Diyarın Sakinlerinde İhsan Sırrı Tecelli Etmişti
O DİYARIN SAKİNLERİ, âhiretlerini mamur etmişlerdi. Zaten garib olarak bulundukları fenadan bekaya hicret için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Öyle ki fenadaki mallarını mülklerini sarf edip bekadaki mülklerine aktarıyorlardı. Hz. Ebu'd-Derda (r.a.)'ya sorduklarında: "Evinizin eşyaları nerededir?" cevabı şu oluyordu: "Bizim yolumuzun üzerinde bir yokuş var ve o yokuşun öbür tarafında bir köşkümüz var, yokuşta eşyaları taşımak zor olacağından şimdiden yavaş yavaş köşkümüze aktarıyoruz." Köşkten kasıt - da Hakk Teala'nın emirlerine teslimiyete karşılık verilecek olan cennet köşkü idi elbette. O zat-ı muhterem İslâm'a teslim olmakta biraz gecikmişti ama teslimiyeti tam olmuştu. Bizler ise o diyarın sakinleri gibi âhirete tam manasıyla iman etmemiş olduğumuz için Rahman'dan gerçek manasıyla korkamıyor ve yine âhiret ahvalini gerçek manasıyla bilmediğimiz, tanıyıp öğrenmediğimiz için âhireti arzulamıyor, dünyaya bağlanıyoruz. Gerçekten bizler âhireti tamsa idik yolumuzda kabir suali, kabir sıkması, haşr, hesap, mizan sırat gibi yokuşların mevcudiyetini anlayacak ve bu yokuşlarda zorlanmamak için şimdiden eşyalarımızı köşkümüze taşımaya başlayacaktık. Ama ne yazık ki bizler bizi altında ezecek malları biriktirmekle meşgulüz. Allah Teala bu bataklıktan tüm Ümmet-i Muhammed'i kurtarsın.
O DİYARIN SAKİNLERİ inandıkları davayı önce öğrenmişlerdi, sonrâ da tanımışlardı. Tanıdıkları bu davayı ellerinden bırakmamak için her fedakarlığa, katlanmışlardı. Onlar cihad anında imanı tanıdılar, îman ettiler, şehidliği tanıdılar hemen cihada koşarak bir rekat namaz bile kılmadan şehid oldular. Namazı tanıdılar, cemaati hiçbir zaman terk etmediler. Hatta bilerek namaza geç gitmek istediklerinde îmanları buna müsaade etmedi ve okun yaydan fırladığı gibi mescide koştular, çünkü ruhu cendere ile sıkılıyor gibi oluyordu o zatların eğer cemaatten uzak kalırlarsa. Bir sefer dahi olsa, çok mühim işleri dahi olsa, cemaatten uzak kalmak istemiyorlardı. Çünkü cemaatten uzak kalmak demek vahiyden uzak kalmak demekti, nurdan uzak kalmak demekti, rahmetten uzak kalmak demekti. Bu diyarın sakinlerinin ise cemaatten uzak kalmak için mazeret ve bahaneleri çok, ya işi gereği, ya da mesleği gereği müsait olamadığını iddia ediyor. Müsait olsa caminin uzaklığını bahane ediyor, mescid yakın olsa imanın şuursuzluğunu öne sürüyor. Ayrıca bizler davayı daha öğrenemedik tanımak şurada dursun. Öğrenenler olduysa onların da bir kısmı tanıyamadı. Tanıyamadığımız için o nimete sahip çıkamadık. Peki bu nimete sahip çıkamayan başkasına neyi verebilir ki. Eğer namazı tanısaydık ona tembel tembel kalkmazdık. Eğer haccı tanımış olsaydık Kâbe'yi tavaf ederken satın aldığımız eşyaları gümrükten nasıl geçireceğimizi düşünmezdik. Eğer cihadı tammış olsaydık ne yapar eder, bir yolunu bulur Bosna'ya giderdik. Keşmir'e, Tacikistan'a yada fiili cihadın mevcut olduğu başka yerlere koşardık.
O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE öyle bir aile merhumu vardı ki, bugün bizler onu ,tarif etmekten aciziz. Yabancı bir erkeğe ne bakarlardı ne de kendilerini gösterirlerdi onlar. Eğer yüzü, gerdanlığı açıları bir kadına hata ile bakınışsa gusül abdesti alırlardı. Bu bakışların muhatabı olan kadın ise bu bakışın hamile kaldığı çocuğunun ahlakına tesir edeceğini bilirdi. Onlar, Peygamberimizden duymuşlardı ki şehvetle bakmak, şeytanın oklarından bir oktur. O ok bir insana saplansa durumu ne olurdu. Onların kızları büyüyüp ergenlik çağma gelince göğüsleri düz bir bez parçası ile bağlarlar, belli etmezlerdi. Çünkü onlar tam inanıyorlardı, bu inanç da tam teslimiyeti gerektirdiğinden onların her işleri tam oluyordu. İnançları da tam oluyor, amelleri de, ahlakları da. O DİYARIN SAKİNLERİ'NDE ihsan sırrı tecelli etmişti.
Yani Allah'ı görüyormuş gibi ibadet ederlerdi onlar ve yine öyle ölürlerdi. Namaz kılarken bir türlü, alış-veriş yaparken bir türlü hareketin içine girmezlerdi. Seccade üzerinde. mescid de nasıl iseler arz üzerinde de gezip dolaşırken öyle idiler. İnsanına göre eğrilip büğrülmez, değişmezlerdi. Olduğu gibi olmayı îmanın bir gereği kabul ederlerdi.
Allah'ın kesin emirleri karşısında hemen tavırlarını ortaya koyarlardı. Allah'ın her an kendileri ile beraber olduğuna inanır ve ona göre yaşarlardı: Çünkü Allah Teala:
"Nerede olursanız olun (Allah) sizinle beraberdir. Ne yaparsanız hakkıyla görücüdür." (Hadid; 4)
"Dilediğinizi yapın, çünkü hareketlerinizi Allah görecektir." (Tevbe: 105)
"Allah onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü sinelerin ta özünü bilendir." (Ra'd: 10) buyurmakta idi.
Şu hadis-i şerifte onları çepeçevre sarmış ve kuşatmıştı: "Îmanın en faziletlisi, her hal ve harekette Allah'ın seninle beraber olduğunu bilmendir." (İbn-i Kesir 4/304)
O DİYARIN SAKİNLERİ samimi idi. Her şeyleri sade ve tabii idi. Yapmacık hareketlerden şiddetle kaçınırlar ve riyakârlık yapmazlardı. Okudukları Kelime-i Tevhid'inı içinde bulunan Allah'ın Resûlünü bütünü ile kabul etmişlerdi. O mümtaz şahsiyet kendileri için her şeylerine imanıydı. Hem namazlarında, hem sohbetlerinde, hem çarşılarında, hem cihadlarında hem aile hayatlarında imanıydı. Onlar bizler gibi sadece ibadetlerinde, evradlarında, birtakım işlerinde Hz. Peygamberi imam kabul etmemişler her alan da o yüce Resûlün imamlığına tabi olmuşlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, dilin afetlerini gayet iyi bilirler az konuşurlar öz konuşurlardı. Konuşulmaması gereken yeri iyi tespit eder, konuşulması gereken yerde de susmazlardı. Ağızlarından çıkan sözleri kalpleri de tasdik ederdi. Ne söylemişlerse onları yaparlar yapmayacağı bir şeye de söz vermezlerdi. Çünkü Peygamberleri böyle istiyor ve Yüce Allah böyle emrediyordu. Davaları uğruna canla başla çalışırlar, Yüce Resûle olan sevgi bağlılıkları ve evlat, aile mal ve mülk sevgisinden çok çok üstündü. Resûlullah'ı, adım adım takip ederlerdi. O kadar zeki olmalarına rağmen akla gereğinden fazla önem vermezler vahye ve sünnete teslim olurlardı. Aklı Allah Teala'nın yüce bir nimeti kabul ederler vahyin ve sünnetin emrine teslim ederlerdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberlerine tabi olmadan, O'nu sevmeden imanın geçerli olmayacağını bilirler-ve öyle inanırlardı. Resûlullah'tan duydukları ikazları kabulden kaçınmazlar, O'nu bir beşer kabul etseler bile muhabbetlerinden ne yapacaklarını bilemezlerdi. Savaşlarda O'na bir zararın dokunmaması için kimisi kolunu, kimisi dişini, kimisi başını, kimisi de gövdesini siper edinirdi. Vücut uzuvlarını ve bedenlerini Yüce Resûl uğrunda kaybetmekten çekinmezlerdi. Kimisinin gözü çıkar, kimisinin kolu kopar, kimisinin vücudu yere yıkılırdı. Bu hallerinde bile Resulullah'ı, ararlar, O'nu sorarlardı. Dünyaya veda ederlerken dahi fütüvvet şuurundan ayrılmazlardı. Seferde de hazar da da kerdeşlerini kendi nefislerine tercih ederlerdi. Çünkü onlar kendilerine çok yüce bir önder edinmişler ve yine O yüce öndere her hususta tabi olmak üzere, itaat etmek üzere çok yüce bir ahid vermişlerdi:
"LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH" Abdullah Büyük