Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 Arkadaşları:32 Cinsiyet:Bay Memleket:İst Yaş:39 Mesaj:
3.185 Konular:
1383 Beğenildi:174 Beğendi:17 Takdirleri:216 Takdir Et:
| Cevap: Senai Demirciden İnciler Aşkın Kader Haritası
Ölü kalem yavaş yavaş gözlerini açtı. Zor da olsa derin uykusundan uyandı.
Gözlerinin üzerindeki toprağı silkeleyerek ürkek gözlerle etrafa bakındı …
Nerdeyim ben?
Burası neresi?
Yattığı mezara baktı, üzerindeki toprak yorganı zorlanarak da olsa iteleyip attı.
Mezar döşeğinde uyumaktan uyuşan hantal vücudunu zorlayarak ayağa kaldırdı…
Titrek basıyordu ayakları yere…
Yere nasıl basacaklarını, unutmuşlardı.
Kalbine saplanmış keskin bir korku vardı, hala onu kanatıyordu.
Dili kesilip, aç köpeklere rızık olmuştu.
Acizdi, yıkık dökük, sökük bir geçmiş, ilmeği kaçmış bir gelecek, örgüde kalan tek nakış dert olmuştu.
Sızlayan yanlarını tedavi etmek istemiyordu. Bırakın kanasın yaram ki acının lezzetli sarhoşluğunda kaybolsun zırlayan beynim diyor; etrafında yaşayan bütün insanların yerine efkarlanıyor, onların yerine ağlıyordu; çünkü onların yerine cehennemde yanacaktı…
İyi de bu onun duası değildi ki…
Bu Ömerin duasıydı…
Hatasıydı… O dememiş miydi?
-Yarabbim!.. Vücudumu o kadar büyük yap ki cehennemi kaplasın. Cehennem başka insanları yakmasın tek beni yaksın…
Ömer düşünememiş miydi, insan günah işlerken güle oynaya işliyorsa, acısını çekerek faturasını da ödemek zorundadır.
Her lezzetin bir faturası var… Bazı lezzetlerin faturası böyle ateşte yanarak ödeniyor.
Kalem Ömerin duasını sevmemişti.
Onun gibi dua etmemiş olmasına rağmen bütün dertler onu buluyordu.
Bir mıknatıs vardı sanki beyninde. Bir dert mıknatısı.
Yoksa kalemi kader mi bir dert mıknatısı yapmıştı?
Resmen rızkı dertten olmuştu. Ekmeği acı, içeceği göz yaşı, yatağı mezar, sosyal hayatı mezarlık olmuştu, mesleği yine yazardı; ama mezar taşı yazarı olmuştu…
Oysa o, ağaç dalından kopartılırken böyle bir şeyi istememişti.
Kendi soyundan olan sevgilisi bir kağıt olumuştu.
O da onun beyaz, narin, tenine aşk şiirleri yazmak için kalem olmak istemişti…
Damarlarında gezen aşk mürekkebini gözyaşı yapıp sevgilisinin beyaz tenine akıtacak, onunla bütünleştirecekti bedenini.
Aşk şiirlerinde, aşk şarkılarında…
Ya bu hali neydi şimdi?
Kader miydi bu?
Kederden bir gömlekle dolaşmak mezarlıklarda…
Ölülerin kimlik kartlarını yazmak…
Zor ve bunaltıcı bir hayat, ağaçları ölü kokan, ilkbaharı bile ölü bir mezarlıkta hangi sürenin dolmasını bekleyecekti…
Çiçek açmayan ağaçların gölgesinde yaşamak; ölümün gölgesinde bulunmak, ölüce gülmek, ölücesine nefes almak, ölümüne yaşamak…
Bu ağaçlar onun soyundan değildi… Göz yaşının acı ve tuzlu suyuyla beslendikleri için acı ve kederlidir bakışları.
Dört mevsim yeşildir renkleri… Dört mevsim aynıdır…
Derdi kederi acısı hiç solmasın diye çam ağacına bağlamışlardı kalemi…
O bir mahkumdu, çamın beyinleri burunlarından çekip çıkartan keskin bir kokusu vardı.
Bir çamla evlenmek ona göre değildi… Bir çama ne yazabilirdi ki…
İçinden gelmeyenleri, hissizleşen felçli kalbinden mi bahsedecekti. Sevgilisi olan, kağıdın üzerine bir türlü yazamadığı kalbine gömdüğü aşkım sözcüklerini mi?
Ya da şiirlerini, türkülerini mi?
Hayır bunlardan ona bahsedemezdi.
O anlamazdı ki…
Unutmamalıydı o acıların ağacıydı, İsa’nın çarmıha gerilişi, Yahudilerin yanıp eriyişi, sabuna dönüşü…
Mecusilerin ateşinin sönüşü, Muhammed’in doğuşu…
O bir ağaç değil acıların miladı…
O aşktan anlamazdı
Ayrılık, dert, keder oluşturuyordu, onun basamaklarını.
En üst yapraklarında asiller ve aşağıya indikçe köklere doğru sefiller yer alıryordu…
O bir büsttür hristiyanlar için.
Bir rızıktır Mecusi ateşi için.
Bir sırdır Yahudiler için. Bir dildir. Şifredir. İskelettir. Her yaprağı bir insanın sırt kaburgasıdır, yani şifresidir.
Kötü haberdir, bakiliğin nişanıdır.
Ölümden sonraki hayatı anlatır insana…
Kışın ölen diğer ağaçlara rağmen o ölmez… Şehitliğin şanıdır…
Muhammedin saltanatıdır…
Kutsaldır herkes için çam.
Bir kalem için değil.
Kalem için ayak bağıdır, sefalettir, çam sakızı onun gözlerine çekilen bir mildir.
Derttir, ölümdür, hasrettir, ayrılıktır, sevgiliye kavuşamamaktır…
Dayanamadı kalem duaya durdu…
Ya Rabbim…
Kurtar beni, bu çamın, cinlerin, ölülerin zincirinden…
Özgürlük ver bana…
Artık mermerlere ölü kimlikleri yazmak istemiyorum.
Çöz artık, kalbimdeki, 21 adet çam düğümünü…
Neden 21 ki… En güzel yaştır o.. 12 yada…
Toplamı 33
Neydi bu rakamlardaki tarihlerdeki gizem o da bilmiyordu…
Birayet miydi yoksa…
Yıl mı… yaş mı… ömür mü…
Kalem de bilmiyordu…
Belki de gözyaşı damlasına aittir bu sayı.
Kalem bekledi bekledi duası kabul olsun diye tam 10 yıl… Belki de 30 yıl daha beklemesi gerekecekti. Belki burada dua edecek ahirette duası kabul olacaktı…
Ve kalem artık pes etti sevgilisini unutmak için bakışlarını çam ağacına dikti…
İstemese de kendini onu sevmeye zorlayacaktı..
Nihayet bir gün çama yalandan da olsa ilan-ı aşkta bulundu.
Çam sabırlı olmanın mükafatını aldığını düşündü.
Kalem gibi güzel bir kız ona şiirler yazacaktı.
Kalem, çam için içinde ölü sözcükleri dolu mısralar yazdı.
Ben sende ölürüm
Aşkınla tutuşurum
Hasretinle yanarım
Lav aksın gözlerimden
Senin için ölürüm…
Çam, içinde ölü sözcüklerinin geçtiği bu şiirleri çok beğendi.
Çamın sosyal hayatı bir mezarlık olduğu için o ölümü çok önemserdi.
Ona göre ölüm harika bir şey olmalıydı.
Her gün değişik mesleklerden yakışıklı erkekler ya da güzel kadınlar, ya da tatlı çocuklar ölüp geliyorlardı…
Ölüm balosuna her gün farklı bir davetiyeyle, farklı kesimlerden insanlar geliyorlardı.
Kimliklerini bir mermere yazdırıp dinlenme salonda sabırla balonun başlamasını bekliyorlardı.
Çam da bu bekleyişi imrenerek izlerdi. Ona göre bu bir baharın bekleyişiydi.
Bu düşüncelerini kaleme anlattı. Kalem çama,
-Sen hiç bahar mevsimini görüp yaşamadın mı? Çam:
-Hayır. Bahar öldükten sonra dirilince görülen balo değil mi? Kalem:
-Evet o da bir bahar. Ama onun gölgesi olan bir bahar da yeryüzünde var. Mesela ağaçlar baharı yaşarlar. Kışın kurur dalları ölürler; ama baharda dirilir çiçek açarlar.
Aslında çam hiç bahar görmemişti.
Çam inanamadı duyduklarına.
Biraz daha anlatsana diye ısrar etti..
Kalem de ona gördüğü farklı ağaçları anlattı.
Onların gelin gibi süslendiğini.
Renk renk çiçekler açtığını ve o çiçeklerin daha sonradan meyveye dönüştüğünü anlattı durdu.
Çam bunlara inanmadı; çünkü o hiç mezarlıktan başka bir yere gitmemişti. Ve mezarlıkta da hiç öyle çiçek açıp süslenen bir ağaç yetişmemişti.
Çam üzüldü… Dünyadaki diğer ağaçları kıskandı.
Ve kalemin kendisini neden beğenmediğini anladı. Kendi kendine düşündü.
Çam benim saçlarımın modeli güzel; ama yine de renksizim kısırım çirkinim, meyvesi tahta olan biriyim ben. Kalem beni neden sevsin ki? Çam kaleme:
-Eğer beni azıcık seviyorsan, o ağaçların yanına götür diye ısrar etti.
Kalem kendi kendine düşündü;
-Ama bu imkansız dedi. Senin kaderin bir mezarlıkta başlamış. Senin tohumun bir ölünün mezarına ekilmiş. İstesen de istemesen de sen kaderine razı olmalısın. Baharı bu mezarların arasında aramalısın. Köklerini öyle salmışsın ki ölülerin kalblerine bağlamışsın düğüm üstüne düğüm atmışsın 81 kere.
Senin köklerini burada çekip çıkartsak ölürsün? Çam;
-Olsun… Ölmek de bir saltanat… Baharda çiçek açan ağaçları görmek de. Ne fark eder. Kalem;
-Sen bilirsin ama bu nasıl olacak? Ben tek başıma yapamam ki, güçsüzüm… Çam saçlarının arasında sakladığı bir altın gerdanlığı kaleme verdi.
-Al bu gerdanlığı görülecek şekilde toprağa göm.
Öyle ki onu gören benim ayağımın bastığım yerde altın gömülü olduğunu zannetsin dedi.
Kalem çam fidesinin dediğini yaptı. Altın gerdanlığı alıp çamın ayaklarının altına cu görülecek şekilde gömdü.
Ve mezar bekçisi oraya geldiğinde bu kolyeyi fark etti.
Ölülere ve dirilere çaktırmadan kazma küreği alıp getirdi.
Ve gece yarısını bekledi. Gece yarısı olunca kazmaya başladı.
Ama açtığı çukurda bir şey bulamadı. Bütün hırsıyla kazmaya devam etti. Sabaha doğru çam ağacının bütün kökleri gözüküyordu. Ve sabah selasında çam ağacı yere devrildi.
Mezar kazıcısının üzerine düşünce mezar kazıcısı öldü.
Mezar bekçisi geldiğinde arkadaşının çam ağacının altında kalarak öldüğünü görünce çok ağladı.
Ve çam ağacını yerden kaldırdılar. Bir çiftçiye sattı. Çiftçi çam ağacını kamyonetinin arkasına atıp evine götürdü. Ölen mezar kazıcısını da define için kazdığı çukura gömdüler.
Zavallı çam çok korkuyordu. Çünkü ilk defa yerde yatıyordu bir ölü gibi…
Görmek istediği baharın yerine bir sonbaharı görmüştü…
Kader miydi bu…
Yaşamak varken mezar ülkede…
Ve derken bir çiftliğin bahçesine geldiler. Çiftlik sahibi onu kurutup kış için odun yapmak istiyordu. O yüzden onu bahçede diğer fidanların yanına koydu.
Zavallı çam daha önce hiç ateşte yanmadığı için neyi beklediğini de bilmiyordu. Öyle anlamsızca sabah gözlerini açıyor etrafı izliyor akşam olmasını bekliyor, akşam olunca da sabah olsun diye bekliyordu. Kimseyle konuşmuyordu.
Öyle anlamsızca bakınıyordu etrafına, tatsız ölü bir hayat bu olmalıydı. Keşke kaderime razı olsaydım onu değiştirmek için dua etmeseydim. En azından ayakta durabiliyordum. Ölüde olsa yaşıyordum hayatı. Şimdi mezarlık evimde olsaydım keşke. Orayı çok özlüyorum Allah’ım. Ne sakindi orası ne güzeldi. Acaba yine insanlar ailelerini, işlerini, servetlerini bırakıp oraya gelip, mermerlere isimlerini yazdırıp yatıyorlar mıydı?
Derken dünya albümünün sayfalarını Allah çevirmeye başladı. Ve yağmurlar yağdı, karlar eridi, güneş açtı bir gün bahar geldi.
Çiftçinin bahçesindeki bütün kuru ağaçlar baharda canlandılar. Yeşile büründüler.
Renk renk çiçekler açtılar.
Çam onlara hayran kaldı.
Ne güzel her yıl bir kere ölüyor, sonra tekrar diriliyorlardı.
Çam onların güzelliği ve tazeliği karşısında pörsüyen yanlarına bakıp utanıyor üzülüyordu. Tanıştığı her ağaca eskiden ne kadar yakışıklı fiyakalı olduğunu anlatıyordu.
Ve bir gün ömrünün sonlarına doğru yaklaşırken kalemden daha güzel bir ağaca aşık oldu.
Onun verdiği çiçekleri kokladı. Meyve verişini izledi. Çam kısa da olsa baharı yaşadığı için Allah’a şükretti.
Ve ömrünün sonunda da olsa gerçek aşkı bulduğu için çok mutluydu.
Kalemse çam gittikten sonra çok yalnız kaldı. Çok ağladı.
Göz yaşlarıyla gelen yeni ölülerin kimlik kartlarını yazdı durdu. Rutin bir acı içinde kıvranıp durdu.
Bir gün mezarlığa gelen ziyaretçilerden biri cebinden cüzdanını düşürdü.
Güneş batmış, gökyüzü lacivert perdelerini açmış üzerine yıldızları serpmişti.
Mezarlık soylu sesizliğine hakimdi yine. En sevilen vakitti gece. Gündüz canlıların gürültüsünden ölülerin başı ağrır. Onların sinir bozucu mutlulukları kahkahaları, ölülerin kederli kalblerini ezer geçer…
Kalem dalgın dalgın çamı düşünürken bir inilti duydu…
İmdat imdat imdat!..
Kalem şaşırdı; çünkü ses yeni gelen ölünün mezarının üzerinden geliyordu.
Kalem mezara yaklaştı… O da ne ses mezarın üzerine düşen para cüzdanının içinden geliyordu.
Kalem cüzdanı açtı..
Gözlerine inanamadı…
Cüzdanın içinde sevgilisi kağıt duruyordu.
İkisi de çok şaşırdılar bir birlerini görünce.
Kalem mutluluktan ağladı. Sevgilisi kağıt onu öptü.
Zaman ikisinin de değiştirmişti; ama kalemin ve kağıdın üzerindeki kalb işaretini zaman silememişti.
Bu işaretten dolayı birbirlerini hemen tanıyabildiler.
Kağıt bir paraya dönüştürülmüştü.
Kalem kağıdın elini tutup gözlerinin içine bakarak seni çok seviyorum dedi. Kağıt:
-Mırıldanarak ama ben kendimi sevmiyorum. Kalem:
-Neden? Kağıt:
-İnsanlar üzerime 2000 rakamını yazdılar. Bu onlar için çok değerli bir rakam. Ben bu rakamı sırtımda taşıdığım müddetçe bir insandan diğer insana gitmeye mahkumum. İnsandan insana sürgün edilmekten bıktım. Kalem:
-Üzülme ben senin üzerindeki insanlar için değerli olan o keder mührünü silerim, seni bu esaretten kurtarırım. Kağıt para sevinçle haykırdı,
-Gerçekten mi; ama nasıl? Kalem:
-Göz yaşlarımla dedi. Kağıt para:
-Ama senin gözyaşların benim tenime değerse beni eritir. Kalem:
-Olsun, başka insanların kirli ellerinden erimektense benim göz yaşlarımda eri.
Kalem kağıt paranın üzerine ağladı. Ve kağıt para ıslandı eridi çirkinleşti; ama sırtında yazılı olan 2000 rakamı silindi.
Kağıt sade ve temizdi artık. Kalem kağıdın başında bekledi.
O sürekli acı çekiyor diye üzülüyordu.
Kağıt üşüyordu… Ve kağıt:
-Ölüyorm ben hakkını helal et dedi…
Kalem bütün gece ağladı ağladı. Eriyip ölen aşkı için. Kendi de ölmek istedi. Nasıl bir kaderdi bu böyle.
Allaha dua etti. Beni de öldür. Beni de al yanına. Sevgilimi göz yaşlarımla öldürdüm. Kalem ağlamaktan kağıdın yanına sızdı.
Derken zaman hızla geçti.
Gecenin kömür rengini, güneş silip ışıklarını kağıdın üzerine akıttı.
Bir mucize oldu. Kağıt hızla kurudu ve tekrar dirildi. Ve yanında yatan kalemin güzel yüzüne bir öpücük kondurdu. Kalem yüzüne değen sıcak öpücüğün etkisiyle uyandı.
Gözlerine inanamadı. Kağıt bütün saflığıyla dipdiriydi. Ona bakıp gülümsüyordu. Kağıt tebessümle:
-Günaydın aşkım, dedi. Kalem şaşkın bir edayla:
-Sen yaşıyor musun? Kağıt :
-Evet; ama çok çirkinleşmişim. Artık beni beğenmezsin… Kalem
-Benim için çok güzelsin; ama seni rahatsız ediyorsa ben bu sorunu halledebilirim, dedi.
Ve kalem onun çirkinleşen bedenine çok güzel bir gül resmi yaptı altına da şiirini yazdı.
Aşkım
Hasretin, rızık oldu aşkıma
Adını mıh gibi çaktım kalbime…
Dilim sende lal oldu.
Gözlerim gözlerine mühürlü
Göz yaşımla
Besledim gülleri.
Bütün güller sen koksun istedim
Kalem aşkını bu mezar kentte bulmuştu. Artık burası onun için dünyanın en güzel yeriydi.
Artık burası onun cenneti olmuştu.
Ve bir gün mezarlığı temizleyen bekçi kalem ve kağıdı farkına varmadan süpürgesiyle süpürüp çöp kovasına attı.
Daha sonra çöpü çöp poşetine koydu.
Çöpleri karıştıran bir ayyaş. Kalemle kağıdı görünce alıp baktı.
İşine yaramayacağını anlayınca öfkeyle kağıdı ve kalemi yere attı.
Kağıt ve kalem çok korkmuşlardı.
Birbirlerine sımsıkı sarılmışlardı. Önce havada uçtular. Sonra bir parkta bulunan bir ağacın yapraklarına sürtündüler ve ağacın dalına tutundular.
Artık mezarlıktaki o ağır ölü havayı solumayacaklardı.
Artık hayatın içinde yer alıyorlardı. Parkta oynayan çocukları izlediler. Kağıt ve kalem kaderin sırlı bir kapının anahtarı olduğuna inanmaya başladılar…
Öyle olmazsa neydi bu şimdi, kader anahtarı değildi de. Senai Demirci |