Konu Başlıkları: TARİH BABA İLE SOHBET...1
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Ağustos 2007, 12:02   Mesaj No:3

AŞK'ÜL İSLAM

Medineweb Sadık Üyesi
AŞK'ÜL İSLAM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:AŞK'ÜL İSLAM isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38
Üyelik T.: 30Haziran 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:44
Mesaj: 984
Konular: 245
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:146
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: TARİH BABA İLE SOHBET...1

Yoksa maddî ve zâhirî mânâda tâlip olduğunuz yükselişlere ulaşmış bulunsanız bile bu, öz ham ve sakat kalmaya mahkûmdur. Hayat ve hâdiseleri böyle ince ve derin bir perspektiften telâkkî etmedikçe üzerinizdeki îmân nimetinin icab ettirdiği olgunluğa kavuşabildiğinizi sanmamalısınız..."

Tarih Baba'nın, elinden tutarak dolaştırdığı genç, şahid olduğu manzaralar ve îmâlı ders, tavsiye, îkâz ve irşadlarla o hâle gelmişti ki, aldığı nasibleri hazmederek kendi kendisini yeniden inşa etmek ihtiyacını hissediyordu. Bu oluşun heyecan ve ağırlığı ile başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Tarih Baba, kendisine dönerek:

"-Evlâdım, dedi. Ecdâddan bu ziyaretlerimizde aldığımız îkaz ve irşad derslerini iyi hazmetmelisin! Bunların çoğu büyük kalabalıklar için gayb-i izâfîdir. Bunlar sana fâş edildi. Bir insan için en ağır yük, sır ve hikmettir. Görüyorum ki, bunaldın.

Evlâdım! Daha sonra bir başka âlem-i mânâda duraklama ve çöküş devirlerine uğrayacağız, Çanakkale'ye gideceğiz, Istiklâl Harbinin kahramanları olan kuvvâyı milliyye ile görüşeceğiz... Ancak bugün, son olarak I. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri'ni ziyaretle iktifâ edeceğiz."Fâtih, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in: "Ne güzel kumandan!" diye buyurduğu iltifatın güzellik ve ihtişâmı içindeydi. Dünyada hayâl edilemeyecek muazzam bir sarayda yine şanlı bir taht üzerinde oturuyordu. Genç büyük bir huşû ve temennâ ile zihnindeki istifhamları arz etmeye teşebbüs etmişti ki, Sultan Fâtih elini havaya kaldırarak buna meydan vermedi ve ona şöyle hitap etti:

"-Evlâdım! Bilesin ki ben, 14 yaşından beri İstanbul'un projeleriyle yatıp kalktım. 53 gün Istanbul surlarında ne çileler yaşadım!.. Öyle bir hâle geldim ki: "Ya İstanbul beni alır, ya da ben İstanbul'u!.." dedim. Arslan yürekli cengâver askerlerim de, İstanbul surlarına ateş lavları arasında tırmanırken âdetâ şehîdliği paylaşamayıp:

"-Bugün şehîdlik sırası bizde!" diyerek birbiriyle yarış ediyordu.

İşte benim ve sînesi îmân dolu askerimin kalbi bu kıvama varınca Rabbim bize zafer nasib etti. Böylece ben Peygamber müjdesinin bereketiyle çağ kapatıp çağ açtım..."
Fâtih'in hitabından gencin dimağ ve idrâkine sunulan bu hakîkatler, onu derin bir tefekküre sevketti. Ancak genç, hâlâ rûhî ihtilâçlarının girdabında kıvranıyordu. Oysa onun, su içen bir ceylan sükûneti ile huzur bulması gerekirdi. Genci binbir endişenin zebûnu görmesi sultanı üzdü. Ayağa kalktı; böylece görüşmenin bittiğine işaret etmiş oldu.

Buradan Osmanlı kültür ve medeniyetinin bânîsi olan II. Bâyezid Han'ın yanına vardılar. Velî lâkabıyla anılan o zâhir ve bâtın sultanı, huzuruna gelen gencin gönlündeki bulanıklığı yüzünden okuyarak onun bir şey sormasına meydan vermeden söze başladı ve:

"-Oğlum!" dedi: "İslâm gönüllere huzur veren bir râyiha gibidir. Bu şuurla ben tahta çıktığım zaman garb âleminin en büyük mimarı olan Leonarda de Vinci, Istanbul'u imar etmek ve camilerle donatmak için bize müracaat etmişti. Paşalarım, çok istekli bir alâka ile bunu kabule yanaşırken ben, o hristiyan mimarın teklifini reddettim. Bunu yapmasaydım, Mimar Sinan'ı idrâk edemezdik. Kendi öz şahsiyetimize kavuşamazdık. Mabedlerimize hristiyanî bir ruh hâkim olurdu.

Şunu da unutma ki, felâketler gibi saâdetler de daha ziyade baht işidir. Cehd işi olan, ilim tahsilidir; ilmin dışındakilerde bahtın rolü gâliptir. Herkes, kardeşim Cem'in sultan olmasını istiyordu. Tahta onu lâyık görüyordu. Lâkin o, ülkeyi bölerek milletin birlik ve beraberliğine zarar vermek gibi bir bedbaht arzu ve düşüncenin bedelini yâd ellerde ölerek ödedi. Onun için oğlum! Vatan toprağı aslâ bölünmez!.."

Sultan ayağa kalktı. Muhatabının içindeki kör düğümlere bir neşter atmıştı ve onun bir dolunay hâlindeki rûhunda yaşanan küsûfun (ay tutulmasının) azaldığı müşâhedesiyle vedâ temennâlarını kabul etti.
Bundan sonra Tarih Baba'yla genç, Yavuz Sultan Selîm Han'ın huzûruna vardılar. Yavuz'un çehresinde dehşetli bir mehâbet vardı. Çaldıran, Mercidâbık ve Ridâniye'nin çileli hâtıraları hâlâ dipdiriydi. Cenk meydanlarından gelen tekbir seslerini dinliyor gibiydi. Diğer taraftan Hicaz'ın iki Mübârek belde olan Mekke ve Medîne'nin hizmetini deruhte etmekle müftehir bir derviş vasfındaydı. Adetâ iki dünyayı mezcetmişti. Şöyle konuştu:

"-Oğlum! Başarıyı nefsinden bilerek gurura kapılan, o nimete liyâkat kazanamamış demektir. Allâh'ın lutf u keremiyle hâdimü'l-Harameyni'ş-Şerîfeyn olduk. Lâkin bu nimeti nefsimizden bilip gurura kapılmaktan son derece hazer ettik. Bütün nimetler Allâh'ın lutfundan ibarettir.
Evlâdım! Bir seferde devrimin meşhûr âlimlerinden Kemâl Paşazâde'nin atının ayağından sıçrayan çamur, kaftanımı baştan başa boyamıştı. Büyük üstâdın üzülmesine mukâbil ben âdeta sevinmiş ve:

"Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şereftir. Mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın ki, gelecek neslime bir ibret müzesi olsun!" demiştim.
Çünkü gerçek zafer, kalbin zaferidir. Onun için böylesi bir zaferle sonsuz vuslattan nasibdâr olabilmek yolunda bu çamurlu kaftan, benim için nice sırlar taşıyan müstesnâ bir semboldür.

Lâkin ne eseftir ki, artık ibret alacak ziyaretçiler bile kalmadı! Nerede o mübârek nesil?!.
Evlâdım! Sekiz senelik saltanatım, Rabbimin lutfu ile kazandığım zaferler, şanlar, şerefler ve fânîlerin iltifatları, bizleri sekre sürükleyip mağlûb etmedi. Şu hakîkati çok iyi bildim:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a'lâ imiş!..

Oğlum! Sen de iyi bilesin ki, gerçek muvaffakıyetlerin temeli, "nefs engelini aşmak ve onun aldatmacalarına kanmamak"tır. Anadolu'nun dirilik ve canlılığı, hep böyle bir muhteşem düstûr ile gerçekleşmiştir. Böylece oluşan mânevî ve millî şuur sayesinde Anadolu, daima genç kalmıştır. Nice düşman istilâları görse bile, kurumuş ağaçların kökünden filizlenen yeni sürgünler gibi daima mübârek bir yeşerme ve gelişme tezahür etmiştir..."

Yavuz Han'ın huzûrundan da iki büklüm olarak ayrılan genç, Tarih Baba'nın peşisıra bu defa Kânûnî'nin yanına vardı. Kânûnî dalgındı. Ufuklara bakıyordu. Sanki hâlâ Akdeniz'den gelen top seslerini dinliyordu. Onları görünce derin bir iç çekerek:

"-Ben üç kıt'ada hakkın ve adâletin bükülmez bileği oldum. At sırtında tâ Almanya'ya gittim; şimdi de gidenler var; hem de teknik vâsıtalarla ve çok kısa bir zamanda... Ama gidişlerdeki gâyeler nedir ve izzetimiz ne durumda?!.


Evlâdım! Preveze deniz zaferinden sonra Barbaros, esir dolu düşman kadırgalarını önüne katmış olduğu hâlde donanmasıyla Haliç'e giriyordu. Ben de zamanın devlet erkânıyla birlikte Sarayburnu'ndaki sahil saraylarının birinin önünden bu manzarayı seyrediyordum. Gemiler beni selâmlıyordu. Halk, çoşkun bir tezâhüratla Barbaros'un zaferini tes'îd ediyordu. Yanımdaki paşalardan biri bana dönerek:

"-Efendimiz! Zaman-ı saltanatınızda böyle bir zafer müyesser olduğu için ne kadar iftihar etseniz azdır! Acaba tarih, böyle bir zaferi kaç kere kaydetti?" dedi.
O anda Allâh'ın müstesna bir lutuf ve keremiyle kalbim, iradem, dimağım yalpalamadan ona şu cevabı verdim:

"-İftihar mı, şükür mü? Paşa! Zaferi ihsan eden kimdir?"
Bence uzun saltanatım boyunca kazandığım zaferlerin en büyüğü, şu iki kelimelik cevapla nefsime karşı kazandığımdır." dedi ve ayağa kalktı.
Alıntı ile Cevapla