Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Misyonerlik Hıristiyanlığın Siyasallaşma Süreci ve Misyonerlik Miladi ikinci ve üçüncü yüzyıllarda çeşitli baskılarla yüz yüze olan Hıristiyanlık, önce 313 Milan Fermanıyla birlikte Roma İmparatorluğunda korunma altına alınan bir din olmuş, bunu izleyen dönemde ise Roma’nın resmi dini haline gelmiştir. Bu süreç kilisenin siyasallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Zira Roma İmparatorluğu, kendi siyasal yapısıyla bütünleştirdiği Hıristiyanlık inanç ve öğretilerini, resmi bir söylem olarak kabul etmiş ve tebası konumundaki halklara bu inancı gönüllü ya da gönülsüz benimsetme yoluna gitmiştir. İmparatorluğun resmi dinsel söylemi olarak belirlenen anlayışın dışında oluşan ya da oluşabilecek teolojik anlayış ve değerlendirmeler, doğrudan imparatorluğun egemenlik hakkına karşı bir başkaldırı ve isyan olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu nedenle dördüncü yüzyılda farklı bir İsa anlayışıyla ortaya çıkan Donatizm ve Arianizm gibi akımlar, Roma İmparatorluğunun siyasal ve askeri gücü kullanılarak şiddetle bastırılma yoluna gidilmiştir. Yine bu nedenle başta Konstantin olmak üzere Roma imparatorları, Hıristiyanlığın çeşitli inanç konularının görüşüldüğü teolojik toplantılara taraf olarak katılmışlar; hatta belirli kararların alınması için bizzat kendileri böylesi toplantıların düzenlenmesini istemişlerdir.
Böylelikle Hıristiyan inanç ve öğretileri çeşitli siyasal iktidarların resmi dini/söylemi haline dönüşmüştür. İktidarlarca benimsenen Hıristiyanlığın belirli bir teolojik yorumunun dışında kalan düşünceler, şiddetle itham edilmiş ve taraftarları zındıklık ve heresi ile suçlanarak takibat altına alınmışlardır. Bu nedenle, tarihte “Ayrılmış Doğu Kiliseleri” adıyla ortaya çıkan Monofizit ve Diyofizit doğu kiliseleri (yani Süryaniler, Ermeniler ve Nasturiler gibi akımlar), farklı teolojik inançları nedeniyle erken dönemlerden itibaren imparatorluk ve onun resmi inancının savunucusu olan ana kilise tarafından aforoz edilmişler ve bu kiliselere bağlı halklar Roma tarafından imparatorluğa isyan ve zındıklık suçlamasıyla takibat altına alınmışlardır. Nitekim, Roma ve sonraki dönemlerde Bizans’ın bu baskı ve şiddetinden usanan doğu Hıristiyanlarının yedinci yüzyıldan itibaren Müslüman hükümranlığını adeta bir kurtuluş olarak görmüş olmaları ve genellikle yapılan bir barış anlaşmasıyla İslam egemenliğine girmeleri boşuna değildir.
İşte bu bağlamda Ortaçağda misyonerlik kurumu, iki farklı grubu muhatap almaktaydı. Bunlardan birincisi Hıristiyan olmayan halklardı. Başta Avrupa ve Kuzey Afrika’nın farklı inançlara sahip olmayan halkları olmak üzere, Hıristiyanlık dışı insanların Hıristiyan inancına sokulması için Roma ve Bizans imparatorluklarının siyasal ve askeri desteklerini arkalarına alan Roma ve İstanbul kiliseleri, yoğun bir misyon faaliyetine giriştiler. Nitekim bu çabaların bir sonucu olarak kısa zamanda Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde ya da imparatorluğun siyasal ve askeri etki alanı altında kalan bölgelerde yaşayanlar büyük oranda Hıristiyanlaştırıldı. Misyonerlik faaliyetlerinin muhatabı olan ikinci grubu ise İsa’nın şahsiyeti, sakramentler vb konularda farklı teolojik değerlendirmelere sahip olan ve bu nedenle heretik sayılan gruplar oluşturuyordu. Ortaçağ boyunca Roma ve Bizans’ın resmi akidesine bağlı misyonerler, Süryaniler, Nasturiler, Ermeniler, Keldaniler vb bu farklı kiliselere bağlı inananları, Roma ve Bizans merkezli siyasal iktidarların resmi öğretilerine inandırmak için yoğun bir faaliyet gösterdiler. Hatta çoğunlukla arkalarına aldıkları siyasal ve askeri destekle, farklı düşünen bu insanları kendilerine döndürmek için zor kullandılar. İlerleyen dönemlerde de bu tür faaliyetler azalmaksızın devam etti. Özellikle Latin Kilisesi olarak da bilinen Roma Kilisesi, diğer bütün farklı kilise mensuplarını (Bizans imparatorluğunun resmi öğretisini temsil eden İstanbul Kilisesi bağlıları da dahil) kendi inanç ve değerlerine bağlayabilmek, bir başka ifadeyle onları kendi bünyesinde sindirebilmek amacıyla yoğun bir kampanya yürüttü. Örneğin Ortaçağ boyunca Kilisenin önderliğinde, özelikle Müslümanlara karşı düzenlenen askeri seferler olarak bilinen Haçlı Seferleri, aynı zamanda Balkanlar ve Güney Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki farklı Hıristiyan gruplara karşı da düzenlendi. Yine, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferlerinde, Katolik Roma’ya bağlı Haçlı orduları yalnızca Müslümanları değil Ortodokslar, çeşitli doğu kiliseleri bağlıları vb karşıt Hıristiyan grupları da (tabi ki bu arada Yahudileri de) hedef aldılar.
Böylelikle Batıdaki siyasal güçlerin desteğiyle hareket eden ve bu siyasal güçlerin resmi din söylemini temsil eden misyonerler, faaliyette bulundukları yerlerde, yalnızca inandıkları öğretilere halkı inandırma çabasında olmadılar, aynı zamanda irtibatlı oldukları siyasal güçlerin otoritesini ve egemenlik yetisini ifade eden resmi kültürel anlayışın temsilcisi oldular ve bunun propagandasını yaptılar. Dolayısıyla bu bağlamda misyonerlik, dinin siyasallaşması çerçevesinde, siyasal erkin otoritesinin kabulü ve pekiştirilmesi için gerekli olan kültür ihracıyla resmi din anlayışının savunusunda ve yayılmasında hayati rol oynayan bir kurum olageldi.
Miladi beşinci yüzyılın ikinci yarısında Batı Roma’nın çöküşüyle Roma Kilisesi, Batı Roma’nın iktidar alanı üzerinde doğan otorite boşluğundan yararlanarak kısa sürede siyasal bir güç olarak ortaya çıktı. Hıristiyanlığın mimarı Pavlus’un, otorite ve egemenliği ikiye ayıran ve metafizik bağlamda egemenliği tanrıya verirken dünyevi anlamda egemenliği siyasal güçlere hasreden ve siyasal güçlere itaati tanrıya itaatle eşdeğer görerek egemenlik alanında tanrı ile kral arasında gerçekleşen bir güçler ayrımını esas alan yaklaşımına rağmen kilise ve Papalık, lehine gelişen mevcut şartlardan yararlanmış ve dini olmanın yanı sıra dünyevi bir iktidar olarak da ortaya çıkmak suretiyle dinin siyasallaşması hadisesini doruğuna çıkarmıştı. Kısa zamanda askeri, ekonomik ve sosyal kurumlarını tesis ettiren ve resmi din söylemine karşı çıkanları sindirip yok etmeyi hedefleyen engizisyon yargı sistemini geliştiren Roma Kilisesi, misyonerlik kurumu vasıtasıyla kendi teolojik ve siyasal iktidarını etrafa yaymaya ve böylelikle egemenlik alanını genişletmeye çalıştı. Ancak Roma Kilisesinin bu çabası, Hıristiyanlık dünyasında bir dizi ayrılık hareketini de beraberinde getirdi. Öncelikle, 15. yüzyıl ortalarına kadar ayakta kalan Bizans’ın resmi din anlayışını temsil eden İstanbul kilisesi, Roma’nın bu girişimine karşı mücadele başlattı ve Roma ile İstanbul arasındaki bu çekişme ve karşıtlık sonuçta Roma İmparatorluğunun mirasını paylaşan Hıristiyan dünyasının iki büyük (ve birbirine düşman) akım halinde ortaya çıkmasına neden oldu; Katolik ve Ortodoks Kiliseleri oluştu.
16. yüzyıldan itibaren, başta ünlü Martin Luther olmak üzere çeşitli reformistler, bir dizi teolojik yenilik yanı sıra kilisenin siyasal/dünyevi bir güç olmasını sorgulamaya başladılar. Luther ve arkadaşlarının hareketi, aslında Hıristiyanlıkta reformdan çok bir öze dönüş hareketiydi; zira dinde temel referans olarak kutsal kitabı kabul eden bu reformistler, örneğin egemenlik konusunda Pavluscu çizginin esas alınmasını öngördüler. Pavluscu yaklaşım, tanrının egemenliğini yalnızca metafizik alana ve iman, tövbe, yargılama vb konulara hasretmekte, dünyevi konularda ise siyasal/laik iktidarlara mutlak egemenlik tanımaktaydı. Dolayısıyla “kimin toprağı onun dini” ilkesi çerçevesinde reformistler, kilisenin ve Papalığın dünyevi iktidar iddiasını (dolayısıyla teokrasiyi) reddetmekteydiler. Bu teolojik ve sosyolojik ayrılıklar kısa zamanda kuzey Avrupa’nın önemli bir kesiminin, Hıristiyanlığın ana gövdesinden Protestanlar olarak kopmasına neden oldu. Dolayısıyla Roma Kilisesinin (Papalığın) dinsel ve siyasal tavrının savunucusu ve yayıcısı olan Katolik misyonerler için, faaliyet alanlarına yeni bir muhatap kitle, Protestanlar eklenmiş oldu. Diğer taraftan, Protestan hareketinin de Hıristiyanlığın siyasallaşması sürecinden bağımsız olduğu ya da dinin siyasallaşmasına karşı çıktığı söylenemez. Zira, tanrı adına iktidarı elinde bulundurduğunu iddia eden Papalığa karşı çıkan Protestanlar, yine Tanrı adına iktidarın kilise dışı siyasal egemenlere verilmesi gerektiğini savundular. Hatta Protestanlar arasında bazıları, dünyevi iktidarların otoritesini o kadar vurguladılar ki dinsel alanın dahi siyasal iktidarlarca düzenlenmesi gerektiğini savundular. Böylelikle dinin siyasallaşma sürecinde Katolisizm Papalık ve kilise merkezli bir din anlayışını vurgularken, Protestanlık ise kilise dışı iktidarlar merkezli bir din anlayışını ön plana çıkardılar. Yine, Katolisizm, Papalığın hegemonyacı gücünü arkasına alırken, Protestanlık da başta Alman prens ve derebeyleri olmak üzere çeşitli Avrupa siyasal güçlerini arkasına aldı. Protestan akım içerisinde yer alıp teşkilatlanan kiliseler kısa zamanda kendi anlayışları doğrultusunda bir misyon ve misyonerlik kurumu oluşturmakta gecikmediler. Protestan misyonerler de tıpkı Katolik meslektaşları gibi, Hıristiyan olmayan muhataplarla birlikte gerek Katolikleri gerekse diğer Hıristiyan kilise bağlılarını hedef aldılar. Kendi siyasal-sosyal anlayışlarını ve bu çerçevede oluşturdukları din yorumlarını diğer bölgelere ihraç etmeyi hedeflediler.
İlerleyen dönemlerde gerek Katolik gerekse Protestan misyoner kuruluşlarının önemli bir hedefi, başta Ortadoğu ve Doğu Avrupa olmak üzere çeşitli yörelerde yaşayan ve genellikle Müslümanların siyasal egemenliği altında bulunan doğu Hıristiyanları oldu. Özellikle sömürge dönemlerinde, bu farklı Hıristiyan grupların Katolikleştirilmesi veya Protestanlaştırılması amacıyla çeşitli Katolik veya Protestan ülkelere mensup misyonerler yoğun bir uğraş verdiler. Bunun neticesinde örneğin Katolikleşmiş ya da Protestanlaşmış Süryaniler, Ermeniler vb gruplar (Türkiye’de mevcut olan Protestan Ermeni Kilisesi gibi) ortaya çıktı. |