Durumu: Medine No : 9 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
761 Konular:
392 Beğenildi:20 Beğendi:0 Takdirleri:87 Takdir Et:
| Cvp: 'O Diyarın Sakinleri
İmza Attıkları Bu Din, Belalı Bir Dindi
"Ben de, kesip yok edilen bir ağaç olmayı kuvvetle arzu ettim" (Tirmizi: 2414)
Dağların yüklenmekten çekindikleri ilahî emaneti insanoğlu üzerine almıştı. Takdir edilen bir ömür, ilahî ölçüler istikametinde tüketilecek, yaşanan hayat bütün yönleri ve bölümleriyle tek yaratıcı olan Hz. Allah'a sunulacaktı.
Zerre miktarı şer ve hayırdan hesaba çekilecek olan müslüman insan, meseleyi enine boyuna düşünmüş, baskı altında olmaksızın ilahi yapı olan İslâm dinini yaşanacak hayat tarzı kabul etmişti.
İnandığı İslâm'ın şartlan sanki mukavele niteliğindeydi. Yaratan ve yaratılan arasında gerçekleşen bir mukavele... İslâm'ın yaşanması ile vazife bitmiyordu müslüman insan için... Bir başka ciddi vazifesi de yaşatma mücadelesi vermekti. Yani Allah'ın emrettiği bir hayatı ölüm paha.sına yaşamak ve yaşatmak...
Dünyaya gelişi yaratılış sebebi buydu. Yani tek kelimeyle 0'na kul olmak. İmza attığı dinin tamamının yaşanması için mücadele vermek... Yasak savar kabilinden yaşanacak bir din değildi İslâm... Ve bir kısmı yaşanınca, diğer kısımlarının sakıt olunacağı bir din de değildi İslâm... Ya hep, ya hiç... imzayı atan bu inançla atmıştı imzasını... Önceden düşünmeliydi. İmzaladığı İslâm'ın belalı-kazalı bir din olduğunu bilerek imzalamalıydı... Heyecana kapılarak maddi menfaatlere kafayı takarak, her hangi bir rica ve tehdit zemini altında tutulmaksızın karar verilmesi icap eden bir din olduğunu bilmeliydi.
Mevzunun mücerretlikten kurtulması için, şimdi o diyarın sakinlerine bir göz atmamız gerekiyor. Dağların yüklenmekten kaçındığı bu ilahî emaneti yüklenenlerin taşıdığı ve taşıması gerekli olan mesuliyeti anlamamız için, o diyarın sakinlerinin yaşadığı hayata bir göz atmamız icap etmektedir.
O DİYARIN SAKİNLERİ îmanları uğruna her şeyi göze almışlardı. Onlar için önemli olan kendi varlıklarının kalınası veya ölmesi değildi. Önemli olan inandıkları îmanın, İslâm'ın varlığı-yokluğu mücadelesiydi. İslâm adına kurtulmak ve kurtarmak onların inancının özüydü. Tevhidin tebliğinde bu hususa önem verirlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden bir genç tevhit uğruna girdiği savaşta esir alınmıştı yemesi ve içmesi dayak, yatması ve uyuması dayak olan bu genç tüm baskı ve işkencelere rağmen imanından dönmemişti. Neticede hıristiyan mahkemesi idamına karar vermişti. Halk, müslüman birinin idam edileceğini duyunca yollara dökülmüş, heyecanla gencin gelmesini bekliyordu. Hapishaneden çıkan ve elleri-ayakları bağlı genç idam edileceği meydana götürülüyordu. Çok sevinçliydi. Yürümekte zorlansa bile vakarlı adımlarla ilerlemesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Kiliseden hadiseyi seyreden bir papaz koşa koşa gelmiş ve gencin kulaklarına eğilerek:
"Anlıyorum, dirençli bir îman anlayışın var. Ama seni idam edecekler. Eğer hıristiyanlık dinine girersen, hemen mahkeme heyetine gidip infazı durduracağım. Sana beş dakika müsaade. İyi düşün ve kararını ver" demişti.
bana beş dakika müsaade verdiğin için sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Çünkü bu beş dakika içinde, hak din olan İslâm'ı sana öğretir ve müslüman olmana sebep olursam, ölsem dahi gam yemem."
O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden zayıf ve fakir olan tevhit erlerinden bazılarını yakalıyorlar, bir kısmının boynuna ip takarak şehrin azgın gençlerine teslim ediyorlardı. O genç ve çocuklar, bu mazlum insanları cadde cadde, sokak sokak gezdiriyorlardı. Sokaklarda dolaştırılan bu insanların anne ve babaları hâdiseyi seyrediyor, içlerinden bir kısım anneler yerlerde sürünen çocuklarına hakaret ediyor, bazen tekmeliyorlar ve bazen da küfrediyorlardı. Hak davada ısrarlı olarak taviz vermiyorlar, kendilerine bu işkenceyi yapanların hidayetleri için dua ediyorlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden bazılarını bu hâliyle gören büyük rehber, mertebesine erişilemez olan büyük insan, faziletli Nebî, onlara sadece cenneti vadediyordu. Dünyalıklarına yönelik bir vaadde bulunmaksızın Allah davasına davet eden yüce İnsan, işkence altında onlara âhiret mükafaatını vaadediyordu. Ancak devlet olunca, belli bir kuvvete erişince, İslâınî kıyafetine müdahale edilen müslüman bir hanım için savaş îlan edecekti. Bu haşmetli, mütevazi, olgun ve dolgun Nebî, çok zaman mescidden evine geldiğinde sabah kahvaltısı için bir şeyler ister, ancak kendisine verilen cevap:
- "Bir şey bulup hazırlayamadık" denince, hiç kızmadan, darılmadan:
"Ben de bu gün oruçluyum" buyururlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nin rehberi, tüm Nebî ve Resûllerin çektiği sıkıntıyı, eziyeti fazlasıyla çekmişti. Tevhidi tebliğ ederken, azgın bir takım ayak takımı, o güzel insanın nurlu yüzüne tükürür, bir kısmı toprak atar, bazısı da küfrederdi. Kâbe'nin bir köşesine çekilerek Rabbine ibadet ederken, azgın bir kâfir gelmiş ve gömleğini O yüce Resûlün boynuna dolayarak sıkmıştı. Cennet ve cehennemin onun hürmetine yaratıldığı büyük insan, dayanamıyor ve diz üstü düşüyordu. Bu sefer de işkence sahipleri öldü zannederek Peygamberimizi bırakıyorlardı. Ayılan, kendisine gelen ve ayağa kalkacak gücü kendisinde bulan nurlu Nebi, tekrar müşriklerin yanına gidiyor, sıkılan boğazım gösteriyor ve kâinatı dolduracak sözü îlan ediyordu:
"Allah'a yemin ederim ki, sizi hizaya getirecek bir din ile geldim..."
O DİYARIN SAKİNLERİ[/B]'nden biri vardı. Ayağı topaldı. Yürürken aksak yürürdü. Tevhidin tebliğine vesile olan savaşlara katılmaya can atıyordu. Ne var ki evlatları babalarına müsaade etmiyordu. O da Peygamberimize gidiyor ve evlatlarını şikayet ediyor, savaş için izin istiyordu. Tek önder, büyük insan, meşru mazereti sebebiyle savaşa katılmamasını istiyordu. Cihad aşkı kalbine kıvılcım olarak düşen topal insan:
"Ya Resûlallah, savaşır ve şehit düşersem cennete girerken bu topal bacağım düzeltilecek mi?" diye bir soru yöneltti. Kendisine "Evet" cevabı verilince savaş sevdalısı gidiyor ve şehit düşüyordu. Ufkun derinliklerine bakan yüce Resûl müjdeyi vermişti:
- "Kardeşinizi yürür halde cennete girerken gördüm..." Her zaman söyledik, yine diyoruz ki o diyarın sakinleri, İslâmî bir rehberimizdir. Her biri semayı donatmış birer yıldız gibidir. 20. asırda yaşayıp, içini çekerek:
"Keşke O diyarın sakinlerinin zamanında yaşasaydı" diyenlere sadece şu kadarcık bir sual yöneltiyoruz:
"Sizleri Allah'ın yaşatmadığı bir zamanda yaşamak istemeye sevk eden sebep nedir? O devirde yaşamış olsaydınız, Resûlullah'a karşı tavrınızın ne olacağını biliyor muydunuz? Halbuki, Resûlullah'ı gördüğü ve O'nun zamanında yaşadığı halde nice nice insanlar, yüzükoyun cehenneme atılmıştır."
BU DİYARIN SAKİNLERİ[/B] başlarını aynı hedefe çevirdiği, aynı fikir ve harekette ittifak ettiği müddetçe, o diyarın sakinleriyle aynı asırda yaşamış gibi değer bulurlar. Ebû Zerr (r.a.)'in rivâyet ettiği bir hadis şöyledir:
Bir gün Peygamberimiz "Kardeşlerimi ne kadar görmek istiyorum" buyurdu. Ashab:
"Biz senin kardeşlerin değil miyiz, Ya Resûlullah?" dediler. O da;
"Siz benim arkadaşlarımsınız, ashabımsınız, kardeşlerim, benden sonra gelip beni görmedikleri halde îman edenlerdir..."
Sonra kıbleye yöneldi ve "Allah'ım onların nuru ile gözümü aydınlat."... buyurdular.
Bu diyarm sakinlerinden, o diyarm sakinlerine selâm olsun...
Abdullah Büyük
|