Hanımla münakaşamı Zübeyir ağabey çözdü
Hekimoğlu İsmail'in yazısı: Her hareketini, “son ibadetim” şuuruyla yapan Zübeyir Ağabey
Çok inandığım bir hakikat vardır; insanın insana üstünlüğü yoktur, insanları üstün kılan, prensipleridir.
Prensiplerin insanı nasıl ulvi bir noktaya ulaştırabileceğine bizzat Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in hayatında şahit olmuşumdur. Zübeyir Ağabey, fenafi’l üstat’tı… Yani yemesiyle, giymesiyle, fikirleriyle, metotlarıyla, hadiseler karşısındaki tavırlarıyla Bediüzzaman’ı yansıtan, o zayıf vücuduyla, o dalgın bakışlarıyla “bin talebe” yerine kabul edilen bir ağabeyimizdi.
Ufka yürüyen adam, hiçbir zaman ona ulaşamaz amma ufka doğru yürümüş olur. Bediüzzaman ufuk; Zübeyir Ağabey de ufka doğru yürüyen adamdı…
Lahikalar, Üstad’la irtibatımızı sağlıyor. Meslek ve meşrebimizin tarzına açıklık kazandırıyor. Mesela Barla Lahikası’nda buyrulmuş ki, “Velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır.” İşte Zübeyir Ağabey’e bakınca dış tesirlerin altında kalıp da duruşunu değiştirmeyen bir ihlas abidesi görürüm. İhlaslı kimse sadece ve sadece Allah’ın rızasına taliptir. Her an ölebileceğini, ahirette hayatının hesabını vereceğini düşünerek, her hareketini, “son ibadetim” şuuruyla yapar ve böylece devamlı ibadet halindedir. Zübeyir Ağabey’e bakınca külli ibadetin ne demek olduğunu anlardım…
Zübeyir Ağabey’in hayatıma çok önemli etkileri olmuştur. Mesela onun şöyle bir özelliği vardı; ders vermek istediği konuyu sohbetin içine gizlerdi. Bir gün hanımla aramızda ufak bir münakaşa geçmişti. Canım fena halde sıkkın… Kısıklı’daki Millet Parkı’na gidip biraz hava alayım dedim. İyi gelmedi. Kalkıp derse gideyim dedim. Süleymaniye, Kirazlı Mescit Sokak’taki dershanedeyiz. Zübeyir Ağabey geldi, dersi dinledi. Ders bitince parmağıyla bana işaret edip, “Kardeşim, gelir misin?” dedi. Arkasından yürüdüm, birinci kata çıktık, daracık bir odaya girdik, odada yastık kadar bir pencere, hemen yere oturdum. Zira sandalye falan yoktu, yatağına oturmamak için böyle davrandım. O da yere oturdu. “En temiz hava, medresenin bodrumunda var.” der, o küçük odada yaşardı.
Geceleri uyuyamazdı. Hastalığından, otlardan, ilaçlardan söz etti.
“Kardeşim, bir kadına anası, babası, çevresi, okul ve hakeza dokuz unsur yanlışı söylüyor, doğruyu söylese söylese yalnız kocası söyleyecek. Bu bakımdan bir kadının dokuz hatası olsa imanı varsa, tahkik-i imandan yana ise onun diğer kusurlarına bakılmaz... Ben hasta olduğum için hep kendi hastalığımla meşgulüm kusura bakma kardeşim…” deyip yine teferruata döndü. Böylece manevi âlemime bir neşter attı, çıbanı deşti, rahatladım. Kâinat çapında İMAN DAVASI varken, ne diye teferruatla uğraşıyorum? Yük, benim yüküm. Bu yükü eşimin sırtına yüklemem yanlış, ben evlendimse bir hanım almak istemiştim, dava adamı değil...
Zübeyir Ağabey her meseleyi böyle Risale-i Nur’lara bağlardı. Her müşkülü Risale-i Nur’larla çözerdi. Bize de bunu öğretmişti.
Bu mübarek ağabeyimizin kabrini ziyaret ettiğimde dedim ki: “Ömrünü bu derece ilme vermiş, dini için eziyet çekmiş, fakir yaşamış, ‘Helal daire keyfe kâfidir amma bu helal daire hizmete mani olmamalıdır’ hassasiyetiyle yaşayan bu mübarek ağabeyimizin makamı cennettir. Onu mezarda aramak boşunadır.”
Zaman alıntıdır