Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Misyonerlik 4. Başlangıçtan Günümüze Misyonerlik ve Misyonerlerin Çalışma Metotları
Matta İncil’inde geçen “İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin, ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim”.[35] ayetinden anlaşılabileceği gibi misyonerliğin tarihi Hıristiyanlığın tarihi ile birlikte başlar. Kilise yeryüzünde varoluşunun gereği olarak Hıristiyan olmayanlara yönelik misyonunu başlangıçtan beri icra etmiştir. M. 50 yılında Kudüs’te yapılan Havariler Konsili’nde alınan kararla İncil’in Yahudi olmayanlara da ulaştırılmaya başlanması ve Pavlus’un seyahatleriyle evrensel bir mahiyet kazanmıştır.[36] Adı geçen Konsil aslında Yahudi olmayanlar arasında misyon icra eden Pavlus ve Barnaba’nın tecrübelerini aktardıkları bir toplantıdır. İlk Hıristiyan Konsili veya Havariler Konsili olarak sonradan adlandırılmıştır. Gerçekte Pavlus ve Barnaba, burada alınan karardan önce Filistin, Anadolu ve Roma İmparatorluğunun diğer bazı bölgelerinde misyonerlik yapmışlardır.[37]
Hıristiyanlık esas olarak Filistin’de ortaya çıkmış, dini yayma gayretleri başlayınca bütün faaliyetleri yasaklanmış, yeni dine girenler sıkı bir takibe alınmışlardır. İnançlarında sadık olanlardan bir kısmı bu bölgeleri terk ederek, Roma İmparatorluğunun hakimiyetinde olmayan bölgelere göç etmişlerdir. Göç edilen yerlerden birisi de Antakya bölgesidir. Başka bir ifade ile Kudüs ve çevresinde ümitlerini kaybeden Hıristiyanlar, başka bölgelere iltica etmek ve oralarda kendilerine yeni müntesipler bulmak zorunda kalmışlardır.[38]
Pavlus misyonerlik konusunda ilk dönemden itibaren Hıristiyanlar için tartışmasız en önde gelen örnek olmuştur. Dolayısıyla onun faaliyetleri hakkında kısa da olsa malumat vermek uygun olacaktır.
Pavlus’un Hıristiyanlığı anlatmak üzere en az üç yolculuk yaptığı bilinmektedir. O, 47-48 yıllarındaki ilk seyahatine Kıbrıs’tan başlamış, Anadolu’da çeşitli yerleri dolaşarak Kudüs’e gelmiştir. İkinci misyon faaliyetinde Suriye’deki kiliselerden başlayarak yine Anadolu’yu merkez seçmiş, Makedonya ve Yunanistan’daki kiliseleri içine alacak şekilde devam etmiş ve sonra Antakya’ya dönmüştür. Bu seyahat yaklaşık 49-52 yılları arasında yapılmış olmalıdır. Üçüncü seyahat özellikle Efes’e ve burası merkez alınarak Balkan kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52’de başlayan bu seyahat 57’de sona ermiştir.[39] Pavlus gittiği her yerde yeni dini anlatmış, dinin inanç ve öğretilerini yorumlamış, yeni cemaatler oluşturmuş ve irtibat kurduğu, tanıştığı topluluklara daha sonra da mektuplar göndererek onları yetiştirmeye çalışmıştır. Pavlus’un misyonerlik faaliyetlerindeki metodolojisini gösteren mektupları Yeni Ahit’in bir bölümü olarak Kitab-ı Mukaddeste yer almaktadır.
Pavlus’un Hıristiyanlık için ifade ettiği mana şüphesiz çok büyüktür. Kimi modern kristoloğa göre o, bugün bilinen Hıristiyanlığın kurucusu, kimine göre de Hıristiyanlığı sistemleştiren kişidir. Misyonerliğin mucidi olduğu hususunda ise ittifak vardır. Hz. İsa’nın metodu daha çok İslam tebliğ metoduyla benzerlik gösteren kendini tanıtma şeklindedir. Pavlus ise bugün misyonerlik denilince anlaşılan metodu ilk uygulayan kişidir. Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda metodunu şöyle anlatmaktadır: “Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ancak daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kutsal Yasanın (Musa Şeriatı) altında olmadığım halde Yasa altındakileri kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Mesih’in yasası altında olan birisi olarak , Yasaya sahip olmayanları kazanmak için Yasaya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle bir şey oldum.”[40] Bu ifadeler, Pavlus’un insanları kendi dinine döndürmek için her yolu caiz gördüğü şeklinde yorumlanabilir. Günümüzde bir çok Batılı yazar misyonerliği İslam’ın tebliğ anlayışı ile aynı göstermeye gayret etmektedir. Ancak daha önceki satırlarımızda da işaret ettiğimiz gibi Pavlus tarafından tanımladığı şekilde devam etmekte olan misyonerlikle İslam’ın tebliğ anlayışı arasında çok ciddi farklar vardır.
Pavlus’tan sonra Hıristiyanlık, onun ve diğer arkadaşlarının ziyaret ettikleri yerler başta olmak üzere çeşitli bölgelerde hızla yayılmaya başlamıştır. Daha ilk yüzyılda putperest Arap kabilelerinden bazılarının Hıristiyan olduklarını görmekteyiz. Suriye’de yaşamakta olan Kudaa kabilesi Hıristiyan olan ilk Arap kabilesidir. Daha sonra da Salih ve Gassan kabileleri onları takip etmiştir. Mezopotamya ve Cezirede yaşayan Bekr, Tağlib, Lahm, Cüzam, Rebia, İyad ve Kelb kabileleri de zamanla Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Arap Yarımadasının güneyinde yer alan Yemende de ilk asırdan itibaren Hıristiyanlık var olagelmiştir. Hz. İsa’nın elçileri arasında yer alan Bartelomeos bu bölgede misyonerlik yapmıştır.[41]
Ayrıca Yarımadanın güneyinde bulunan Necran, bölgenin en güçlü Hıristiyanlık merkezi haline gelmiştir. İslamiyet’in doğum yeri olan Mekke’de Hıristiyanlık çok yayılamamıştır. Mekke’de Hz. Muhammed’e eşi Hatice tarafından akraba olan Varaka b. Nevfel’in dışında birkaç köle bu dini benimsemişti.[42] Onların nasıl Hıristiyan oldukları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte misyonerlerin oralarda yaptıkları çalışmalar neticesi Hıristiyan olduklarını tahmin edebiliriz. Ayrıca, tüccar olan Mekke halkının ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen taraflarına her yıl seyahatler düzenledikleri bilinmektedir. Dolayısıyla Mekkeliler, İslamiyet’in gelişinden önce bu bölgelerde yayılmış olan Hıristiyanlıktan kesinlikle haberdardılar. Hz. Muhammed’in de çocukluk döneminde amcasıyla birlikte bir kervanda yer aldığı ve Busra denilen beldede bir papazla görüştüğü rivayet edilmektedir.[43] Bu görüşme Müslümanlar ve Hıristiyanlarca değişik yorumlanmıştır. Müslümanlar Rahip Bahira’nın Hz. Muhammed’in gelecekte bir peygamber olacağını bildiğini söyleyerek görüşmeyi onun peygamberliğine delil olarak gösterirler. Hıristiyanlar ise Hz. Peygamberin adı geçen rahipten etkilendiği ve bu yüzden peygamberlik iddiasında bulunduğu şeklinde yorumlamaktadırlar. Ancak olayın bir de misyonerlik boyutu vardır. Tarihi hadise esas olarak, bu bölgelerde bulunan Hıristiyan din adamlarının ticaret kervanlarını ağırlayarak dinlerini onlara anlattıklarını ve o dönemde böyle bir misyon metodu olduğunu göstermektedir.
400-700 yılları arsında Hıristiyanların misyonerlik faaliyetleri çok büyük bir artış göstermiştir. Bu dönemde kilise fakirlerin neredeyse tek sığınağı olmuştur. Kilise okulları ve manastırlar eğitimin yegane merkezidir. Kurumlaşmış kilisenin önemi artmış, kilisenin gücü oranında papanın rolü de artmıştır. İslam fütuhatı sebebiyle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan kayıplara rağmen kilisenin arazi ve mal varlığında çok büyük bir artış görülmüştür.[44]
Bu dönemde Batı’da rahiplerin çalışmaları netice vermiş, büyük gruplar liderleriyle birlikte Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık artık Batı’da çoğunluğun dinidir. Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Avrupa’nın en uzak noktalarından birisi İngiltere’dir. Adaya misyonerler, bu asırlarda yaşanan Alman ve Danimarkalıların istilalarından sonra gelmiştir. 597 yılında Papa Gregory 40 kadar misyoner papazı buraya göndermiş ve İngiltere’nin Hıristiyanlaştırılması temin edilmiştir.[45]
800’lü yıllardan itibaren dünya yeni bir sürece giriyor, derebeylik dönemi başlıyordu. Bu dönemde lokal kiliseler daha çok bulundukları yerlerin mahalli otoritelerine bağlanıyorlardı. Bu yüzyılın sonlarında hem doğuda hem de batıda idareciler kiliseyi kendi hükümetlerinin bir uzvu olarak görmeye başladılar. Bizans İmparatorları kiliseyi kontrolleri altına aldılar ve dinin öğretimine kadar her hususa müdahale ettiler. İstanbul Patriği Ignatus devletin bir uzvu olmayı reddedince İmparator tarafından görevinden alındı ve yerine din adamı olmayan Photius atandı. İmparator atadığı Photius’un meşruiyetini temin için bir konsil topladı ve Papanın kilise üzerindeki etkisini reddetti. Daha sonra gelen İmparator, Patrik Ignatus’u görevine iade etti ve doğu ile batı arasındaki problem çözüldü.[46] Ancak, bir ilke imza atılmış, Papanın otoritesine karşı çıkılmıştı. Bu hareketin başka bölgelerdeki Hıristiyan krallarca da daha sonra örnek olarak görüldüğü bilinen bir husustur.
8–11. yüzyıllarda misyonerliğin önündeki en büyük engelin dil problemi olduğu anlaşılmıştır. Bizans İmparatoru tarafından Slavlar arsında misyonerlik yapmak üzere görevlendirilen Cyril ve Methodius bu zorluğa bir çözüm bulmuşlar, Cyril alfabesi denilen bir alfabe icat ederek İncil’i Slav diline tercüme etmişler ve ayinleri bu dille yaptırmışlardır. Bu faaliyetin çok büyük bir başarı elde etmesi üzerine Alman papazlar Papadan İncil’i Almanca’ya tercüme etmek için izin istemişler ancak Papa izin vermemiştir. Katolik Kilisesi son dönemlere kadar ibadet dili olarak Latince ve Rumca’dan başka bir dilin kullanılmasına müsaade etmemiştir.[47] Dil konusu Hıristiyanlığın çeşitli mezheplere ayrılmalarının da ana sebeplerinden birisi olmuştur. Ancak, bugün gösterilen hedef, İncil’in tüm dünya dillerine çevrilmesine gayret edilmesidir. Neredeyse küçük kabilelerin dilleri de hesaba katılarak yapılan sayıma göre dünyada var olan 2200 dilin tamamına İncil tercüme edilmeye çalışılmaktadır. Büyük bir kısmına da tercüme edilmiş bulunmaktadır. İbadet dili olarak da her dil kullanılabilmektedir.
Misyonerlik çalışmaları ve dil konusu ele alındığında işaret edilmesi gereken bir husus da, son iki asırdır İngilizce’nin dünya dili olarak kabul edilmesinin misyonerlik çalışmalarına yaptığı katkıdır. 19. yüzyılda sömürgecilik, 20. yüzyılda da daha çok ABD’nin dünyadaki ağırlığı dolayısıyla İngilizce dünya dili olarak kabul görmüştür. Bu durum misyonerlere iki şekilde yardımcı olmuştur. Bunlar, gittikleri bölgelerde anlaşabilecekleri, aynı dili konuşabilecekleri birilerinin var olması ve dil kursları görüntüsü altında misyonerlik yapılmasıdır. İngilizce öğretilirken Hıristiyanlık da aktarılmıştır. Misyonerlerin geçen yüzyılda en başarılı olduğu bölgeler (Afrika ve Uzakdoğu) İngilizce’nin ikinci dil olarak en yaygın olduğu kıtalardır. Afrika’da misyonerlik yapacak bazı Alman, Fransız ve İsviçreli papazların İngiltere’de dil eğitimi aldıkları, İngilizce vasıtasıyla gidilen ülkenin dilinin oralarda öğrenileceği tarafımızdan müşahade olunan bir husustur.
11. yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı kiliseleri arasında çeşitli ve derin problemler ortaya çıktı. Dil, adet, gelenek ve dini uygulamalarda farklılıklar vardı. 1054’te İstanbul Patriği Michael Cerularius bu farklılıklardan dolayı iki kilisenin kesinlikle birleşemeyeceğini açıkça ifade etti. Esas konu yine Papanın otoritesiydi. Papanın temsilcisi olarak bir kardinal İstanbul’a geldi. Birliği müzakere etmek için yapılan toplantılarda karşılıklı suçlamalardan vazgeçilemedi ve bir netice alınamadı. Kardinal İstanbul Patriği Michael’i aforoz ederek İstanbul’dan ayrıldı. Böylece kilise fiilen ikiye bölünmüş oldu.[48]
Ayrılık, misyonerlik faaliyetleri açısından da son derece önemlidir. Zira iki kilise de karşılıklı olarak birbirlerinin mensuplarını kazanmak için misyon başlatmıştır. Aradaki nefret son derece büyümüş, sözde doğu kilisesine yardım amacıyla düzenlenen Haçlı Seferlerinde İstanbul’un yağmalanması onarılmaz yaralar açmıştır. Batı kilisesine karşı doğu kilisesinin nefretinin boyutunu, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi esnasında bazı din adamlarınca söylenmiş “Türk sarığını Latin kavuğuna tercih ederiz”[49] sözünden anlamak mümkündür.
Misyonerlerin gayelerinin Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırmak olduğunu daha önce belirtmiştik. Ancak Hıristiyan cemaatlerin birbirlerinin mensuplarını kazanmak için de misyonerlik yapmalarının ancak misyonerliğin gerçek amacından uzaklaştığı şeklinde açıklanabileceği kanaatindeyiz. Hıristiyan olmayanları kazanmak yerine başka mezhep veya grup mensuplarını kendi mezhebine veya grubuna geçirebilmek için misyonerlik yapılması söz konusu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu gün de durum bundan farklı değildir. Hıristiyan Batı devletlerinde, kendi cemaatine üye kazanmak için birbirlerine karşı yoğun bir misyonerlik faaliyeti icra eden yüzlerce Hıristiyan grup bulunmaktadır. Bugün misyonerlerin en yoğun olarak faaliyet gösterdikleri bölgeler gelişmiş batılı devletler olsa gerektir. Buna rağmen batıda çok ciddi oranda kiliseden uzaklaşma söz konusudur. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, Anglikan Kilisesi halkın %25’ini kilise üyesi olarak gösterirken ayinlere katılma oranı %0.5’tir. Ayrıca, yetişkinlerin %44’ü, 18-24 yaşları arsındaki gençlerin ise %70’i kendisini inançsız olarak tanımlamaktadır.[50] Başka bir ifade ile, misyonerler dışarıda ciddi başarılar elde ederlerken kendi evlerinde kaybetmişlerdir. Hıristiyanlıktan uzaklaşan batı toplumu daha çok ateistleşmektedir.
Orta Çağda iki yeni cemaat ve etkisi günümüzde de devam eden iki farklı misyon anlayışı doğmuştur. Bu cemaatler Fransiskenler ve Dominikenlerdir. Kardeşler olarak da adlandırılan Fransiskenler, basit ve fakirlik içerisinde bir hayat yaşamayı ve insanlar arasında dolaşarak misyonerlik yapmayı önermişlerdir. İnsanların verdikleriyle yaşadıkları için dilenciler diye de bilinegelmişlerdir. Bu cemaatin kurucusu Assisi’li Aziz Francis’tir. 1182 yılında zengin bir tüccar babanın oğlu olarak doğan Francis genç yaşında babasının servet ve zenginliğini terk etmiş, fakir olarak yaşamaya başlamış ve Hıristiyanları fakir, sakat, yetim ve bakıma muhtaç insanlara yardım etmeye çağırmıştır. Ona göre misyonerliğin en uygun yolu budur. Zira bu Mesih İsa’nın yoludur.
İslam aleminde misyonerlik tarihi açısından en önemli şahıslardan birisi şüphesiz Assisi’li Aziz Francis’tir. O, 1219 yılında Mısır’a yapılan beşinci Haçlı Seferlerine katılmış, Eyyubi Sultanı Melik Kamil ile görüşmüştür. Savaşta din anlatmanın mümkün olmayacağını, Hıristiyanlığı anlatmanın yolunun barıştan geçtiğini ifade etmiştir. Aziz Francis, Müslümanlar arasında misyonerlik yapmak isteyenlerin bağlı bulundukları bölgenin din otoritesinden izin almaları gerektiğini, otoritelerin de ancak yeterli bilgi ve misyon anlayışında olanlara izin vermelerini tembih etmiştir. O bu tavsiyesiyle, bilgi düzeyi yüksek misyonerlerin İslam alemine gönderilmelerini temin etmeye çalışmış olmalıdır. Aziz Francis’in misyonerlik metodu onun şu cümlesinden anlaşılmaktadır: “Kardeşlerim, Mesih’i tanıtmak için gittikleri yerlerde tartışmaktan kaçınmalı, sözlü mücadelelere girmemeli, karşı tarafı yargılamamalıdır. Son derece nazik, barışsever, mütevazı ve olabildiğince affedici olmalıdırlar.”[51]
Dominikenler ise vaaza verdikleri önem sebebiyle vaizler olarak bilinmişlerdir. Bunlar toplumun içerisinde yaşamışlar, toplumun hayat standardına uymuşlar, ilme önem vermişler, İncil’in ancak ilim yoluyla anlatılabileceğine inanmışlardır. Orta Çağ üniversitelerinde görev yapan öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu Dominikenlerdendir. Bu grubun esas amacı sapıklıklara karşı Hıristiyanlığı muhafaza etmektir. Misyonerlik anlayışlarındaki temel yaklaşımları ise Hıristiyan yapılmak istenen grubun dilini öğrenerek onlarla etraflıca tartışabilmektir. 13. asırda çok sayıda misyonerlerini Kuzey Afrika’ya göndermişlerdir. Dominikenlerin en önde gelenlerinden birisi Farabi ve İbn Rüşd’ün eserlerini inceleyerek onların Batı’da tanınmalarını sağlayan Thomas Aquinas’tır.[52] Bugün dünyada 7000’in üzerinde Dominiken vaiz ve yüzlerce rahibe grubu vardır. Fransisken papaz sayısı ise 30.000’in üzerindedir. Sadece ABD’de yüzlerce Fransisken cemiyet ve grup vardır. Bunlar geleneklerine uygun olarak okullar, hastaneler, yetimhaneler ve benzeri yerlerde çalışmalar yapmaktadırlar.[53]
Hıristiyanlık ikinci büyük bölünmeyi 16. yüzyılda Protestanlığın ortaya çıkmasıyla yaşamıştır. Reform hareketinin başlatıcıları yahut ilk Protestanlar olarak genellikle Martin Luther, Ulrich Zwingli ve Jean Calvin gösterilir. Her ne kadar kopmanın geri planında birtakım sosyal ve politik sebepler yatıyorsa da meselenin gerçek sebebi sosyal değil teolojiktir. Onlara göre kilise organizasyonu modern Avrupa insanını kucaklayamadığı için çökmüş, teolojik açıklamalar yetersiz kalmış ve Hıristiyanlık asıl mesajından uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla reformcuların asıl amacı da kilisenin asıl mesajına geri dönmesini sağlamaktır. Bu dönüşün iki temel yolu vardır: Kutsal kitabın herkes tarafından anlaşılmasını sağlamak ve Papanın otoritesini ve bu otoritenin biçimlendirdiği geleneği reddetmek. Böylece ruhban sınıfının rehberliği dışlanıp merkezi otoriteden uzak kalan pastoral kilise anlayışına yönelinilmiştir. Otorite, kilisenin ve rehber din adamlarının elinden alınarak Kutsal Kitabın aracısız anlaşılmasına ve imana devredilmiştir. Protestanlara göre Kutsal Kitabın anlaşılması için geleneğe ihtiyaç yoktur, herkes onu anlayabilecek kapasiteye sahiptir. Reformcular, insan ile Tanrı arasındaki ilişkide ibadet etmek, hayır işlemek, iyilik veya kötülük yapmaktan ziyade imanlı olmayı ön plana çıkardılar. Evharistiya ve vaftiz dışındaki tüm sakramentleri Kutsal Kitapta olmadığı gerekçesiyle reddettiler.[54]
Protestanlık hareketi özellikle Kuzey ve Orta Avrupa ülkelerinde hızla yayıldı. Katolik Kilisesince tehlikeli görülen bu durum, 1618-1648 yılları arasında yapılan Otuz yıl savaşlarının patlak vermesine yol açtı. 1648’de Vestfalya’da imzalanan anlaşma ile sona eren bu savaşların ardından bugünkü Avrupa coğrafyasının da temeli atılmış oldu. 16-17. yüzyıldan itibaren çok sayıda alt gruplara ayrılan Protestan kiliseleri Ortodoks dünyası da dahil olmak üzere hemen her yerde yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı. Lutherciler İstanbul Patriği Il. Jeremiah ile ilişki kurdular. İstanbul Patriği Cyril Lucaris Kalvinci görüşlerden etkilendi ve Protestanlarla temasa geçti.[55]
Katolik kilisesi, Protestanlık tehlikesinin bütün Avrupa’yı sarmasından endişelenerek kilise içerisinde ıslahat hareketi yapmaya girişti. Bu amaçla toplanan Trent Konsili reformcularla benzer görüşler geliştirmek suretiyle uzlaşma yanlısı bir tutum ortaya koydu. Bununla birlikte Katolikler Papanın bütün Hıristiyanlığın lideri olduğu fikrinden vazgeçmediler. Karşı reform hareketi Protestanlığı asimile etme hususunda başarısız kaldı ve iki mezhebin birbirinden daha çok ayrılmasına sebep oldu. Fakat bu gelişme misyonerlik faaliyetlerinde çok aktif olan Cizvitler gibi birtakım teşkilatların örgütlenmesine imkan vererek Katolik Hıristiyanlığın Asya ve Amerika’da güçlenmesine katkı yapmıştır.[56]
16. yüzyıldan itibaren Afrika, Asya ve Amerika’da sürdürülen misyon faaliyetleri, Avrupa dışındaki Hıristiyan coğrafyasını belirleyen en önemli olgudur. Özellikle Cizvitlerin önderliğinde Hıristiyanlık Doğu Asya gibi dünyanın uzak bölgesine taşınmaya başlandı. Bununla birlikte İslamiyet’in yayılışı sonucunda Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere bazı bölgelerin elden çıkması üzerine kilise yeni misyon teknikleri geliştirdi. Bu yeni durum, kilisenin daha örgütlü misyoner teşkilatları kurmasına ve daha entelektüel misyonerler yetiştirmesine yol açtı. Akdeniz ticaretinin Müslümanlarca kapatılması sonucunda yeni rotalara yönelen Avrupalı denizcilerin keşifleri, kilisenin misyonerlik yapacak yeni bölgelerle karşılaşmasına zemin hazırladı. Bu bölgeleri keşfe çıkan seyyahlar yalnızca Katolik din adamları olmamış, özellikle Güneydoğu Asya’da başarılı olan gruplar Protestanlar arasından çıkmıştır.[57] Bugün de elimizde bulunan verileri bir araya getirdiğimizde Protestan misyonerlerin sayı olarak diğerlerinden çok daha fazla ve etkin olduklarını görürüz.
Misyonerlik faaliyetlerinin zirveye ulaştığı dönem sömürgeci Batı imparatorlukları ile misyonerlerin el ele vererek çalıştıkları 19. yüzyıldır. Sömürgeci imparatorluklar koloni ülkelerin vatandaşlarının Hıristiyanlaştırılmasını siyasi ve ticari emellerine ulaşmanın en hızlı yolu olarak görmüşlerdir. Misyonerlerle sömürgeci devletin idarecileri birlikte çalışmışlar, gelişmemiş bölgelerin Batılıların kontrolünde olmasının bu bölge insanının çıkarına hizmet anlamına geldiğini işlemişlerdir. Hıristiyan olma batılılaşma olarak takdim edilmiştir.[58] Bu dönemde misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan veya dolaylı tesirleri her zaman dinin kapsama alanının dışına taşmış; siyasi, coğrafi, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri ülkelerin ise aleyhine sonuçlar doğurmuştur. 2. Dünya Savaşından sonra bu devletler bağımsızlıklarını elde edince gerçeği farketmişler, söz konusu ülkelerde misyonerler sömürgeciliğin bir uzantısı ve kolluk gücü olarak görülmüştür.[59]
20. yüzyılda misyonerlik misyoloji (missiology) adı altında diğer ilim dalları gibi bir ilim dalı olarak gelişmiştir. Yeni vaaz teknikleri geliştirilmiştir. Dünyanın her tarafında görev yapmış önemli misyonerler tecrübelerini ve biyografilerini kaleme almışlardır. Kilise ve Misyonerlik başlıklı uluslararası konferanslar düzenlenmiş, bunların hepsi de misyonerlik metotlarının geliştirilmesine yardım etmiştir. İnsanın bir çok özelliği ve ihtiyacı olduğu göz önüne alınmıştır. İnsanın ruhi hayatına hitap ederken maddi hayatına da hitap etmek gerektiği, bir misyonerin insanları Tanrı’ya çağırırken onların fiziki ihtiyaçlarını da dikkate alması gerektiği önemli bir misyonerlik metodu olarak ortaya konulmuştur.[60]
Günümüzde kullanılan misyonerlik metotlarına geldiğimizde, artık belirli birkaç metottan söz etmek yeterli değildir. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız, tarih boyunca tespit edilen metotların tamamı kullanılmaktadır. Bunlara ilave olarak günümüz sosyal ve teknik şartlarının ortaya çıkardığı yeni durumlarda misyonerlik için kullanılmaktadır. |