Durumu: Medine No : 38 Üyelik T.:
30Haziran 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:44 Mesaj:
984 Konular:
245 Beğenildi:29 Beğendi:0 Takdirleri:146 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Tasavvufu Kuranda Aradım _(2) Sorular….. Sorulaaaar……
Cevaplarını veremedikçe veya bulamadıkça gözümde büyüyorlardı… Ki birden dilimden dökülüverdi…..
“Bana seni gerek seni….”
Aman Ya Rabbi! Bu mısra, sanki Rabbin vechini murad edişin Yunus’çasıydı….
“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim;
Aşkın ile avunurum…
Bana seni gerek seni!!!”
Garip olan, Yunus Emre kendisini hiçbir kategoriye koymuyordu..
“Sufilere sohbet gerek!
Ahilere ahret gerek!
Mecnunlara leyla gerek!
Bana seni gerek seni!!!”
Âdetâ, “vech” konu Allah olduğunda O’na “sen” diyebilmenin anahtarıydı ve sanki bu kelime ile Allah’a havf, ittikâ ve haşyet ile yönelişlerin dışındaki bir yöneliş anlatılıyordu….
AŞK!
“Aşkın aldı benden beni;
Bana seni gerek seni!!!”
En’âm:53’deki “fitne” bu olabilir miydi??
Tabii, bu arada Yûnus Emre’yi durdurabilene aşk olsun…
“Gözüm seni görmek için, elim sana ermek için
Bu gün canım yolda kodum, yarın seni bulmak için!
Uçmak uçmağım dediğin, mü’minleri yeltediğin
Vardır ola bir kaç huri; arzum yoktur uçmak için!
Süfılere ver sen onu; bana seni gerek seni!!
Haşa ben terkedem seni, şol bir evle çardak için?!”
Hakikaten, En’âm:52,53 ve Kehf:28. Âyetler birilerine karşı Resulullah’ı tedbirli davranmaya yönlendiriyordu..??
Âyetleri defalarca okudum!
“…yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’l-aşiyyi……” bir açıklık getiriyordu; ama bu zâten güzel bir şey değil miydi?? Nitekim, bunu Yunus’ta görmek mümkündü…
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlam seni”
Garip” bir durum olmalıydı ki, 53. Âyet bir fitnenin varlığından haber veriyordu…..Gâliba, Yunus Emre de aynı “gariplik”ten bahsediyordu…
“Dinin terkedenin küfürdür işi!! Bu ne küfürdür imandan içeri??”
Peki, neden Emre’ye bu kadar takılıp kalmıştım..??? Yoksa, farkında bile olmadan Kehf:28’deki “velâ ta’dü aynâke anhüm..” gereğince mi davranıyordum..???
Bilmiyorum; belki de bu konular ağır gelmişti….. Allah’ın, Rabbin vechi bir yana kendi vechimiz hakkında bile yeterli bir zemin etüdü yapabildiğimizden emin değildim….Fakat, Yunus Emre sanki bunu da çözmüştü…. ??
Demiştiki…….
“Beni bende deme; bende degilim!!
Bir ben vardir bende; benden içeri!!
Süleyman kuş dilin bilir dediler!
Süleyman var Süleyman’dan içeri!!”
Yukarıda geçmişti… Acaba, bu “benden içeri ben” olgusu vechimiz olabilir miydi??? Biz hanif olarak benden içeri benimizi mi tevcih ediyorduk “Yâ Fâtır”a; onu mu ikâme etmeliydik dîni kayyime; onu mu teslim ediyordu muhsinler Allah’a…?????
Yine başa döndük….
Sorulaaaar…. Yine sorular……..
Ama bizim vechimiz, ama ilâhi vecih olsun; âyetlerin ortaya koyduğunu akademik bir disiplin içinde adlandırmak gerekseydi; “TEVECCÜH” uygun olur muydu??? Yoksa, TASAVVUF denilen şey bu muydu???
Ancak, nerede başlıyordu ve nerede bitiyordu??? Meselâ, Yûnus kendisini sûfî olarak bile görmüyordu..???
Meselâ, vechini Allah için islâm edenler tüme varmaya çalışıyorlar da; Rabbin vechini mûrad edenler tümden gelmeye mi çalışıyorlardı…??? Yoksa, Rabbin vechini murad safhası, vechimizi Allah’a teslim ettikten sonra gelen bir üst safha mıydı????
Var mıydı aralarında bir bağlantı; yoksa farklı farklı haller, farklı modeller miydi???? Meselâ, hanif yaklaşımın sembolü olan Hz. İbrahim (Selâmün alâ İbrahîm) Hz. Lût’tan (a.s.) önce kendisine misafir olan operatör elçileri operasyondan caydırmaya çalışmasına rağmen (Hûd:74,75,76)……….
kalbinin mutmain olabilmesi için Rabbimizin ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemesine rağmen (Bakara:260)………..
nasıl oluyor da oğlu İsmail’i rüyasına tâbi olarak –sorgusuz sualsiz- boğazlamaya tam teşebbüs edebiliyordu (Sâffât:102,103,104,105)…????
Peki, bu durum karşısında Hz. İsmail (a.s.) “setecüdinî inşaALLAHu ma’as-sâbirîn” diyerek nasıl tam teslimiyet gösterebiliyordu (Sâffât:102)…??? Oysa, Hz. Mûsâ (a.s.) benzerî bir durumda sabır gösterememişti…?!
Indi ilâhîden kendisine rahmet verilmiş ve ledünnî ilim öğretilmiş kişi (Kehf:65) karşısında, “setecüdinî inşaALLAHu sâbiran..” sözü veren Hz. Mûsâ “e katelte nefsen zekiyyeten biğayri nefsin..” (Kehf:74) diyerek itiraz etmişti…..
Kısacası, muhsinlerin dünyasında da anlamamız gereken daha çok şey vardı… Evet, kulu ile Rabbi arasında vecihler arası bir teveccüh ilişkisi vardı…. “Teveccüh” muhsinlerin dînin insan için olduğunu ortaya koyan ihsanları ile gelişiyordu…Yâni, teveccühün ilâhi değeri dünyadaki insânî değerleri de üretiyordu… Çünkü insandan insana teveccüh ihsan ile oluyordu….Bir şeyler anlatabildiğimi pek zannetmiyorum… Çünkü, anlattıklarım anladığımı zannettiklerimdir….
Bu incelemeyi, tenezzül edip sonuna kadar okuduysanız; bu ancak teveccüh göstermenizdendir….
İhsanımız bol olsun
SELAMETLE !...….. |