoğunun doğru olduğu bir gerçek. Bir hanımın kocasının üzerine düşenleri, yapması gerekenleri söylerken sözleri yabana atılmamalıdır. Aynı şekilde kocanın hanımı ve eviyle ilgili söyledikleri de… Bunların bir kısmı hissi veya imkana bağlı meseleler olsa da çoğu doğrudur, olması gerekenleri dile getirir. Çocuklarla ilgili olanlarda da, cemiyetin içinde dillendirilenlerde de nice doğrular vardır.
Ancak ortada çok ciddî bir yanlış vardır. Herkesin kendi üzerine düşenleri, yapması gerekenleri değil, karşı taraftaki insanların üzerine düşenleri ve yapması gerenleri bilmesi ve dillendirmesidir. Bu iddialaşma, karşılıklı suçlama ve niza getirir. Herkesin kendi üzerine düşeni idrak etmesi, yerine getirmek için çalışması ise huzur ve güven kaynağı olur, karşılıklı anlayışa kapı açar ve yardımlaşmaya zemin hazırlar.
Ev hanımın; "-Ben evin hanımıyım. Üzerime düşeni yapmalıyım. Kocam işten yorgun dönüyor. Onu güler yüzle karşılamalı, yemeğini hazırlamalıyım. Ona yorgunluğunu ve sıkıntılarını unutturmalıyım. Efendimiz(sav); “Sana kişinin koruyacağı en hayırlı hazineyi haber vereyim mi? Sâliha kadın. Baktığında gönlüne sürûr verir. Bir şey söylediğinde itaat eder, yerine getirir. Yanında olmadığın zaman, hem malını hem de iffetini korur." [2] buyuruyor. Ben saliha kadın olmalıyım.
Çocuklarım için de şefkatli, dirayetli ve becerikli bir anne olmalıyım… Evime, eşyamıza, kendime, çocuklarıma dikkat etmeliyim. Çocuklar için asıl mürebbî annedir. Onların ahlâkı, annenin ahlâkı ve davranışlarına bağlıdır. Yarınlar için güzel çocuklar yetiştireyim. Önce ben bana düşeni yapayım.
Kendi anneme babama, büyüklerime hürmet etmeliyim. Çocuklarım büyüklere hürmeti ve hizmeti benden görmeli. İbadet sevgisini benden almalı… Tutumlu davranışı, kanaatkârlığı bende görmeli. Çocuklar birinci derecede dili anneden öğrenirler. Onun için asıl dillerine "ana dili" denilir. O ana dilini öğrenirken benden duyduğu güzel kelimelerle öğrenmeli." demeli ve dediklerine uygun hareket etmelidir.
Evin erkeği de; "Hanımımın ve çocuklarımın yanına dönüyorum. Onları saadet, huzur ve güven hissettirmeliyim. Benim eve dönüşüm sevinç kaynağı olmalı. Evimin ihtiyaçlarını götürmeliyim. Eşime, çocuklarıma yakınlık göstermeli, onlarla güzel duygular paylaşmalıyım. Günün yorgunluğunu ve sıkıntılarını çocuklarıma taşımamalı, onlarla yorgunluklarımı, sıkıntılarımı yok etmeliyim.
Kâinâtın Efendisi; “Mü’minlerin imanı en olgun olanı, ahlâkı güzel olan ve âilesine hoş muâmelede bulunan, onlara karşı sevgi ve şefkatle davranandır..”[3] buyuruyor. Ben Rasûlullah ın ümmetindenim. Ona layık birisi olmalı, Rabbimin rızasını kazanmalıyım. Âileme, çocuklarıma, yakınlarıma örnek olmalıyım. Çocuklarım ve âilem benim davranışlarımla onur duymalı. Âilem önce benden sorulur. Onların güzel olmasını istiyorsam önce ben güzel olmalıyım. Kendim güzel ahlâklı, hayırlı bir insan olmadan bunları başkasından nasıl isteyebilirim? Büyüklere hürmette, küçüklere şefkatte güzellikler sergileyebilmeliyim. Çocuklarım bunu benden görmeli ve öğrenmeli. Benden kabalık, çatık kaş, acı söz duyarlarsa nasıl güler yüzlü, tatlı sözlü, güzel ahlâklı insanlar olurlar?
Onlara helal rızk temin etmeliyim. Bu benim görevimdir. Onları kimseye muhtaç etmemeliyim. Yuvama haram sokmamalıyım, Bu yuvamı bereketlendirecek, bana ecir kazandıracaktır," demelidir.
Ve daha nice doğrular sıralanabilir. Bunlar hep bildiğimiz şeylerdir. Sadece bildiğimiz şeyler olmamalı, aynı zamanda paylaştığımız ve yaşadığımız şeyler de olmalıdır.
Bu sözlerin benzerlerini çocuklar için de düşününüz. Hayatın diğer dallarında da.
Her ferd kendi sorumluluğunu bildiğinde ve yerine getirmek için gayret ettiğinde yuvalara huzur ve saadet gelecek, yuvalarda canlanan saadet cemiyete aksedecektir.
Küçük hatalar yapıldığında, yerli yerinde ve iyi üslupla yapılacak ikazlar veya ikaz edici örnek davranışlar hemen karşılık bulacak, âile de birbirini affetmenin, hoş görmenin gönle verdiği sıcaklığı hissedecektir.
Hayat merdivenlerini tırmanırken her ferdin kendi mesuliyetini bilmesi ve yerine getirmesi güzel olduğu gibi, henüz basamakların başlarında olan çocuklara uygun şartlarda iş ve sorumluluk vermek, onları yerine getirmelerini beklemek, bu konuda onlara güvenmek, onların fikir ve zekâ olarak gelişmesine ve olgunlaşmasına yardımcıdır. Bu yardım zannedildiğinden daha tesirli, daha öğretici ve eğiticidir.
Bilgiler sadece öğretim yoluyla elde edilmezler. Eğitim ve öğretim yoluyla elde edilen bilgiler her ne kadar daha hızlı ve programlı ise de hayat tecrübelerinin öğrettiği bilgiler daha sağlam ve kalıcıdır. Sorumluluk üstlenmesi ise çocuğa ayrı bir güven ve tecrübe verir. Yerine ve zamanına göre bunların hepsine ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi Allah Rasûlü(sav) henüz 19 yaşlarında olan Üsâme yi devrine göre oldukça büyük bir ordunun başına vermiş, Bizans hudut boylarına göndermek için hazırlık yapmıştı. Ordu Medîne den ayrılmış, hazırlıkları gözden geçirmek ve eksiklerini tamamlamak için Medîne dışına çıkmış ve orada karargâh kurmuştu. Allah Rasûlü nün hastalanmasıyla karargâh kurduğu yerden ayrılamamış, Allah Rasûlü nün vefatından sonra Ebu Bekir(ra) tarafından yolaçıkarılmıştı. Üsâme(ra) üstlendiği vazifeleri hakkıyla yerine getirerek Medîne ye dönmüş, herkesi sevince boğmuştu.
Allah Rasûlü nün henüz gençliğinin baharında sayılan ve şüphesiz hayat tecrübesi az olan Üsâme yi komutan tayin etmesinin, üzerinde çok ciddî olarak düşünülmelidir.
Bu ağır mesûliyet verilişine Üsâme(ra) açısından bakıldığında görülecektir ki, böyle bir seferin ona kazandırdığı bilgi ve tecrübe, ilmî seviyesi son derece iyi ve donanımı fevkalâde bir üniversitenin kazandıracağı bilgi ve tecrübeden çok daha fazladır. Unutulmayacak bilgi ve tecrübelerdir.
Başkasının sorumluluğu altında iş yapan veya yardımcı olarak işe katılanlar ile asıl sorumluluğu üstlenen ve netîcede aynı işi yapanlar arasında da çok ciddî farklar vardır.
Bu konuyla ilgili bir hatıra daha paylaşıyoruz. Çocukluk çağlarındaki bir görevlendirmeyi Enes(ra) anlatıyor:
"Rasûlullah(sav), bir kadınla düğün yapıyordu. Beni gönderdi, insanları yemeğe ben davet ettim." [4]
Enes’in(ra) adını vermediği Zeyneb Bint Cahş(ra) Vâlidemizdir. Enes in sahabeleri yemeğe davet için görevlendirilişi onun düğününde olmuştur.
Enes in(ra) bu görevlendirmeyi bir iftihar vesilesi olarak aktarışı, onun böyle bir sorumluluğu o çağlarda üstlenmekten ve kendisinden isteneni yerine getirmekten ne derece mutluluk duyduğunu bizlere hissettirmeye yetiyor.
Çocuklar, küçük yaşlardan itibaren, yaşlarına uygun küçük sorumluluklar verilerek yetiştirilmeli, gerektiğinde uzaktan takip edilerek üstlendiği vazifeyi başarması için önüne çıkan engeller ortadan kaldırılmalı veya kendisine yol gösterilmelidir.
Verilen işte ona güvenilmeli ve bu güven kendisine hissettirilmelidir. Büyükleri tarafından kendisine güven duyulması, hem onun başarısına tesir edecek, hem de özgüveninin artmasına, kendisine güveni olduğu için de girişken olmasına vesile olacaktır. Bu da yeni başarıların elde edilmesini sağlayacaktır.
Henüz yeni yürüyen bir çocuğun eline bir şey verip; "Hadi bunu anneye götür!" veya "babaya, amcaya, ablaya götür, ver!" denilince, çocuk da denileni yapıp alıp götürünce, başardığı bu işle ne kadar mutlu olduğuna dikkat ediniz. Bakkala, simitçiye parayı onun vermesi küçük dünyasına sevinç katacaktır.
Kuzuyu ağıla onun katması, avucundan ona tuz yalatması, mutfaktan bardağı düşürmeden getirmesi, biraz büyüyünce küçük kardeşini kucaklayabilmesi, sallayarak uyutabilmesi, sobayı tutuşturabilmesi, kırdan papatya toplayıp ondan kolye yapabilmesi, evde pişirilen çöreğin komşu ve dostlara onun tarafından dağıtılması hep böyledir.
Bir çocuğun büyüklerin yapabildiği bir işi başarması, bir konuda sorumluluk alması da bunun gibidir. Aldığı sorumluluk onu olgunlaştırır, ulaştığı başarı sevindirir ve kendisine hayat boyu kullanabileceği bir tecrübe kazandırır.
Yaş büyüdükçe çocuğa verilen sorumluluk da büyümeli, çocuk verilen sorumlulukların da giderek büyüdüğünü anlamalı, böylece kendisine güvenildiğini, yükseldiğini hissetmelidir.
Çocuklarımıza duyduğumuz güvensizliğin, "o henüz çocuk, böyle bir işin altından kalkamaz," anlayışının ve bu duygularla çocuklara sorumluluk verilmeyişinin çocuklarımızın çekingen yetişmesine sebep olduğu bir gerçektir ve ne yazık ki bizim çocuklarımız, ortalama olarak birçok ülkenin çocuklarından daha çekingendir. Çekingenlik ile hayâ veya hürmet duygusu da birbirine karıştırılmamalıdır.
Ayrıca çocuk, hep korunulan, hep kendisine hizmet edilen, her ihtiyacı olduğunda yanına koşulan, her istediğini, ağlayıp sızlayarak başkalarına yaptıran biri olmaktan da kurtarılır. Bir çok şeyi kendi kendisine başarmanın mümkün olduğunu görür, hazzını duyar. Çocuk her düştüğünde yanına koşulmamalı, senden yardım isteyen, gelmen için dönüp sana bakan gözlerine bakarak; “- Haydi, hop de kalk yavrum! Sen aslan gibi kalkarsın!” demek ve kendi kendine kalkmasını beklemek daha doğrudur. Ancak tehlikeli düşüşlerde yanına koşulmalı, kendisiyle ilgilenilmelidir. Hayatın, düşe kalka devam ettiği, bütün bunların üstesinden gelebileceği ona öğretilmelidir. O, şefkate de muhtaçtır, kendisine güvenilmesine de.
Her çareyi, derdine her devayı anneden, babadan, büyüklerden bekleyen çocuklar görür olduk. Canının sıkıntısına, havanın sıcaklığına, yağmurun yağışına, yolun uzunluğuna, arabanın sıkıcılığına bile annesinin çare bulmasını isteyenlere şahid olduk… Bu tür istekleri bile yerine getirebilmek çırpınan anne, babaları da… Böyle anne ve babaların kendilerine eziyet etmelerinin yanında her dediğine koştukları çocuklarına da iyilik etmedikleri, hatta kötülük ettikleri ortadadır. Çocuk kendi kendisine yetmesini öğrenmeli, yardım istediğinde, gerçekten yardıma ihtiyacının olduğu bilinmelidir.
Belli bir yaştan sonra ufak işlerde anne ve babasına, evin ihtiyaçlarına, kendisinden küçük kardeşlerine yardım edebilmeli ve hem kendine güveni, hem mes’ûliyet duygusu, hem de kabiliyetleri artmalıdır. Böylece kendisine yönelen sevgi de artacak, ev bütünlüğünde güzel bir yeri olacaktır. Bu yetişme tarzının hayat boyu faydasını görecektir.
Asr-ı Saadette mes’ûliyet üstlenme ve onu yerine getirme ile ilgili, en fazla yâd edilmeyi hak eden çocuklardan biri şüphesiz Hz. Ebubekir in oğlu Abdullah(ra) tır.
Abdullah(ra) hicret sırasında henüz çocuk denecek yaşlardadır. Onun hicret sırasında üstlendiği sorumluluk, hakkıyla yerine getirdiği görev hepimizin hayranlık duyacağı, her çocuğun örnek alması ve unutmaması gereken güzellikte ve değerdedir.
Rasûlullah(sav) Efendimiz ve Ebubekir(ra) müşrikleri hem yanıltmak hem de ilk hızlarını kesmek için aksi istikamete yönelmişler ve gelerek Sevr Dağı nın zirvesinde bulunan mağaraya saklanmışlardı. Abdullah onların saklandığı yeri biliyordu. Yaşının küçüklüğünden de istifade ederek dikkatleri çekmeden Mekke’de dolaşıyor; her toplantıyı, her konuşmayı takip ediyor; ekipler ve çıkarıldıkları güzergahlar hakkında bilgiler topluyor, neler düşünüldüğü, neler planlandığı konusunda elde ettiği bilgileri, Allah Rasûlü ne(sav) ulaştırıyordu.[5] Gecenin karanlığından istifade ederek Mekke ile Sevr arasındaki yamaçları, tepeleri aşıp kimseye görünmeden dağa tırmanıyordu.
Onun bu unutulmaz hizmeti, gayret ve cesareti mağarada kalınan üç gün devam etmiştir. Geceleri bir süre mağarada dinlendiğini biliyoruz. Bunun dışında ne zaman dinlendiği, ne zaman karnını doyurduğu, buna nasıl fırsat bulduğu konusunda fazla bilgimiz yok. Ancak bu küçük yiğidin yaptığı, başardığı unutulmayacak güzelliktedir ve yâd edilmelidir.
Üçüncü gece, bu küçük yiğit mağaraya yine gelmiş, müşriklerin artık ümitsizliğe kapıldıklarını, takibe çıkanların eli boş ve yorgun döndüklerini, arama hızlarının kesildiğini, Allah Rasûlü ne(sav) haber vermişti. Onun getirdiği bu haber üzerine Rasûlullah(sav) Efendimiz yol rehberleri Abdullah İbn Uraykıt a gelmesi için haber göndermiştir. Yol rehberine haberi de yine bu küçük delikanlı götürmüştür. Hicret yolculuğu böyle başlamıştı.
Abdullah(ra) o günlerde çocuk denecek yaştaydı ama gerçekleştirdiği iş çok büyüktü. Onun böyle bir kıvrak zekaya sahip oluşu, yorulmadan, çekinmeden azimle görevine devam etmesi, gecenin karanlığında korkmadan, ürkmeden tepeler aşıp her gün Sevr e çıkması, unutulmaması, gıpta edilmesi gereken bir hizmettir.[6]
Sabrı, sebatı, dayanıklılığı, cesâreti Allah Rasûlü nün ona duyduğu güven ayrı ayrı üzerinde düşünülmesi gereken hasletlerdendir.
Abdullah ve inandığı dâvâ için yaptıkları, çocuklarımız için gerçekten güzel bir örnek, çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerektiğine dair İslam tarihinde yer almış güzel bir ibret levhasıdır.[7]
Küçük Abdullah ı hayırla yâd ediyoruz.
Çocuklarımıza yaş ve durumlarına uygun olarak mesuliyet vermekten ne murad ettiğimizin de anlaşılacağını ümit ediyoruz.
__________________________________________________ ____
[1] Sahîh-i Buhârî, Ahkâm (20/ 108) Sahîh-i Müslim, İmâra (3/ 1459).
[2] Sünen-i Ebî Davûd, Zekât (2/ 306) El-Müstedrek, Hâkim (1/ 409-410) Hâkim, sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de onu tasdik etmiştir.
[3] Sünen-i Tirmizî, İman (1/ 9), Radâ’ (3/ 466). Tirmizî hadis için; “Hasen ve sahih” demiştir.
[4] Sahih-i Buhârî, Nikah (16/ 351), Sünen-i Tirmizî, Tefsîr (5/ 351).
[5] El-Bidâye ve n-Nihâye (3/ 182), Sahih-i Buhârî, Fedâil (14/ 26-27)
[6] Sahih-i Buhârî, Fedâil (16/ 26-27).
[7] Abdullah İbn Ebu Bekr in(ra) hayatı hakkında bilgi için bak: Üsdü’l-Ğâbe (3/ 299-300), El-İsâbe, İbn Hacer (2/ 283)