41. Nasihat
Varlık sizleri şımartmasın, yokluk sizleri sızlandırmasın.
Ebu Hureyre(ra) Allah Rasûlü nün(sav) şu irşad ve ikazını bizlere aktarıyor: “Allah, sizin şekillerinize, ne kadar malınızın olduğuna bakmaz. Sizi bunlara bakarak değerlendirmez. O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”[1]
Dünya hayatı fânîdir. Ne milyonlara hükmeden hükümdarlara, ne binlerce insana yetecek kadar malı, mülkü olanlara, ne dünya kadar bilgisi olan âlimlere, ne insanlara kan kusturan zâlimlere, ne bilmediğini bile bilmeyen cahillere, ne safahat içinde yüzenlere, çılgınlıklarına yeni çılgınlıklar ekleyenlere, ne de mazlumlara, çilekeşlere, ne de birçok kimsenin bilmediği uzak diyarlarda, yamaçlarda, ormanlarda ağaçlar, kayalar arasında sessizce yaşayanlara kalmamıştır. İnsan dünya hayatında bir yolcudur. İmtihan geiren bir yolcu.
Bu gerçeği herkes bilir, binlerce insan dillendirir. Ancak çok az insan hayatını bu gerçeğe göre tanzim ve tertip eder. Ömrün son demlerinde dahi bitmeyen hırslar, bile bile yanlış atılan adımlar, yenemeyecek, giyilemeyecek kadar biriktirmeler, her gün birbirini takip eden lüks ev eşyası ve arabalar… Dünya hayatının ötesine hazırlıktan uzaklık, ebedî dünyadaki evimizin nerede olması ve nasıl döşenmesi gerektiğine dair gösterilen gaflet ve daha nice boş oyalanışlar. Bütün bunlar düşünen beyinler için gerçekten ibret vericidir.
Herhalde dünyanın fanîliği gerçeğini sık sık birbirimize hatırlatmaya, değişik vesilelerle dile getirmeye ihtiyacımız var. Çünkü unutuluyor, unutulmak isteniyor, hatta hatırlanılması her şeyini dünya hayatına göre tanzim edenleri huzursuz ediyor. Zincirli Kuyu Kabristanı nın kapısının üstüne "Her nefis ölümü tadacaktır" meâlinin yazılması, hayatı çılgınca yaşayıp ölümü hatırlamak istemeyenleri rencide etmiş, yazının kaldırılmasını istemişlerdi.
Rabbimiz de; “Hatırlat, öğüt ver. Şüphesiz doğruları, hakkı hatırlatış, Allah için öğüt, mü’min gönüllere fayda verir,” (Zâriyât, 51/ 55) buyurarak mü min gönüllerin hatırlatışlardan, öğütlerden istifade edeceğini vurguluyordu.
Biz duyguları körelmeyenlerden, hayatın çılgın akışına şuursuzca kapılıp taştan taşa sekmeyenlerden olmak zorundayız. Rabbimizin dünya hayatını farklı açılardan değerlendirişinden ibretler almalıyız. Şu değerlendirişe ve ikaza dikkat ediyoruz:
"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda birbirinize karşı övünüp böbürlenme, mal ve evlad çokluğu yarışına girme alanıdır. Tıpkı çiftçilerin çok hoşuna giden ekinleri bitiren bir yağmura benzer. Sonra yeşilliği ve canlılığı söner, onu sararmış görürsün. Sonra da kurumuş çöplere dönüşür. (Dünya hayatı da böyle geçicidir.) Âhirette ise çok şiddetli bir azap vardır. Allah ın mağfireti ve rızası da vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir nimetlenişten başka bir şey değildir." (Hadîd 57/ 20)
Çevrenizdeki hayatın akışına bakınız. Şuursuz ve hedefsiz bir hayat, gerçekten ömür tüketmek için oyun ve eğlenceyle vakit geçirmekten, mal yarışına girme, mal ve makamla övünme yarışından ibaret değil midir? Aldanış içinde yüzüp, akıntıya kapılıp gitme gafleti değil midir?
Üstelik aynı gaflet girdabına başkalarını da çağırma, kiri onlara da sıçratma, çabaları da bu aldanışın bir başka çeşnisidir. Çünkü temiz ve şuurlu insanlara bakış, hayat akışı içinde onları görüş, kişilere kendi hatasını hatırlatmakta, çılgınca sürdürdüğü hayat içinde kalplerini rahatsız etmektedirler.
Abdü l-Fettah Ebu Ğudde Hoca Efendi den iki beyit dinlemiştim. Bir gerçeği hicivli bir üslupla vurguluyor ve şöyle diyordu:
"Köşk sahiplerini görüyorum; bitince dünya hayatları,
Mermer kabirler inşa ediyorlar mezarlar üstüne.
Ne edip edip hava atacaklar, övünecekler,
Fakir insanlara, garibanlara kendilerince,
Hatta kabirde, kabristanda bile"
Evet, dünyalık ve hava atma yarışının kabristanda bile hala devam ettiğini görüyoruz. Ancak dışarıdaki hava atışın içeridekine faydasının olmadığını da biliyoruz.
Tekrar bir başka ilahî hitaba dikkatlerini çekmek istiyoruz: "Ey İnsanlar! Allah ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. İşi gücü aldatmak olan şeytan da Allah hakkında sizi kandırmasın." (Fâtır 35/ 5)
Günümüzde insanlara şöyle bir soru sorsak: "Varlık sahibi olup varlığınızın şükrünü edâ etmeyi, günü gelince hesabını vermeyi mi, yoksa kıt kanat geçinip sabretmeyi, aza kanaat edip varlık imtihanından uzak durmayı mı tercih edersiniz?" İnsanların çoğunun, belki hepsinin tercihi birincisi olacaktır. Varlık sahibi olunca neler neler yapacaklarını anlatacaklar, akla gelmedik fedakârlık örnekleri sıralayacaklardır. Ancak görünen bir gerçek daha vardır. Varlığın, makam ve mevkiin imtihanında başarılı olanlar çok daha az, kaybedenleri, eski günlerini, hatta eski dostlarını, muhtaçları unutanları çok daha fazladır.
Her insan kendisine bahşedilen imkânlara göre hesaba çekilir. Dünya hayatında garipliklerle, tersliklerle karşılaşsak bile Allah katında gerçek değer kalplerde yer alan takvâya, işlenilen amellere göredir.
Hiçbir haksızlığın yapılmayacağı, mutlak adaletin gerçekleşeceği muhasebe gününde soyun, aşiretin, akraba ve hısım bağlarının fayda vermeyeceği gerçeği unutulmamalıdır. Allah Rasûlü nün(sav);
“Amellerinin yavaşlattığı bir kimseyi, nesebi hızlandıramaz. Amelleri ona yol aldıramıyorsa, soyu yol aldıramaz,”[2] buyruğu bu gerçeğin net bir ifadesidir. Dünya hayatında gördüklerimiz, yaşadıklarımız bizi aldatmamalıdır.
Hayatın iniş ve çıkışları vardır. Bunlardan biri de varlık ve yokluk anlarıdır. Varlık anında nasıl şükretmesini bilmeli, mütevâzî olmalı, muhtaca el uzatmalı, üzerimize düşenleri yapmalı, dünya hayatının akıntısında sürüklenmemeli, şuurumuzu kaybetmemeli isek, yokluk anlarında da sabretmeli, kendimizi içinde bulunduğumuz duruma göre ayarlamalı, imkânlarımızı tartarak hareket etmeli, sızlanmamalı, şikâyetçi olmamalı, karamsarlığa düşmemeli, ümitsizliğe kapılmamalıyız. Kendimizden daha zor durumda olan insanların hayata tutunuşuna, gayretlerine ve sabrına bakmalı, halimize şükretmeliyiz.
Tüketim çılgınlığı çevremizde sürüyor olsa bile adımlarımızı ihtiyatlı atmalı, her durumda izzet ve şerefimizi, alın açıklığımızı korumalı, dilimizden ve gönlümüzden daima güzel kelimeler gelip geçmeli, dünyayı kendimize ve çevremizdekiler için karanlık dehlizlere çevirmemeliyiz. Başkalarını, kaderi, yakınlarımızı, eşimizi, dostlarımızı suçlama, kalplerde yara açma gafletine düşmemeliyiz.
Şu gerçeği gözünüzün önünde uzak tutmayınız. Hatice Vâlidemiz(ra) Allah Rasûlü(sav) kendisine mukaddes vazifeyle vazifelendirildiğini söylediği ve kendisini hakka davet ettiği ilk günde tereddütsüz iman etti. İnandığı dava uğruna rahatını, varlığını feda etti. Dünya durdukça unutulmayacak fedakârlıklar sergiledi. Hep çileli yılları yaşadı. Sarsılmadı, geri adım atmadı, asla şikâyet etmedi ve İslâm ın zafer dolu günlerini göremeden, hicretten üç yıl önce hayata gözlerini kapadı…
Allah Rasûlü ve Vâlidelerimiz varlık içinde yaşamadılar. Evlerinde sıcak yemeyin piştiği, birden fazla yemek çeşidinin olduğu çok nadirdi. Ocaklarının yanmadığı, bacalarının tütmediği çok oldu.
Şimdi, renkli ve çeşnili sabah kahvaltıları iştah çekmez, çeşit çeşit öğle yemekleri, ikindi çayları, akşam yemekleri, ara pastaları, meyveleri fakir sayılan insanların sofralarında bile rahat bulunur oldu. Artık kimse tamir edilmiş, yamanmış elbise giymiyor.Yine de bir dizi şikâyet, sızlanma birbirini takip edip gidiyor.
Hayatımıza, içinde bulunduğumuz duruma biraz uzağa çekilerek bakmamız, pişmanlığın fayda vermeyeceği muhasebe günü gelmeden, hayat bitmeden kendimizi ciddî bir muhasebeden geçirmemiz, kusurlarımızı tamir etmemiz, yolumuzu, yönümüzü ve yürüyüş şeklimizi nizama sokmamız gerekir.
Unutmayınız, mü min için gerçek rahat ve huzur ebedî âlemdeki rahat ve huzurdur. Ancak o rahat ve huzur, dünya hayatında yapılan amellerle, sergilenen güzelliklerle, kalpte taşınan iman ve niyetle elde edilir. Bu açıdan bakıldığında dünya hayatı son derece kıymetlidir.
Ne mutlu kıymetini bilenlere, hakka doğru el ele, gönül gönüle yürüyenlere, girdaplarda kaybolup dünyada tükenmeyenlere, mü minler safında haşredilip ebedî saadete erenlere.
___________________________________________
[1] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 1987) Ayrıca bak: Hucurât Sûresi (49), Âyet 13.
[2] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).
42.Nasihat
Âile fertlerinizle istişare ediniz. Âilenin bütünü ilgilendiren konularda âile fertlerinin fikirlerini alınız.
Ebu Hureyre (ra) rivâyet ediyor: "Kendisiyle istişare edilen bir insan kendisine güven duyulan bir insandır." [1]
Kendisiyle istişare eden insana doğru bildiğini, hayır ümit ettiğini söylemeli bu yönde yol gösterici olmalıdır.
Edebü d-Dünya ve d-Dîn de nakledilen bir hadiste de şöyle buyrulur.
"İstişare pişmanlığa karşı koruyucu bir kale, başkalarının söz ve kınamalarına karşı emniyettir." [2]
İstişâre, bir çok insanın bilgisinden, tecrübesinden, zekâsından, bakış açısından istifade etmenin, müzakere sırasında yeni ufuklar açılışının getirdiği genişlikten ve farklılıklardan faydalanmanın yoludur. Verilen karara başkalarını da ortak ederek onların desteğini kazanmanın, başarıda paylarının olmasını sağlamanın yoludur. İstişare edilenlerin gönlünü kazanmanın, görüşlerine değer verildiğini ortaya koymanın, fikir üretmeye teşvik etmenin, ortaya konan fikirleri uygulamaya koymada aktif hale getirmenin, bir sonraki hamle için tecrübe kazandırmanın yoludur. Fikirlerin şahsîlikten uzak olduğunu en güzel ifade şeklidir.
Rabbimiz mü’minleri; “Onların işleri, aralarında yaptıkları istişâre iledir.” (Şûrâ 42/ 38) buyurarak övüyor.
Rasûlü ne hak davaya gönül verenlerle istişare etmeyi, karar verince de Rabbine güvenip dayanmayı emrediyor ve:
“Yapacağın işlerde onlarla istişare et. Kararını verdiğinde artık Allah’a tevekkül et, O’na dayan, O’na güven. Elbette ki Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever,” (Âl-i İmran 3/ 159) buyuruyor.
İdârî ve ticârî alanda istişare gerçekten önemli olduğu gibi âile içinde de önemlidir. Âile küçük bir idârî birimdir. Ancak idaresi, küçüklüğüyle kıyaslanamayacak kadar zor ve zannedildiğinden de önemlidir. Onun sağlamlığı, canlılığı, istikarlılığı, gelişmesi ve ilerleyişi cemiyetin de sağlamlığını, canlılığını, gücünü, istikararını ve gelimesini gösterir. Âilenin gelecek günleri için verilecek kararlar bunun için önemlidir ve asla küçümsenmemelidir.
Elbette ki istişare edilen her konu, aynı ehemmiyette değildir. Ancak istişare ile karar vermek çok güzel bir alışkanlıktır. İstişare ve iyi niyetlerle ortaya konan fikirlerin buluşmasıyla verilen kararlarda Rahman ın feyz ve bereketi tecellî eder.
Hasan el-Basrî (rh.a) istişârenin önemini şöyle vurgular: “İstişâre eden her topluluk, sonunda istişâre ettiği konuda en uygun ve doğru olana yol bulur.”
İbn Arabî (rh.a) de şöyle der: “İstişâre, cemaatin gönüllerininin kaynaşmasına, akıl süzgecinin çalışmasına, doğruya ulaşılmasına vesiledir. İstişâre eden her topluluk, istişâre ettiği konuda en uygun ve mutlaka doğru olanı bulur.” [3]
Çağıldayarak akan derelerdeki taşlara dikkat ediniz. Sivrilikleri gitmiş, toprak, kum ve çamurları temizlenmiş, çatlakları görülmeyen, eline alana, gözüyle görene sağlamlık ve düzgünlük hissi veren taşlardır. Düzgünlüğüne ve sağlamlığına hayran kalıp sakladıklarımız olur. İstişare edilen fikirler de böyledir. Zihinlerde yuvarlana yuvarlana sivrilikleri gitmiş, kirli yönleri temizlenmiş, sağlam ve temiz olanı kalmıştır.
İstişare meclisi, farklı zekâların, farklı bakış açısından değerlendirişlerin buluştuğu meclistir. Elbette farklı fikirler söylenecek ve savunulacaktır. Eğer böyle olmasaydı istişarenin mânâsı kalmazdı. Âile içinde de yaş, tecrübe, bakış açısı, zekâ, duygu ve bilgi farklılıkları sebebiyle elbete ki farklı fikirler ve bunları ifade şekilleri olacaktır. Bu yüzden annelerin, babaların, dedelerin, ninelerin, kardeşlerin, çocukların fikirleri istişareye mana katacak, alınan veya varılan kararlara değer kazandıracaktır.
Bunun içindir ki hikmet ehli; “Yaşlıların görüşlerine değer veriniz, onları ihmal etmeyiniz; çünkü onların doğuştan gelen zekâlarında kayıplar olsa bile gözlerinin önünden nice ibret verici sahneler gelmiş geçmiş, kulaklarına nice değişikliğin iz bırakan sadâları çarpmıştır,” [4] der.
Yaşlı ve tecrübeli insanlarla istişareye teşvik eden bu sözler, elbette sıradan sözler değildir. Üzerinde durup düşünülmesi, ibretle gönle süzülmesi gereken sözlerdir. Tefekkür süzgecinden geçmiş, asırların tecrübeleriyle yoğrulmuş, ifade güzelliğine bürünmüş, hikmet kazanmışlardır.
Şu sözler de böyledir: “Gençlerle istişarede bulunmaya önem veriniz. Çünkü onlar, eski yıllarının ulaşamadığı, yaşlanmışlık küfünün, rutûbetinin üzerini kaplamadığı fikirler üretirler.”[5]
Âile içinde âile fertleriyle istişare ederseniz, hadiselere bazen büyüklerin, bazen çocukların, bazen kadınların, bazen erkeklerin, bazen gönül arzularının gözüyle bakarsınız. Onları zihninizde ve kalbinizde yoğurursunuz. Daha güzel bir netice elde edersiniz. Âile fertlerinize de güzel bir alışkanlık kazandırmış, onların fikrî gelişmelerini hızlandırmış, ufuklarını açmış, mesuliyet üstlenme şuurlarını artırmış olursunuz.
İstişare ederken, çocukların çocuk dünyasında yaşadıklarını, hanımların daha duygulu olduklarını, kısaca menfî ve müsbet tarafları aklınızdan çıkartmayınız. Bu esasen her istişare edenin dikkat etmesi gereken bir husustur. İnsanların farklı tarafları iyi bilinmeli, iyi değerlendirilmeli ve doğru neticeye varmanın yolu bulunmalıdır.
Unutmayınız; bu ümmetin gerçek vasfı şûra ümmeti oluşudur. Bu vasfın yeniden kazanılmasına hasretiz.
_______________________________________
[1] Sünen-i Ebu Davud, Edeb (5/ 345), Sünen-i Tirmizî, Edeb (5/ 125)
[2] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 289)
[3] El-Câmi’ li Ahkâmil-Kur’ân, Kurtubî (16/ 36-37)
[4] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 22)
[5] Edebü d-Dünya ve d-Dîn, Mâverdî (s. 23)
43. Nasihat
Bir yolculuğa çıkacaksanız, itidalinizi kaybetmeyiniz, aceleci, tedirgin ve hırçın olmayınız.
Allah Rasûlü (sav) yolculuğu azaptan bir parça olarak vasıflandırıyor ve yolculuk yapan insanın yola çıkış hedefini gerçekleştirdikten sonra oyalanmadan âilesinin yanına dönmesini tavsiye ediyor. Ebu Hureyre nin (ra) rivâyet ettiği hadise kulak veriyoruz:
"Sefer, azaptan bir parçadır. Sefere çıkan bir insan evindeki rahat yiyeceğini, içeceğini ve uykusunu bırakır, yollara düşer. Sizden birisi ne gaye ile yolculuğa çıktı ve bu gayesini gerçekleştirdi ise bir an önce âilesinin yanına dönsün." [1]
Günümüzde imkânların ne kadar ilerlediğini, vasıtaların ne kadar süratlendiğini, rahat ve lüksün giderek yaygın hale geldiğini hepimiz görüyor, biliyoruz. Asfaltların üzerinde arabalar dehşet bir hızla kayıyor. Gökyüzünde uçaklar yüzlerce insan ile tonlarca yükü eskiden aylarca yolculuk yapılarak ve nice maceralar yaşanarak varılan mesafelere birkaç saat içinde ulaştırıyor. Denizlerde şehir gibi gemiler yüzüyor. İhtiyaç duyulan birçok yiyecek ve malzeme artık kolayca yanımızda taşınabiliyor. Klimalar içeriyi yazın serin, kışın sıcak tutuyor. Yol boyunca var olan imkânlar ve konaklama yerleri göz kamaştırıyor.
Bütün bu imkânlar ve kolaylıklar zincirinin halkaları arasında meşakkat denilen halka acaba yok mudur? Modern dünyanın yolcuları hiç meşakkat duymadan mı yolculuk yapar?
Hayır, meşakkat yine vardır ve tarih boyunca da var olmuştur. O neredeyse yolculuğun kopmaz bir parçasıdır. Şekil değiştirmiş, başka renklere bürünmüş, bazen bavula saklanmış, bazen gizlice arabaya binmiş, bazen rüzgara, yağmura karışmış ardımızdan yetişmiş, bazen da nefislerimizin içine sinmiş bizleri yolculukta yalnız bırakmamıştır.
Hazırlık sırasında birden gözden kaybolan eşya, son anda akla gelen eksik malzeme, bulunamayan anahtar, inat eden kilit, yaklaşan vakit, vakitsiz ağlayan veya sızlanan çocuk, "-Unuttuğumuz bir şey var mı?" sorusunun beyinlerde estirdiği şok. Sonra yollar, beller, dağlar, süratle değişen iklim şartları, gıdalar, giderek artan çevre uyumsuzluğu, yorgunluk, uykusuzluk, dolayısıyla gerginlik.
Evet, yolculukta hala meşakkat, hala zorluk vardır.
Yolculukların sıkıntısız, meşakkatsiz olmayacağı baştan bilinmeli ve kabul edilmelidir. Gönüller ve sabır dağarcığı da yolculuğa hazır hale getirilmelidir… Sıla-i rahim, dostları ziyaret, helal kazanç veya hac ve umre gibi yolculuk hedefiniz hayırlı bir hedef olmalıdır.Ümitleriniz güzel çiçekler açmalı, güzel meyveler vermelidir. Hayırlı bir yolculuğa çıkarken sizin gönlünüz de hayır ve güzelliklerle dolu olmalıdır.
Şartlar ne olursa olsun gerginliğe teslim olmamalı, nefsinize esir düşmemelisiniz. Âilenizin diğer fertlerine bağırıp çağırmamalı, eşinizi ve çocuklarınızı yola çıktığına pişman etmemeli, hayrı şerre çevirmemelisiniz. Kırılan bir şey, her zaman eski haline döndürülemez. Gönül kırgınlığı da kolay tamir edilemeyen kırgınlıklardandır. Hoş görülü, yatıştırıcı, sakinleştirici, uzlaştırıcı olan, olgun davranan siz olmalısınız. Bunu başkasından beklememelisiniz. Olgun davranışı daima karşıdan beklemek ve yeterince olgun davranmıyor diye başkasına saldırmak zayıflıktır, haksızlıktır, iradesizliktir. Öfkeli ve gergin insanın üzerine aynı üslupla gitmek, yangına körükle gitmektir, onun içine düştüğü zayıflığın ve iradesizliğin bir benzerini sergilemektir.
Olgunluk göstermeyen bir insanın başkasından da olgunluk bekleme hakkı yoktur. Hiç kimsenin, başkası kendisine olgun davranmıyor diye çiğ davranma hakkı da yoktur.
Seferîlik anı, daha fazla yardımlaşmaya, anlayışa, olgunluğa, hoşgörüye ihtiyaç duyulan anlardandır. Gerçek dostların ve vefalı arkadaşların kendisini daha çok belli ettiği anlardandır. Siz bu ciddî imtihanı kazananlardan olun, kaybedenler arasına katılmayın. Âilenizle birlikte yapacağınız yolculuklarda âile fertlerinize örnek olun. Onlara olgunluk, anlayış ve güzel duygu aşılayın. İmtihanı bir bütün olarak kazanmaya çalışın.
Yolculuğunuzu güzel başlatın, güzel bitirin. Sonraki günlerde hatırladıkça huzur ve saadet duyun.
Abdullah İbn Ömer(ra) Allah Rasûlü nün yolculuğa çıkışını ve dönüşünü anlatıyor: "Allah Rasûlü(sav) sefere çıkıyordu. Devesine binerek üzerinde doğruldu. Üç defa tekbir getirdi. Sonra şöyle duâ etti:
"Bu vasıtaları bizlerin hizmetine âmâde kılan Rabbimize tesbihler olsun. O her şeyden yüce, her noksandan münezzehtir. Onun lütuf ve keremi olmadan biz bunlara güç yetiremezdik. Elbetteki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.
Allah ım! Şu çıkmak üzere olduğumuz seferimizde senden iyilik, hayr ve hasenât, takvâ, sevdiğin ve razı olduğun ameller niyaz ediyoruz.
Allah ım! Bu yolculuğumuzu kolaylaştırmanı, yeryüzünü katlamanı uzak mesafeleri bizlere yakın eylemeni diliyoruz.
Allah ım! Yolculuğumuzda elimizden tutan dost sensin. Arkamızda âilemizi emanet ettiğimiz, güvendiğimiz sensin.
Allah ım! Yolculuğun her nevî sıkıntı ve meşakkatlerinden, çirkin bir görünüşe düşmekten, acılar, üzüntüler yaşamaktan, âilemize, malımıza ve mülkümüze döndüğümüzde onları kötü bir durumda bulmaktan sana sığınırız."
Dönerken de aynı duâyı yapar daha sonra şunları eklerdi: "Dönüyoruz. Rabbimize yönelip tevbe ederek, ona kulluk ederek, Rabbimize hamd ederek dönüyoruz." [2]
Bu duâ, ibret dolu bir duâdır. Yolculuk gayesi, edebi ve üslubu, hamd, şükür, niyaz vardır… Meşakkatine, tehlikelerine işaret, Mevlâ ya tevekkül, vatana dönüşe sevinç vardır.
Allah Rasûlü(sav) ne güzel örnek, ne güzel muallim, ne güzel mürşiddir.
__________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Hac (8/ 315), Cihad (12/ 66), Sahih-i Müslim, İmâra (3/ 1526), Ayrıca bak: Muvatta, İsti zân (2/ 980).
[2] Sahih-i Müslim, Hac (2/ 978)
44. Nasihat
Çocuklarınıza paylaşma ve yardımlaşma duygusu aşılayın.
Ebu Hureyre nin (ra) rivayet ettiği uzunca bir hadiste yer alan Allah Rasûlü nün (sav) şu irşadına dikkat ediniz ve üzerinde düşününüz: "Kul, mü’min kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da onun yardımcısıdır."[1]
Bu hadisin ifade ettiği manayı gerçekten idrak etmeli, bu şuura erenlerden olmalıyız.
Kâinatın sahibi onu yaratan ve nîmetlerle donatan Rabbimizdir. Bir mü minin bunda şüphesi yoktur. Her selim fıtrat sahibi hayatın akışı ve gerçekleri üzerinde tefekkür ettiğinde dünyada eline geçen ve önüne gelen nimet ve imkânların gerçek sahibinin kendisinin olmadığını, bu dünyaya gelirken yanında mal, mülk getirmediğini, giderken de hiçbir mal ve mülk götüremeyeceğini bilir ve kabul eder. Dünyada kendisine ait olan veya ele geçirip sahiplendiği malların dünya hayatıyla sınırlı kalacağını, dünya ihtiyaçlarını karşılayacağını tabii olarak akıl eder. Aksini de iddia etmez.
Ancak bütün bu bilgi ve duygulara rağmen insanın kolay kolay hakim olamadığı bir duygu vardır. Ele geçirme, sahiplenme, bir malın ve imkânın kendisine ait olmasını isteme duygusu. Mülkiyet duygusu… Bu duygu bazen önü alınmaz bir hırsa dönecek, insanı esir alacak kadar güçlenir ve insanı peşinden sürüklemeye başlar. Hayatın fani olduğu, dünyanın geçiciliği bilinse de bu bilgi, bu hırsı frenlemeye yetmeyebilir. Nitekim nice insanda frenlemeye yetmediği de gözler önündedir.
Her şeyin gerçek sahibi olan Rabbimiz insanlara mülkiyet hakkı vermiştir. Gönlüne mülkiyet duygusu da yerleştirmiştir. Bir çocuğunun tavırlarına dikkat ediniz. Sevdiği bir şeyin kendisine ait olmasını ister. Onun için mücadele verir. Gerekirse ağlama silahını kullanır. Oyuncağını bağrına bastırır, kimseye kaptırmamaya çalışır. Bu duygu, son derce lüzumlu bir duygudur. Ancak aynı zamanda terbiye edilmesi gereken bir duygudur. Bu duygu sayesinde insan kendisinin ve nafakasından mesul olduğu insanların hayat ihtiyaçlarını karşılar. Dar günler için hazırlık yapar. Rahat yaşama, gelecek günlere güvenle bakma imkanları hazırlar. Kendisinde var olduğu için başka insanların kazanma, mal, mülk edinme arzusuna, mülkiyet haklarına hürmet eder. Meşru yoldan mülk edinmenin kıymetini bilir. Karşılıklı hukuka riâyetin huzur ve güven getireceğini hisseder, anlar ve onu korumak için çalışır… Rabbimizin helal yoldan mal ve mülk edinme emirlerinin hayat nizamı için ne derece değer taşıdığını idrak eder.
Allah Rasûlü(sav) Vedâ Hutbesi nde kişilerin mülkiyetleri altındaki malların ne derece İslâm Hukuku çerçevesi içinde korunduğuna şöyle vurgu yapar:
"Ey İnsanlar!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, iffetiniz, namuslarınız da öyle mukaddestir; bunlara her türlü tecâvüz haramdır, [2]" buyurur.
Mal, mülk edinme hakkının meşruluğuna ve lüzumuna dikkat çekildikten sonra insanlığın bu hakkı doğru yerde ve yönde kullanmasının, Allah rızasını kazanacak, iki cihan saadetini elde edecek şekilde sarf edilmesinin gönüllerde ve akıllarda yer etmesine birçok vesileyle irşad edilir. Bu konuda İslâm tarihinde nice tatlı ve ibret verici hatıra vardır. Sahabelerin en zenginlerinden olan Ebu Bekir, Osman ve Abdurrahman İbn Avf ın(ra) tarihe bıraktığı fedakârlık örnekleri ayrı ayrı yad edilmeye değerdir. Biz, bu duyguların hissedilmesi arzusuyla Ebu d-Derdâ nın sözlerinden bir demet sunmayı seçtik. Bu sözlerin anlatmak istediğimize tercüman olacağına inanıyoruz.
Ebu d-Derdâ(ra) varlıklı bir insandı. Medîne nin, belki de Hicaz Bölgesi nin en güzel koku mağazası ona aitti. Sonraki günlerde bilerek dünya malını azaltmış, çoğunu mü min kardeşlerine vermiş, Allah yolunda cihad için sarf etmiş, kabiliyetli bir tâcir olduğu halde boşalanın yerini doldurmaya da çalışmamıştı. Kendisine niçin böyle yaptığı soruldu. Cevabı ibret vericiydi:
“-Bizim, orada, sonsuz hayatın olduğu yerde de bir yurdumuz var. Elde ettiğimiz her malı, her eşyâyı oraya gönderiyoruz.”
Bu sözler, dünya hayatının fânîliğini gerçekten idrak etmiş, ebedî hayatın varlığına inanmış, Rabbine teslim olmuş, duygularını ölçmüş, ne yapacağına karar vermiş bir mü minin sözleriydi. Üstelik geçici olan ve sadece dünya hayatıyla sınırlı görünen dünya malını ebedî fayda verir hale getirme gayreti ve şuuruydu.
Ebu d-Derdâ nın(ra) bu cümlelerinin arkasından söyledikleri de bir başka irşad güzelliği taşıyordu: “-Sonra yürüdüğümüz yol çok engebeli, sarp bir yol. Yükü hafif olan bu yolda daha iyi yürür. Onun için yükümüzü hafifletmek istedik.”
Ancak yollar engebeli, sarp olsa da yükünü hafifletmek, sarp yolları, tehlikeli yamaçları rahat geçmek isteyenlerin sayısı çok fazla değildir. Üstelik insanlık giderek daha çok kazanmaya, daha bencilce davranmaya, daha hırslı olmaya teşvik edilmeye, başarılar, insanların değerleri mal ve mevkî ile ölçülmeye başladı.
Biz gerçek değerleri bilen, fani olan ile kalıcı olanı ayırt edebilen, emelleri, umutları, hedefleri, nihâî gayesi olan bir milletiz. Her hakkı yerli yerine oturtma, her şeye layık olduğu değeri verme, ifrat ve tefritten, yani aşırılıklardan uzak durma şuurunu ve iradesini elde etmek zorundayız. Kendimiz böyle olmalı, çocuklarımızı da bu şuurla yetiştirmeliyiz.
Yardımlaşma ve paylaşma duyguları çocukluk çağlarından başlayarak gönle yerleştirilir. Önceden de dile getirdiğimiz gibi çocuklar fıtrî bir duyguyla sevdikleri, hoşlandıkları şeyleri başkalarına kaptırmak istemezler. Bu duygu bebeklik çağlarında normaldir. Ancak giderek irade güçlenir. Akıl doğrularla yanlışları ayırt etmeye başlar. Bu çağlarda çocuklara ellerindeki oyuncakları, yiyecekleri ve imkanları arkadaşları ile paylaşma duygusu aşılanmalı, böyle olunca arkadaşları tarafından daha çok sevileceği, oyunlarının daha güzel olacağı, başka bir çocuğu sevindirmenin insanı mutlu edeceği anlatılmalı, yaşanan örnekler onun anlayacağı bir dille kendilerine anlatılmalıdır. Bencil olursa arkadaşlarının kendisinden uzak duracağı, her çocuğun, her insanın arkadaşına ihtiyaç duyacağı ona öğretilmelidir.
Başkalarının gözünün önünde dondurma yemenin, hele de bu şekilde arkadaşlarını imrendirmeye veya kıskandırmaya çalışmanın doğru olmadığı, güzel ahlâktan sayılmadığı, başkası kendisine bu şekilde davrandığında yapılan davranışın çirkin olduğu, kendisi yaptığı zaman da aynı çirkinliğin var olduğu ona aktarılmalıdır.
İmkan derecesinde elindekini paylaşmak, fedakârlık yapmak, oyun oynarken mızıkçılık yapmamak, neşeli ve sıcak olmak, arkadaşlarının haklarına riâyet etmek çocuğumuzu sevilir ve takdir edilir biri yapacaktır. Sonraki hayatına da ciddî şekilde tesir edecektir. Bu onun hem sıhhati, hem dünya, hem de âhiret saadeti için çok daha iyidir. Doğru olan budur.
Çocuğumuzun kendine ait eşyası olmalı, onları iyi korumalı, kıymetini bilmeli, paylaşmanın, iyilik etmenin şuuruna da ermelidir. Onları bu yönde teşvik ediniz.
_______________________________________________
[1] Sahih-i Müslim, Zikir (4/ 2074).
[2] Sahih-i Buhârî, Fezâil (Umdetü’l-Kârî 14/ 371, 374), Sahih-i Müslim, Hac ( 2/ 889)
45. Nasihat
Çocukları vefat eden anne ve babalar, sabırlı, olgun ve teslimkâr olunuz. Allah ın ecrini ümid ediniz.
Âişe Vâlidemizden nakledilen bir hadiste Rasûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurur:
“İnsanlar arasından bir Müslüman, henüz ergenliğe ulaşmamış üç çocuğunu kaybederse, Allah bu çocuklara olan rahmeti sebebiyle o Müslüman ı lutf u ilâhîsi ile cennetine girdirir.”[1]
Hadisi yakın lafızlarla Ebu Hureyre ve Enes İbn Mâlik (ra) de rivâyet ederler.[2]
Allah Rasûlü nün (sav) kendisinin de bir baba olduğunu unutmayınız. Yedi çocuk babası… Üstelik yedi çocuğundan altısını kendisi hayatta iken toprağa veren bir baba. Bir tek Fatıma (ra), Efendimizden sonra vefat etmiştir. Çocuklarından üçünü henüz yaşları küçük iken toprağa vermiştir. Kızı Zeynep ile Ebu l-Âs ın oğlu olan küçük torunu da o hayatta iken dünyayı terk etmiştir. O da son nefeslerini Allah Rasûlü nün kucağında alıp vermiştir. O, yavrusunu, torununu toprağa verirken de en güzel örnektir. Davranışları ve sözleri ibret alınacak, sözleri unutulmayacak sözlerdir. Onun ibret dolu davranışları ve sözlerine daha yakından bakıyoruz:
Allah Rasûlü (sav) ve Oğlu İbrahim in Vefatı
Enes (ra) bizlere, İbrahim’i Rasûlullah’ın (sav) önünde son nefeslerini alıp verirken gördüğünü, Rasûlullah’ın gözlerinin yaşla dolduğunu ve şu kelimeleri söylediğini nakleder:
“Göz yaşarır, kalp hüzün duyar. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı, onun gücüne gitmeyecek şeyleri söyleriz.
İbrahîm! Senin ayrılığınla gerçekten mahzunuz!” [3]
Bu kelimeler, sevgi ve şefkat dolu bir babanın gönlünden dile gelen unutulmayacak kelimelerdir. Bu kelimelerde sevgi vardır, merhamet vardır, duyulan üzüntünün ifadesi vardır, bizi yaratan, yaşatan ve sayısız nimetler bahşeden Rabbimizin kaderine rıza vardır, ümmeti irşad vardır.
"Nice söz vardır, gözleri yaşla doldurur;
Ve nice göz yaşı vardır, anlayana çok şeyler anlatır."
Bu tabloda her ikisi de vardır.
İbrahim hayata gözlerini yumduğunda yaklaşık 18 aylıktır. En sevimli çağlarındadır. Koşup oynadığı, babasının geldiğini duyunca koşup ellerini boynuna doladığı, konuşmaya, “baba!”, “anne!” demeye, tatlı cümleler kurmaya başladığı çağlardadır.
Evet, onun ölümüne kalp hüzün duyar, göz pınarları yaşla dolar, kâinâta örnek insan, ancak ve ancak Rabbinin razı olacağı şeyler, onun gücüne gitmeyecek şeyler söyler. Biz onun ümmetiyiz.
İbrahim, Cennetü’l-Bakî‘ye defnedilmiştir. Defni sırasında güneş tutulmuş, insanlar bu tutulmanın İbrahim’in vefatı sebebiyle olduğunu dile getirmeye başlamışlardı. İnsanların bu sözleri üzerine Allah Rasûlü (sav) bir konuşma yapmış; “Güneş ve ay, Allah ın güç ve kudretini, İlahî nizamın yüceliğini gösteren birer nişandır. Onlar kimsenin ölümü, doğumu veya hayat sürüşü sebebiyle tutulmazlar,” buyurmuştur. [4]
İbret ve irşad. İçiçe duygular ve güzellikler. Acıda, hüzün de bile güzellik.
*
Allah Rasûlü (sav) ve Torununun Vefatı
Üsâme (ra) anlatıyor: Kızının oğlu Allah Rasûlü nün kucağına verildi. Son nefeslerini alıp veriyordu. Nefes alışı kesik kesikti. Rasûlullah ın gözlerinden yaş süzüldü. Sa d İbn Ubâde (ra); "-Ya Rasûlallah bu nedir?" diye sordu.
("-Bu nedir?" diye sorduğu Allah Rasûlü nün gözyaşlarıydı. Onları garipsemişti.)
Allah Rasûlü (sav) cevap verdi: "-Bu, Allah ın kullarının kalbine koyduğu rahmet ve şefkatin eseridir ve Allah, kullarından merhamet sahiplerine rahmet eder."[5]
Allah Rasûlü nün (sav) hadiste zikri geçen kızı Zeynep tir. Ebu-Âs ın hanımıdır. Çocuk da bu yuvanın çocuğudur. İmam Aynî, adının Ali olduğunu kaydeder.[6] Allah Rasûlü nün (sav) omuzunda taşıdığı Ümâme nin kardeşidir.
Mü min merhamet sahibidir. Sonsuz rahmet sahibi Rahman ın kulu olduğunun, onun rahmetinden bir parça taşıdığının şuurundadır ve iradesine hakim olandır.
Allah Rasûlü nün, kızı Rukiyye ile Hz. Osman dan Abdullah isimli bir torununun olduğu ve bu yavrunun Habeşistan Hicreti sırasında Habeşistan da dünyaya geldiği, altı yaşlarında iken Medine de vefat ettiği, namazını Rasûlullah ın kıldırdığı da bize ulaşan bilgilerdendir.[7]
Birçok çocuğun, henüz geldiği dünyadan çok şey anlamadan onu terk ettiğini, geride acı ve hüzün bıraktığını biliyoruz. Hele de bu çocuklar, yolları hasretle gözlenmiş, gelecek günlerine ait nice ümitler bağlanmış, onlar için nice hayaller kurulmuş çocuklarsa. Bıraktıkları boşluk da dolmamışsa.
Biz bu hazin atmosferin sisleri arasına dalıp kaybolmak istemiyoruz. Asr-ı Saadet e dönüyor bize ışık tutacak bir hatırayı paylaşıyoruz:
"Allah Rasûlü (sav) sahabelerinden bir grupla oturduğunda yanında küçük çocuğu olan bir adam da onlar arasında yer alır, Allah Rasûlü nü dinlerdi. Adam sohbete gelirken küçük çocuğunu da sırtında getirir, oturduğu zaman da onu önüne oturturdu.
Daha sonra bu çocuk vefat etti. Adam da bu sohbet halkasına gelmez oldu. Sohbet meclisine geldiğinde bunun kendisine çocuğunu hatırlatacağı ve üzüntüsünü tazeleyeceği kanaatindeydi.
Rasûlullah (sav) Efendimiz onun yokluğunu anlayınca; “Fülanı neden göremiyorum?” diye sordu.
“Ya Rasûllah! Sizin de görmüş olduğunuz o oğlu vefat etti," dediler.
Daha sonraki günlerde Rasulullah (sav) onunla karşılaştı. Karşılaşınca da oğlunu sordu. Adam üzüntü içinde Allah Rasûlü ne çocuğunun öldüğünü söyledi. Rasulullah (sav), ona taziyede bulundu, üzüntüsünü paylaştı.
Sonra kendisine; “Hangisi daha çok hoşuna gider. Ömrün boyunca çocuğunla birlikte olup onun varlığından zevk almayı mı, yoksa yarın Cennet kapılarından herbir kapıya geldiğinde çocuğunun senden önce o kapıya gelip kapıyı sana açtığını görmeyi mi?” diye sordu.
Adam; “Ya Rasûlallah! Benden önce Cennet kapısına gelmesi ve kapıyı bana açması elbette ki daha çok hoşuma gider,” dedi.
Allah Rasûlü (sav); “Bu senin için gerçekleşecektir,” buyurdu.[8]
Yavrusunu kaybeden ve onun üzüntüsünü derinden hisseden bir kalbe Allah Rasûlü nün verdiği müjdeyle sürdüğü merhem ne güzel. Kalpteki çocuk sevgisini silmeden, belki de artırarak üzüntüyü sevince dönüştürmek, yarınlara yönelik gönüllerde ümit meltemlerinin esmesine vesile olmak ne güzel. Ebedî saadeti, kimsenin veremeyeceği mükafatların verildiği günü hatırlatmak ve hayat çizgisinin bu yönde olması gerektiğini vurgulamak da ne güzel bir tebliğ üslubu.
Aynı manayı vurgulayan bir başka hadisi paylaşıyoruz. Ebu Sa‘îd el-Hudrî (ra) anlatıyor: “Kadınlar Allah Rasûlü’nden kendilerine gün ayırmasını istediler. Rasûlullah (sav) onlara ayırdığı günde vaaz etti ve konuşmasında;
“–Herhangi bir kadının üç çocuğu vefat ederse, bu çocuklar onunla ateş arasını perdelerler,” buyurdu.
Kadınlardan birisi; “İki çocuğu?” dedi, Rasûlullah (sav); “Ve iki çocuğu,” diye cevap verdi.[9]
Ve yine Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir kadın Allah Rasûlü’ne çocuğunu getirdi. “Ya Rasûlallah! Çocuk rahatsız, beni korkutuyor. Ben üç çocuğumu gömdüm,” dedi. Rasûlullah (sav); “–Üç tane mi gömdün?” diye sorunca kadın; “Evet,” diye cevap verdi.
Onun bu cevabı üzerine Allah Rasûlü (sav); “–Ateş ile kendi arana güçlü bir koruma duvarı ördün,” buyurdu [10].
Rahman ın gönlümüze yerleştirdiği ümit ışığı, unutma nimeti, zaman zaman hatırlama ve dünyanın fanîliğini idrak etme gerçeği iç içe yoğrulup bize ne kadar güzel şeyler söylerler ve bizleri ne kadar olgunlaştırırlar?
Hayat imtihanlar dünyasıdır, âhiret mükâfat veya ceza dünyası… İmtihan güzel geçerse, şüphesiz karşılığı da güzel olacaktır.
Eğer sonsuz rahmet sahibi Rabbimizin ebedî dünyada bahşedeceği ecir, mükafat ümidi olmasa, üzüntüyle kararan gönülleri Yaratan a teslimiyet ve onun rızasını elde etme ümidi aydınlatmasa, karanlıklar ne kadar uzun sürer, sisler ne kadar uzun süre çöktüğü yerde kalır?
***
__________________________________________
[1] Sahih-i Buhârî, Cenâiz (6/ 385, 388).
[2] Sahih-i Buhârî, Cenâiz (7/ 132, 133).
[3] Sahîh-i Buhârî, Cenâiz (7/ 8), Sahîh-i Müslim, Fedâil (4/1807-1808)
[4] El-Bidâye ve’n-Nihâye (5/ 269), es-Sîratü’n-Nebeviyye (s. 356).
[5] Sahîh-i Buhârî, Cenâiz (6/ 437-438), Sahîh-i Müslim, Cenâiz (2/635-636)
[6] Umdetül-Kârî (6/ 438)
[7] El- -İstî âb (4/ 299- 300), el-Bidâye ve n-Nihâye (4/ 91), , el-İsâbe (4/ 304)
[8] Bu rivâyeti Muâviye İbn Kurrah, Allah Rasûlü nün sahabelerinden olan babası Kurrah İbn İyâs el-Müzenî den naklederek anlatır. Hadis, isnâdı sahih olan bir hadistir. (Câmiu’l-Usûl 9/ 594)
[9] Sahih-i Buhârî, İlim (2/ 91), Cenâiz (6/ 388), Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2028)
[10] Sahih-i Müslim, Birr ve Sıla (4/ 2030)