Durumu: Medine No : 27122 Üyelik T.:
07 Nisan 2013 Arkadaşları:1 Cinsiyet:erkek Mesaj:
47 Konular:
12 Beğenildi:2 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cevap: Benimle Evlenir misin Kocacığım?
Nikahı Cennette Kıyılan Yiğit
Sabah... Sulusepken bir kar yağıyor. İstanbul için mevsimin ilk karı... Çatılar, dallar saniye saniye beyaza bürünüyor. Hemen her sabah olduğu gibi apartmanın önündeki gazeteyi almaya iniyorum.
Kar-kış demeden kapımıza kadar bırakılan, "ben ne zorluklarla buralara kadar geliyorum" der gibi gözlerimin içine bakan ıslak gazeteyi alıyorum.
Islak gazetemin sayfalarını... çevirirken bir resme mıhlanıyor gözlerim.
Siyah saçlı, siyah kaşlı, yiğit yüzlü bıçkın bir delikanlı... Bir yüce dağı kavrar gibi iki yaşlı insanın kavradıkları bu resmi ben bir yerlerden tanıyorum, diyorum. 12 Eylül'de idam edilen Halil Esendağ olmalı.
Resmin altındaki yazı yanılmadığımı gösteriyor.
Resmin bir yanından tutan yaşlı ananın sırtında yüreğinin yaşadıklarından kararmış gibi duran siyah bir kazak, başında yine siyah desenli bir yazma, bir eli, oğlunu tutarken diğer eli felçli bir kol gibi dizlerine düşmüş, gözlerinden hüzün ırmakları akıyor.
Babanın sırtında siyahları diğer renklerden daha baskın duran bir oduncu gömleği, başında yine siyaha yakın bir bere... Kurumuş bir pınar gibi ışıltısını çoktan kaybetmiş, bakışlarında sanki; " Bir daha oğlum hiç gelmeyecek, baba ben geldim demeyecek" diye bilmenin acısı var.
Her ikisinin de elleri nasırlı; yüzleri, yılların ve acıların derinleştirdiği çizgilerle kırış kırış, gözleri bir hüzün pınarı.
"Yüreğimin yarısı yok" diyor anne. Oğlumu idam eden darbecilerin yargılandığı mahkemeye gitmek, onların yargılandığını görmek istiyorum. Bu benim oğlumu geri getirmeyecek ama biz çok acı çektik hala da çekiyoruz. Bari başka analar ağlamasın" diyor.
Hallerine bakılırsa pek yaşamak denmez onlarınkine.
O resim alıp götürüyor beni.
1980 öncesi günlere, üniversite yıllarıma.
Üniversitelerin bizi birbirimize düşman ettiği yıllara.
1980'li yıllara gelindiğinde artık huzur darağacındaydı.
Kim ölüyor, neden ölüyor? Kim öldürüyor, neden öldürüyor?
Kimse bilmiyordu.
Gazetelerde her gün kurşunlanan fidanlarımızın fotoğrafları yayınlanıyordu. Boykotlar, bombalamalar, çatışmalar, yokluklar, ölümler ülkeyi her geçen gün derin bir kaosa sürüklüyordu. Birileri "faşizm tırmanıyor," diğeri "bu kış komünizm geliyor," bir diğeri "dikkat şeriat tehlikesi kapımızda" diyordu.
Bizim kuşak korkuların neslidir. Korkularla büyüttüler bizi.
Yüreğimizdeki sevgiyi çaldılar.
Yitik sevginin nesliyiz biz.
Ve 12 Eylül sabahı...
Türkiye'ye sığmayan bizler; sağcısıyla, solcusuyla, milliyetçisiyle, dindarıyla küçük küçük hücrelere sığdık.
Dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler; içerde bir birbirimizin yarasını sarmak zorunda kaldık.
Dışarıda birlikte yemek yemeyi bile beceremeyen bizler; içerde üç öğün birlikte dayak yedik.
Kara Eylüller kırdı dallarımızı, sonbahar soğukları soldurdu güllerimizi. Kâbus gibi çöktüler ve bir neslin ufkunu kararttılar. Gül bahçelerini talan ettiler. Gözlerini bağladılar, gönül evini yağmaladılar, umutlarını kararttılar. Gencecik hamile kadınlara bile elektrik vererek işkence etmekten utanmadılar.
"Ne olur bari karnımdaki çocuğuma acıyın" yalvarmalarını, duymadılar. Yüreklerinde yarınlar için hayaller büyüten nice babayiğitleri paslı enserlerle beyinlerinden duvarlara çaktılar.
Darağacında sallandırdılar.
Anaların bağrı yandı. Türküler yarım kaldı.
İşte karlı bir İstanbul sabahında elimdeki ıslak gazetede anne-babasının ellerinden bana bakan babayiğit Halil onlardan birisiydi.
Binlerce Halil'den birisi.
İmanlı bir ülkücüydü.
Yiğitti... Gözü pekti...Derindi bakışları...Polat gibi bir delikanlıydı.
İdam edileceğini biliyordu. Son mahkemede arkadaşlarından "iki gelinlik" istemişti.
Biri kendisi diğeri arkadaşı Selçuk içindi.
Devletin elbisesiyle gitmek istemiyordu.
Koğuştaki yirmi üç ülkücünün üzerinden iki kefen parası çıkmaz.
Bir ananın getirdiği iki beyaz nevresimi cezaevi terzisine diktirerek, gelinlik tabir ettikleri idamlık elbiseleri günlerden beri hücrelerinde ölüm bekleyen Halillere yollarlar.
Halil'le Selçuk'un idamları kesindi ama kimse ne gün olacağını bilmiyordu. Görüşmek, konuşmak, kavuşmak yasaktı.
Taş duvarlar, demir kapılar biçiyordu "âsi küheylanlar"ın yollarını.
Bir yaz günü cezaevi terzisi;
"Bahçede sehpa kuruluyor, bu gece Halil'le Selçuk'u asacaklar galiba!" der. Kur'an'dan cüzler dağıtırlar, hatim okurlar, sesimizi Halil'le Selçuk duysun, diye her yarım saatte bir sala verirler.
İnfazlar 01:00'de olurdu.
Koğuş başkanı İrfan Bey, son defa salâ vermek üzere çıkar pencereye. Halil'in mahkeme salonunda söylediği sözler gelir hatırına.
"Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterim."
Elini koğuş parmaklığından dışarı uzatır, "Aman Allah'ım!" Yağmur, Halil'in duasına icabet edercesine yağmaktadır.
Kendi kendine;
"Ah Halil'im! Rabbimizden güneşleri yağdırmasını dileseydin, Rabbim bu gece güneşleri bile yağdırırdı" der.
Yağmurun gözyaşları hüzünlü ve ıslak haberler taşımaktadır.
O gece gardiyanlar, türbelerine nur inmiş dervişler gibi seccadelerinin üzerinde bulurlar iki yiğidi.
"Gidiyoruz" derler.
İki yiğit ölüm çökmüş hücrelerinden çıkarlar.
Karanlık bir dünyadan Cennete doğru değil de, sanki Cennetten dünyayı aydınlatmak için gelen iki beyaz melek gibi karşılaşırlar koridorda. Günler sonra yeniden kavuşmuşlardır; kucaklaşırlar, helalleşirler.
Elleri kelepçeli olduğu için sarılmak denmez onlarınkine, iki beyaz kuğu gibi başlarını bir birlerinin omuzuna koyarlar sadece.
Savcı, "Arkadaşları daha fazla bekletmeyelim" der. Bu söz her şeyi anlatmaya kafidir.
Ayrılırlar.
İnfazın yapılacağı bahçe projektörlerle aydınlatılmıştır, ortalık gündüz gibidir.
Sehpa kurulmuştur. Yağlı urgan, rengarenk derisine yaz güneşi vurmuş bir yılan gibi parlamaktadır.
Ürpertici bir manzaradır. Az sonra iki genç insanın dünyaları değişecektir.
Halil'i getirirler önce. Boynuna yafta takılıdır.
Son arzu; son namaz. İki rekat... Son kıyam... Son rüku... Son secde...
Ellerini kaldırıp, son duasını yapar.... Yüzü o kadar nurlanmıştır ki...
Hoca;
"Halil, Allah'a gidiyorsun," der.
Tebessümle başını sallar.
"Biliyorum Hocam! Dostlarımıza selam söyleyin, ölümümüze üzülmesinler."
Tekbir getirerek sehpaya doğru yürür yiğit.
Sonraki gün eşyaları arkadaşlarının olduğu koğuşa gelir.
Bohça açılır. Son giydiği gömlek, son giydiği ceket, pantolon, ayakkabı ve bir de defter...
Defterde, kılınan kaza namazları, tutulan oruçlar, ölümle ilgili ayetler, hadisler...
Küçük bir paket dikkatlerini çeker.
Açarlar.
Çevresi oyalı yeşil bir başörtü...
O an savrulurlar.
Hafif hafif çiseleyen gözyaşları sağanaklaşır.
Bütün koğuş hıçkıra hıçkıra ağlar.
Yürekleri yorulur.
Şehitliği bir şal gibi üzerine çekerek giden yiğit Halil tutuklanmadan kısa bir zaman önce evlenmiş, murad alamadan hapishane köşelerine düşmüştür.
İki buçuk yıl kaldığı ölüm hücresinde eşinin başörtüsü onun dert ortağı olmuştur.
Elimde tuttuğum ıslak gazetede oğlunun resmini tutan yüreği yorgun baba; "benim oğlum şehit" diyor.
Annesi; "oğlum şehit oldu mu? Olmadı mı?" diye çok üzülüyor.
Yüreği yaralı ana bir gece rüya görür.
Cennet'te kadın-erkek bütün sahabiler toplanmış Hz. Peygamber(s.a.v.)'i beklemektedir..
"Burada ne var ki böyle toplanmış bekliyorsunuz!" diye sorar.
"Bilmiyor musun, bugün burada şehit Halil'in düğünü var. Nikâhını Hz. Peygamber (s.a.v.) kıyacak; onun için bekliyoruz"
Bu sabah...
Uzun hava ağıt gibi kar düşüyor.
Dallara, dağlara, İstanbul'a, Anadolu'ya...
Benimse hatırıma nikahı cennette kıyılan fidan gibi yiğitler düşüyor.
Harun Tokak
__________________ "Ya hayır söyle ya da sus!"kimseye-söyleme000 "İnsanın süsü yüz Yüzün süsü göz Aklın süsü dil Dilin süsü sözdür." |