Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 Arkadaşları:5 Cinsiyet:erkek Yaş:38 Mesaj:
4.833 Konular:
926 Beğenildi:342 Beğendi:0 Takdirleri:62 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | e) Tasavvuf Metodu. Sûfiyye, dinî hayat konusunda akıldan önce kalbe rol vermek istemiştir. Onlara göre bedene bağlı arzuların asgari seviyede yerine getirilmesi, ruhî güçlerin samimiyet ve ısrarla dinî konulara yöneltilmesi sonunda keşf denen vasıtasız bilgi ve tanıma yolu doğar. Allah ancak bu yolla bilinir veya tanınır. Gazzâlf nin, akıl yolunu yıllarca denedikten sonra bunu terkedip keşf ve ilham metodunu benimsediği kabul edilir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin, kendi döneminde aklî ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Fahreddin er-Râzî*ye yazdığı mektup, keşf metodunun üstünlüklerini etkileyici bir üslûpla ifade eder. İbnü'l-Arabrye göre Allah'ı tanımak başka, Allah'ın varlığını bilmek başkadır. Akıl Allah'ı ancak var olması bakımından ve selbî sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilir. Halbuki keşf yoluyla Allah müşahede edilerek tanınır {Risale, vr. 96b). Dinî hayatın odak noktasını oluşturan Allah inancının doğup yerleşmesinde şahsî yöneliş ve gayretlerin, içe dönük gözlemlerin önemi çağdaş yazarlar tarafından da kabul edilmektedir. Ancak yüksek bir irade gücüne dayanan bu tür psikolojik tecrübelerin zor yapılabilir olmasından başka, sonuçlarının daima isabetli olamayacağı ve bu sonuçların sadece tecrübeyi yürüten için değer taşıyacağı da unutulmamalıdır. Allah'ın varlığını ispat konusunda kullanılan delilleri tenkit süzgecinden geçiren İbn Rüşd keşfin yaygın olarak kullanılamayacağını ifade ettikten sonra Kur'an'ın bütünüyle benimsediği metodun düşünme ve incelemeye davetten ibaret olduğunu hatırlatarak bunun terkedilmesinin Kur'an metodunu hiçe saymak anlamına geleceğini söyler. Bununla birlikte o. nefsin arzularını asgariye indirmenin gerçeğe ulaşma yolunda akla yardımcı olabileceğini de kabul eder (el-Keşf, s. 63-64), Keşf, dinin benimsenmesinden sonra dinî hayatın güçlenmesi ve ruhun Allah'a yücel- mesi yolunda, uygulayabilenler için faydalı bir metot olarak değerlendirilmelidir (bk. KEŞF, MÜKAŞEFE). III. BİRÜGI İslâmiyet'in tevhid dini olarak tanınması, doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almasının yanında, bütün insanlığa hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı İnançlara cephe almak, hatta diğer semavî din mensuplarının ulûhiyyet anlayışını tashih etmek gibi önemli görevleri üstlenmesine bağlı olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in düşünce örgüsünde insana değer verme unsuru çok önemli bir yer tutar. Kişinin kendisi gibi yaratılmış bir nesneyi tanrı diye tanıması, ona insan üstü özellikler vererek tapınması insanlık değerleriyle bağdaşmaz. Çok tanrıcı inancın tenkit edildiği birçok âyette tapınılan şeylerin değersizliğine sık sık dikkat çekilmekte ve özellikle onların yaratma gücünden, hatta insana ait birçok fonksiyondan yoksun olduğu vurgulanmaktadır (ilgili âyetlerin listesi için bk-1. LaBeaume, s. 129-137; M. Fâris Be-rekât, s. 4-17). Kur'an'ın başlangıç bölümünü teşkil eden Fatiha süresinin her namazda birkaç defa okunmak suretiyle günde yaklaşık kırk defa tekrar edilişinin hikmetlerinden biri, her halde tapınılacak, yardımı istenip sığınılacak varlığın sadece Allah olduğunu kişinin zihnine ve gönlüne yerleştirmekten ibarettir. Kâinatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen (rabbü'l-âlemîn, rahman ve rahim) Allah'tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek (ibâdet ve istiâne), birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan (el-İsrâ 17/70) insanoğluna büyük bir haksızlıktır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Lokman'ın oğluna Öğüt verirken söylediği hikmetli sözlerinden birini şöyle nakleder: "Allah'a ortak tanıma! Şüphe yok O'na ortak tanımak büyük bir zulümdür" (Lokman 31/13). Birçok âyet de inançsızlığı (küfür) veya çok tanrıcı anlayışı (şirk), bu zihniyetlerin sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak niteler (bk. meselâ el-Baka-ra 2/54, 57; el-A'râf 7/177; et-Tevbe 9/ 36, 70). Burada söz konusu edilen zulüm, her şeyden önce insanın kendi şahsiyetini, hürriyetini, şerefini ve dolayısıyla insanlık değerini kendi davranışlarıyla yok etm ALLAH Kur'an. Allah'ın varlığının insan tarafından benimsenmesini onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O'nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. Bu, eski antropolojik teorilerin aksine dinler tarihi alanında yapılan yeni araştırmaların da desteklediği bir husustur (bk. Cevad Ali, VI, 36). Ancak O'nun birliğini ifade eden âyetler varlığını belirten âyetlerden çoktur. Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O'nun varlığını benimsemekten zordur; çünkü tanrının varlığı daha çok aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır. Allah'ın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke'de nazil olan âyetler, doğrudan tevhidi telkin edenler veya şirki reddedenler olmak üzere iki grup halinde düşünülebilir. Daha çok vâhid, ahad ve vah-de kelimeleriyle doğrudan O'nun birliğini ifade eden âyetler hadislerle de desteklenmiştir (bk. M. F. Abdulbâki, Mu'cem; Wensinck, Mu'cem). Bunların dışında Kü-tüb-i Sitte'öe Allah'ın isimlerinden biri olarak yer alan vitr (tek) kelimesi (bk Wensinck, Muzcem, "vitr" md.) ve Halî-mfnin kanaatine göre Kur'an'da ve hadiste Allah'a nisbet edilmiş bulunan kâ-fî (yeten, kulunun bütün ihtiyaçlarını karşılayan] kelimesiyle O'nun aşkın bir varlık olduğunu ifade eden alî, azîm, refî gibi İsimler {el-Minhâc, I, 190), Allah'ın birliğini doğrudan telkin eden terimlerdir. Bu delillere İhtâs sûresinin İkinci âyetini de ilâve etmek gerekir ("samed: her şeyden müstağni, her şey ona muhtaç"). Kur'ân-l Kerîm'de şirki ve ulûhiyyet makamına yakışmayan bütün yaratı I m işlik, acz ve eksiklik kavramlarını reddetmek suretiyle tenzihi amaçlayan âyetler pek çoktur. Bu tür âyetlerin konu edindiği ve tevhide aykırı olduğu bilinen bütün inançia-nn tarihî oluşumunu ve bu inançların
■ Allah', -hû* lafızlarım ve kelıme-ı tevhidi ihtiva eden celi-sülüs levha Aytaç hattı. Kem al ettin Numtr koleksiyonu) taraftarlarını Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan İslâm öncesi Araplarında bulmak mümkün olmayabilir. Çünkü Allah'ın elçisi olarak bütün insanlığa geldiğini ilân eden (bk. el-A'râf 7/158) Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği din belli bir zaman ve coğrafyada ortaya çıkmışsa da evrensel mesajlarıyla zaman ve mekân sınırlarını aşmış ve bütün insanlığa hitap etmeyi amaçlamıştır. Şu halde müslüman ve Batılı bazı yazarlarda görüldüğü üzere tevhid ve tenzih âyetlerinin red ve tenkit açısından konu edindiği inançların hepsini Câhiliye Arapla-n'nda aramak, bunun için uzak yorumlar yaparak tahminler yürütmek isabetli bir metot sayılmamalıdır. Allah'a nisbet edilen "bir"lik, herhangi bir sayı dizisinin İlk basamağı anlamına gelmez. Buradaki bir, "cüzlerden oluşmuş (mürekkeb) bir varlık olmayan, benzeri ve dengi bulunmayan, yegâne tapınılacak varlık" demektir (Mâtürîdî, Kitâbü't-Teuhîd, s. 23; Cüveynî, eş-Şâ-mü, s 345i Tevhidin ulûhiyyet ve rubû-biyyet alternatifleriyle ele alınarak işlenişi erken dönemlerde başlamış olmalıdır (Mâtürîdî, a.e., s. 23-27). Tevhîd-i ulû-hiyyetten maksat Allah'ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir. yegâne ve benzersiz olduğunu kabul etmek; tevhfd-i rubûbiyyet de O'ndan başkasına tapınmamak ve sığınmamaktan ibarettir. Bu tevhidlerin her ikisini Fatiha sûresinin 5. âyetiyle birlikte kelime-i tevhîd de bir araya toplamıştır. Çünkü kelime-i tev-hîdde geçen "ilâh" kelimesi müslüman-lar arasında genellikle "mâbud" (tapacak) mânasına alınmış ve cümle "Allah'tan başka tapınılacak yoktur" tarzında anlaşılmıştır. Bundan dolayı Yûsuf ed-Dic-vfnin bu tür tevhid anlayışını İbn Tey-miyye'ye mal etmesi ve tenkide tâbi tutması isabetli değildir (Makâlât ue fetâ-üâ, 1, 248-272). Tevhidi ulûhiyyet ve rubûbiyyet şeklinde açıklayan birçok âyet vardır (M. Fâris Berekât, s. 28-58). Burada Hz. Peygamber'in Kur'an'ın üçte biri- ne denk tuttuğu İhlâs sûresine (İbn Mâ-ce, "Edeb", 52; Ebü Dâvüd, "Vitr", 18; Tir-mizî, "Şevâbü'l-Kur'ân", 10, II) temas etmekle yetinelim: "De ki O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni, fakat her şey ona muhtaçtır. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir kimse onun dengi değildir". Sûrenin İlk âyetinde Allah'ın birliği doğrudan doğruya ifade edildikten sonra sıfatlarıyla birlikte zâtının varlığı ve bekası, ayrıca fiillerini yürütmesi açısından kimseye muhtaç bulunmadığı, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu vurgulanmış, gerek nesep yoluyla gerekse dengi, benzeri bulunmak gibi başka yollarla ulûhiyyet ve rubûbiy-yette çokluğun mümkün olmadığı açık ve güçlü ifadelerle dile getirilmiştir. İhlâs sûresi İslâm öncesi Araplarının puta tapıcılığını reddettiği gibi yüce tanrının sıfatlarında antropomorfizme düşen Yahudiliği ve Allah ile birlikte Hz. îsâ ve Rûhulkudüs'ü de tanrılaştıran hı-ristiyan inancını tashih etmiş, bir, benzersiz ve müstağni olma prensiplerine ters düşen bütün inançları bâtıl ilân etmiştir. İslâm literatüründe tevhide aykırı inanışlar, geniş anlamlı bir kavram olan şirk kelimesiyle ifade edilmiştir. Sirki de tev-hidde olduğu gibi ulûhiyyet ve rubûbiyyet kavramları karşısında iki grup halinde incelemek mümkündür. Muhtelif âyetlere göre ulûhiyyette şirk Allah'a ortak tanımaktır ki bu şerîk (ortak), küfüv, küf (denk, benzer), velî veya vâlî (dost. efendi), nid (özünde benzeri), şefî* (şefaatçi, aracı, yardımcı) ve şehîd (şüheda1 şek linde çoğul olarak, yardımcı, lehte şahitlik yapan, moral veren) kelimeleriyle ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkl, Mu'cem; Râgıb el-İsfahânî, e/-Müfredat ve Lisânü'l- AHah'ın birliğini ifaöe eden celi-sulus levha (İffet Hanım haltı, Mııslflia [) u/y un man koleksıyunu) 'Arab, ilgili maddeler). Bu tür şirkin kapsamına giren varlıkların tam olmasa bile kısmî bir tanrılık fonksiyonuna sahip bulunduğuna inanılır. Birçok âyette bu tür inançlar kesinlikle reddedildiği gibi söz konusu ortaklan cismanî olarak temsil eden putlar da şiddetle yerilerek din dışı ilân edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Nuh'un kavmi ile Câhiliye Arapları'-nın bazı putlarının isimleri anıldıktan başka genel anlamda putlar için İlâh (âlihe. tanrılar), sanem (asnâm), vesen (ev-sân), timsâl (temâsîl, heykel), ünsâ (inâs, dişi, güçsüz, bk. M. P. Abdülbâki, Mu'cem; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât ve Lisânü'l-cArab ilgili maddeler) gibi kelimeler kullanılmıştır. Birçok âyette tevhide aykın kavramlar olarak yer alan bu kelimeler aynı mahiyette hadislerde de geçer (bk. Wensinck, Mu'cem). Yahudilerin Uzeyr'i, hıristiyanlann Mesih'i Allah'ın oğlu kabul etmeleri (et-Tevbe 9/30), Câhiliye Araplan'nın aslında kız evlâttan hoşlanmamalarına rağmen melekleri Allah'ın kızları saymaları Kur'an'da tenkide tâbi tutulur ve zevcesi (sahibe) olmayan yüce yaratıcıya evlât nisbet etmenin aklıselim ile bağdaşmadığına dikkat çekilir (el-En'âm 6/101). Dinler tarihinde mevcudiyeti bilinen, Câhiliye Araplan'nda da belirtilerine rastlanan ay, güneş ve yıldızların takdis edilişi de tevhidle bağdaşmayan bâtıl inançlardan kabul edilir. Halbuki takdis edilmek istenen güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar dahil olmak üzere kâinattaki her şey Allah'a secde eder; bu secdeden sadece bir grup insan istisna edilebilir (el-Hac 22/18). "Gece, gündüz, güneş, ay Allah'ın -varlığını ve birliğini ispat eden-belgelerindendir. Siz eğer ona kulluk etmek istiyorsanız güneşe, aya değil bunları yaratan Allah'a secde edin" {Fussılet 41/37). Duyularla İdrak edilemeyen cin ve melek gibi bazı varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölmek suretiyle duyu sınırlarının ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek, onları temsil eden heykelleri putlaştırmak. Câhiliye Araplan'nda ve diğer bazı milletlerde görülen bir inanç şeklidir. Oysa İslâmiyet her şeyin Allah'ın mahlûku olduğunu ilân etmiş, hiçbir kimseye ne hayatında ne de ölümünden sonra beşer olmanın ötesinde vasıflar nisbet edilemeyeceğini ve insan üstü saygı gösterilemeyeceğini bildirmiştir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, tevhid inancının henüz tam yerleşmediği ilk dönemlerde Emınzâde Ahmed Tevfik'ın kufi 'Lâ ilahe illâ hû' levhası (İÜ Kıp., İbn u] emin, nr 303-214) kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da kabirlerin temiz, bakımlı olmasını ve muhafaza altına alınmasını tavsiye etmekle beraber ibadet yeri haline getirilmesini, hatta orada hayvan kesilmesini menetmiştir (Ebû Dâvûd, "Cenâ'iz", 68; bk. Miftâhu künûzi's-sünne, "kubur" md). Aynı şekilde ne kadar saygıya değer olursa olsun Allah'tan başka herhangi bir şey üzerine yemin edilmesini yasaklamış, Hz. Ömer'in Câhiliye'den kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini duyunca, "Allah atalarınız adına yemin etmenizi yasaklamıştır; yemin edecek kimse Allah adına yemin etmeli veya susmalıdır" (Tirmizî, "Nüzûr", 8) demek suretiyle onu ikaz etmiştir. Abdullah b. Ömer de "Kabe hakkı İçin* diye yemin eden kimseye müdahelede bulunarak "Kabe'nin rabbi hakkı için" demesini tavsiye etmiştir (Müsned, II, 69). İslâm dininde Allah adına kesilmeyen hayvan etinin yenilmemesi de aslında tevhid inancı prensibine bağlıdır. Çünkü diğer inanışlarda olduğu gibi Câhiliye inanışlarına göre de tanrılara ve onların temsilcisi sayılan çeşitli putlara adaklar adanır, onlar adına kurbanlar kesilir, hayvan eti gibi faydalanılacak besinlerle tanrılar arasında türlü bağlantılar kurulurdu (bk. Cevad Ali, VI, 184-211). Kur'ân-ı Kerîm'de yenmesi yasaklanan besinler belirtilirken Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar da (el-Mâide 5/ 3) sayılmıştır. Fıkıh âlimlerinin tamamına yakın bir çoğunluğu, hayvan kesilirken besmelenin unutulmasını sakıncalı görmemiştir. Hatta Şafiî fakihleri ile İmam Ahmed ve Mâlik'ten gelen bir rivayete göre besmelenin kasten terke-dilmesinde de mahzur yoktur. Çünkü yasak olan, hayvanın Allah'tan başkası adına kesilmesidir; müslümanın böyle bir inanç taşıması ise söz konusu değil- dir (geniş bilgi için bk. İbn Kesîr, III, 87-91; Şevkânî, Meylû'l-eotâr, Vlll, 139-140, 144-146). Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere nas-lardan çıkarılan ve bütün müslüman-lar tarafından samimiyetle benimsenen inanç prensiplerine göre Allah'tan başka en çok hürmet edilecek olan varlık Hz. Muhammed'dir. Hatta Allah'ı sevmenin belirtisinin, O'nun lütuf ve affına erişmenin yolunun Hz. Muhammed'e uymaktan ibaret olduğu ifade edilmiş (Âli İmrân 3/31), Peygamber'e itaat etmenin Allah'a itaat anlamına geldiği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/801. Bununla birlikte Allah ile Resulü'nün hukuku kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış, resulde beşer olmanın fevkinde ilâhî hiçbir özelliğin bulunmadığı ısrarla dile getirilmiş, geçmiş peygamberlerin de aynı özellikleri taşıdıkları ve kendilerinin de bunu ümmetlerine telkin ettikleri ifade edilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/79-80; el-Mâide 5/116-117; el-Kehf 18/110) Kur'an'da "Allah" ve Hz. Muhammed kastedilerek "resul" kelimeleri yanyana zikredilirken her birine karşı müminlere düşen vazifeler şu şekilde belirlenmiştir: Allah'a, yaratıcısı ve yöneticisi olarak dünyanın, ceza ve mükâfat vericisi olarak âhiretin sahibi aşkın varlık olarak, resulüne de O'nun talimatını insanlara getiren ve uygulayan örnek insan olarak inanmak; Allah'a tapınmak ve ondan korkmak, resulüne itaat, yardım ve tazim etmek (en-Nûr 24/52; el-Feth 48/9; bk. İbn Teymiy-ye, Mecmû'u fetâvâ, 111, 272-277). Hîre halkının kendi liderlerine secde ettiklerini gören Kays b. Sa'd, Hz. Peygamberin secde edilmeye daha lâyık bir lider olduğunu düşünerek bunu kendisine teklif etmiş, o da Allah'tan başkasına secde edilemeyeceğini belirterek kendisine secde edilmesini kesin olarak yasaklamıştır (Ebû Dâvûd, "Nikâh", 40). Tevhid dinine bağlı olmalarına rağmen hıristiyanlann Hz. îsâ'ya insan üstü vasıflar atfetmeleri karşısında Hz. Muhammed ümmetini uyarmış ve şöyie demiştir: "Hıristiyanlann Meryem oğlu îsâ'yı İnsan üstü vasıflarla Övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah'ın bir kuluyum. Benim için Allah'ın kulu ve resulü deyin" (Bu-hârî, "Enbiyâ'", 48; Dârimî, "Rikâk", 68; Müsned, 1,23, 24,47, 55). Başta tefsir, hadis, kelâm, İslâm felsefesi, tasavvuf olmak üzere İslâmî ilimlerle meşgul olan birçok bilgin, Allah'ın birliğini naklin yanı sıra aklî delillerle de ispatlamaya çalışmıştır. İslâm düşüncesine bağlı muhtelif ekollerin sıfatlar konusunda göze çarpan fikir ayrılıkları, duyu organlarıyla idrak edilemeyen Allah'ın sadece zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu sıfatlarıyla ispat etmenin yanında, O'nu birliğini zedeleyecek her türlü ortaklık ve benzerlikten tenzih etme düşüncesine dayanmaktadır (aş.bk.) Kelâm âlimleri Allah'ın birliği konusuna genellikle iki açıdan bakmışlardır: Zâtı itibariyle tek ve ortaksız olması, sıfatları açısından O'nunla yaratılmışlar arasında benzerliğin bulunmaması. İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe el-Fıkhü'l-ekber"\nöe, Allah Teâlâ'nın, ortağı bulunmamak anlamında bir olduğunu belirttikten sonra İhlâs sûresini delil olarak getirmiş ve O'nun cisim veya araz olmadığını, den-ginin veya zıddının (rakibinin) söz konusu olamayacağını, ne kendisinin herhangi bir şeye ne de herhangi bir şeyin kendisine asla benzemediğini ifade etmiştir (s. 301-302; Beyâzîzâde, s. 107-111). Sünnî kelâmın kurucularından Ebû Mansûr el - Mâtürîdî tevhidin tarihî, aklî ve kozmolojik delillerle sabit olduğunu söyledikten sonra tarihî delil olarak, çoğulcu bir inanca sahip olanlar da dahil olmak üzere, Allah'ın varlığını benimseyen herkesin aslında tek tanrı anlayışını da benimsemiş olduğunu belirtir. Tevhid ehlinin benimsediği yüce tanrıdan başka ciddi anlamda tanrılık iddiasında bulunan, tanrılığını belgeleyecek fiiller işleyen veya mucizelerle donanmış peygamberler gönderen birinin ortaya çıktığını tarih kaydetmemiştir. Mâtürîdî tevhid için ileri sürdüğü aklî delili, konu ile ilgili âyetlerin istidlal biçimine dayandırmıştır. Bu âyetlerden biri (el-Enbiyâ 21/ 22), göklerde ve yerde yani tabiatta Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı tabiat düzeninin bozulacağını ifade eden ve kelâm literatüründe "burhân-i temânu" diye anılan delilin kaynağını oluşturur. Diğerleri de aynı konuda sık sık zikredilen şu âyetlerdir: "De ki, eğer iddia ettikleri gibi Allah'la beraber başka tanrılar bulunsaydı, o takdirde onlar yüce kudret sahibi Allah ile mücadele etmenin yolunu araştırırlardı" (el-İsrâ 17/42). "Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur; eğer öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve tanrılar birbirine üstün gelmeye çalışırlardı" (el-Mü'minün 23/ 91). "Yoksa Allah'a O'nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratış, kendilerine, birbirine benzer mi göründü?" (er-Ra'd 13/16). Mâtürîdfnin kaydettiği kozmolojik delil de tabiatta gözlenen düzen esasına dayanır. O bununla İlgili olarak çeşitli örnekler verdikten sonra halik ile mahlûk arasında düşünülecek her türlü benzerlik iddiasını muhtelif delillerle reddeder [Klt&bü't-Teuhtd, s. 17-23). Sünnî kelâm ekolünün diğer temsilcisi olan Eş'arfye gelince, o da biraz önce söz konusu edilen tevhid âyetlerine dayanarak Mâtürîdîde olduğu kadar güçlü olmasa da zât-ı ilâhiyyenin birliğini ispata çalışır, sıfatlan açısından da onunla yaratıklar arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığını kaydeder {el-Lüma1, s. 7-8; Risale, s. 89). Mâtürîdî ve Eş'arTden sonra gelen ke-lâmcılar Allah'ın birliği konusunu işlemeye devam etmişler ve istidlallerini genellikle Enbiyâ süresindeki (21/22) âyete dayandırarak temânu1 delilini kullanmışlardır. Halik ile mahlûk arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı konusunda da "tenzih âyeti" diye tanınan Şürâ süresindeki âyete ("Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" 42/11) dayanarak oldukça farklı ispatlar yapmışlardır (bk. meselâ Bâkıllânî, s. 24, 25; Cüveynî, s. 351-368; Gazzâlî, el-İktişâd, s. 38-60, 73-79; Nesefî, vr. 29b-33b). Yeni ilm-i kelâm dönemi kelârncılarının ispatlan da aynı mahiyettedir (bk. Harpûtî, s. 181-184; İzmirli, 1,92-103). Mu'tezile'nin Allah'ın birliği konusunda titiz davranan bir kelâm ekolü olduğu ve bu sebeple de sadece zihinde de olsa zât-ı ilâhiyyeden ayn düşünülebilecek olan mâna sıfatlarını kabul etmediği bilinmektedir (aş. bk). Mu'teziie ke-iâmcıları da tevhid konusunu, hem Allah'ın birliği hem de yaratılmışlarla O'nun arasında hiçbir benzerliğin bulunmayışı açısından Sünnî kelamcılar paralelinde ele alarak işlemişlerdir (bk. meselâ Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Uşûli'l-hamse, s. 277-2841. İrade sıfatı konusundaki farklı anlayışlarına dayanarak temânu' delilinin kendileri için isabetli bir sonuç vermeyeceği tarzında Cüveynî tarafından Mu'tezile'ye yöneltilen uzun tenkitler (eş-şamil, s. 368-396) daha çok tartışma tekniğiyle ilgili olup onların tevhid anlayışına gölge düşürecek nitelikte görünmemektedir. Yine Mu'tezile'nin İhtiyarî fiillerde kula serbest irade tanıyarak onu fiilinin halikı kabul etmesi tevhid inan- Allah'ın birliğini ve tenzihi sıfatlarını ifade eden ihlâs sûresinin kufi bir yorumu (Muhittin s«nn koleksiyonu) ona zarar getirmez. Şîa kelâmcılannın tevhid anlayışı da Mu'tezile paralelinde görünmektedir (bk. meselâ Tûsî, s. 69-82). İslâm filozofları da Allah'ın birliği konusuna özel bir ilgi göstermişlerdir. Kin-dî Allah'ın varlığı için kullandığı hudûs delilinin (yk bk.) sonunda yaratıcının tek veya çok olma alternatiflerini tartışır. Yaraüa birden fazla düşünüldüğü takdirde, bunlardan her birinin birleşik {mü-rekkeb) bir varlık olması gerekir. Çünkü tanrı olmaları sebebiyle her birinin yaratıcılık gibi müşterek, fakat kendine has bir şahsiyeti ve dolayısıyla çokluğu (taaddüd) sağlayan özel bazı vasıflan bulunmalıdır. Bu genel ve özel vasıflar da onları birleşik varlıklar haline getirir. Her birleşik varlık, unsurlarını bir araya getirip kendisini oluşturacak başka bir varlığa muhtaçtır. O varlık eğer tek ise işte ilk yaratıcı odur; değilse bir önceki alternatif devreye girer ve bu durum sonsuz olarak devam eder. Bu ise aklın kabul etmeyeceği bir şeydir (bk. teselsül). Şu halde Allah birdir, yaratılmışlara benzemez, Allah yaratıcı, diğer varlıklar yaratılmıştır; Allah bakî, diğerleri ise fâ-nîdir {Resâ'il s. 164). Kindî'nin kullandığı bu delil sonraki filozoflar tarafından da benimsenmiştir. Fârâbî, Allah'ın (el-mevcûdü'l-evvel) en kâmil bir mevcudiyetle var olduğunu belirttikten sonra Kindfnİn metodunu kullanarak Allah'ın birliğini ispat eder. O aynca Allah'ın ek-mel-i vücûd ile var oluşunu O'nun birliği için de delil kabul eder. Çünkü bir şeyin dengi veya benzerinin bulunması onun ekmel oluşuna aykın düşer. Fârâbî Allah'ın her yönüyle benzerinin bulunmayışı açısından da bir olduğunu ispat etmeye çalışır (el-MedîneW.T fâzıla, s. 37-45). İbn Sina, Allah'ın birliğini O'nun varlığını ispat etmek için esas aldığı "vâcibü'I-vü-cûd-mümkinü'l-vücûd" kavramlarına dayandırmıştır {en-Necât s. 227-234). Kelâmcılara karşı tenkitçi bir tavır takındığı bilinen İbn Rüşd, Allah'ın birliğini ispat etmek için Mâtürîdîden itibaren istidlal kaynağı olarak başvurulan tevhid âyetlerini delil getirdikten sonra kelâmcılar tarafından işlendiği şekliyle temânu' delilinin halk tarafından anlaşı-lamayacağını ve bu delil ile istenen sonuca ulaşılamayacağını söylemiştir. İbn Rüşd, Mâtüridî gibi Enbiyâ süresindeki âyetten (21/22) ilham alarak Allah'ın birliğinin ispatını evrenin şu anda sahip olduğu nizam esasına dayandırmak istemiştir (el-Keşf, s. 70-77). Allah'ın bir olduğu ve O'nunla yaratılmışlar arasında zât ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerliğin bulunmadığı inancı, müslümanların hem âlimleri hem de büyük halk kitleleri tarafından İslâm tarihi boyunca benimsenmiş bir akîdedir. islâmiyet'in tevhid dini oluşu, denebilir ki, bu tarihî realite ile de ispat edilmiştir. Duyularla idrak edilemeyen yüce bir zâtın, bir taraftan bilinip tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslâm düşünce tarihinde farklı iki görüşün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunlardan birine göre yüce yaratıcının fiilen var olduğunu, insan ve kâinatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için. O'nu insan anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmek gerekir. Bu nitelendirme, tanrılıkla bağdaşmayan bazı kavramları (ten-zîhî sıfatlar) O'nun zâtından uzaklaştırmak ve kemal ifade eden bazı kavramları (sübûtî sıfatlar) O'na nisbet etmek şeklinde olur. Diğer görüşe göre ise Allah'ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için O'nun zâtına herhangi bir kavram nisbet etmemek ve zâtı sadece olumsuz kavramlardan tenzih etmek lâzımdır. Çeşitli kelâm, felsefe ve tasavvuf ekollerine bağlı olan veya ihtiyatlı davranan gruplar arasında. İslâm düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan tartışmaların üslûbu ne olursa olsun, ciddi sayılabilecek hiçbir düşünce grubu Allah'ı, sadece zihinde bulunan ve hiçbir sıfatla nitelendirilemeyen bir varlık olarak kabul etmemiş, buna kar- Emin Barın'ın kalemivle kelime-ı tevhidin küf! vorumu (Emir Barın koleksiyonu) şılık O'nu selbî ve sübûtî sıfatlarla vasıflandıran lar da hiçbir zaman zât-ı ilâ-hiyyeyi beşerî ve maddî bir çerçeve içinde mütalaa etmemiştir (sıfatlar bölümüne bakınız) Bundan dolayı. Allah'a nisbet edilen kayyüm (el-Bakara 2/255), evvel, âhir, zahir, bâtın (el-Hadîd 57/3) sıfatlarından, İslâm Ansiklopedisi'nde-ki ALLAH maddesini ilmî tarafsızlıktan uzak saygısız bir ifade ile kaleme alan, bu sebeple de sık sık ithamlarının cevaplandırılmasına mecburiyet hissedilen D. B. Macdonald'ın anladığı müşahhas mânayı hiçbir müslüman anlamamıştır. Kur'ân-i Kerîm'de yer alan ve vahiy diliyle Allah'ın nitelendirilmesinden ibaret bulunan bu tür sıfatların. "Peygamber'in âteşîn muhayyilesi'nin ürünü olabileceğine iİA, I, 362), diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed'e de vahyin gelebileceğini bir türlü kabul edemeyen Macdo-nald çizgisindeki müsteşriklerden başka kimse ihtimal vermemiştir. Yine bazı Batılı yazarların zannettiği gibi hacca giden müslümanların orada Kabe'ye tapınmaları söz konusu değildir (bk. İTA, I, 324). Bilindiği gibi mâbedler tapacak değil tapınaktır. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Mes-cidler Allah'ındır. Öyleyse oralarda Allah'la birlikte başka bir şeye tapmayın" (el-Cin 72/18) denilmek suretiyle müs-lümanların ibadet yerlerinde haça, putlara ve diğer şeylere tapmaları yasaklanmış, gerçekte de onlar bu tür yanlış inançlardan sakınarak tevhidin gereğini daima yerine getirmişlerdir. IV. İSİMLERİ Kâinat içinde yegâne şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle İç içe birçok sistemden oluştuğunu, içinde yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir ahenk ve düzen taşıdığını farkeden İnsan aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavî kitaplar tabiatın kutsallaştyılma tehlikesinin belirdiği bu noktada fcişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zât-ı ilâhiy-ye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah'tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir (el-Kasas 28/88). İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabiatta hüküm süren düzeni dikkatle incelemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duyulanyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sınırını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirlemeye çalıştıkları İlâhî sıfatlar konusuna semavî kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği ("Biz insana şah damarından daha yakınız", Kaf 50/ 16), fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı "gerektiği kadar" tanıyabilmesi için 0"nu vasıfla ndırmıştır. Meselâ "O evvel, âhir, zahir, bâtındır" (el-Hadîd 57/3) mealindeki âyet zât ve sıfat arasındaki münasebete büyük çapta açıklık getirmiştir. "Evvel" ilk (ezelî) demek olup yaratıcı {ilk sebep, illet-i ûlâ) özelliği taşır. "Âhir" ise son, sürekli (ebedî) demektir. Bütün değişiklikler, oluşum ve bozulmalar (kevn ü fe-sad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve âhire nisbetleri O'nun fiillerinin eseri olmaktan ibarettir. Zâtı itibariyle "bâtın" (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah oluşum ve değişikliklerin delâlet ettiği sıfatlarıyla zahirdir. Sıfat, Allah'ın zâtına nisbet edilen bir mâna, yani bir kavramdır (benzer bir tarif için bk. Bâkillânî, s. 214K Naslarda yer alan bu kavramlar kelime türü açısından isim, fiil, masdar veya zarf şeklinde olduğu gibi Arapça'daki sıfat kalıplarından biri şeklinde de kullanılmıştır. Kur'ân-ı KerîrrTde sıfat kelimesi geçmemekte, daha çok tevhide aykırı inançlardan Allah'ın tenzih edilmesi sırasında "nitelemek" anlamındaki vasf kelimesinin mu-zâri kalıbı kullanılmaktadır. Buna karşılık Allah'a nisbet edilmiş olarak isim ve esma kelimeleri yer almaktadır (bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, "vasf", "ism" md.leri). Müminin zihnini ve gönlünü aydınlatmak amacıyla zât-ı ilâhiyyeyi nitelendiren kavramlar âlimler tarafından isim veya sıfat terimleriyle ifade edilmiş, bu terimler ilk defa Ebû Hanîfe'ye ait el-Fıkhü'1-ekber'İn baş tarafında göze çarpıyorsa da ikisi arasındaki ince farka dayalı belirgin ayırım Mâtürîdî tarafından yapılmıştır IKitâbü't-Teuhld, s 25, 93) V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan el-Esmâ* ve'ş-şi/df adlı eserlerde iki terim arasındaki teknik fark şu şekilde belirlenmiştir: Hay, alîm. halik gibi dil açısından sıfat kalıbında bulunan kelimeler isim, diğerleri ise sıfat adını alır (Beyhakl, s. 110-111). Kur'ân-ı Kerîm'de ism kelimesi Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca rab kelimesine İzafet yoluyla nisbet edilmiş, çoğul şekli olan esma da "en güzel" anlamındaki el-hüsnâ kelimesiyle sıfat tamlaması oluşturarak el-esmâü'l-hüsnâ şeklinde dört defa Allah'a nisbet edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâki. Mu'cem, "ism" md.). İsimden maksat, şüphesiz ki İşaret ettiği varlığı hatırlatmaktır (bk. Isim-müsemmA). İslâm dininin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, belki de herhangi bir sözlük mânası taşımayan Allah kelimesidir (yk. bk.) Bunun dışında O'nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem zât-ı ilâhiyyeyi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de tazim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci şartın gerçekleşebilmesi için Allah'ın hay ve kavyûm isimlerini ihtiva eden müsennâ celî-sülüs levha (Kâmil Akdlk hattı, Mimar Sınan Üniversitesi Kip } isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O'na nisbet edilmemesi gerekir. Haşr sûresinin sonunda yer alan üç âyette, her biri zât-ı ilâ-hiyyeye ait bir kavramı hatırlatan on dört kadar isim Allah'a nisbet edildikten sonra, "Onun esmâ-i hüsnâsı vardır" (59/24) denilmektedir. Konu ile ilgili diğer bir âyetin meali de şöyledir: "Allah'ın esmâ-i hüsnâsı vardır. O halde O'na bunlarla dua edin. O'nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın" (el-A'râf 7/180). Bu âyetlerden anlaşılacağı gibi isim, işaret ettiği varlık için ifade edeceği mâna açısından önem taşımaktadır. Bazı kelimelere tanrılık makamına yakışmayacak anlamlar yükleyerek bunları yaratıcıya nisbet etmek veya O'na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri Ondan başkasına vermek, esmâ-i hüsnâ konusunda eğri yola sapmak (ilhad) kabul edilmiştir (bk. Fahreddin er-Râzî, Tefsîr, XV, 71-721. Allah'ın zâtını nitelendiren kavramlar çok olduğundan bunları ifade eden kelimeler (isimler) de çoktur. Şu halde bunlardan hangisiyle olursa olsun Allah'ı anmak mümkündür. Yaratıcının "Allah" veya "rahman" ile anılmasını bildiren âyetin (el-İsrâ 17/ 110) nüzul sebebi hakkında kaydedilen rivayetler de (bk. Taberî, Tefsîr, XV, 121) Allah'a ait olmak şartıyla hangi isimle olursa olsun O'nun anılabileceğini teyit etmektedir. Muhtemelen İslâm öncesi Güney Arabistan halkının tapındığı tanrının da adı olan rahman (bk. Cevad Ali, VI, 37-41), İslâm'ın telkin ettiği yüce yaratıcının sıfatlarından birini dile getiren bir isim olarak birçok âyette zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiştir. İsim. işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Her gün iç içe sistemler halinde olağan üstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen aşkın yaratıcının isimleri âciz yaratılmışlara, insan eliyle yontulup şekillendirilen (es-Sâffât 37/95) putlara verilse bile bunların hiçbir fonksiyon ve değSeri bulunmayan kuru bir isimden ibaret olacağı asil yaratı-lışlı ve hür düşünceli insan için apaçıktır. Benî İsrail peygamberleri içinde beden ve ruh güzelliğiyle tanınan Hz. Yûsuf, hapis hayatındaki arkadaşlarının tapındıkları putları, "Allah'ın hiçbir güç vermediği, sizin ve atalarınızın takmış olduğu kuru isimler" (Yûsuf 12/40) şeklinde nitelendirirken insan yaratılışında-ki bu asalet ve hürriyet özelliğini dile getirmiş oluyordu. Hz. Peygamber'in son dönemlerinde nazil olan ve Arap müşriklerden çok o günden itibaren var olabilecek bütün putperestlere hitap eden âyet. fiilî bir gerçekliği bulunmayan İsimlerin ve bunların etrafında oluşturulan tazim ve kutsallaştırmaların değersizliğini temsilî bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "Ey insanlar! Size bir örnek verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Allah'tan başka kutsallaştınp andığınız şeyler, hepsi bir araya gelse de bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapmış olsa bunu dahi geri alamazlar. İsteyen de âciz istenen de" fel-Hac 22/73). Esmâ-i hüsnânın sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur'an ve hadistir. Kur"ân-ı Kerîm'de çeşitli kelime kalıplarıyla zât-ı itâhiyyeye nisbet edilmiş olarak yer alan kavramların sayısını 313'e ulaştıranlar vardır (bk. Kure-şî, I, 12-15). Allah'ın doksan dokuz isminin bulunduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini İfade eden hadisi Buhârî ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş, Tirmizî*nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir (Buhârî, "Tevhîd", 12; Müslim, "Zikr", 5, 6, Tir-mizî, "Da'avât", 82; krş. İbn Mâce, "DuV", 10) Bu isimlerden doksan üçü Kur'ân-ı Kerîm'de yer almış, diğer altı ismin ifade ettiği mânalar ise başka kelimelerle yine O'na izafe edilmiştir (bk. esmA-i hüsnA). Bu liste İslâm dünyasında meşhur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okunmuş, esmâ-i hüsnâ telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla beraber esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu doksan dokuzdan ibaret değildir (bk. meselâ Beyhakî, s. 6-8; Gazzâlî, el-Maksadü'l-esna, s. 131-133). Sayıları ne olursa olsun çeşitli kelime kalıpları ile Allah'a nisbet edilen isimler, şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O'nu insan anlayışına yaklaştıran kavramlardır. Nas-larda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra kelâm âlimleri nasla sabit olmayan bir kavramı Allah'a izafe etmenin meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel ulûhiyyet anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi doğru bulmayanlar da vardır. Gazzâlî ile Râzî tarafından benimsenen tercihe göre bu noktada "isim" ile "vasıf" birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olmayan bir ismi Allah'a nisbet etmek meşru değildir; bununla birlikte ulûhiyyete ters düşmeyen bir kavramla Onu nitelendirmek mümkündür {el-Maksadü'l-esna, s. 139-141; Leuâmi'u'l-beyyinât, s. 36-37). İsim veya sıfat olarak Allah'a nisbet edilen bütün kavramlar tek bir zâtı nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bîr çokluğa sebep teşkil etmez. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının insanlara da verilmesi, onlarla yüce yaratıcı arasında benzerlik meydana getirmez. Çünkü bu kavramların her iki nis-bette ifade ettiği anlam ve taşıdığı mahiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca -Mâ-türîdrnin de güzel bir tahlil ile ifade ettiği gibi- insanlar, aşkın varlık hakkında, tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında kullanılabilecek bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu haide O'nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O'nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı İfadelerden ibarettir. Bu ibarelerden bazan ulûhiyyete yakışmayacak mânalar zihne gelebileceğinden, Allah'ı isimlendirmenin yanında daima bir nefıy cümlesi ("Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" mealindeki tenzih âyeti, eş-Şürâ 42/ 11) mevcut olmuştur. Buna göre tevhid, nefıy içinde ispat ve ispat içinde nefiy tarzında oluşmuştur {Kitâbü't-Teuhtd, s. 93-94). Hz. Peygamber'in tebligatında yer alan ilâhî isim ve sıfatlar Kur'an'da ve bazı farklarla hadislerde kullanılmış olan kavramlardır. Bunların her ikisi de vahiy mahsulü olduğuna göre yüce yaratıcı bizzat kendini nitelendirmiş, ulûhiyyet konusunda insanları gerektiği kadar aydınlatmıştır. Peygamber'in görevi ise kendisine vahyedilen bu nitelikleri insanlara tebliğ etmekten ibarettir. Nitekim o bir münâcâtında Allah'a ait isimlerin bi-tinme derecelerini sayarken sonuncu derece olarak, "yahut gayb İlminde bıra- kıp kendin için tercih ettiğin isimlerin" {Müsned, i, 391) demek suretiyle bilmediği ilâhî isimlerin de bulunduğuna işaret etmiştir. Şu halde D. B. Macdonald'ın, naslarda yer alan ilâhî İsimlerin seci icabı Peygamber tarafından yapılmış nitelendirmeler olduğunu söylemesi, ilmî dayanaktan yoksun bir iddiadan öteye geçemez (İA, i, 362). Macdonald bu anlamsız iddiasını ileri sürerken de Mûsâ ve îsâ peygamberler gibi Hz. Muham-med'e de vahiy gelebileceğine hiç ihtimal vermemekte ve Arap şiirinde "tav-sifî sıfatların canlı ve kuvvetli surette kullanıldığını" belirterek (bk. ay.} Hz. Peygamber'in de böyle bir edebî güç ve yetenekle Allah'ı nitelendirdiğini ifade etmektedir. Macdonald gibi düşünen ve ilâhî vahyi Hz. Muhammed'den kıskanan yazarlara, "Allah peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilendir" (el-En'âm 6/124) gerçeğini hatırlattıktan sonra şunu belirtmek gerekir ki o dönemde Arap şiirinde görülen canlı tavsifler büyük çapta tabiata ve maddî varlıklara ait olup aşkın bir varlık olan yaratıcının Kur'an'da görülen incelikte yüzlerce kavramla nitelendirilmesinin unsurlarını Câhiliye şiirinde bulmak mümkün değildir. Kur'an'da çeşitli münasebetlerle esmâ-İ hüsnânın yüzlerce defa tekrar edilişi seci icabı olsaydı birçok âyetin edebî kompozisyonu, düşünce mantığı ve mâna birliği bozulurdu. Halbuki gerek Peygamber asrında gerekse sonraki dönemlerde Kur'an metnine karşı bu tür tenkitlerin yöneltildiği bilinmemektedir. Esmâ-i hüsnâ listesinde yer alan doksan dokuz ismi çeşitli şekillerde grup-landırmak mümkündür. Konu ile ilgile- AHah'ın semi' ve alim isimlerini ihtiva eden celî-ta'lik levha (Sami Efendi ha Ilı, Muhittin Serin koleksiyonu} nen ve eserleri bize kadar ulaşan ilk dönem kelâmcılarından Ebû Abdullah el-Halîmî, esmâ-i hüsnâyı Allah'ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kâinatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldiğini açıklamıştır (et-Minhâc, I, 187-209), Bâkıllânî, Abdülkahir el - Bağdadî ve daha sonraki bazı müelliflerin de benimsediği bu tasniften hareket ederek isimleri önce, Allah'ın zâtını nitelendiren ve kâinatla ilgisini belirtenler olmak üzere iki grupta toplamak, sonra da kâinat İçinde insanın önemi göz önünde bulundurularak Allah-İnsan münasebetine temas eden isimleri ayrıca inceleme konusu yapmak mümkündür. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de 2697, hadislerde ise birçok defa (meselâ Wensinck'İn Mu'cem'inde çoğu zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirir mahiyette 200e yakın hadiste) gecen Allah lafzının diğer bütün İsim ve sıfatların mânasını topladığını burada belirtmek gerekir. 1. Zatî İsimler. Mutlak mânada Allah'ın zâtını nitelendiren, insan gönlünü ilâhî azamet ve muhabbetle dolduran isimlerdir. Bunların bir kısmı ulûhiyyete yakışmayan kavramları ondan uzaklaştıran kelimeler olup zâtı "ne olmadığı" (selbî) açısından, bir kısmı da yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup onu "ne olduğu" (sübûtî) açısından niteler. Birinci grup zatî isimleri anlatmaya başlamadan önce Türkçe'de çok kullanılan ve Allah'ın varlığını ifade eden hak ismini hatırlatalım. Hak. bütün lügat kitaplarında yer alan "sübût ve mutabakat" temel mânasına dayalı olarak "fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek" anlamını taşır ve Kur'ân-ı Kerîm ile hadisteki kullanılışı bu mânanın dışına çıkmaz (bk. meselâ Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hakk"; İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, "hakk" md.). Buna rağmen D. B. Macdonaldtarafından şöyle bir iddia ileri sürülmüştür: Peygamber, kontrol edemediği birtakım fikirlerin tesiriyle nereye varacağını düşünemediği (I) bazı sözler sar-fetmiş, Allah'ın "hak" olduğunu ifade etmiş, fakat bu tabirin ne demek olduğunu araştırmamıştır [İA, I, 365). Öyle görünüyor ki Macdonald'ın bu iddiası, anlamsız da olsa tenkit İhtiyacını tatmin etmek gibi psikolojik bir fonksiyon icra etmektedir. a) Esmâ-i hüsnânın nitelemesine göre Allah, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (evvel) sonu da olmayandır (âhir, bakî, vâris). Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşikâr (zahir), zâtının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizlidir (bâtın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tektir (vâhid), Allah, arzu ve ihtiyaçları sebebiyle herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni (samed), her eksiklikten münezzeh (kuddûs). azamet sahibi (celîl), izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (alî, müteâlî), zâtının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar uludur (azîm, kebîr). Yine bu grup içinde mütalaa edilebilecek isimlerden olmak üzere O, azamet ve yüceliğini izhar eden (mütekebbir), şanlı, şerefli (mâ-cici, mecîd), azamet ve kerem sahibi (zü'l-celâli ve'1-ikrâm) olandır. b) Zatî isimlerden sübûtî mânada Allah'ı nitelendirenler için de şöyle bir sıralama yapmak mümkündür: Ebedî hayatla diri (hay), yenilmeyen yegâne galip (azîz, kahhâr), her şeye gücü yeten, kudretli (kadir, muktedir, kavî, metîn), iradesini her durumda yürüten veya yaratılmışların halini iyileştiren (cebbar), hakkıyla bilen (alîm), her şeyin iç yüzünden haberdar olan (habîr), her şeyi gözlemiş olarak bilen (şehîd), her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen {muhsî), işiten (sem?), gören (basîr). bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan (hakîm), bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (reşîd), dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağni (vâcid), iyilik eden, vaadini yerine getiren (ber), fazilet türlerinin hepsine sahip (kerîm), övülmeye lâyık (hamîd), bağışlayan, esirgeyen (rahman, rahim), şefkatli (raûf), ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan (vâsi), esenlik veren (selâm), nurlandıran, nur kaynağı (nür). 2, Kâinatı İlgilendiren İsimler. Esmâ-i hüsnâ içinde tabiatın yaratılışına, işleyişine temas eden ve âhiret hayatı ile bağlantı kurarak başlangıç ve sonuç (mebde' ve meâd) inancını düzenleyen isimler şöyle sıralanabilir: Takdirine uygun bir şekilde yaratan (halik), modeli olmaksızın canlıları yaratan (bari1), şekil ve özellik veren (musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkârane yaratan (bedî"), ilkin yaratan (mübdi). tekrar yaratan (muîd). Ölümden sonra dirilten (bâis), can veren (muhyî). Öldüren (mümît). Öne alan (mukaddim). geriye bırakan (muahhir). toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesap görmek için mahlûkatı bir araya getiren (cami'). Şu İsimler de tabiatın idare edilişin-deki ilâhî fiil ve müdaheleyi gösterir: Mülkün sahibi (mâliküVmülk), görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi (melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden (kayyûm), kâinata hâkim olup onu yöneten (vâlî). kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten (mühey-min), koruyup gözeten ve dengede tutan (hafız), bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren (rezzâk, mukit; ikinci isim "bilip gücü yeten ve koruyan" anlamına da gelir), rızkı genişleten veya ruhları bedenlerine yayan (basit), rızkı tutan veya canlıların ruhunu alan (kâbız), tatmin eden (muğnî), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen veya kötü şeylere engel olan (mâni), zarar veren (zâr), fayda veren (nâfi'). 3. İnsanı İlgilendiren İsimler. İnsan kâinatın bir parçasını oluşturmakla birlikte ilâhî kelâmın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yüklenen yegâne şuurlu varlıktır. İlâhî vahyin indirilişi, peygamberlerin gönderilişi, ulûhiyyet âlemine dair bilgilerin verilişi hep onun içindir. Bu sebeple ilâhî isim ve sıfatların insana yönelik anlam ve özelliklerinin büyük bir önemi vardır. İnsanın ulûhiyyet anlayışını aydınlatma amacını taşıması açısından bütün bu İsim ve sıfatların insanla münasebet halinde olduğunu söylemek mümkündür. Zâti isimlerin ışığı altında Allah'ı tanıyacak, kâinatın yaratılış ve işleyişini açıklayan isimler çerçevesinde İslâm'ın yaratılış felsefesini anlayacak olan yine insandır. Ayrıca doğrudan insana yönelen, muhatap ve mükellef olarak insan unsuru göz Önünde bulundurulmadan anlamlan tamamlanmayan ilâhî İsimler de vardır: Mutlak adalet sahibi, aşırılığa meyletmeyen (adi), adaletle hükmeden (muk-sıt). son hükmü veren (hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (rafı", muiz). alçaltan, zillet veren (hâfıd [>*WI ], müzit). gözetleyip kontrol eden (rakîb), suçluları cezalandıran (müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (fettâh). hiçbir sorumluluğu kaflmayacak şekilde günahları silip yok eden (afüv), bütün günahları bağışlayan (gafur), daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan (gaffar), kullarını tövbe etmeye muvaffak kılan ve tövbelerini kabul eden (tev-vâb), yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (latîf). yol gösteren, murada erdiren (hâdî), acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen (halîm), dileklere karşılık veren (mücîb), kullarına yeten veya on lan hesaba çeken (hasîb), karşılık beklemeden bol bol veren (vehhâb), güven veren, vaadine güvenilen (mümin), az iyiliğe çok mükâfat veren (şekûr), çok sabırlı (sabûr), güvenilip dayanılan (vekil), yardımcı ve dost (velî), çok seven, çok sevilen (vedûd). Allah'ın zâtını nitelendirenlerin dışında kalan ve çoğunluğu oluşturan isimlerin tamamını, insan da tabiatın bir parçasını teşkil ettiğine göre, Allah-âlem münasebetini anlatan kavramlar olarak değerlendirmek mümkündür. Şüphe yok ki Allah'ın mâsivâ* ile olan münasebeti yaratıcı-yaratılmış münasabetinden öteye geçemez. Aşkın varlığı nitelendiren, O'nunla madde dünyası arasındaki ilgiyi anlatan isimlerin mahiyetini anlamak, sınırlı bir idrak kabiliyetine sahip bulunan insan İçin mümkün değildir. Hz. İbrahim'in, rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini dilemesi (el-Bakara 2/ 260) Hz. Musa'nın bizzat rabbini görmek isteyip buna muvaffak olamaması (el-A'râf 7/143) ve İlâhî kudretin eseri olarak alışılmışın ötesinde olaylar gerçekleştiren asasından ürkmesi (Tâhâ 20/ 21), peygamberler seviyesinde bile bunun imkânsızlığını ispat eden delillerdir. Su halde problemin tabiatından kaynaklanan bu güçlük dolayısıyla Hz. Muhammedi n tebligatında Allah-âlem münasebetini tam açıklığa kavuşturama-mış olması yüzünden meselenin felsefe, tasavvuf -ve kelâm- mensuplarınca tartışma konusu haline getirilmiş olduğu realitesini tenkide tâbi tutmak (/A l, 366) isabetli olmadığı gibi esmâ-i hüs-nânın çerçevelediği Allah-kâinat münasebetine göre her şeyi doğrudan doğruya Allah'ın yaptığını iddia ederek melek gibi vasıta varlıkların İslâm inancında yer almamasının gerektiğini, fakat Peygamber'in, bunları kendi zamanındaki dinin esaslı unsurları olarak bulduğu için kabul ettiğini söylemek (a.e. I, 365) de isabetli değildir. İslâm İtikadına, hatta diğer semavî dinlere göre Allah'ın kudreti ve kâinat üzerindeki tasarrufu tamdır. Fakat bu durum O'nun kâinatı idare ederken melek gibi bazı vasıtaları kullanmasına da mâni değildir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki ne Hz. Muham-med ne de Mûsâ ve Tsâ gibi diğer peygamberler asla din ve inancın kurucuları değildir, onlar yalnızca dinin tebliğ edicileridir. Şu halde vahiy mahsulü olan semavî kitaplara herhangi bir filozofun sistemini aksettiren eserler gözüyle bakmak, onların ihtiva ettiği konuların du- yular ötesi âleme art olduğunu ve bilgi vermekten çok irşad amacıyla hitap ettikleri insanın psikolojik Özelliklerin) göz önüne aldıklarına dikkat etmemek, gerçekten kişiyi burada görüldüğü gibi bariz hatalara sürükler. Allah'ın isimleri içinde yer alan zar ve nâfl' (zarar veren, fayda veren) kelimelerine, ayrıca insana hürriyet tanıyan âyetlerin yanında her şeyi Allah'ın iradesine bağlayan ilâhî isimlerin mevcudiyetine bakarak esmâ-i hüsnâ arasında çelişen kavramların olabileceğini İleri sürmede de I a. e., I, 365) her halde dinî metinleri iyi anlayamamak ve özellikle İslâmiyet'e vahye bağlı bir din gözüyle bakamamış olmaktan doğmaktadır. Semavî kitaplar vahye dayandığına göre, onların tahrife uğramamış metinleri yüce yaratıcıyı benzer kavramlarla ve aynı mahiyette nitelendirmiş olmalıdır. Çelişkili ve tarafgir bakışlarım İslâmiyet'e -kendi deyişiyle Peygamber'e- mal eden Macdonald'ın, vahiy mahsûlleri arasında kurulabilecek benzerlikleri de önceki dinlerden aktarma biçiminde yorumlaması, söz konusu edilen yanlış zihniyetin bir başka ürünü kabul edilmelidir. Bu sebeple de, Hz. Peygamber'in hıris-tiyan çevreleriyle temas halinde olmadığı tarihen sabit olduğu halde. Macdo-nald'm, Kur'an'daki nûr ve selâm isimlerinin esmâ-i hüsnâ içinde yer almasını hıristiyan teolojisi ve ibadetlerinin tesirlerine bağlaması (a.e, I, 363) fazla yadırganmamalıdır. Doksan dokuz isimden oluşan esmâ-i hüsnâ listesi sevgi ile korku, lütuf ile kahır açısından incelendiği takdirde görülecektir ki bunlardan sadece dört beş tanesi sevgi ve lutufla yorumlanmaya müsait değildir. Şöyle ki, kâbız ismi "canlıların ruhunu alan* vb. mânalara gelebildiği gibi "onların rızkını tutan, daraltan" anlamına da gelir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanılış nzkı genişletmek mânasındaki bast kelimesiyle beraber olmuş, hadiste de kâbız-bâsıt isimleri yanyana zikredilerek canlıların rızkını hem daraltan hem de genişleten anlamında bir dengeye işaret edilmiştir. Zararlı şeylerin yanında faydalı olanları da etkili hale getiren zâr-nâfi' ile "yü-celten-alçaltan" anlamındaki muiz-mü-zil, râfT-hâfız isimleri de aynı mahiyette bir dengeyi ifade eder. Canlı ve cansız tabiatta gözlenen ve karşılıklı etki-tepki ilgileri içinde büyük bir mekanizmanın bir parçasını oluşturan bu dengeyi kurup sürdüren yüce yaratıcıyı bun- dan dolayı korku ve kahir kavramlarıyla nitelendirmek isabetli değildir. Esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimler zâr-nâfi', mu-İz-müzil gibi dengeli mâna ifade eden isimlerin tek başına kullanılmasının hatalı olacağına dikkat çekmişlerdir. Mün-takım, "ayıplamak, hoş karşılamamak" anlamındaki nakm kökünden türemiş olup "kötülüğe mukabele eden, suçluyu lâyık otduğu şeyle cezalandıran" mânasına gelir. Ancak Allah'a nisbet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O'nun cezalandırması kişiyi ıslah etme, toplumun düzenini sağlama ve adaleti tesis etme amacına yöneliktir. Esmâ-i hüsnâ hadisi içinde müntakım isminin tevvâb ile afüv ve raûf isimleri arasında yer alışı da dikkat çekicidir. Kur'an'da Allah'ı nitelendiren kahir veya kahhâr İsimleri "yenilmeyen, daima galip gelen" mânasında olup Türkçe'deki "yok etmek, ezmek" anlamlarıyla İlgili değildir (bk. Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kahr" md.). Gerek doksan dokuz isimle gerekse naslarda geçen diğer kavramlarla nitelendirilen Allah'ın, bazı yazarların iddia ettiği gibi (Macdonald, İA, I, 362) "gayur ve müntakım bir hükümdar" şeklinde algılanması, eğer ruh sağlığından yoksun oluşun belirtisi değilse, nasların objektif olarak değerlendin İmeyişinin sonucu olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği din, insanoğlunun birçok yaratıktan üstün, asil bir varlık olduğunu ilân etmiş (el-İsrâ 17/70). onun en güzel görünüm ve muhtevaya sahip kılındığını belirtmiş (et-Tîn 95/4), Âdem'i meleklerin hürmet ve tazim edeceği bir mertebeye yükseltmiştir (el-İsrâ n/61-62). İslâmiyet, yaratıcısını tanıyan ve O'na yaklaşmak isteyen kişiyi "mümin" ve "muttaki" telakki etmiş, cinsiyetine ve soyuna bakmadan onun Allah nezdinde en değerli insan olduğunu kabul etmiştir (el-Hucurât 49/13). Esmâ-i hüsnâ hadisinde de yer alan velî isminden başka Kur'an'da Allah'a nisbet*«dilen isimlerden biri de mevlâdır: "Âİlah'a sarılın. O sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!" (el-Hac 22/78). Her İki kelime de "birbirine yakın olmak, peşpeşe meydana gelmek" anlamındaki ve(y kökünden türemiş olup "dost" mânası ifade etmekle birlikte mevlâda ayrıca "efendi, seyyid" anlamı vardır. Bu sebeple Kur'an'da velî hem Allah'a hem kula nisbet edildiği halde mevlâ sadece Allah'a izafe edilmiştir. Buna göre Kur'an terminolojisinde mümin Allah'ın dostu Allah İse müminin hem dostu, hem de efendisidir. Taşıdıkları temel mânaya göre mevta veya velî, aralarına yabancı hiçbir şeyin giremeyeceği (su sızmayacağı) iki dost için kullanılmış olur {Kamus Tercümesi, "velî" md.). Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan mümini Allah'ın, O'nu da müminin dostu ilân ederken diğer taraftan Hz. Peygamber'e davetinin hedefi olarak "yakınlık içinde sevgi "yi esas almasını emretmiştir (eş-Şûrâ 42/23). İslâm'daki Allah inancının bu özelliğini far-kedebilen L. Gardet gibi yazarlar, Hz. Muhammed'in telkin ettiği tanrının hayır sahibi, bolluk veren ve elçisi vasıtasıyla insanları irşad eden bir tanrı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine O esirgeyen, bağışlayan, affedendir. Kuldan is-tenense O'nun dostluğuna inanıp teslim olmaktır (El2 tfng]., 1,406,407). İnsan ruhunun yücelişi en büyük yaratıcı ile sevgi münasebeti kurmak yoluyla gerçekleşecektir. Ancak muhabbetin yanında dinî hayatın takva yönü de vardır. Bilindiği gibi takva vikaye kökünden türemiş olup "sakınma, korunma" anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânfnin de kaydettiği üzere takvanın asıl mânası "endişe edilen şeyden nefsi korumaktır" {el-Müfredât, "vky" md.). Takva mefhumunun Allah'a nisbet edilmesi (itteku'l-lâh vb.), hiçbir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeyden korkmak anlamına gelmez. Böyle olsaydı takva sahiplerinin O'na en yakın olan değil, O'ndan en uzak bulunanlar olması gerekirdi. O halde takva, Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi korumaktan ibarettir. Buna göre takva Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun (muhabbet, velayet) oluşması ve devam etmesi esasına bağlıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah mütta-kilerin dostudur" (el-Câsiye 45/19) ve "O'nun dostları sadece müttakilerdir, fakat insanların çoğu bunu bilmez" <el-Enfâl 8/34) denilmektedir. Yûnus sûresinde (10/62-64), İman ve takva sahibi diye nitelendirilen Allah dostları (evliya) İçin korku ve üzüntünün bahis konusu olmadığı, dünya hayatında da âhirette de müjdeye ve sevince onların hak kazandığı ifade edilmiştir. Fussılet sûresinde de (41/30-31) iman ve istikamet sahibi olanlar için benzer ifadeler kullanılmakta ve meleklerin hem dünyada hem de âhirette kendilerinin dostu olduğu haber verilmektedir. Bütün bunlar İslâm literatüründeki takva teriminin korkudan çok saygıyı ifade ettiğini göstermektedir. V. SIFATLARI A) Problemin Ortaya Çıkışı. Sıfat. Allah'ın zâtına nisbet edilen bir kavramdır. Kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi, şüphe yok ki zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp "Hak" isminden de anlaşılacağı üzere zihnin dışında fiilen de vardır. Fakat insanı sınırlandıran fizyolojik şartlar O'nu dünya hayatında görme imkânını vermemektedir. Bazı felsefî doktrinlerden farklı olarak dinler, kişiye telkin ettikleri tanrının zihinle benimsenmesinin yanında ona gönülden bağlanılmasını da isterler. Böylece zihin ile kalbin ortak ürünü olarak teşekkül eden İman iradeyi harekete geçirir ve iman edilen varlığa şükran duygularını arzetme İhtiyacını doğurur. Kur'an'ın, "Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamd olsun" (el-Fâtiha 1 / 1) mealindeki ilk âyeti, dindarlığın ilk İfadesi olarak müminin bu şükran duygularını dile getirir. Daha sonraki âyette (1/4) bu duyguların ibadet yoluyla şekillenip âhenkleştiği ifade edilir. Ayrıca birçok âyette imanla birlikte "amel-i sâ-lih" gibi geniş kapsamlı bir kavramla zikredilen ve psikolojik muhtevanın en değerli tezahürünü oluşturan ibadetin meçhul bir tanrıya karşı yapılması mümkün değildir. Şu halde dinin inanılmasını ve tapınılmasını İstediği yüce yaratıcının yine din tarafından nitelendirilmiş olması gerekir. Meşhur Cibril hadisinde (Buharı, "îmân" 37, "Tefsir", 31/2; Müslim, "îmân", 1, 5, 7), dinî hayatın en yüksek mertebesi kabul edilen İhsan, "Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir; gerçekte sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" şeklinde tarif edilmiş ve tanınmayan, münasebet kurulamayan bir tanrıya hakiki mânada ibadet edilemeyeceği gerçeğine işaret edilmiştir. Kurân-ı Kerîm'de Allah'a nisbet edilen nitelikleri ifade eden birçok kavram vardır. Bunlar muhtelif hadislerle de teyit edilmekte ve kısmen de zenginleşti-rilmektedir. Bu tür kavramlara "isim" veya "sıfat" denilmesi, konunun mahiyetini değil terminolojiyi ilgilendirir. Bu isim veya sıfatların Hz. Peygamber döneminde nasıl anlaşılıp yorumlandığı hususunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber ilâhî sıfatlar ve kader meselelerinin ashap devrinin sonlarından itibaren gündeme geldiği bilinmektedir (meselâ bk. Müslim, "îmân", 1). Özellikte yabancı yazarlar bunun sebebini yahudi veya hıristiyan teolojisinin, yahut da Eski Yunan felsefesinin tesirinde aramakta, bunun için de ele alınan konularda ve bunların münakaşa ediliş şeklinde göze çarpan bazı benzerlikleri ve bir de tartışan grupların birbirlerini söz konusu din veya felsefelere bağlılıkla itham etmelerini delil olarak kullanmak isterler. Bu arada, ashap döneminden İtibaren müslümanlar arasında ortaya çıkıp devam eden siyasî anlaşmazlıkların doğurduğu bazı akaid problemlerini (iman-küfür, cebir-ihtiyar) zikretmeyi de ihmal etmezler Ibk. İA, 1. 368; İrfan Abdülhamîd, s. 214-2191 Her şeyden önce, inanan ve inandığına ibadet etmek isteyen insan için Allah'ın bazı sıfatlarla nitelendirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bilinmeyene tapınmak mümkün değildir. L. Gardet'nin de ifade ettiği gibi {El2 |îng.| I, 410) Kur'an ve hadis metinlerinde birçok kavramla nitelendirilen Allah hakkında İslâm bil-ginlerin:n düşünmemeleri, birbirinden farklı da olsa genelde belli bir anlayışa sahip olmamatan mümkün değildir. Gerek umumi İslâm tarihi ve mezhepler tarihi kitaplarından, gerekse mezhepler Yûsuf sûresinin 21 âyetinden Allah'ın mutlak kudretini ifade eden bir bölüm ile O'nun askınlığını ve lütufkârlığını belirten bir zikir cümlesi (Mahmud Celaleddîn'ın telî-sülüs hattı ■ Muştala koleksiyonu) arası tartışmaları aksettiren reddiye türündeki eserlerden anlaşıldığına göre İslâm'ın yayılışı sırasında diğer din ve felsefe mensuplarıyla müslümanlar arasında Önemli fikir mücadeleleri cereyan etmiştir. Ahmed b. Hanbel'e ait er-Red cQÎe'z-zenâdıka ve'1-Cehmiyye'de (s. 64-68, 92-94; krş. Dârimî, s. 361-362, 371 vd.) bazı örneklerini gördüğümüz bu mücadeleleri, yabancı din ve düşünce akımlarına karşı müslümanların kendi akidelerini savunmaları tarzında değerlendirmek, bu din ve felsefelerin teolojilerini taklit etmek şeklindeki değerlendirmeye nisbetle daha isabetli kabul edilmelidir. Aslında bu tartışmaların ortaya çıktığı hicrî 1. yüzyılın sonları ile II. yüzyılın başlarında ne söz konusu dinlerin müslümanların faydalanacağı şekilde geliştirilip sistemleştirilmiş teolojileri vardı, ne de müslüman âlimler Eski Yunan ****fiziğine vâkıftı. Şunu da ilâve etmek gerekir ki mezhep bağlılığı ve bazı siyasî faktörlerin tesiriyle cedel ve münazaranın oluşturduğu gergin hava içinde grupların birbirlerini itham etmelerini, önemli sonuçlara ulaşmak için delil olarak kullanmak isabetli değildir, özellikle o dönemlerde bu tür İthamlar, gerçeğe ulaşmak yerine sırf karşı grubu mağlûp etmek için etkili bir silâh gibi kullanılabilmekteydi. Ancak felsefi kültürün oldukça geliştiği, İbn Ebû Duâd-Ahmed b. Hanbel mücadelesiyle ileri boyutlara varan akıl-nakil tartışmalarının sertleştiği III. yüzyıldan sonra, aşağı yukarı sınırlan ve ana temaları açıklığa kavuşmuş bulunan sıfatlar konusunun işlenişinde yabancı kültürün tesiri söz konusu olabilir. Bu tesirin ya-hudi veya hıristiyan teolojisi renginde gelmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Zira Sünnî ve gayri Sünnî bütün İslâm âlimleri, semavî olanları da dahil olmak üzere diğer dinlere karşı sempati duymamış, aksine daima onları red ve tenkitleri için hedef kabul etmiştir. Buna mukabil onların felsefeye karşı takındıkları tavır daha yumuşaktır. İslâm dünyasında sıfat ve kader meselelerini ilkin tartışma konusu haline getiren Cehmî-Mu'tezilî bilginlerin özellikle Hıristiyanlığa karşı reddiyeler yazdıkları bilinmektedir (Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler, s. 41-43, 50-55; ayrıca bk. Keşfü'z-zunÛn, II, 1363, 1957-1958, 2030; îzâhıt'l-meknûn, I, 26, 60, 383; II, 153, 552, 895). Filozof Kindfye ait er-Red 'ale'n-naşârâ'nm yazma nüshaları ve bunlar üzerinde yapılan çalışmalar mevcuttur (Aydın, a.e., s 55-56). "Sıfat" kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de yer almamıştır. Fakat "isim" birçok âyette Allah'a nisbet edilmiş, ayrıca O'nun "es-mâ-i hüsnâ"sının olduğu da ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, "ism", md.). Bu âyetlerin ve esmâ-i hüs-nâ hadisinin tesiriyle olacaktır ki müslümanlar ilk dönemlerden itibaren Allah'ı nitelendirmek için isim ve esma terimlerini kullanmışlardır. En erken hicrî II. yüzyıldan itibaren akaid literatürüne girdiği anlaşılan sıfat terimi ise (bk. Ebû Hanîfe, tür. yer.) İslâm inancının gayri İs-lâmî unsurlar karşısında savunulması sırasında ortaya çıkmış olmalıdır. Zât-ı ilâhiyye etrafında ilk defa ortaya çıkan fikrî hareketler iki noktada yoğunlaşıyordu: Zâtın nitelendirilmesi ve tevhidin korunması. Şüphe yok ki kendimize ve etrafımızı saran kâinata hâkim olan ve tapınılmaya müstahak bulunan yaratıcının bilinmesi, bunun için de bazı sıfatlarla nitelendirilmesi gerekir. 0, zâtına nisbet edilecek bu sıfatları sonradan kazanmış olamaz; çünkü bu takdirde yetkinlik ifade eden sıfatlara sahip olmadan önce onlardan yoksun olmak gibi bir eksikliğe, ayrıca sonradan bazı özelliklere kavuşmak suretiyle de değişikliğe mâruz kalmış olur. Şu halde söz konusu sıfatların da zât gibi kadîm olması gerekir. Bu durumda ise kadîmler çoğalacağı için (taaddüd-i kude-mâ) tevhid prensibi zedelenmiş olabilir. Bu iki noktanın birincisinde itidali muhafaza edememek teşbih (zât-ı ilâhiyye-yi yaratılmışa benzetmek), ikincisinde ise ta'tîl (zâtı sıfatlardan tecrit etmek) sonucuna götürür ki bunların her ikisi de Asr-ı saadetten itibaren müslümanların benimsediği akideye ters düşmektedir. İslâm dünyasında teşbih veya ta'tîl aşırılıklarından ilk defa hangisinin ortaya Yûnus sûresinin 64. âyetinden Allah'ın engin rahmetini ve inayetini ifade eden bir bölüm (Aîlı Eten d I'n İr eelt-sülüs Ketli - Ekrem Hakkı Ayverdl koleksiyonu) Lafza-i celâl ile birlikte Allatı'a teşbih, tazim ve övgüyü ifade eden bir zikir cümlesi (Sullan II. Mahmud'a attceltsülüs zerendOd levha Beyazıt Camii / istanbul) çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber, siyasî ve ideolojik maksatlarla bazı aşırı grupların Hz. Ali'nin şahsiyeti etrafında ürettikleri teşbih görüşleri bir yana bırakılırsa, fikri mânada İlk aşırılığın hicrî II. yüzyılın başlarında, yabancı din ve fikir akımlarıyla mücadele eden Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Saf-vân tarafından ta'tîl görüşünün ileri sü-rülmesiyle başlamış olduğunu söylemek mümkündür. Daha sonra bir yönüyle buna tepki, bir yönüyle de muhafazakârlık mahiyetinde olmak üzere Mukâtil b. Süleyman ve onun gibi düşünenlerin teşbih aşırılığı göze çarpar. Aynı dönemlerde Mutezile âlimleri teşbihten şiddetle kaçınan, fakat ta'tîl görüşünü de benimsemeyen orta bir yol tesbit etmeye çalışmışlardır. Bundan bir asır sonra gelen ilk İslâm filozofu Kindî'yi kelâmdan felsefeye geçiş döneminin temsilcisi sayarsak yaklaşık bir asır daha beklememiz ve nihayet tenzihe son derece önem veren Fârâbryi, ardından da İbn Sînâ'yı söz konusu etmemiz gerekir. Aslında ta'tîl veya teşbih aşırılıklarına bağlı bulunan ve İslâm tarihinde hiçbir zaman önemsenecek bir çoğunluk teşkil etmeyen gruplar da dahil olmak üzere hiçbir müslüman, tapındığı rabbın hiçbir sıfatla nitelenmeyen zihnî bir varlıktan ibaret olduğunu kabul etmediği gibi O'nu insana veya başka bir yaratılmışa da benzetmiş değildir. Her inananın, Allah kelâmı olduğu ve değişikliğe mâruz kalmadığından emin bulunduğu Kur'ân-ı Kerim Allah'ı binlerce defa çeşitli kavramlarla nitelerken, bir müslüman için başka türlü inanmak ve bir anlamda başka bir tanrıya ibadet etmek zaten mümkün değildir. Bütün mesele fiilen var olduğu ve naslarda mevcut sıfatlarla nitelendiği kesin olarak bilinen Allah'ın zâtı ile sıfatları arasındaki müna- sebeti kurabilmek, daha doğrusu bu münasebeti ilmî bir yaklaşım ile ifade edebilmektir. Sıfatlara dair nasların zahirine bağlı kalanlar bazı noktalarda teşbihe düşmüş gibi görünürse de aslında Mukâtll b. Süleyman gibi fikirleri açısından ciddiye alınabilecek teşbih taraftarlarının sayısı pek azdır ve bunların gerçek görüşleri hakkında sadece muhaliflerinin kitaplarında yer alan rivayetlerin doğruluğu konusunda da İhtiyatlı olmak gereklidir. Kerrâmîler'in, hatta filozofların Allah'a "cevher" demeleri, bilindiği üzere, "kendiliğinden var olan ve mevcudiyetini sürdüren" (el-kâim bizâtih) veya "araz kabul etmeyen" (el-mevcûd lâ fi'l-mevzû') anlamında olup her hangi bir teşbih unsuru taşımaz. GazzâlTnin de ifade ettiği gibi (Tehâfütû'l-felâsife, s. 79-80) bu tür nitelendirmelere olsa olsa terminoloji açısından tenkitler yöneltile-bilir. Tevhidi korumak maksadıyla ta'tî-le yaklaşan veya tenzihe fazla meyledenler de aslında naslarda yer alan isim ve sıfatlan inkâr etmemişlerdir. Nitekim Gazzâlî, tenzihe en çok önem veren İslâm filozoflarının ulühiyyet görüşünü tenkide tâbi tuttuğu halde onların sıfatlan inkâr ettiğini ileri sürüp tekfir cihetine gitmemiştir. Sıfatlar konusunda muhafazakâr davrandığı bilinen Selefiyye, naslarda yer alan bütün sıfatlan Allah'a nlsbet etmeyi akidelerinin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul etmişlerdir. Bununla beraber Ahmed b. Hanbel'den, hatta İmam Mâlik'ten itibaren selef âlimler), zahirî mânalarıyla beşerî özellikler taşıyan haberî sıfatlan Allah'a nisbet ederken daima "mahiyet ve keyfiyeti bilinmeden" {bilâ keyf velâ ma'nâ) demek suretiyle teşbihi andıran kavramları zâttan uzak tutmuşlardır. Tenzih taraftan olan Mu'tezile'ye gelince, onlan da "bütün sıfatlan inkâr edenler" anlamındaki Muattıla'dan kabul etmek hiçbir zaman doğru değildir. Mu'tezile âlimlerinin çoğunluğu Kur'an'da bulunan ilâhî sıfatla-n -ki bunlann çoğu kelime türü bakımından sıfat sığasında olduğundan isim diye anılmaktadır- zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmekte tereddüt göstermemiştir. Bu âlimlerle Sünnî kelâmcılar arasında bulunan sıfat anlaşmazlığı, meselenin özünden çok şeklini ve tekniğini ilgilendirmektedir (aş. bk.). B) Sıfatların Tasnifi. Sıfatlar üzerinde fikir yürüten âlimler daima konu ile ilgili naslan göz önünde bulundurmak mecburiyetindedirler. Esmâ-i hüsnâ hadi- sinde İlâhî isimlerden doksan dokuz tanesi zikredilmişse de sadece Kur'an'da geçen isimlerin bunun üç katından fazla olduğu bilinmektedir (yk. bk.). Ancak âlimler, ilahiyat bahislerini eğitim Öğretime ve aynca telife elverişli hale getirebilmek için onlan mantıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye çalışmışlar ve belli Ölçülerle seçtikleri isim veya sıfatları gruplandırarak açıklama geleneğini kurmuşlardır. Akaidle ilgili olarak erken dönemlerde telif edilen Ebû Hanîfe'nin el-Fıkhü'1-ekber, MâtürîdFnin Kitâbü't-Tevhîdvç Eş'arfnin el-Lüma* adlı ki-taplannda söz konusu sıfat gruplandır-maları yapılmış, bunlan hemen takip eden eserlerde de hu gruplandırma aşağı yukan son şeklini almıştır. Akaid ve kelâm kitaplannın klasik planına göre ilâhiyyât bahislerinin ana konulan Allah'ın varlığı, birliği, sıfatlan ve fiillerinden ibarettir. Varlık konusunu zât bahsi, diğer üç konuyu da sıfatlar bahsi olarak adlandırmak da mümkündür; nitekim kelâm ilmi konusuna göre tarif edilirken bu gruplandırma esasına bağlı kalınmıştır. Yine özellikle Sünnî kelâm kitaplarında görülen yaygın bir tasnife göre sıfatlar tenzîhî, sübûtî ve fiilî olmak üzere üç gruba aynlmıştir. Tenzîhî sıfatlar Allah'tan nefyedilmesi gereken ve O'nun aşkınlığını ifade eden sıfatlardır. Sübûti sıfatlar ise Allah'a nisbet edilmesi gereken ve O'nun yetkinliğini ifade eden sıfatlardır. Birinci gruba imanın hedefini oluşturan ûluhiyyet sıfatla-n, ikincisine de ibadetin hedefini oluşturan rubûbiyyet sıfatları demek mümkündür. Fiilî sıfatlara gelince bunlar, Allah'ın kâinatla olan münasebetini daha açık bir şekilde ifade eden ve O"nun kâinatı yaratış ve idare edişini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan kavramlardır. Selef âlimleri ile Mu'tezile ve Şîa ke-lâmcılarının sıfat tasnifi de, Sünnî ke-lâmcıların tertibi kadar mükemmel olmasa da, ana plan bakımından aynı mahiyettedir. İslâm filozofları Allah'ın birliğine ve tenzîhî sıfatlarına büyük önem vermişler, sübûtî sıfatlan bir anlamda tenzîhîlerle birleştirmişlerdir. Fiilî sıfatlar Selefiyye ve Mâtürîdiyye dışındaki âlimlere göre itibarî sıfatlardır. 1. Tenzihi Sıfatlar. Zâtullah akidesini belirleyen ve selbî terimiyle de anılan bu sıfatlar acz, eksiklik ve yaratılmıştık gibi ulûhiyyete nisbet edilmesi mümkün olmayan kavramlardır. Bu tür kav-ramlann zâttan uzaklaştınlması (tenzih, selb) suretiyle O nitelendirilmiş olur. Bu- na göre tenzîhî sıfatlar Allah'ın ne olmadığını anlatan sıfatlardır. Kur'ân-ı Ke-rîm'de Allah'ın birliğini, şeriki ve benzerinin bulunmadığını, yaratılmışlık belirtilerinden münezzeh olduğunu ifade eden birçok âyet vardır (bk. ]. La Beaume. s. 129-137; M. Fâris Berekât, s. 4-20). İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in Huzey-fe'den rivayet ettikleri bir hadise göre Hz. Peygamber gece namazında Kur'an okurken tenzih âyetlerine sıra gelince Allah'ı tenzih ve teşbih ederdi (İbn Mâce, "İkame", 179; Müsned, V, 384; krş. İbnü'1-Esîr, "nezzehe" md.). "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" (eş-Şûrâ 42/ 11) mealindeki âyet bütün âlimler tarafından tenzih için esas kabul edilmiştir. Kelâm ilminde muhâlefetün li'l-havâdis terimiyle ifade edilen bu prensip yaratıcı ile yaratılmışların statülerini tamamıyla birbirinden ayırmıştır. Bunun gibi Allah'ın birliği prensibi de ulûhiyyete yakışmayan bütün kavramları zât-ı ilâhiy-yeden uzaklaştıran ve bir bakıma tenzîhî sıfatları ihtiva eden bir prensiptir. Tenzîhî sıfatlar akaid literatürünün selef, kelâm, felsefe ve tasavvuf alanla-nnın hepsinde ele alınarak işlenmiştir. Selef âlimleri, telif planlarına göre tenzihle ilgili naslan sıralayıp yorumlamakla yetinmişler, kelâmcılar ise Şûra sûresinin 11. âyetinin ışığı altında İlgili nas-lardan faydalanarak bazı terimler tesbit etmiş ve daha çok öğretimde kolaylık, telifte birlik ve ahenk sağlamak maksadıyla altı terimi seçerek belli bir liste oluşturmuşlardır. Bunlardan vücûd "yokluğu düşünülmemek" anlamına gelip bazıları bunu müstakil bir sıfat (sı-fât-ı nefsiyye) kabul etmiş, bazılan da vücûdun zâttan ayrı bir mâna olmadığını söyleyerek onu sıfat listesinden çıkarmışlardır. Kıdem "varlığının başlangıcı olmamak", beki "varlığının sonu olmamak", muhâlefetün li'l-havâdis "yaratılmışlara benzememek", kıyam bi nefsihî "varlığı için başkasına muhtaç olmamak", vahdâniyyet "şeriki bulunmamak", mânalarına kullanılmıştır. Felsefenin de etkisiyle kelâmı kültür geliştikten sonra tenzîhî sıfatlar listesi zenginleşmiştir. Meselâ Sünnî İslâm dünyasında uzun asırlar yaygın bir şöhrete sahip bulunan 'Akâ*idü'n-Nesefîtenzîhî sıfatları söyle sıralamaktadır: "Allah araz, cisim, cevher olmadığı gibi herhangi bir şekle bürünmüş veya sınırlandırılmış da değildir. Yine O kemiyet ve hacimden, basit veya birleşik parçalardan teşekkül etmemiştir, sonlu değildir. Allah mahiyet ve keyfiyetle nitelendirilemez. Mekân tutmaz, üzerinden zaman geçmez. Hİç- : bir şey O'na benzemez, hiçbir şey ilim ve kudretinin dışında kalmaz" (Necmed- : din en-Nesefî, s. 31-36). Mu'tezile ve Sîa âlimleri de Ehl-i sün- ; net'in benimsediği tenzîhî sıfatları aynen '• kabul ederler. Ancak Nazzâm ve Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf gibi bazı Mu'tezilî âlimler sübûtî sıfatları tenzîhî sıfatlar alanına girecek bir anlayışla yorumlayarak bu sıfatların sahasını genişletmiş ve Allah'ın yalnız bu tür kavramlarla nitelendirilebileceğini söylemişlerdir (bk. Eş'arî, Makâlât, s. 484-488). Sıfatlarla ilgilenen İslâm bilginleri içinde tenzih konusunda en çok titizlik gösterenlerin filozoflar olduğu bilinmektedir. İslâm filozofları naslarda bulunan ve kelâmcılar tarafından düzenlenen bütün tenzîhî sıfatları kabul etmektedir. Onlann, Allah için, meselâ "cevher" veya "akıl" terimlerini kullanmaları sebebiyle tenzih prensibini zedeledikleri sanılma-malıdır. Çünkü her iki kelimeye dildeki kullanılışlarından farklı olarak verdikleri özel mânalar, esas itibariyle zât-ı ilâhiy-yeye nisbet edilemeyecek kavramlar değildir. Fârâbî ve özellikle İbn Sînâ Allah'ın varlığını "vacip" kavramına bağladıktan sonra büyük önem verdikleri ve teolojilerinin odak noktasını oluşturan tevhid ; akidesini bu vacip esası üzerine oturt-; muşlardır. Onlara göre tenzih metodu dışında zâta nisbet edilecek ve kaçınıl-\ maz bir şekilde kadîm olarak kabul edi-: lecek sıfatlar ulûhiyyette kesretin bu-\ lunduğunu çağrıştırır ki bu hiçbir müs-[ lümanın benimseyemeyeceği bir husus-[ tur. İslâm filozofları naslarla sabit olan \ esmâ-i hüsnâyı "taabbüdT bir yaklaşım-; la kabul ederler. Fikrî açıdan ise Allah'ın, \ meselâ alîm, hakîm, hak ve hay sıfatla-l nyla nitelendiğini şöyle bir yorumla be-[ nimserler: Fiilen mevcut olan Allah'ın varlığı diğer hiçbir şeyin varlığına benzemeyecek şekilde kendi zâtına hastır ve bu sebeple bir tek olmanın en örnek-siz üstünlüğüne sahiptir. Allah madde olmadığı gibi varlığı için maddeye muhtaç da değildir. O halde O, hiçbir şekilde maddeye bağımlı olmamak anlamında bilfiil "akıl'dır. Yine aynı özelliği sebebiyle zâtını akleden (âkil) ve dolayısıyla akledilendir (makûl). Fakat O'nun nitelendirilmesi için kullanılan bu üç kavram, hiç şüphe yok ki, bölünme bahis konusu olmadan tek bir zât ve tek bir cevhere aittir. İşte Allah'ın "âlim" olması da aynen bunun gibidir. 0. "bilen" ol- mak İçin kendi zâtının dışında bir şeyi (zâtı, objeyi) bilmeye muhtaç olmadığı gibi "bilinen" (malûm) olmak İçin O'nu bilecek diğer bir şeye de (zâta) muhtaç değildir. Aksine O, bilen ve bilinen olmak için kendi cevheriyle müstağni olandır. Şu halde O'nun, zâtını bilmesi anlamındaki ilmi kendi cevherinden başka bir şey değildir. O halde zât âlim, ma'lûm ve İlimdir. O'nun hakîm, hak, hay oluşu da bunun gibidir (Fârâbî, el-Medînetü't-fâzıla, s. 46-49; krş. İbn Sînâ, en-Necât, s. 228-229, 243-251; a.mlf., eş-Şifâ', s. 356-360, 366-368). Öyle görünüyor ki filozoflar naslarda yer alan ilâhî nitelikleri benimsemekle -veya onlara iman etmekle-beraber bunların zât ile olan münasebetini izah ederken çok önem verdikleri tevhid uğruna sıfatlan zât içinde eritmişlerdir. Bu açıdan bakıldığı takdirde sıfat-zât ayniliği ortaya çıkmakta ve Allah'ı nitelendirmek için tenzîhî olanlardan başka sıfat kalmamaktadır. Bu görüş Ebü'l-Hüzeyl ve Nazzâm'ın sıfat anlayışına yaklaşmaktadır. Şark İbâzîleri'-nin sıfat anlayışı da buna benzemektedir (bk. Sâbir Tuayme, s. 92-97). İslâm filozoflarının bu anlayışına Aristo'dan itibaren gelen felsefî kültürlerin tesirleri vardır (bk. Kaya, s. 223-231). Filozofların sıfat-zât ayniliği görüşüne özellikle Sünnî kelâmcılar şiddetle karşı çıkmış, fakat sıfatlan inkâr ettiklerini öne sürmekle birlikte bu konuda tekfir cihetini de genellikle tercih etmemişlerdir. "Haberi sıfatlar" diye de anılan ve naslarla sabit olmakla beraber zahirî mâna la nyla aşkın varlığa nisbet edilmeleri mümkün olmayan bazı kavramlar vardır ki İslâm akaidinin zengin tenzih literatüründen bir anlamda İstisna teşkil ederler. Bu türden olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'de zahirî mânalarıyla yüz (vech), göz (ayn, a'yün), el (yed), hadislerde parmak (ısba'), ayak (kadem) gibi uzuvlar, ayrıca bazı âyet ve hadislerde arşın üzerinde oturmak (istiva), yukarıdan aşağıya inmek (nüzul), gelmek (mecr) gibi beşerî fiiller Allah'a nisbet edilmiştir (bk. Râzî, Esâsü't-takdfs, s. 110-214). İlâhî rahmet ile gazabı, insanın manevî kurtuluşu ile hüsranını ilgilendiren naslarda ba-zan rahmet ve kurtuluşa, bazan da gazap ve hüsrana ağırlık verilmesi, bu nas-lar arasında bir çelişkinin bulunduğu (İA, I 367) anlamına gelmez. Çünkü aynı konu İle ilgili olan bu tür naslar arasında göze çarpan tutum farklılıktan aşkın varlıkla İlgili olmayıp insanların kulluk duygulan ve davramşlanmn çeşitliliğiyle il gilidir. Dinî hayat açısından kişiler arasında, hatta aynı kişinin geçirdiği muhtelif dönem ve takındığı tavırlar arasında gerçekte mevcut bulunan o kadar çok farklılık vardır ki bunlann değerlendirilmesi, bazan ancak birbiriyle çelişir gibi görünen sonuçlar ve hükümler halinde olabilmektedir. Semavî dinlerin, özellikle İslâmiyet'in tevhid akidesini ısrarla telkin ettikleri şüphesizdir. Bununla birlikte mukaddes metinlerde bu akîde İle bağdaşmaz gibi görünen bazı beyanların da yer aldığı bilinmektedir. Müteşâbih (birkaç anlamla gelebilen) terimiyle de ifade edilen bu tür beyanlar, acaba bir yandan müminin samimiyetini ölçen, diğer yandan da onu kayıtsız şartsız teslim olma yolunda eğiten ilâhî İmtihan ve uyan vasıta-lan mıdır? Kur'an'da bu meseleyi konu edinen âyette (Âl-i İmrân 3/7) doğrusu bu ihtimallerin ikisine de açık işaretler vardır. Gerçi yahudi teolojisinde görülen "yorulup dinlenmek" (Tekvin, 1-2), "cennette gezinmek" (Tekvîn, 3/8), "şehri ve kuleyi görmek için inmek" (Tekvîn, 11/5), "pişman olmak" (Çıkış, 32/14; II. Samuel, 24/16; Yeremya. 18/8, 10; 26/3, 13, 19; 42/10 vb.), "kıskanmak" (Çıkış, 20/6; Tekvîn, 6/6; Çıkış, 32/12 vb.) gibi yorumu çok güç antropomorfik beyanlar veya Hıristiyanlık'taki Tann'nın be-şerîleşmesi türünden tevhidle bağdaşmaz ifadeler, sahih İslâmî naslarda yer alan müteşâbihler içinde mevcut değildir. Bununla beraber ilk fetihlerle birlikte İslâm teolojisinin karşılaştığı direnişler karşısında erken dönemlerden itibaren bu tür naslann yorumu gündeme gelmiştir. Müşebbihe veya Mücessi-me diye anılan ve -mezhep gruplarının karşılıklı ithamları bir yana - kemiyet ve keyfiyet bakımından önemsenmemesi gereken azınlık hariç tutulursa, bütün İslâm âlimleri zât-ı ilâhiyyeye hiçbir zaman antropomorfik özellikler nisbet etmemişlerdir. Yine onlar zât ve sıfatla-nyla birlikte ulûhiyyetin mahiyet ve keyfiyeti bilinmeyecek aşkırf bir âlem olduğundan da şüphe etmemişlerdir. Naslar İçinde bu tür sıfatlan teşkil eden bütün kelime veya kelime gruplan, dil açısından, çok defa İslâm öncesi metinlerle de belgelenebilen mecazi mânalara sahiptirler (bunun İçin meselâ bk. Lisâ-nü't-cArab; Zemahşerî, el-Keşşâf; Fahred-din er-Râzî, Tefsir; a.mlf., EsSsü't-takdis ve İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, ilgili yerler). Esasen müteşâbih naslann dikkatle incelenmesinden de bunlann madde dünya-
bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |