Durumu: Medine No : 14040 Üyelik T.:
01 Ağustos 2011 Arkadaşları:3 Cinsiyet:Byn Memleket:Ağrı Yaş:35 Mesaj:
300 Konular:
103 Beğenildi:23 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Soru bankası(mbsts ve yeterlilğe yönelik)-6 MBSTS için Kuran ilimleri testleri:
---------------------------------------
1-Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’ın tanımı arasında yer alır?
A-Allah’ın beşerle doğrudan konuşmaması, O’nun bildirmek istediği bilgiyi insanın kalbine ilham etmesidir.
B- Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed'e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.
C -Ciltli veya ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılı veya yazılı kâğıt yapraklarının bütününe denir.
D- Söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin kavrayış, iyi ve tam anlamak,
bir şeyi derinlemesine bilmek demektir.
2-Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’ın isimlerinden Mev’iza’nın anlamıdır?
A-Kur’an’ın çok anılması
B-Kur’an’ın Rehber oluşu
C-Kur’an’ın hak ile batılı ayırması
D-Kur’an’ın nasihat ve öğüt vermesi
3- “Yaklaşık yüz ayetten oluşan surelere …… denir.” Yandaki boşluğa aşağıdaki kavramlardan hangisi getirilmelidir?
A-Mufassal
B-Mesâni
C-Miun
D-Zammı sure
4-Ayetleri yüzden aşağı olan surelere ne denir?
A-Hizb
B-Mufassal
C-Aşr
D-Seb’ul Mesâni
5- “Sure” kelimesiyle başlayan sûre hangisidir?
A-Nur
B-Mücadele
C-Bakara
D-Nisa
6-Kur’an’daki secde ayeti sayısı kaçtır?
A-16
B-20
C-14
D-50
7-Besmelenin iki defa zikredildiği sure hangisidir?
A-Tevbe
B-Hud
C-Yunus
D-Neml
8-Aşağıdakilerden hangisi besmele ile başlamayan sûredir?
A-Berae
B-Bakara
C-Duha
D-Kehf 9-Kendisinde secde ayeti bulunan sure hangisidir?
A-Mülk
B-Haşr
C-Hacc
D-Fatiha
10-Peygamberimizin “Zehraveyn” diye adlandırdığı sureler hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-En’am-Nur
B-Bakara-Fatiha
C-Al-i İmran-Nisa
D-Bakara-Al-i İmran
11-Tilavet secdesi ile biten sureler hangileridir?
A-A’raf-Mülk-Cuma
B-A’raf-Necm-Alak
C-Nisa-Kehf-Yasin
D-Nebe-Naziat-Fecr
12-Aşağıdakilerden hangisi Fatiha suresinin isimlerinden biri değildir?
A-El-Hamd
B-Seb’ul Mesani
C-Ümmül –Kur’an
D-Fatihatul Kur’an
13-Kur’anın en uzun suresi ile en kısa suresi hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-Nisa-Kevser
B-Bakara-Kevser
C-Mücadele-Nur
D-Yasin-Hucurat
14-Aşağıdakilerden hangisi ayetin tanımıdır?
A-İki hizbden oluşan kısım
B-Kur’an’ın bölümleri
C-Kur’an’ın en küçük parçaları
D-Kur’an’ın her sayfası
15-Aşağıdakilerden hangisi surenin tanımıdır?
A-Kur’an’ın ayetler grubunu içeren bölümleri
B-Kur’an’ın en küçük parçaları
C-Kur’an’ın her 5 sayfası
D-Kur’an’ın her 2o sayfası
16-Mekkî ve Medenî surelerin adet sayısı hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-88-95
B-86-28
C-100-150
D-87-29
17-Aşağıdakilerden hangisi Mekkî Sûrelerin konuları arasında yer alır?
A-Tevhid ve Ahlak
B-Ukubat ve Cihad
C-Ehli Kitap ve Toplum
D-Hukuk ve muamelat
18-Aşağıdakilerden hangisi Medeni surelerin özelliklerinden değildir?
A-Hadler ve feraizden bahseder
B-Cihada izin verir
C-Ehli Kitaptan bahseder
D-Bakara suresinin dışında geçmiş peygamberlerden bahseder
19-Kur’an’ın en uzun ayetiyle en kısa ayeti hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-Bakara 282-Fecr suresi 1
B-Bakara 286-Kevser 2
C-Şura 186-Hac 20
D-Kehf 19-Al-i İmran 154
20-Kur’an’ın toplanması Hangi Halife döneminde olmuştur?
A-Hz.Ali
B-Hz.Osman
C-Hz.Ebu Bekir
D-Hz.Ömer
21-Kur’an’ın en uzun (Tıval) sureleri hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-Yasin,Hucurat,saff,Nebe,Mülk,Muhammed,İnsan
B-Enfal,Yusuf,Nur,Hadid,Hac,Mücadele,
C-Vakıa,Cuma,Zuhruf,Fecr,Naziat,
D-Bakara,Al-i İmran,Nisa,Maide,En’am,A’raf,Yunus ve kehf
22-Esbab-ı Nüzul ne demektir?
A-Birbirine benzeyen, kendisinde karışıklık bulunan ve birden fazla yoruma elverişli olan ayetlerdir.
B-Ayetlerin inmesine sebep olan olay veya duruma denir
C- Dini bir hükmün zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir delil ile kaldırılmasıdır.
D-Bir tek anlamı bulunan, Sağlam kılınan, Hükmü sabit olan ve tek bir yoruma elverişli olan ayetlerdir.
23-Nesh’in anlamı nedir?
A-Kendinden önceki hükmü kaldıran delile denir.
B-Hükmü kaldırılan delile denir.
C-Zamanın ve şartların değişmesi ile anlam değişikliği olmayan ayetlere denir
D-Bir araya getirmek, toplamak ve okumak anlamına gelir.
24-Ku’an-ı Kerim ilk devirlerde aşağıdakilerden hangisi üzerine yazılmamışır?
A-Taş levhalar
B-Hurma dalları
C-Kürek kemikleri
D-Kûşe kâğıdı
25-Muhkem ayetlerin tanımı aşağıdakilerden hangisidir?
A-Anlamı tevil kabul etmez derecede açık olan ve tek bir yoruma elverişli olan ayetlerdir.
B-Anlamı kapalı olan ve birden fazla yoruma elverişli olan ayetlerdir.
C-Başka dillere çevrilmeyen ayetlerdir.
D-Ahiret inancından ve doğru amellerin ne olması gerektiğinden bahseden ayetlerdir.
26-Müteşabih ayetlerin tanımı aşağıdakilerden hangisidir?
A-Başka dillere çevrilen ayetlerdir.
B-Anlamı kapalı olan ve birden fazla yoruma elverişli olan ayetlerdir.
C-Anlamı tevil kabul etmez derecede açık olan ve tek bir yoruma elverişli olan ayetlerdir.
D-Dini bir hükmün zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir hükümle kaldırılan ayetlerdir.
27-Kur’an’ın toplanması faaliyetinde komisyon başkanı olarak görevlendirilen sahabe kimdir?
A-Abdullah b.Abbas
B-Mikatil b.Süleyman
C-Abdullah b.Zübeyr
D-Zeyd b.Sabit
28-Aşağıdaki tefsirlerden hangisi Rivayet Tefsirleri arasındadır?
A-el-Ferra : Ma’ani’l-Kur’an
B-İmam-Şafi: Ahkamu’l Kur’an
C-Taberi :Camiül Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an
D-Zemahşeri: Keşşaf
29-Aşağıdaki tefsirlerden hangisi Kelami tefsirler arasındadır?
A-Fahreddin er-Razi: Mefatihu’l Gayb
B-Ebu Ali et-Tabresi: Mecmeul Beyan li Ulumil Kur’an
C-İsmail Hakkı Bursevi: Ruhu’l Beyan
D-Seyyid Kutup: Fizilalil Kur’an
30-Kıraat kelimesinin anlamı hangisdir?
A-Bir şeyi süslemek, güzel ve hoşça yapmak.
B-Talebenin hocasına, kırattan takip ettiği rivayet ve tariki okumasıdır.
C-Kur’an’ı tecvid kurallarına uymak suretiyle en hızlı bir şekilde okumaktır.
D-Bir araya getirmek, toplamak ve okumak anlamına gelir.
31-Aşağıdakilerden hangisi Cüz’ün tanımıdır?
A-Kur’an’ın her 5 sayfasına denir
B-On ayetten oluşan ve konu bütünlüğü olan parçaların ezbere okunmasına denir
C-Kur’an’ın her 20 sayfasına denir.
D-Hizbin bölümlerine denir.
32-Her ayetinde “ALLAH” lafzı olan sure aşağıdakilerden hangisidir?
A-Neml
B-Kehf
C-Hacc
D-Mücadele
33-“AHMED” ismi kendisinde zikredilen sure ve ayet hangisidir?
A-Saff,6
B-Muhammed,1
C-Abese,2
D-Nur,30
34-“Kıraat-ı Aşere” kavramının anlamı nedir?
A-Her bir harfin hakkını vererek telaffuz etmek
B-Tecvid kurallarına uymak suretiyle en hızlı bir şekilde okumak
C-Kırâat ilminden on tânesini okuyup, ilmini ve pratiğini yapmaK
D-Kur’an’dan on sure ezberlemek
35-Aşağıdakilerden hangisi kıraat imamlarından biri değildir?
A-Muhammed b. Yusuf
B-Abdullah bin Kesir el- Mekki ed-Dari
C-Asım b. Behdele Ebu Bekir el-Esedi
D-Ali b.Hamza Ebu’l-Hasan el-Kisai
36- “Talebenin hocasına, kırattan takip ettiği rivayet ve tariki okumasıdır.” Yandaki tanım aşağıdaki kıraat kavramlarından hangisine aittir?
A-Tertil
B-Hadr
C-Arz
D-Tedvir
37- Siyak-Sibak ne demektir?
A-Acze düşmek, aciz bırakmak
B-Kur’an’ın ayetlerinin kronolojik sıralanması
C-Kur’andaki yabancı kelimelerin açıklanması
D-Kur’an ayetleri arasındaki anlam ilişkisinin ve bütünlüğünün olması
38- “İ’cazu’l-Kur’an” tabirinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
A-Kur'ân’ın hükümleri
B-Kur’an’ın benzerinin yapılamaması
C-Kur’an’da ihtilaf olmaması
D-Kur’an’ın toplanması
39-Îcaz’ın sözlük anlamı nedir?
A-Bir sözü aydınlatmak
B-Kur’an ayetleri arasında ilişki kurmak
C-Kur’anda yer alan kapalı bir hususu açıklığa kavuşturmak
D-Bir düşünceyi çok az bir sözcükle özlü bir şekilde anlatmadır.
40- Sözlük anlamı “Mesel, destan ve kıssa” olan kavram aşağıdakilerden hangisidir?
A-Münasebetu’l-Kur’an
B-Emsalu’l-Kur’an
C-Garibu’l-Kur’an
D-Mubhemetu’l-Kur’an
Yanıtlar:
1b 2d 3c 4b 5a 6c 7d 8a 9c 10d 11b 12d 13b 14c 15a 16b 174 18d 19a 20c 21d 22b 23a 24d 25a 26b 27d 28c 29b 30d 31c 32d 33a 34c 35a 36c 37d 38b 39d 40b
yurdakulali
25 Mart 2010 02:14 Düzenle Sil
MBSTS için İtikat testleri.
-----------------------------------------
1-Aşağıdakilerden hangisi itikadi mezheplerden biridir?
A-Hanefi
B-Maturidiyye
C-Şafii
D-Caferi
2-Aşağıdakilerden hangisi ameli mezheplerden biri değildir?
A-Maliki
B-Hanefi
C-Şafii
D-Eş’ari
3-Maturidiyye mezhebinin mezhebinin kurucusu kimdir?
A-Ebu Mansur Maturidi
B-Sufyan servi maturidi
C-Davudu Zahiri Maturidi
D-Muhammed Raşit El Maturidi
4-Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın zati sıfatlarından birisi değildir?
A-Vücud
B-Beka
C-İrade
D-Vahdaniyet
5-Aşağıdakilerden hangisi vahyin çeşitlerinden biri değildir?
A-Cebrail’in azıl suretinde vahiy getirmesi
B-Perde arkasından peygamberimizin duyduğu sözler
C-Allah’ın dilediklerini dilediği kulunun kalbine doğrudan doğruya çabuk bir şekilde yerleştirmesi
D-Hiçbiri
6-Aşağıdakilerden hangisi miladi 325 yılında İznik’te toplanan ruhani meclis tarafından kabul edilen incillerden biri değildir?
A-Luka
B-Selkisolf
C-Markas
D-Matta
7-Resul kime denir?
A-Kendisine kitap indirilen peygamber
B-Kendilerinden önceki peygamberlere inen kitapları tebliğ edene
C-Keramet gösteren velilere
D-Alimlere
8-Aşağıdakilerden hangisi temiz suyun vasıflarından birisi değildir?
A-Renk
B-Koku
C-Mavi
D-Tat
9-İstinşak neye denir?
A-Ağıza üç kez su çekmeye
B-Buruna üç kez su çkmeye
C-Kulakları meshetmeye
D-Hiçbiri
10-Aşağıdakilerden hangisi abdestin çeşitlerinden biri değildir?
A-Farz olan abdest
B-Vacip olan abdest
C-Mendup olan abdest
D-Sünnet olan abdest
11- Aşağıdakilerden hangisi abdesti bozmayan şeylerden birisidir?
A-Ön ve arkadan sidik ve slik çıkması
B-Gözlerden gülerken yaş gelmesi
C-Ağız dolusu kusmak
D-Vücudun herhangi bir yerinden kan ve irin çıkması
12-Ayağa giyilen mestlere mesh edilebilmesi için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
A-Mestler deriden yapıldığı gibi çoraptan da yapılabilir
B-Ayaklar yıkanarak,abdest alındıktan sonra mestler giyilmelidir
C-Mestler bağsız olarak ayakta durabilecek kadar kalın olmalıdır
D-Mestler ayakları topuklarıyla beraber örtmüş bulnmalıdır
13-Aşağıdakilerden hangisi teyemmümün şartlarından biri değildir?
A-Niyet etmek
B-Teyemmümde yüzü ve kolları kaplayacak şekilde mesh etmek
C-Ayakları meshetmek
D-Meshi elin tamamı veya çoğu ile yapmak
14-Aşağıdakilerden hangisi teyemmümü bozan şeylerden biri değildir?
A-Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar
B-Teyemmüm yapmayı mubah kılan özrün ortadan kalkması
C-Abdest ve gusül için yeterli suyun bulunması
D-Kullanma imkanı olmayan suyun bulunması
15-Aşağıdakilerden hangisi guslün sünnetlerinden biri değildir ?
A) Besmele ile başlamak
B) Niyet etmek
C) Banyoda yıkanmak
D) Suyu ilk döküşte bedeni ovmak
16-Aşağıdaki vakitlerden hangisinde nafile namaz kılmak mekruhtur ?
A) Güneşin doğuşundan 45-50 dakika sonrasına kadar
B) Tuvalet için sıkıştığı vakitte
C) Öğle namazından sonra ikindi vaktine kadar
D) Yatsı namazından sonra fecr-i sadığın doğuşuna kadar
17-Aşağıdakilerden hangisi namazın şartlarından biri değildir ?
A) Hadesten taharet
B) Necasetten taharet
C) İftitah tekbiri
D) İstikbali kıble
18-Aşağıdakilerden hangisi namazın vaciplerinden değildir?
A) Kıraat
B) Namaza Allahu ekber sözüyle başlamak
C) Namazda Fatiha suresini okumak
D) İki secdeyi birbiri ardınca yapmak
19-Aşağıdakilerden hangisi namazın sünnetlerinden biri değildir ?
A) Sübhaneke okumak
B) Kıyamda iki ayağın arasını beş parmak açmak
C) Rükua varırken Allahu ekber demek
D) Secdelere varırken Allahu ekber demek
20-Aşağıdakilerden hangisi namazı bozan şeylerden biri değildir ?
A) Namazda konuşmak
B) Namazda namaza ait olmayan bir iş yapmak
C) Kıblede göğüs değiştirmek
D) Tebessümle gülümsemek
21-Namazda kahkaha ile gülmek neyi gerektirir ?
A) Namaza zarar vermez
B) Namazın sonunda sehiv secdeyi yapmayı gerektirir
C) Namazı bozulur, abdest almadan tekrar kılar
D) Abdesti ve namazı bozulur. Yeniden abdest alır ve namazı iade eder
22-Aşağıdakilerden hangisi namazı bozmayan şeylerden biri değildir ?
A) Namaz kılanın önünden geçmek
B) Namaz kılan kimsenin müsait yer olduğu halde herkesin önünden geçeceği yerde namaz kılması
C) Namazda kahkaha ile gülmek
D) Namaz kılanın secde yerinden birinin geçmesi
23- Bayram namazındaki hutbede imam hutbeye çıkınca aşağıdakilerden hangisini yapmalıdır ?
A) Elhamdülillah diyerek başlar
B) Allahü Ekber diyerek başlar
C) Euzü besmele okuyarak başlar
D) Bunların dışında başka bir şey okuyarak başlar
24-Aşağıdakilerden hangisi namazın mekruhlarından biri değildir ?
A) Namazda iken işaretle selam almak
B) Namazda özürsüz olarak bağdaş kurmak
C) Mum, Kandil lambaya karşı namaz kılmak
D) Esnemek, gerinmek
25-Namazda olan bir kişi aşağıdaki hallerin hangisinde namazı bozması vaciptir ?
A) Davar sürüsüne canavar düşmesi halinde
B) Gözleri kör olan birinin kuyuya düşme tehlikesi olması
C) Suya düşen bir kişinin yardım istemesi halinde
D) Bir kimsenin çatıdan aşağı düşme tehlikesi olması
26-Aşağıdakilerden hangisi sehiv secdeyi gerektiren hallerden biri değildir ?
A) Sübhanekeyi okumayı terk etmek
B) Fatiha okumayı terketmek
C) Dört rekatlı namazlarda ilk oturuşu terketmek
D) Vitir namazında kunut dualarını terketmek
27-Namazda sehiv secdesini gerektirecek birden fazla davranıştan dolayı kaç sehiv secdesi yapmak gerekir ?
A) 2
B) 1
C) 3
D) Hiçbiri
28-İçerisinde secde ayeti bulunan ayetleri okurken secde ayetini secdeden kaçınmak için gizlice okumanın hükmü nedir ?
A) Mübahtır
B) sünnettir
C) Müstehaptır
D) Mekruhtur
29-Müdrik kime denir ?
A) namazın her rekatında imam ile kılana denir +
B) İmama ilk rekatın rükuundan sonra uyana denir
C) namaza imam ile başladığı halde imam ile bitiremeyen kimseye denir
D) her meseleyi en ince ayrıntısana kadar anlayana denir
30-İmama ; İlk rekatin rükuundan sonra uyan kimseye ne denir ?
A) Cemaat
B) Müdrik
C) Mesbuk
D) Lahık
31-Aşağıdakilerden hangisini imam yapmasa cemaatte yapmaz , imam yaparsa cemaat da yapar ?
A) İftitah tekbirinde ellerinin kaldırılması
B) İmam sübhanekeyi okumasa cemaat da okumaz
C) iki rekatlı namazın sonunda imam tahıyyatı okuduktan sonra cemaat de okumuşsa
D) Hiçbiri
32-Aşağıdaki durumların hangisinde sünnet kesilerek cemaatle kılınan farzda imama uyulur ?
A) Sabah namazının sünnetinin ikinci rekatında
B) İkindi namazının sünnetinin ikinci rekatında
C) Cumanın evvelki sünnetinin üçüncü rekatında
D) Hiç birinde
33-Aşağıdakilerden hangisi cuma namazının sahih olmasının şartlarından biri değildir ?
A) Cuma kılınan yerin şehir veya şehir hükmünde olması
B) Cuma namazının öğlen vaktinde kılınması
C) Namazdan önce hutbe okunması
D) Cuma kılacak kişinin mukim olması
34- Aşağıdakilerden hangisi cuma namazının sahih olmasının şartlarından biri değildir ?
A) Cuma kılınan yerin şehir veya şehir hükmünde olması
B) Cuma namazının öğlen vaktinde kılınması
C) Namazdan önce hutbe okunması
D) Cuma kılacak kişinin mukim olması
35-Aşağıdakilerden hangisi hutbenin sahih olmasının şartlarından biri değildir ?
A) Hutbenin namazdan önce okunması
B) Hutbe okunacak minberin en az 5 basamak olması
C) Vakit içinde okunması
D) Hutbe okunurken cemaatten en az bir kişinin bulunması
36- Aşağıdakilerden hangisi hutbenin vaciplerinden biri değildir ?
A) Hatibin minbere çıkınca oturması
B) Ezanın hatibin huzurunda okunması
C) Vaaz ve nasihatte bulunmak
D) Hiçbiri
37-Seferi ve Mukim olma yönünden vatan sınıflandırılması içerisinde aşağıdakilerden hangisi bulunmaz?
A) Vatan-ı asli
B) Anavatan
C) Vatan-ı İkame
D) Vatan-ı sükna
38-İnsanın 15 gün dolmadan ayrılmak üzere bulunduğu yere ne denir ?
A) Vatan-ı asli
B) Vatan-ı İkame
C) Vatan-ı sükna
D) hiçbiri
39-Misafir olan bir kişi misafirlik halinde dört rekatlı öğle namazının farzının ikinci rekatında oturmadan ayağa kalksa ve namazı dörde tamamlasa ne gerekir?
A) Namazın iadesi
B) Sehiv secdesi
C) Tilavet Secdesi
D) Bir şey gerekmez
40-Teravih namazında dört rekatta selam vererek teravihi kılan kimse ikinci rekatta oturmamış ise kıldığı dört rekatı kaç rekat kılmış sayılır ?
A) 1
B) 3
C) 4
D) 2
41-İma ile namaz kılmak ne demektir?
A) Bir şeye yaslanarak namaz kılmak
B) Yan üzeri yatarak namaz kılmak
C) Göz ucuyla namaz kılmak
D) namazda ruku ve secdeye işaret olunmak üzere başı eğerek namaz kılmak
42-Gözleri, kaşları veya kalbiyle işaret edip kılınan namaz nasıl namazdır?
A) İma ile kılınan namazdır
B) İşaret İle kılınan namazdır
C) Böyle namaz namaz olmaz
D) Gözle, baş ile kılınan namazdır
43-Husüf namazı nedir ?
A) Ay tutulduğu zaman kılınan iki veya dört rekatlı bir namazdır
B) Güneş tutulduğu zaman kılınan bir namazdır
C) Deprem olduğu zaman kılınan bir namazdır
D) Şimşek çaktığı zaman kılınan bir namazdır
44-Aşağıdakilerden hangisi erkekler için üç parça olan kefen parçalarından biri değildir.?
A) Kamis
B) izar
C) lifafe
D) Etek örtüsü
45-Aşağıdakiler hangisi cenaze namazının sünnetlerinden biri değildir?
A) Namazı kıldıracak imamın ölünün göğüs hizasında durması
B) En az imamın arkasında üç cemaatin bulunması
C) Birinci rekattan sonra sübhanekenin okunması
D) Üçüncü rekattan sonra dua okunması
46-Aşağıdakilerden hangisi peygamberimizin hicreti sırasında yaptığı mescittir?
A) Kuba mescidi
B) Mescid-i Nebevi
C) Mescid-i Aksa
D) Mescid-i Haram
47-Bir kimseye orucun farz olabilmesi için gereken şartlar kaç tanedir?
A) 2
B) 4
C) 5
D) 3
48-Adak oruçları ile bozulan nafile oruçları kaza etmenin hükmü nedir?
A) Farzdır
B) Vaciptir
C) Sünnettir
D) Hiçbiri
49-Aşağıdakilerden hangisi orucu bozmaz ?
A) Oruçlu olduğunu unutarak yemek-içmek
B) Kendi isteiği ile ağız dolusu kusmak
C) Bir suya dalıp kulağına su kaçırmak
D) Kendi isteği olmadan boğazına toz ve duman girmek
50-Fıtır Sadakasının miktarı buğdaydan kaç gr. dır ?
A) 2920 gr
B) 1460 gr
C) 2800 gr
D) 2700 gr
51-Aşağıdakilerden hangisi Haccın sahih olmasının şartlarından biri değildir?
A) Müslüman olmak
B) Akıllı olmak
C) Yol güvenliği olmak
D) İhrama girmek
52-Aşağıdakilerden hangisi Haccın edasının şartlarından biridir?
A) Müslüman olmak
B) Haccı belirli zamanda yapmak
C) Akıllı olmak
D) Yol Güvenliği olmak
53- Aşağıdakilerden hangisi Haccın farzlarından biri değildir?
A) Şeytan taşlamak
B) Arafatta vakfeye durmak
C) Kabeyi tavaf etmek
D) İhrama girmek (şarttır)
54- Aşağıdakilerden Hangisi İhram giyilen yerlerden biri değildir?
A) Zulhuleyfe
B) Mina
C) Cuhfe
D) Cidde
55-Aşağıdakilerden hangisi ihramlıya yasak olan şeylerden biri değildir?
A) Saç ve sakal tıraşı olmak
B) Elbise giymek
C) Yıkanmak, kokusuz sabun kullanmak
D) Başı ve yüzü kapamak
56-Aşağıdaki yerlerden hangisinde Arafat vakfesi yapılmaz?
A) Nemire mescidinin bütününde
B) Arafat dağının tepesinde
C) Nemire mescidinin güney kısmında
D) Urene vadisinde
57- Aşağıdakilerden hangisi tavafın çeşitlerinden biri değildir?
A) Kudüm tavafı
B) Kadim tavafı
C) Veda tavafı
D) Ziyaret tavafı
58- Aşağıdakilerden hangisi tavafın vaciplerinden biri değildir?
A) Abdestli olmak
B) Setr-i avrete dikkat etmek
C) Tavaf esnasında kabeyi sağ tarafına alarak yürümek
D) Tavafa Hacer-i esved veya hizasından başlamak
59- Aşağıdakilerden hangisi tavafın sünnetlerinden biri değildir?
A) Tavaf esnasında kabeyi sol tarafına alarak yürümek (teyamün)
B) Iztıba yapmak
C) Hacer-i İstilam etmek
D) Erkekler mümkün olduğu kadar kabeye yaklaşmak
60-Say etmenin hükmü aşağıdakilerden hangisidir ?
A) Farz
B) Sünnet
C) Vacip
D) Mendup
61-Say'ı dört şavttan sonra yediye tamamlamanın hükmü nedir?
A) Sünnet
B) Mendup
C) Müstehap
D) Vacip
62-Şeytan taşlamada taş atmanın zamanı hangi günlerdir?
A) Bayramdan sonraki ilk cuma günü
B) Arafe günü
C) Kurban bayramının 1.,2.,3. ve 4 günü
D) Perşembe günü
63- Aşağıdakilerden hangisi şeytan taşlamanın sünnetlerinden biri değildir ?
A) Bir cemreye aynı gün yediden fazla taş atmak
B) Yedi taşı peş peşe atmak
C) Taşları yaklaşık 4 mt mesafeden atmak
D) Atılan taşlar nohuttan büyük, fındıktan küçük olmak
64- Bayram günlerinde minada gecelemenin hükmü nedir?
A) Mendup
B) farz
C) Vacip
D) Sünnet
65-Hacda saçları traş etmenin veya kısaltmanın zamanı hangi gündür ?
A) Cuma
B) Pazartesi
C) Kurban kesme günü
D) Arefe günü
66-Aşağıdakilerden hangisi haccın sünnetlerinden biri değildir?
A) Kudüm tavafı
B) Arefe gecesi minada gecelemek
C) Bayramın dördüncü günü müzdelifede gecelemek
D) Bayram gecesini müzdelifede geçirmek
67-Aşağıdakilerden hangisi yapılış yönünden haccın çeşitlerinden biri değildir?
A) Haccı İfrad
B) Haccı Kıran
C) Haccı Temettu
D) Umre Haccı
68- Mikatı ihramsız geçmenin cezası aşağıdakilerden hangisidir ?
A) Bir koyun kurban etmek
B) Bir sığır kurban etmek
C) Bir deve Kurban etmek
D) İki koyun kurban etmek
69-Aşağıdakilerden hangisi Hac ile ilgili bir terim değildir ?
A) Bedene
B) Beden
C) Cemre
D) Dem
70-İhsar neye denir?
A) Cömert olana
B) Cimri olana
C) Hac ve Umre için İhrama giren kimsenin arafat vakfesinden ve tavaftan alıkonulmasına+
D) Merhametli olana
71-Aşağıdakilerden hangisi yemin çeşitlerinden biri değildir ?
A) Yemini Gamus
B) Yemini Mün'akide
C) Yemini Lağv
D) Yemini Kefaret
72-Geçmiş veya şimdiki zamana ait bir iş üzerine bilerek yalan yere yemin etmek aşağıdaki yemin çeşitlerinden hangisine girer?
A) Yemini Gamus
B) Yemini Mün'akide
C) Yemini Keffaret
D) Yemini Lağv
73-Lukata neye denir?
A) Aranan eşyaya
B) Buluntu eşyaya
C) Cepteki paraya
D) Kaybolan eşyaya
Yanıtlar:
1b 2d 3a 4c 5d 6b 7a 8c 9b 10d 11b 12a 13c 14d 15c 16b 17c 18a 19b 20d 21d 22c 23b 24c 25c 26a 27b 28d 29a 30c 31c 32b 33d 34d 35b 36d 37b 38c 39a 40d 41d 42c 43a 44d 45b 46a 47d 48b 49a 50b 51c 52d 53a 54b 55c 56d 57b 58c 59a 60c 61d 62c 63a 64d 65c 66c 67d 68a 69b 70c 71d 72a 73b TEMEL DİNİ BİGİLER:
----------------------------------------
1İslam’da Bilgi Kaynakları. / Edille-i Şer’iyye.
1-Edille-i Şer’iyye Kavramı (İslam’da Bilgi Kaynaklarının adı
Edile-i Şer’iyye’dir.
Şer’i Deliller nelerdir? (1)
a)Kitap(Kitabımız Kur’an-ı Kerim. Kur’an-ı Kerim Ayetleri ve Kur’anı Kerim Tefsirlerinde yer almakta olan bilgilerdir).
b)Sünnet(Peygamberimiz Hz Muhammed sav’in Hadis-i Şerifleri ve bu Hadis-i Şeriflere ait Yazılı Metinlerdir).
c)İcma-ü Ümmet (Din Âlimleri büyüklerimizin İslâmın Kitap ve Sünnet de açık delilin bulunmadığını konularda Fikir Birliği içinde bulunup Görüş bildirmeleridir).
d) Kıyas-ı Fukaha (Mezheb İmamları Din Büyüklerinin; birbirlerinden bağımsız olarak:Kitap’ta,Sünnet’de ve İcma’da / İcma-ü Ümmet’de hakkında açık ve kesin delil olmayan konularda görüş bildirerek hüküm vermeleridir).
2
Mükellef Kimdir? Mükellef’in görevleri.
1-Mükellef (Ergin Olma yaşına gelmiş bulunup, kendisinde Ergin Olma Halleri meydana gelmekte olan sorumlu, Yükümlü Kadın ve Erkek’tir).
Allahü Teala’nın Emirlerini tutup, Yasaklarından kaçınmak üzere sorumluluk yaşına gelmiş bulunan Akıllı Kadınlar ve Erkekler, İnsanlar ve cinlerdir. Cinler de İnsanlar gibi İman Etmek ve İman doğrultusunda amel etmekle Mükellef yükümlüdür.
Ergin olma ve Mükellef yaşı:
Erkek çocuklarda oniki-onbeş, Kız çocuklarında dokuz ile onbeş yaşlarıdır.
2-Ef’al-i Mükellefin (Mükellefin Görevleri).
a)Farz (Allahü Teala’ın yapılmasını kesin ve Açık Delillerle emrettiği hükümler ve kaçınılmasını Emir buyurduğu yasaklardır).
b)Vacip [(Farz kadar Kat’i delillere dayanmamakla beraber
yapılması Farz gibi emredilen hükümlerdir). Vitir Namazı ve Bayram Namazları gibi...]
c)Sünnet[Farz ve Vacib’in dışında Peygamber Efendimiz (sav)in Farz ve Vacip düzeyindeki Söz’leri, Hareketleri ve itirazının bulunmadığı, onayladığı hal ve davranışlardır].
Yapılmasında Sevap; Terk edilmesinde günah bulunan davranışlar, hal ve hareketlerdir.
d)Müstehab [Peygamber Efendimiz (sav) ‘in yapılmasını güzel gördüğü hareket ve davranışlardır].
3
İtikadi ve Ameli Hükümler
1-İtikadi Hükümler / Akaid İlmi ‘ni Konu Alan Hükümler.
a)İtikadi Hükümler (Amentü Billahi Duasında yer alan İmanın Altı Tane Temel şartı vardır).
b)Kelime-i Tevhid (La İlahe İllallah, Muhammedü’n – Rasülüllah)
Allah’tan başka İlah yoktur. Peygamber Hz Muhammet O’nun kulu ve Rasulüdür… Sözünü dil ile İkrar, kalp ile Tasdik eylemektir.
c)Esmaü’l-Hüsna (Allahü Teala’nın doksan dokuz Adı’dır. En güzel isimler veya adlar demektir).
2-Ameli Hükümler (İbadet, Ükubat ve Muamelat’ olmak üzere üç kısma ayrılır).
a)İbadet (Namaz, Oruç, Cihad ve Hac gibi…)
b)Ukubat (Ceza Hukuku)
c)Muamelat (Sosyal münasebetler Hukuku).
d)Feraiz [(Veraset ve İntikal ) Arazi Hukuku.]
e)Vakıflar Hukuku (Sosyal Yardımlaşma amacıyla oluşturulan ve oluşturulması zorunlu olan Kurumlara ait Hukuk).
Bir Vakfın amacını, yönetim usullerini, şartlarını belirleyen, mahkeme tarafından kabul edilmiş belgeye Vakfiye, Senet veya Sened-i Resmî denir.
Amacına uygun şekilde kullanmayı öngören Vakıf Senedi adı ile bilinen yazılı belgenin saklı bulunması…
3-Şeriat (Kur’an Ayetlerine dayanan Müslümanlık yasası. İslâm Dininin kanun ve hükümleri).
4
Tastik ve İnkâr bakımından İnsanlar
1-Mü’min (İslam’ın İman ve İtikat Esaslarını dili ile İkrar, kalbi ile Tasdik eden kimsedir).
2-Kâfir (İslam’ın İman ve İtikat Esaslarını kabul etmeyen ve inkar eden kimsedir).
3-Münafık (Allah’ın Bir’liğini ve O’nun Resulü olan Peygamber Hz Muhammed’in Peygamberliğini kabul Ettiklerini söyleyerek kalpleri ile inanmayan kimselerdir).
4-Müşrik (Allah’a İnanmadıkları halde birtakım şeyleri Allah’a eş ve ortak koşan, İbadetleri Allahü Teala’nın Rızası için değil, kişisel çıkar ve menfaatlerinin te’mini için yapan kimsedir).
5
Ameli Hükümlere ait Farzlar (32 Farz).
1-Teyemmümün Farzları ikidir
a)Niyet Etmek (Boy Abdesti niyetine Teyemmüm, Namaz Abdesti niyetine Teyemmüm gibi…)
b)Elleri temiz Toprağa yahut Toprak cinsinden herhangi bir şeye vurup yüzü silmek, meshetmek. . Yine elleri temiz toprağa yahut toprak cinsisinden herhangi bir şeye vurup kolları dirseklerle beraber silmek.
2-Boy Abdesti’nin (Gusül’ün / Guslün…) Farzları.
a)Ağza bolca su vermek.
b)Buruna bolca su vermek.
c)Bedenin tamamını hiç kuru yer kalmadan yıkayıp pak eylemek (Temizlemek).
Boy Abdesti’ne başlamadan evvel büyük ve küçük abdest yollarını temizleyerek yıkamak zorunluluğu vardır (Necasetten Taharet…)
3-Namaz Abdesti’nin Farzları.
a)Elleri, kolları dirseklerle beraber yıkamak.
b)Yüzü yıkamak.
c)Başın dörtte birini meshetmek.
d)Ayakları Topuklarla beraber yıkamak.
Ağız, burun ve kulak Temizliği Namaz Abdesti’nin Sünnetleridir.
4- İslâm’ın Şartları.
a )Kelime-i Şahadet Getirmek [(Eşhedü en lailahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden A’bduhuu ve Rasuluhuu.) Şehadet ederim ki Allah birdir. O’ndan başka İlah yoktur. Yine şahadet ederim ki Peygamber Hz Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür... Sözünü ve anlamını dil ile ikrar, kalp ile Tasdik eylemek).]
b)Namaz Kılmak (Sabah, Öğle, İkindi, Akşam, Yatsı ve Erkeklere Farz olan Cuma Namazı dâhil kılınmakta olan Namazlardır).
c)Ramazan Orucunu Tutmak (Ay Yılı Hicret Takvimine göre Ramazan ayı gelince tutulup bittiğinde Ramazan Bayramı ile sona eren oruçtur).
İmsak Vaktinin başladığı andan Güneşin batımına ,Akşam vatine kadar yemek, İçmek ve benzeri ihtiyaçlardan bu süre içinde geri durmaktır.
d)Zekât Vermek (96 Gramdan çok Altın ve 666 Gramdan çok Gümüş miktarı servet sahibi olan Kadın ve Erkeklerin bu servet ve mallarının Kırkta birini hiçbir karşılık beklemeden Fakir Fukaraya geri istememek üzere vermeleridir).
e )Hac’ca gitmek (Hac yolculuğu yapacak kadar mal ve servete sahip bulunan Erkek ve Bayanların Hac Mevsimi olan Hicri Ay Yılı Takvimine göre Zilhicce ayının İlk İki Haftasında, sayılı günlerde Mekke şehrine giderek Kâbeyi ziyaret etmeleri Kurban Bayramının Arife günü Arafat adı ile bilinen mekânda gün batımına kadar kalmaları ve Mekke’ye dönerek Beytüllah’ı Tavaf etmeleridir).
Hac sırasında Peygamber Efendimiz Hz Muhammet (sav) in Medine şehrindeki Mübarek Kabirleri ve Mescid-i Nebevi ziyaret edilir.
Tabkat-ı Fukahâ’dan / Fıkıh İlmi dalındaki Din Büyüklerinden sonuncusu olan İbn-i Abidine göre Cihad ile birlikte İslam’ın Şartları altı tanedir.
a)Cihad [Başkalarını İbadet maksadı ve gayesi ile Kötülükten caydırmak ve İyiliği Emretmektir. (Emr-i bil Ma’ruf ve Nehy-i ani-l Münker).]
Allahu Teala’nın yeryüzünde yarattığı Nimetlerinin Adalet Ölçüleri içersinde paylaşımını öngören Mücadele ve çalışmalardır.
5-İmanın Şartları.
1)Allah’ın Varlığına, birliğine İnanmak[(Kelime-i Tevhid)
La İlahe İllallah, Muhammedün Rasulullah sözünü dil ile İkrar, kalp ile Tasdik eylemek]. Bu sözün anlamı. Allah’tan başka İlah yoktur. Peygamber O’nun kulu ve Resulüdür.
2)Allahü Teâla’nın Meleklerine İnanmak.
Melekler Nurdan yaratılmış varlıklardır. Yemezler, İçmezler. Giyinip kuşanmazlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur. Kendilerinde asla kötülük meydana gelmez. Her zaman iyilik yapmakla yükümlüdürler.
Cennet’te görevli bulunan iyilik meleklerine Rıdvan, Cehennem’de günahkâr, fasık, zalim, müşrik, münafık, kâfir kimselere azap etmekle görevli Meleklere de Malik denir.
İnsanları devamlı kötülüklere yönelten en büyük insan ve İslam düşmanı şeytandır. Ateşten yaratılmıştır. İnsanları ve Cinleri daima kötülük yapmaya yöneltir. Günah işlemeleri için kendilerini aldatır.
İnsan ve Cinlerin içinde kendilerini kötülüklere yönelten Nefis adı ile bilinen kötü bir duygu vardır. Şeytan ile birlikte hareket eder. Özellikle Müslüman Cinler ve İnsanların sahip bulunduğu bu Nefis her zaman kendilerine kötülük yapmalarını emrederler.
Allahü Teala İnsanlara ve Cinlere Kendi Nefislerinden ve Şeytandan korunmaları için Kitap ve Peygamber göndermiştir.
İnsan ve Cinlerin Nefislerine tat veren her şey günahtır. Ruhlarına azap verir. Ruhlarına tat veren herşey Nefislerine zor gelir. Nefisten ve şeytandan uzak durmak, kişiye Allahü Teala’nın rızasını ve hoşnutluğunu kazandırır.
Dört büyük Melek vardır
1)Azrail (as)İnsan, Cin ve diğer varlıkların vefat ettikleri zaman ruhlarını bedenlerinden alarak Berzah Âlemi adı ile var olan Ruhlar Âlemine getirir).
2)Cebrail(as)Allahü Teala’dan aldığı Emir ve Buyrukları Peygamberlikle görevli bulunan Nebilere ulaştırır).
3)Mikail (as)Tabiat olaylarını sevk ve idare eder. Yüce Allah’ın emri üzerine Canlıların rızklarını dağıtır).
4)İsrafil (as)Kıyametin kopmasını birinci sura üfürerek, bütün Canlıların, İnsan ve Cinlerin öldükten sonra tekrar dirilip Hesap günü Mahşer meydanına toplanmaları için İkinci Sura üfürmek üzere hazır bekleyen Melektir).
Diğer büyük Melâikeler…
1)Kirâmen Kâtibin Melekleri [(Yazıcı Melekler). İnsanların ve Cinlerin Sevab ve Günahlarını her birinin Amel defterlerine yazmakla görevli bulunan melektir.]
2)Münker Mekir (Sual) Melekleri. Kabirlerinde İnsanlara ve Cinlere Rabbin kim? Peygamberin kim? Hangi Dine İman ederek O dini kabul ettin? Gibi sualler sorarak Cevaplarını Levhi-i Mahfuz makamındaki Amel defterlerine taşıyan, aynı zamanda Mahşer Meydanı ve diğer Makamlarda sualler soracak olan Melaikelerdir.
3)Koruyucu ve yardımcı Melâikeler. İslam Ordularına ve İslam Gezilerine yardım eden Melaikeler.
4)Zebânîler: Azap Melekleridir. Berzah Âleminde ve Berzah Hayatı sonrası Mahşer Meydanında ve Cehennemin diğer Tabakalarında Münafık, Kâfir ve Müşriklere, Sapıklara ve diğer günahkâr Fâsık ve Zalimlere azab etmek ve zulme maruz kalmış kimselerin intikamını almak üzere hazır bulunan Meleklerdir.
Dünya hayatı içerisinde azgınlıkta ileri giden bazı kavimler topluluk ve şahıslarıda cezalandıran, bozgun veren meleklerde vardır.
3)Allahu Teala’nın Kitaplarına İnanmak.
Yüce Allah tarafından Peygamberlere Melek Cebrail aracılığı ile 104 Kitap gönderilmiştir.
En büyüğü Kur’an-ı Kerim olmak üzere dört büyükleri Kitap; diğer Peygamberlere gönderilenlere Suhuf / Sahife’lerdir.
a)Kur’an-ı Kerim Peygamberimiz Hz Muhammed (sav) e,
b)İncil İsa Peygamber (sav) a.
c)Zebur Davut Peygamber (sav) a.
d)Tevrat Musa Peygamber (sav) a indirilmiştir.
4)Allahü Tealâ’nın Peygamberlerine inanmak.
İnsanların Ata’sı Peygamberlerin evveli Hazret-i Adem Peygamber (as)dır. O’nunla birlikte Havva annemiz dünyayı şereflendirmiştir.
İsa Peygamber (as) ; Semalara Allahü Teala Tarafından yükseltilmiş olup yeryüzüne zaman içerisinde inecek, her insan gibi ömrünün sonunda vefatı söz konusu olacaktır.
Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed (sav) Peygamberlerin en büyüğü ve son Peygamberdir.
5)Kader’e; Yani Hayır ve Şer’rin, İyilik ve Kötülüğün Allah’tan geldiğine İnanmak.
6)Ahiret Gününe İnanmak
Ahiret Günü: Ölüm hali meydana geldiği vakit Ruhların Berzah Âlemi’ne göçüp Bedenlerin Toprakta kalacağına, Kıyamet Günü aynı anda ölecek olan herkes ile birlikte bir süre (kırk yıl) son Berzah Âlemi’nden; eti ile kemiği ile tekrar bir daha ölmemek üzere dirilip; yapılan ve yapılmayan her hareketleri hakkında; İnsanlar, Cinler ve diğer canlıların hesaba çekileceği Büyük Güne İnanmak.
Kıyamet, Ahiret, Ölüm ve Ötesi… Hakkında bilinmesi gerekli bulunan Dini Kavram’lar.
a)Levh-i Mahfuz (Bütün Mükellef akıl sahipleri İnsan ve Cinlerin İyi ve Kötü Amellerini, hal ve hareketlerinin kayıt altına alındığı, gerçek halinin Yüce Allah tarafından bilindiği mekân).
b)Defter-i Â’mal(Levh-i Mahfuz makamında saklı bulunan her akıl sahibi İnsan ve Cinler hakkında hal ve hareketleri, İman edip etmediği hakkında yapıp yapmadığı her şeyin yazılı bulunduğu Amel Defteri).
c)Makber, Mirkkad veya Sanduka (Beşken Prizma geometri şekli ile hazırlanıp yapılan, Kabirlerin üzerine konan Üst Muhafaza. Müslüman mezarları üzerindeki Türbe).
d)Lahd (Sert zemin üzerinde kazılan, geometrik şekli Dikdörtgen Prizma ve Dik Üçgen Prizma şeklinde kazılan mezar çeşidi).
Şakk (Yumuşak zemin ve Kumsal’da kazılan yatay ikizkenar üçgen Prizma şeklinde mezar çeşidi).
e)Berzah Âlemi [Öldüklerinde İnsan ve diğer canlıların bedenlerinin kabirlerinde kaldığı, Ruhlarının; bir tarafı Cennet bahçelerinden bir bahçe, diğer Bir tarafı da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak bilindiği Kıyamet Gününden (Kırk yıl gibi) bir süre sonra tekrar dirilmek üzere Yüce Allah tarafından bekletilmekte olan büyük Mekân.]
f)Sayha=Sur [Dört Büyük Melekten İsrafil (as) ‘ın Kıyametin kopma anını bildirecek olduğu çağrı. Meydana getireceği büyük esinti. Aynı anda dünyayı kaplayacak olan ses. Diğer bir adı ile Nefha].
g)Kıyamet (Dünya hayatının son bulması. O gün canlı bütün varlıkların, İnsan ve Cinlerin aynı anda ölmesi. Dünya kurulduğundan o güne kadar yaşamış bütün İnsanların ve Cinlerin Berzah Âleminde buluşması).
h)Ahiret (Kıyametin kopması ile başlayan, bütün İnsan ve Cinlerin, var olan Canlıların ölüm halinde dirilip Mahşer Meydanında toplanması. Hangi yaşta ölmüş olursa olsunlar otuz üç yaşındaki gençlik halleri ile ve bir daha ölmemek üzere dirilecekleri Büyük Gün).
ı)Meydan-ı Arasat [(Mahşer Meydanı (Kıyametin kopma anında ve Dünya kurulduğundan o güne kadar yaşayıp ölen canlıların yeniden dirilerek Mahkeme olacakları, Amel Defterleri’nin sağdan yahut soldan verilerek Mizan-ı Kebir adı ile bilinen Terazi’de günah ve sevapların tartılacağı büyük mekân)].
j)Havz-ı Kevser [Mahşer Gününün hareket ve dehşetinden korunması için Allahü Teala tarafından Peygamberimiz (sav)’in şefaat edeceği kullarla birlikte yararlanıp içecekleri Havuz, Nehir].
k)Mizan (İnsanların ve Cinlerin Sevabı ve Günahlarının tartılacağı büyük Terazi).
l)Şefaat (Peygamberimiz ve diğer geçmiş Peygamberlerin, Allahu Teala’dan mümin kulları için yapacakları bağışlanma dileği).
m)Sırat (Bütün Mükellef İnsan ve Cinlerin Mahşer Meydanı ve Mizan’dan sonra geçmek durumunda oldukları Köprü).
n)Şefaat [Peygamberimiz (sav) ve diğer geçmiş Peygamberlerin, Allhü Teala’dan Mü’min kulları için yapacakları bağışlanma dileği]
o)Cennet (Hak Teala’nın emri üzere kurulan; Mü’min kulları’nın içinde bulunup bir daha ölmemek üzere ebediyen kalacakları, bütün güzellik ve iyiliklerin içinde bulunduğu büyük mekân).
p)Cehennem (Cenab-ı Hak’kın emri üzere kurulan Cehennem; İlâhî Adaletin yerini bulacağı; Tecelli edeceği Ceza ve Azap Mekânı).
6-Namaz’ın İçinde ve Dışındaki (Şart’lar) Farz’lar.
a)Namaz’ın Dışındaki Şartlar.
1) Hadesten Taharet (Boy Abdestine ve Namaz Abdestine bedel Teyemmüm etmek, Boy Andesti ve Namaz Abdesti almak).
2)Necasetten Taharet (Bedenimizi, Elbisemizi, Namaz kılacağımız yeri ve Çevremizi her türlü kirden Temiz Tutmak).
3)Setrü Avret (İslamın öngördüğü kurallar doğrultusunda örtünüp giyinmek).
Erkeklerde Setrü Avret (İnsan Vücudunun Göbekle diz kapakları arasında kalan kısımların Örtünüp giyinilmesi öngörülen kısımlardır).
Bayanlarda Setrü Avret ( Eller bileklere kadar, Yüz, Ayaklar topuklara kadar olan kısımlardan başka bütün vücudun örtünüp giyinilmesi emir buyurulan âzâlardır).
Müslüman bayanların Başörtü takarak boyun ve çene altılarını örtmeleri İslâmın öngördüğü Temel kurallardandır.
4)İstikbal-i Kıble (Namaz kılarken Kâbe’nin bulunduğu Mekke Şehrindeki Beytullah adı ile bilinen yapıya yönelmektir).
5)Vakit (Beş Vakit Namaz, Cuma vesaire Namazları belirlenen Vakitlerde kılmaktır).
b)İçindeki Şartlar:
1)İftitah Tekbiri (Namaza Allahü Ekber Lafzı ile başlamak).
2)Kıyam (Namazda ayakta durmak).
3)Kıraat (Namaz’da Kur’an, Dua ve Tesbihat Okumak).
4)Rukû (Namazda Eğilmek)
5)Sucud (Namazın her rekatının sonunda iki defa Secdeye varmak)
Alnı ve burnu yere koyarak Secdeye kapanmak.
6)Kaade-i Âhire (İki rekâatın sonunda ve son rekâatların bitiminde
Ettehıyyatü Duasını okuyacak kadar oturmak).
Teverrük=Teşehhüd miktarı oturmak. Son oturuşta Ettehıyyatü ile birlikte Salâvat-i Şerife’leri ve Rabbena âtina… Dualarını birlikte okuyarak Selam vermek.
6
Mezheplerimiz.
1.İtikat’da Mezheplerimiz
a)Maturidiyye Mezhebi [İmam Ebu Mansur Muhammed Maturidi (Rahmetüllâhi Aleyh)tir].
Hicri 238–333, Miladi 825–944 (Türkistan / Özbekistan Semerkant şehrindeki Maturid köyü yahut kasaba’sında yaşadı).
b)Eş’ari Mezhebi [İmam Ebu’l-Hasan Ali bin Eş’ari(Rahmetüllâhi Aleyh)’tir. Hicri 260 Miladi 873–936 (Basra’da Yaşadı. Bağdat’ta vefat etti)].
c)Selefiyye (Ehli Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebi).
2. Ameli Hükümlerde Mezheblerimiz
a)Hanefi mezhebi. [İmam-ı Azam Ebu Hanife (Numan bin Sabit Rahmetüllâhi Aleyh)’tir. Hicri 80–150 / Miladi 699–767.Küfe’de Doğdu. Bağdat’ta vefat etti].
b)Şafii Mezhebi. [İmam Şafi… Muhammet bin İdris Eş-Şâfi (Rahmetüllâhi Aleyh)’tir. Suriye’nin Gazze şehrinde doğdu. Medine’de yaşadı.(Hicri 150–204. Miladi 742–195)].
c)Hanbelî Mezhebi. [İmam Ahmet bin hanbel(Rahmetüllâhi Aleyh)’tir. Hicri 164–241 Miladi 787-854. Bağdat’ta doğdu burada yaşadı.
d)Maliki Mezhebi. [İmam Malik bin Enes(Rahmetüllâhi Aleyh)’tir. Medine’de doğdu ve burada yaşadı. Hicri 93–179. Miladi 712–795.]
7
Akli ve Nakli İlimler.
1. Nakli İlimler.
a)Kur’an.
b)Hadis.
1)Kudsi Hadis [Peygamber (sav)’in Rabbimizden rivayet ettikleri kutsal kelam, mübarek sözlerdir].
2)Nebevi Hadis (Peygamber Efendimizin Mübarek sözleri, davranış, hal ve hareketleri, yanındaki diğer Mü’minlerin Sahabelerin davranışlarından itirazının bulunmadığı ve onayladığı hal ve hareketler hakkında yazılı bulunan metinlerdir).
2.Aklî İlimler.
a)Felsefi İlimler (Bu ilimlerin sınırı, hududu yani hareket alanı akıldır. Aklın ötesine çıkamaz, Duyu organlarının belirlediği ölçüler hakkında karar veremedikleri gibi, Dini Hükümlere asla ulaşamazlar).
b)Fen Bilimleri (Bu İlimlerin hareket alanı beş duyu organının ulaşabildikleri mekânla sınırlıdır. Dini Kaynakların belirlediği alanlara kısmen varmaları mümkün olursa ve Dinin Kaynağına varabilmeleri mümkün değildir).
Din İlâhî Vahiye, Bilim Deney’e dayanır.
8
Mübarek Gün ve Geceler.
1. Hicri Takvimde ve Müslümanların Hayatında Önemli yeri bulunan Mübarek Günler.
a) 1 Muharrem Hicri Yılbaşı [Peygamberimiz (sav)’in Mekke’den Medine’ye Hicret Tarihi esas alan (Ay Yılı ) Kameri Takvim’in başlangıcıdır].
b)Aşure Günü
Kameri Hicri ( Hicri Ay Yılı) Takvimine göre; Muharrem Ayının Onuncu Günü Aşure Günü olarak bilinir. Müslümanlar tarafından bu günde Aşure Gününe özel Mevsim şartlarında bakliyat cinsinden her türlü gıda maddelerinin malzeme olarak kullanıldığı bir çorba yapılır. Komşulara, yoksul kimsesizlere, bazen de gayri Müslim olan komşulara bu çorbadan ikram edilir.
Peygamberimiz Hz. Muhammet (sav) beraberindekilerle 16 Temmuz 622’de Mekke’den hareket etmiş, 23 Eylül 622 tarihinde Medine’ye varmıştır.
İki Türlü Hicret Takvimi Vardır
1. Hicri Şemsi / Güneş takvimi [Celâli Takvimi (Rumî Takvim)]
2. Hicri Kameri /Ay Yılı Takvimi.
b) Büyük Fetih / Mekke’nin Fethi [(Hicretin Onuncu yılı Ramazan 21). Hicri 20 Ramazan 10].
Miladi Takvime Göre 1 Ocak 632.
c)Veda Hac’cı Hutbesinin Îrâd Edilişi (Okunuşu):
Hicretin onuncu yılı. Ay Yılı Takvimine göre Zilhicce 22.Miladi Takvimine göre 23 Şubat 632.
d)Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in Vefatı.
Hicri Kamerî Rebiül-Evvel 10. Hicretin Onuncu yılı. Miladi Takvime göre 8 Haziran 632.
2.Mübarek Geceler, Üç Aylar ve Ramazan Bayramı
a)Mevlid-i Nebi [Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in Doğum Gecesi. Rebiüll-Evvel ayının 12’nci Gecesi Pazar gününü Pazartesiye bağlayan akşam İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammet (sav) dünyayı şereflendirdi].
Hz. Muhammed (sav)’in doğumu Miladi Takvime göre 20 Nisan 571 Tarihidir.
b)Üç Aylar [Eş’şehrü’l Haram. Diğer bir adı ile Eşhuru’l-Hurûm… (Haram Aylar) Ay Yılı Kameri Takvime göre Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır].
c)Regaip Gecesi (Recep ayının ilk Cuma akşamı)
d)Miraç Gecesi [İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in en büyük Mucizesi olan Miracın meydana geldiği gecedir. Recep ayının 27’nci gecesidir].
Hicret’ten bir buçuk yıl önce meydana geldi. Beş Vakit Namaz bu gecede Farz kılındı.
e)Berat Gecesi (Şaban Ayının 15’nci gecesidir. Günahlardan arınma ve kurtulma gecesi demektir).
f)Ramazan Ayı (Oruç İbadeti’nin Müslümanlar tarafından meydana getirildiği aydır).
g)Kadir Gecesi (Ramazan Ayının 17’sinden sonuna kadar olan gecelerin içinden bir gecedir).
Kur’an-ı Kerim’in başından sonuna kadar Cebrail (as) tarafından Peyganber Efendimiz (sav)’e okunup okutturularak Hatim edildiği gecedir.
h )Ramazan Bayramı [Hicri Kameri (Hicri Ay Yılı) Takvimine göre Ramazan ayının sonu, Şevval ayının bir, iki ve üçüncü günüdür].
Bu bayramın birinci gününde Ramazan Bayram Namazı kılınır.
Ramazan ayı içinde Fakir, kimsesiz ve yoksullara verilemeyen Fıtır Sadakası adı ile bilinen sadaka kendilerine verilir. Müslümanlar bütün yakınlarını ziyaret eder birbirleri bayramlaşırlar.
Kabirler ziyaret edilir. Orada yatanlar için Allahü Tealâ’dan bağışlanmaları için Dualar yapılır.
3.Hac ve Kurban İbadeti
Kurban Bayramı: Mekke şehri dışındaki Dünya Müslümanları tarafından Vacip olan Kurban Bayramı Namazı kılınır. Bayramdan bir gün önce Arife Günü Sabah Namazından başlayarak Kurban Bayramının dördüncü günü İkindi Namazı’nın Farzı dâhil: Bütün Namazların Farzından sonra Teşrik Tekbirleri adı ile bilinen Tekbirler getirilir. Kurban Bayramı namazından sonra İbadet kasdıyla Kurbanlık büyük ve küçükbaş hayvanlar kesilip Kurban İbadet yerine getirilir.
a)Hac Mevsimi (Hac İbadeti’nin Mekke Şehrinde yapılıp Arafat adı ile bilinen mekânda bir süre kalarak yerine getirildiği Mübarek günlerdir).
Hicri Kameri (Hicri Ay Yılı) Takvimine göre Her yıl Zilhicce Ayının 1’nci gününden 20’sine kadar olan günler Hac Mevsimidir.
Zilhicce Ayının 9’uncu günü Mekke şehrine 28 Km uzaklıktaki Arafat adı ile bilinen mekânda gece geçirilir. Zilhicce ayının 10’uncu günü Kurban Bayramıdır. Mina denilen yerde Şeytan Taşlanır. Kurban kesilir. Traş olup ihramdan çıkılarak Mekke Şehrinde Kâbe-i geçilerek Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in Mübarek Kabirleri (Ravza-i Mutahhara) ziyaret edilir. Bu kutlu belde’de bir hafta veya birkaç gün ikamet edilerek memlekete dönülür.
Kurban Bayramı: Mekke şehri dışındaki bütün Dünya Müslümanları tarafından Vacip olan Kurban Bayram Namazı kılınır. Kurban kesme ibadeti yerine getirilir. Arefe günü Sabah Namazından başlayarak Kurban Bayramının dördüncü günü İkindi Namazının Farzı dâhil bütün Namazların Farzından sonra Teşrik Tekbirleri olarak bilinen Tekbirler getirilir. PEYGAMBERLİK
Peygamber (Kelime anlamı): Bir haberi getirip bildiren kimse demektir. Din Istılahında / Dini Kavram olarak Allahü Teala’nın kullarına bildirmek için Memur ettiği, bir diğer ifade ile Görevi kıldığı pek muhterem İnsanlardan birine Peygamber adını vermiştir.
Mucize: Başkalarının meydana getiremeyeceği harikulade yahut olağanüstü işlerdir. Peygamberliğin doğruluğuna şahitlik için O’nun tarafından Hak Teala’nın Kudreti ile meydana getirilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in en büyük Mucizesi Miraç olayıdır. Diğer Mucizelerinden biri de Ayı parmağı ile işaret buyurdukları gibi iki parçaya bölmeleri, yine parmak işareti ile Ayın tekrar önceki haline kavuşması olayıdır.
Keramet: Bir kısım olağanüstü Harikulade işler ve hallerin meydana gelmesidir ki Allahü Teala’nın Kudreti ile Evliya (Veli kelimesinin çoğuludur…) adı ile bilinen kullar tarafından tarafından oluşturulur. Bunlar da tabi oldukları Peygamber için hayatta olmadıkları veya olabilecekleri halde bile Mucize’den sayılır. Çünkü O Peygamber gerçek anlamda bir Peygamber olmasa idi kendisine tabi olanlardan böyle kerametler meydana gelmezdi.
İstidrac / Meunet: Peygamberlik iddiasına kalkışmayan bazı sıradan kimselerden meydana gelen ve sıra dışı bir halde görülen bir takım olaylar istidrac denir. Hiçbir zaman olayı meydana getiren şahıs veya kişi için bir büyük kişi olduğuna kanıt oluşturmaz. Allah’a ve Ahiret Gününe iman etmeyen böyle kimselerden böyle olaylar meydana getirenler olursa bunlara istidrac ehlidilir denilir.
Böylesi yalancı kimselerin Mucize veya Keramet, harika vs… diye meydana getirecekleri şeyler, şüphe yak ki; ya göz boyama hadisesidir veya bazı ilmi kurallara dayanan bir yanıltma sanatıdır.
Nebi: Amel Edilmek üzere yeni bir Kitap, yeni bir şeriat ile bir Ümmete / Millet Topluluğa Peygamber gönderilmiş olan Kutlu kişiye Nebi denir. Böylesi büyük kimselere Nebi denildiği gibi Peygamber, Resul veya Mürsel denir.
ALLAHÜ TEALA’NIN SIFATLARI
Zati Sıfatlar ve Subuti Sıfatlar olmak üzere İki Kısma ayrılır.
ZÂTÎ SIFATLAR
1-Vücut: Allah vardır, Birdir. Eşi, benzeri Şeriki (Ortağı) yoktur.
2- Kıdem: Allahü Teala’nın Sonu yoktur.
3- Beka: Allahü Tela’nın sonu yoktur.
4- Vahdaniyet: Bir’dir.
5- Muhalefetü’n-Lil Havadis: Eşi ve Benzeri yoktur.
6- Kıyam bi Nefsihi: Hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey O’na muhtaçtır.
SUBÛTÎ SIFATLAR
1- Hayat: Allahü Teala daima Diridir.
2- İlim: Her şeyi bilendir
3- İrade: Dilediği her şey Dilediği an olur.
4- Sem’i: Her şeyi İşitendir.
5- Besar: Her şeyi görendir.
6- Kudret: Her şeye gücü yeter.
7- Kelam: Yarattıklarından dilediği ile konuşandır.
8- Tekvin: Diriltir. Öldürür. Azap eder. Rızıklandırır.
PEYGAMBERİN SIFATLARI
1- Sıdk: Sözünde durma. Asla yalan söylememe.
2- Emin (Emanet): Emanete sahip olma. Doğruluk sahibi kişi olma.
3- Tebliğ: Allahü Teala’dan aldıkları Emir ve Buyrukları Tam ve Doğru olarak İnsanlara bildirme. Bu yolda her türlü güçlüğe katlanma.
4- İsmet: Asla günah işlememe.
5- Fetanet: İnsanlar içinden akıllı ve zeki olma.
RAMAZAN VE KURBAN BAYRAMIN’DA BAYRAMLAŞMA (MÜSTEHAB’TIR MBSTS için fıkıh notları..
---------------------------------------------------------------
'Soru 1 : Allah (c.c.)’ın emir ve yasakları karşısında sorumlu olan, akıllı ve bülüğ
çağına eren müslümana ne denir?
Cevap : Mükellef denir.
Soru 2 : Mükellef olan insanın bilmesi gereken fiiller sekiz tanedir. Mükellef olan
kimse bu sekiz fiili, ameli yerine getirmek mecburiyetindedir. Efal-i
Mükellefin de denilen bu sekiz kısım amel ve işler nelerdir?
Cevap : a- Farz b- Vacip c- Sünnet d- Müstehap e- Mübah f- Haram
g- Mekruh h- Müfsit
Soru 3 : Kendisinde şüphe olmayan kati bir delille sabit olan, Allah (c.c.)’ın
işlenmesini kesin olarak emrettiği hükümlere ne ad verilir? bir kaç örnek veriniz.
Cevap : Farz denir. (Beş vakit namaz, Zekat, Oruç, Hac vb.)
Soru 4 : Farzları terk haramdır, inkar etmek küfürdür. Farzlar iki çeşittir. Farzı ayın
ve farzı kifaye. Bu her iki farzı tarif edip misallendiriniz.
Cevap : a- Farzı Ayın: Mükelleflerden her birinin yapması gereken farzlardır.
(Oruç, Hac, vb.) b- Farzı Kifaye: Mükelleflerden bazılarının yapmasıyla
diğerlerinde sorumluluk kalkan farzdır. (Cenaze namazı kılmak, Hafız olmak vb.)
Soru 5 : Yapılması şeran kesin bir delille sabit olmayan ama kuvvetli bir delille sabit
olan ibadettir. İşleyene sevap, özürsüz terk edene günah olan bu amel nedir?
Cevap : Vacip (Vitir ve bayram namazları gibi.)
Soru 6 : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in farz ve vacipler dışında yaptığı veyapılmasını
istediği ibadetlere ne ad verilir?
Cevap : Sünnet.
Soru 7 : Sünnet iki kısımdır. Sünneti müekkede, sünneti gayri müekkededir. Her iki
sünneti tarif edip misaller veriniz.
Cevap : a- Müekket Sünnet: Rasülullah (s.a.v.)’in devamlı yaptığı ve yapılmasını
teşvik ettiği sünnetlerdir. (Sabah, öğle, akşam namazlarının sünnetleri,
namazları cemaatla kılmak vb.) b- Gayri Müekket Sünnet: Rasülullah (s.a.v.)’in
ara sıra yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği sünnetlerdir. (Abdesti kıbleye
dönerek almak, Ezanı dinlemek, İşe sağdan başlamak vb.)
Soru 8 : Abdest dinimizde; namaz kılmak, Kur’an’ı Kerim’i elle tutmak, Kabe’yi tavaf
etmek gibi amelleri yapmak için yapılan, belli organları usulüne göre
yıkamaktan ve meshetmekten ibaret bir temizliktir, bir ibadettir ve itaattir.
Abdestin farzları nelerdir? Sayınız.
Cevap : a- Yüzü yıkamak (İki kulak memesi arasındaki yer ile alnının saç biten
yerinden çene altına kadar )
b- İki eli dirseklerle beraber yıkamak
c- Basın dörtte birini meshetmek
d- Her iki ayağı topuklarla beraber yıkamak.
Soru 9 : İşlenmesinde sevap olan, terk edilmesinde günah olmayan, Efal-i Mükellefinden
olup Peygamberimiz (s.a.v.)’in bazen yaptığı bazense terk ettiği ibadete ne denir?
(Kuşluk namazı gibi)
Cevap : Müstehap
Soru 10: Yapılmasında ve yapılmamasında günah olmayan, yapılıp yapılmama hususu
dinde caiz görülen şeylere ne denir? (Helal olan bir meyveyi yiyip yememek gibi.)
Cevap : Mübah
Soru 11: Mükellefin yapmaması istenen ve kesin bir delille işlenmesi yasak olan şeri
hükümlere ne ad verilir? Ki bunların terk edilmesi sevap işlenmesi günahtır.
İnkarı ise günahtır. (Zina yapmak, domuz eti yemek, yalan konuşmak vb.)
Cevap : Haram
Soru 12: Haram iki kısımdır. Haram li aynihi, Haram li gayrihi. Bunların tarifini yapıp misal veriniz.
Cevap : a- Liaynihi Haram: Aslı itibariyle herkese haram olan şeydir.(Şarap, zina vb.)
b- Ligayrihi Haram: Aslında helal olup başkasının hakkından dolayı haram
olan şeydir. Sahibinin izni olmadıkça o şeyden başkaları faydalanamaz.
(Başkasına ait olan bir malı izinsiz almak gibi)
Soru 13: Kelime manası itibariyle; sevilmeyen ve hoş görülmeyen şeyler olup, dindeki
manası da; yasaklığı sabit olmakla beraber,ona aykırı olarakda bir delil ve
işaret bulunup, yapılması doğru olmayıp yapılmaması iyi olan şeylere ne ad
verilir? (Sağ elle sümkürmek, gusül alması gereken bir kimsenin elini ve
ağzını yıkamadan bir şey yiyip içmesi gibi.)
Cevap : Mekruh
Soru 14: Meşru olan bir işi (başlanmış bir ibadeti) bozan, hükümsüz kılan kasten
yapılması azabı gerektiren şeylere ne denir? (Namaz içinde gülmek gibi)
Cevap : Müfsit
Soru 15: Dinimizde namazların camide cemaatle kılınıp eda edilmesi bildirilmiştir.
Namaz ibadetimizi camide kılarken cemaatin önünde namazı kıldıran kişiye
imam denir. İmam efendinin namaz kıldırırken durduğu yere ne ad verilir?
Cevap : Mihrap
Soru 16: Hadesten taharet vücudumuzu cünüplükten ve abdestsizlikten kurtarmaktır.
Cünüplükten kurtulmak Gusül ile olur. Cünüp ise, şehvetle kendisinden
meni dediğimiz su çıktıktan sonra henüz boy abdesti almamış yani
yıkanmamış olan kimsedir. Boy abdesti dediğimiz guslün farzları nelerdir yazınız.
Cevap : a- Mazmaza: Ağza üç defa su alıp gargara yaparak ağzı yıkamak.
b- İstinşak: Burnu üç kere sağ elle su alıp, sol elle sümkürerek yıkamak.
c- Bütün vücudu iyice ovuşturarak yıkamak (Hiç bir kuru yer kalmamak suretiyle.)
Soru 17: Camilerimizde dini ve dünyevi mevzuların anlatılmak ve açıklanmak üzere
Cuma namazından önce ve diğer bazı vakitlerde imamlarımızın çıkıp vaaz ettiği,
talim,irşat ve telkin makamı olan yere ne ad verilir?
Cevap : Kürsü
Soru 18: Camilerimizde beş vakit namazlarımız için Ezan-ı Muhammedi’yi okuyan,
gamet eden, Hz. Bilal Habeşi’nin mesleğini yapan kimselere ne denir?
Cevap : Müezzin
Soru 19: Namazın farzları on ikidir. Bunlar iki kısma ayrılır. Şartlar ve rükünler diye
adlandırılır. Altısı şart diğer altısı ise rükündür. Şartlar daha namaza
başlamadan önce yapılması gereken şeyler olup, rükünler ise başlangıç
tekbiri ile namaza başlayıp namazın içinde yapılması gereken farzlardır.
Namazın farzları dediğimiz şartları ve rükünleri sayıp tarif ediniz.
Cevap : A- Namazın Şartları:
a- Hadesten Taharet; Bedeni cünüp ve abdestsizlikten temizlemek
b- Necasetten Taharet; Elbise ve namaz kılacak yeri temizlemek
c- Setrul Avret; Avret yerlerin örtülmesi
d- İstikbali Kıble; Kıbleye yönelmek
e- Vakit; Vaktinde kılınması
f- Niyet; Niyet etme
B- Namazın Rükünleri:
a- İftidah Tekbiri; Başlangıç tekbiri
b- Kıyam; Ayakta durmak
c- Kıraat; Okumak
d- Ruku; Rukuya eğilmek
e- Sücut; Secdeye eğilmek
f- Kade-i Ahire; Namazda son oturuşu yapmak.
Soru 20: İnsanoğlunun uzuvlarından örtülmesi farz olan, başkalarının da bakması
haram olan yerlere avret mahalli denir. Kadınlar ve erkekler için Setri avret
yerlerini tarif ediniz.
Cevap : Erkeklerde: Göbek ve diz kapakları dahil bu kısmın arasında kalan bölgeler.
Kadınlarda: Yüzleri, elleri ve ayakları dışında kalan bütün bölgeleri
kapatmaları gereklidir.
Soru 21: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yaşantısı olarak tarif edilen sünnetin
bölümleri üçtür. Sünnetin çeşitleri diyebileceğimiz bölümlerini söyleyiniz.
Cevap : a- Fiili Sünnet : Yaşantısıdır
b- Kavli Sünnet : Sözleridir
c- Takriri Sünnet : Söz ve olaylara sukutu ile karşılığıdır.
Soru 22: Camilerimizde Cuma günü insanlara dini meseleleri, hükümleri açıklamak
veya Ümmeti Muhammedi ilgilendiren haftalık meseleleri anlatmak için
hutbe okunur. İmamın Cuma günü hutbe okumak için çıktığı, camilerde
kıbleye göre sağ tarafta bulunan basamaklı olan yere ne denir?
Cevap : Mimber
Soru 23: Suyun bulunmadığı zamanlar veya mekanlar olduğunda dinimiz,
ibadetlerimizi aksatmadan yapabilmemiz için abdest yerine yapabileceğimiz
bir ameli bize bildirmiştir. Bu amel toprakla yapılıp su bulununcaya kadar
abdesti bozacak bir iş bir fiil yapılmamış ise abdestle yapılacak bütün
ibadetler ve taatlar yapılır. Çünkü bu amel abdest ve gusül abdestinin
yerine geçer. Su görülünce de bozulur. İki darp (vuruş) bir niyet olmak
üzere iki tane farzı vardır. Niyetin farz olduğu bu ibadetimizin adı nedir?
Cevap : Teyemmüm denir.
Soru 24: Boy abdesti olmayana yapması yasak olan ameller nelerdir?
Cevap : a- Namaz kılamaz
b- Camiye mescide giremez
c- Kur’an’a el süremez ve okuyamaz
d- Kabe’yi tavaf edemez.
Soru 25: Namazlarımızda yapmış olduğumuz secde yedi tane uzvumuzun
(organımızın) beraber yere değerek yapılmasıyla olur. Bu yedi azamızı sayınız.
Cevap : Alnımız ve burnumuz(1), Ellerimiz(2), Dizlerimiz(2), Ayaklarımız(2) toplam
yedidir.
Soru 26: Namazlarımızı kılarken yanılabiliriz, böyle hallerde namazın telafisi için son
oturuşta Et-Tahiyyatüyü okuyup iki defa daha secde yaparak namazımızı
tamamlamış oluruz. Böyle hallerde yapılan secdeye sehiv secdesi yani
yanılma secdesi denir. Namazda sehiv secdesini gerektiren haller nelerdir?
Cevap : Namazın farzlarından birisinin unutularak yapılmasının geciktirilmesinde,
vaciplerinin birinin unutularak terk edilmesi veya yine unutularak
yapılmasının geciktirilmesinde yapılır.
Soru 27: Namazın kıyam, rüku ve secde gibi her rüknünü yerine getirmek ve bunu
yaparken her uzvun rahat bir halde bulundurulması, her yapılan amele,
harekete özenerek yapılmasına ne ad verilir? Mesela: Rükudan kıyama
kalkarken vücut dimdik bir hale gelmeli, iki secde arasında en az bir defa
“sübhanallahil azim” diyecek kadar oturmuş olmak gibi.
Cevap : Tadili erkana riayet (Rükunların hakkını vererek yapmak.)
Soru 28: Cuma namazı kimlere farzdır?
Cevap : a-Erkek olmak b-Hür olmak c-Misafir olmamak d-Sıhhatli olmak (Camiye
yürüyerek gidecek kudrette olmak) e-Kör olmamak f-Kötürüm olmamak
(Ayakları kesilmiş olmamak)
Soru 29: Cuma günü müslümanların bayram günüdür. O günde mü’minler Allah
(c.c.)’ın emriyle camilere toplanır, Cuma namazlarını kılarlar ve hutbeyi
dinlerler. Vakti öğle namazının vaktidir. Bu vakitte kılınan Cuma namazı
kaç rekattır, isimleriyle birlikte söyleyiniz.
Cevap : 10 rekattır. 4 ilk sünnet, 2 farz, 4 rekatta son sünnetidir. (Ayrıca aynı
vakitte kılınan 4 rekat Zuhri Ahir ve 2 rekatta vaktin son sünneti kılınır.
Ama Cuma 10 rekattır.)
Soru 30: Ramazan ayında, yatsı namazından sonra 20 rekat kılınan namazdır.
Cemaatla veya tek başına kılınabilir. İki yada dört rekatta bir selam
verilerek kılınan ve ramazan ayına ait olan bu namazın adı nedir? ve nasıl
bir namazdır?
Cevap : Teravih namazıdır ve Sünneti müekkede bir namazdır.
Soru 31: Oruç ibadetimizin çeşitleri altıdır. Bunları misaller vererek sayınız.
Cevap : a- Farz oruçlar: Ramazan orucu, keffaret orucu vb.
b- Vacip oruçlar: Adaklar, itikaf orucu ve kazaya kalmış nafile oruçlar
c- Sünnet oruçlar: Muharrem ayının 9. 10. 11.ci günleri tutulan oruçlar.
d- Müstehap oruçlar: Kameri ayların 13. 14. 15.ci günleri tutulan oruçlar.
e- Mekruh oruçlar: Aşure günü, Cuma günleri tutulan oruçlar.
f- Haram oruçlar: Bayramlarda tutulan oruç.
Soru 32: İslamın şartlarından mali ibadetimizdir. Dinen zengin sayılan erkek, kadın,
her mükellef müslümanın senede bir kez, malının kırkta birini, niyet ederek
müslüman fakire vermesi farzı ayın olan ibadettir. Bir diğer mana ile müslüman
fakirin müslüman zengin üzerindeki hakkıdır. Terki günah, inkarı küfürdür.
Bu mali ibadetimiz hangisidir?
Cevap : Zekat.
Soru 33: Ramazan ayının sonuna ulaşan ve temel ihtiyaçlardan başka nisaba malik
(mala sahip) olan her müslümanın vermesi gereken ve vacip olan mali bir
ibadettir. İnsanların yaratılışına bir şükür olmak üzere sevap kazanmak
için yapılan mali ibadetimiz nedir?
Cevap : Sadaka-i Fıtır
Soru 34: Kurban bayramı günlerinde Arafat’a çıkarak vakfe yapılan, ihrama girerek ve
Kabe’yi tavaf ederek ziyaret yapılan, zengin olan müslümana ömründe bir
kez yapmak farzı ayın olan mali ve bedeni ibadetimiz hangisidir?
Cevap : Hac.
Soru 35: Senenin herhangi bir bölümünde Kabe-i Muazzamayı ve Ravza-i Mudahharayı
ziyaret maksadıyla yapılan mali ve bedeni ibadetimiz hangisidir?
Cevap : Umre ziyareti.
Soru 36: Takvim olarak aya göre düzenlenen ve hicretle başlayan yıla hicri yıl denir.
Hicri yılın aylarına kameri aylar denir. Müslümanların takvimi olan bu
takvime göre bayram ve diğer önemli gün ve geceler ayarlanır. Bu hicri yılın
kameri aylarını sayınız.
Cevap : Muharrem, Sefer, Rebiyyül Evvel, Rebiyyül Ahir, Cemaziel Evvel, Cemaziel
Ahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce.
Soru 37: Hicri yılın başlangıç günü hangi gündür?
Cevap : 1 Muharrem.
Soru 38: Mevlit kandili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doğum günüdür. Mekke’de
Kabe’nin içinde 360 putun yıkıldığı, Sasani İmparatorluğunun bin yıldan
beri yaktıkları ateşin söndüğü gün bu gündür. İslam takvimi olan hicri yılda
Mevlit kandili hangi gündür?
Cevap : Rebiyyül evvel ayının 12. Gecesi, Pazartesi günü.
Soru 39: Mübarek üç ayların başlangıç tarihi ne zamandır?
Cevap : 1 Recep ile başlar.
Soru 40: İkram, değeri çok olan, bağış, ihsan, istenilen gibi manalar taşıyan ve Hz.
Amine’nin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e hamile olduğunu anladığı gün
olarak bilinen, mübarek gece olarak ibadetlerle değerlendirdiğimiz,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kendisinin de 12 rekat şükür namazı kıldığı
mübarek gecemizin adı ve hangi günde olduğunu söyleyiniz.
Cevap : Regaip kandili, Recep ayının ilk Cuma gecesidir.
Soru 41: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bir gecede Mekke’den Kudüs şehrine
yürüyüşüne ve oradan da semaya yükselişine ayrı ayrı isim verilen,
hakkında Kur’an’ı Kerim’de sure olan mübarek gecemizin ismi ve zamanını
söyleyiniz.
Cevap : İsra ve Miraç denir. Recep ayının 27.ci gecesidir.
Soru 42: Yaratılmışların bir sene içindeki rızıklarına, zengin veya fakir, aziz veya zelil
olacaklarına, diriltilip öldürüleceklerine ve ecellerine dair Allah (c.c.)
tarafından meleklerine bilgi verilen mübarek gecemiz hangisidir, ve hicri
tarihini söyleyiniz.
Cevap : Berat Gecesi. Şaban ayının 15.ci gecesi.
Soru 43: Ramazan ayı içersinde idrak ettiğimiz ve Kur’an’ı Kerim bu geceden
başlayarak indirildiği bildirilen adına Kur’an’ı Kerim’de sure bulunan ve
Peygamberimiz (s.a.v.)’in Ramazan ayının son on gününün tekli günlerinde
arayın dediği mübarek gecemizin ismi nedir ve hangi güne rastlar?
Cevap : Kadir Gecesi. Ramazanın 27.ci gecesi.
Soru 44: Ramazan ayının son on gününde beş vakit namaz kılınan cami veya
mescitte, ibadet niyeti ile ikamet edilen (kalınan) ve bayram namazı ile son
bulan ibadetin adı nedir?
Cevap : İtikaf.
Soru 45: Amelde hak mezhepler dediğimiz mezheplerimiz ve imamlarımızı söyleyiniz.
Cevap : a- Hanefi Mezhebi; İmamı Azam Ebu Hanife
b- Şafi Mezhebi; İmamı Şafi
c- Maliki Mezhebi; İmamı Malik
d- Hanbeli Mezhebi; İmamı Ahmet Bin Hanbel.
Soru 46: Haccın çeşitleri nelerdir?
Cevap : a- Haccı Temettü b- Haccı İfrat c- Haccı Kıran
Soru 47: Haccın farzlarını söyleyiniz.
Cevap : a- Arafat’ta vakfe durmak b- Ziyaret tavafı yapmak.
Soru 48: Cihat ibadetini diğer ibadetlerden ayıran özellikler nelerdir?
Cevap : a- Kur’an’ı Kerim’de en çok zikredilen ibadet olması
b- En büyük ibadettir
c- Zamana bağlı değildir
d- İlk eda edilecek farzdır
e- Miktarla sınırlı değildir.
Soru 49: Üç vakit vardır ki bu vakitlerde kaza namazı, vacip bir namaz, cenaze
namazı, tilavet secdesi, nafile namaz kılınmaz ve olmaz. Bu vakitlere
dinimizde kerahat vakitleri denir. Kendisinde ibadet olmayan bu vakitleri
söyleyiniz?
Cevap : a- Güneş doğarken b- Güneş tam tepede iken c- Güneş batarken
.
Soru 50: Namaz dinin direği ve ilk görülecek olan ibadettir. Namazların vaktinde
kılınması gerekir, çünkü “vakit” namazın farzlarındandır. Vaktinde ve vakti
geçtikten sonra kılınan namazlara ne ad verilir?
Cevap : Vaktinde kılınan namaza; “Eda”, Vaktinden sonra kılınan namaza ise;
“Kaza” denir
Soru 51: Dinimiz her yönüyle bize kolaylıklar getirir. Ki bunlardan biride kışın
ayaklarımıza giyilen deriden yapılmış mestlerin giyilmesidir. Bu mestler
abdest alındıktan sonra giyilir ve ondan sonra belirli bir zamana kadar
alınacak abdestler için bu mestler çıkarılmadan üzerine ıslak elle yapılan
meshetme işlemi ile abdest alınmış olur. Bu meshetmenin müddeti (süresi)
yolculukta ve ikamette (bulunduğumuz yerde) ne kadardır?
Cevap : İkamette 24 saat (bir gün bir gece), yolculukta 72 saat (üç gün üç gece)
Soru 52: Dinimizde bir beldeden (oturduğumuz köy, kasaba veya şehirden) çıkıp yaya
olarak 18 saatlik yola gitmiş olan kimseye yolcu (Misafir) denir. (18 saatlik
yolun karşılığı bugünün ölçüleriyle 90 km uzaklıktır.) Bu mesafeye çıkmış
olan yolcuya kolaylıklar olarak ayağındaki mestin müddeti 3 gün 3 gece
olduğu gibi namazlar için de bazı kolaylıklar vardır. Yolcu namazı ve
seferilik dediğimiz bu namazların kılınışı nasıldır?
Cevap : Dört rekatlı farz namazları iki rekat olarak kılınır.
Soru 53: Dinimizde büyük abdest temizliği dediğimiz kan, meni, sidik, ve gaita
(büyük pislik) gibi pisliklerin çıkmış oldukları yerleri temizlemeye verilen
isim nedir?
Cevap : İstinca.
Soru 54: Namazların cemaatla kılınması 27 derece daha sevap olduğu bildirilmiştir.
Namazlarımızı cemaatla kılarken imama ruküde yetişmiş kişi o rekatı
imamla kılmış sayılır. Ruküden kalkarken, secde yapılırken veya tahiyyatta
iken namaza iştirak eden kişi ise imam selam verdikten sonra kendi selam
vermeden kalkar ve kaç rekat kılmamış ise tamamlar. Namazın
başlamasından sonuna kadar aralıksız olarak imama uyan, namazının
tümünü imamla kılan kimseye ne ad verilir?
Cevap : Müdrik (Namazı idrak etmiş, yetişmiş manasında.)
Soru 55: Namaz başlayıp ilk rekatın ruküsünden sonra herhangi bir bölümünde
imama uyan ve imamla birlikte kılmadığı rekatları cemaatın selamından
sonra kılarak tamamlayan kişiye ne denir?
Cevap : Mesbuk (sabıkalı)
Soru 56: Namaza imamla başladığı halde, kendisine namazda uyku, dalgınlık,
cemaatın çokluğundan bir eziyet veya abdesti bozulup ta namazın bir
kısmını imam ile birlikte kılmayan kimseye ne ad verilir?
Cevap : Lahik.
Soru 57: İbadetlerimizin sıhhati için küçük abdest temizliği dediğimiz, erkeklerin
idrar yaptıktan sonra idrar sızıntısını beklemeleri gerekir. Yoksa abdest
aldıktan sonra gelen damlalar abdesti bozmuş olur. Ama insan abdestliyim
düşüncesiyle ibadet eder ki bu emelde boşa gider. Bu sebeple idrarın
kesilmesini biraz yürüyerek, ayakları hareket ettirerek veya beklemek gibi
hallerle bekleyip sonrada su ile yıkamakla yapılan amelin adı nedir?
Cevap : İstibra.
Soru 58: Hadis-i Kutside Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki; “Farzlarımı yapmakla
kulluğunuzu idrak edersiniz, nafilelerle bana yaklaşırsınız.” Dinimizde farz
namazların ve sünnetlerin dışında kılınan birtakım nafile namazlar vardır
ki, bunlara tatavvu namazı da denir. Her bir namazın kendisine has fazileti
ve sevabı vardır. Bunlardan bazıları; Duha, Kuşluk, teheccüt namazları,
Regaip, Berat, Miraç, Kadir geceleri namazları, yolculuk, tesbih namazları
vb... Bir mescide, camiye ziyaret için gidildiğinde veya öğrenmek veya
öğretmek gibi bir maksatla giren kimsenin daha mescide oturmadan nafile
olarak kıldığı iki rekat namazın adı nedir?
Cevap : Tahiyyetül Mescit.
Soru 59: Güneş doğup bir miktar yükseldikten sonra istiva vaktine kadar iki,
dört,sekiz veya on iki rekat kılınabilen nafile namazın adı nedir?
Cevap : Duha (kuşluk) namazı.
Soru 60: İnsanın kendi hakkında bir şeyin hayırlı olup olmadığına dair bir işarete
kavuşmak istediğinde, yatacağı zaman iki rekat namaz kılıp özel duasını
okuyarak bitirdiği namaz hangisidir?
Cevap : İstihare namazı.
Soru 61: Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra
kalkıp kılınan, iki rekatta bir selam verilerek iki, dört, altı veya sekiz rekat
kılınabilen, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in devam ettiği ve çok sevap olan
bu namazın adı nedir?
Cevap : Teheccüt (gece) namazı.
Soru 62: Nisap; Şeriatın bir şey için koymuş olduğu belirli bir ölçü ve miktar
demektir. Mesela; Altın için nisap miktarı 96 gramdır ve buna sahip olan
kimse zengin sayılır ve bu malın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bunun
zekatını vermesi kendisine farzdır. Koyun, keçi, sığır ve deve gibi mallarda
nisap sayı iledir. Koyunlarda nisap ölçüsü ve miktarı nedir?
Cevap : 39’a kadar zekat düşmez. 40’dan 120’ye kadar bir koyun. 121’den 200’e
kadar iki koyun. 201’den 399’a kadar üç koyun. 400 koyuna dört ve
sonraki her yüz koyuna bir koyun verilir.
Soru 63 : Sığırların nisap ölçüsü ve miktarı ne kadardır?
Cevap : 29’a kadar zekat düşmez. 30’dan 40’a kadar iki yaşında bir buzağı. 40’dan
59’a kadar üç yaşında bir dana. 60’da birer yaşını bitirmiş iki buzağı ve
sonra her 30’da bir buzağı, her 40’da bir dana olarak hesap edilir.
Soru 64: Hangi mallardan zekat verilir?
Cevap : a- Nakit paranın, istenen borç paraların
b- Ticaret mallarının
c- Koyun, keçi, sığır ve devenin
d- Altın ve gümüşlerin
e- Arazi ürünlerinin
f- Madenlerin ve definelerin.
Soru 65: Zekat kimlere verilmez?
Cevap : a- Ana ve babaya
b- Dede ve ninelere
c- Evlatlara
d- Karı veya kocaya
e- Zenginlere
f- Cami, mescit, çeşme ve benzerlerini yaptırmak veya onartmak için zekat verilmez.
Soru 66: Kurban bayramında ibadet niyeti ile kurban kesmek hür, mukim (yolcu
olmayan), müslüman, zengin olan kimselere vaciptir. Kurban ibadet
maksadıyla olursa eda edilmiş olur. Bunun dışında ki maksatlarla (et
yemek gibi) kesilen hayvanlar kurban olmayacağı gibi birde vebal olur.
Kurbanı kesme günleri hangi günlerdir.
Cevap : Kurban bayramının 1. 2. ve 3.cü günleridir.
Soru 67: Kabe’nin etrafında usulünce ibadet için yedi defa dolaşmaya ne denir?
Cevap : Tavaf.
Soru 68: Yeni doğan bir çocuğun doğduğu günden bülüğ çağına gelinceye kadar
Cenabı Hakk’a şükür olsun diye kurban kesmek mubahtır. Fakat 7. Günü
kesilmesi daha faziletlidir. Çocuğun doğduğunda kesilmesi gereken bu
kurbana ne ad verilir?
Cevap : Akika kurbanı.
Soru 69: Zekat kimlere verilir?
Cevap : 1- Müslüman fakirlere
2- Miskinlere
3- Borçlulara
4- Yolculara
5- Azat olacak köle, cariyeye
6- Zekat memurlarına
7- Müellefe-i Kulup (Kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere)
8- Xslam yolunda qaliäanlara
Soru 70: Tilavet secdesi ne zaman ve nasıl yapılır?
Cevap : Kur’an’ı Kerim’den bir secde ayeti okunduğu yada duyulduğu zaman yapılır.
Yapılışı: Ayağa kalkılır, eller kaldırılmadan tekbir alınır ve secdeye gidilir.
Secde de üç defa “Sübhane Rabbiyel Azim” dedikten sonra tekrar Allah’ü
ekber denilerek ayağa kalkılır.
Soru 71: Ameli salih ne demektir?
Cevap : Allah (c.c.)’ın rızasına uyan hayırlı amel, günahlardan uzak iştir.
Soru 72: Cenaze namazı nasıl kılınır ve kaç tekbirdir?
Cevap : Ayakta kılınır ve dört tekbirlidir.
Soru 73: Kimlerin cenaze namazı kılınmaz?
Cevap : a- Düşük ve ölü doğan çocukların
b- Bilerek anne ve babasını öldüren katillerin
c- Yol kesicilerin
d- İslam’a karşı çıkanların namazı kılınmaz.
Soru 74: Belli bir zaman içinde sünneti de kaza edilen namaz hangisidir?
Cevap : Sabah namazı,o günün öğle vaktine kadar sünneti ile birlikte kaza edilir.
Soru 75: Kaza namazı ne demektir?
Cevap : Vaktinde kılınamayan beş vakit namazı ödemek üzere, başka vakitte
kılmaya denir.
Soru 76: Bir sünnet var ki,onu yerine getirmek bir farzı yerine getirmekten daha fazla
sevaptır. Bu farzdan daha sevap sünnet hangisidir?
Cevap : Selam vermek sünneti, selam almak sünneti farzdan daha fazla sevap kazandırır.
Soru 77: Çocukların benimsemeleri ve alışkanlık kazanmaları için, İslam’a göre hangi
yaşta namaza başlatılmaları gerekir?
Cevap : Yedi yaşında.
Soru 78: İslam’a göre çocuk doğduğunda ismi nasıl konur?
Cevap : Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunarak ismi zikredilir ve
dua yapılır.
Soru 79: Kurban eti nasıl pay edilir?
Cevap : Kurban eti üç kısma ayrılır. Bir bölümü fakirlere, bir bölümü komşu ve
dostlara, kalan bölümü ise ev halkına ayrılır.
Soru 80: Zilhicce ayının 9.cu, yani arife günü sabah namazından başlayarak,
bayramın 4.cü günü ikindi namazına kadar, her farz namazın selamından
sonra alınması kadın erkek her müslümana vacip olan tekbirlere ne ad verilir?
Cevap : Teşrik tekbirleri.
Soru 81: Her müslümanın gün birlik yaşamında hiç unutmadan her yaptığı işin
evvelinde söylemesi gereken bir söz vardır. Bu söz nedir?
Cevap : “Bismillah” yada “Bismillahirrahmanirrahim” (Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla.)
Soru 82: Bir müslümanın geleceğe dönük işlerini tasarladığı zaman, ümit ve temenni
ifadelerini Rabbimizin isteğine bırakan bir imanla söylediği, unutulmaması
gereken söz nedir?
Cevap : “İnşallah” (Eğer Rabbim dilerse) demek
Soru 83: Müslümanların su içtiklerinde, yemek yediklerinde yada sevinçli bir haber
aldıklarında söyledikleri söz nedir?
Cevap : “Elhamdülillah” (Şükür Allah’adır.)
Soru 84: Müslümanın müslüman üzerindeki beş hakkını sayınız.
Cevap : a- Selamına karşılık vermek
b- Hasta ise ziyaretine gitmek
c- Aksırınca dua etmek
d- Meşru olan davetine gitmek
e- Vefatında cenazesinde bulunmak.
Soru 85: Aksıran müslümanın “Elhamdülillah” demesi gerekir. Yanında bulunan
müslümanın buna vermesi gereken karşılık nedir?
Cevap : “Yerhamükellah” (Allah sana rahmeti ile muamele etsin)
Soru 86: İslam’da selam verme ölçüsü nedir?
Cevap : Küçük büyüğe, yürüyen oturana, bineklide yaya olana selam verir.
Soru 87: Bir müslüman Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ismi andığında yada yanında
anıldığında ne yapması gerekir?
Cevap : Ona salat ve selam getirir.
Soru 88: Zekatın faydalarını yazınız.
Cevap : a- Malı temizler
b- Malı çoğaltır
c- Kalpteki dünya sevgisine ilaçtır
d- Müslümanı mal fitnesinden korur
e- Allah (c.c.)’a bir şükürdür
f- Kalbin katılaşmasını önler
g- İhtiras (hırs) zincirini kırar
h- Fakirleri dilenmekten alıkoyar
i- Şefkat anahtarıdır
j- Malı ebedileştirir, fert yatırıma yönelir
Soru 89: Seferi olan kimsenin kendi oturduğu memlekete ne ad verilir?
Cevap : Vatan-ı Asli
Soru 90: Hanefi mezhebine göre Cuma namazı en az kaç kişi ile kılınır?
Cevap : En az üç kişi ile kılınır.
Soru 91: Sahih olmayan (geçerli olmayan) evlilikler nelerdir?
Cevap : a- Sigar nikahı
b- Hulle nikahı
c- Mute nikahı
d- İhramlının nikahı
e- Zinakar kadınla nikah
f- Dörtten fazla kadınla yapılan nikah
g- Aynı anda iki kız kardeş ile yapılan nikah.
Soru 92: Sigar nikahı nedir tarif ediniz?
Cevap : Aralarında mehir (kızın kızlık hakkı) olmaksızın bir adamın kendi kızını
diğerinin kızı karşılığında ona nikahlamasına denir.
Soru 93: Yeminin keffareti nedir söyleyiniz?
Cevap : a- Gücü yetiyorsa müslim yada gayri müslim bir köle veya cariyeyi azat etmek.
b- Veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmak
c- Veya on fakiri orta halli giydirmek
d- Veya üç gün aralıksız oruç tutmaktır.
Soru 94: Nikahı kendisine haram olanları sayınız.
Cevap : a- Karabet (yakınlık) ciheti ile haram olanlar.
b- Sıhriyet (sonradan kazanılan akrabalık) yoluyla haram olanlar.
c- Emişme yoluyla haram olanlar (aynı kadının emzirdiği çocuklar)
d- İki kız kardeşi bir arada nikahlamak. (İkiside yaşarken tek erkeğin
hanımları olamazlar.)
e- Musahere cihetiyle haram olanlar. (Yani üvey kız babaya, üvey oğlan
anaya haramdır.)
f- Efendinin cariyesini, hanımefendinin de kölesini nikahlaması haramdır.
g- Kafir kadınla bir mecusi kadını veya putperest bir kadını bir arada
bulundurmak.
h- Cariye ile hür kadını bir arada bulundurmak.
i- Dörtten çok (bir arada) nikah yapmak.
j- Başkasının zevcesini nikahlamak.
k-Nikahlı iken hamile kalan kadını nikahlamak.
Soru 95: Karabet (yakınlık) ciheti ile kendisine haram olanlar kimlerdir?
Cevap : Analar, Kızlar, Kız kardeşler, Halalar, Teyzeler, Erkek ve kız kardeşlerin
kızları.
Soru 96: Namazda birinci tahiyyat ile ikinci tahiyyat arasında ne fark vardır?
Cevap : Birincisi vacip, ikincisi ise farzdır.
Soru 97: Yeryüzünde üç mescit vardır ki, bunlarda kılınan namazlar diğer
mescitlerde kılınan namazlardan sevabı daha fazladır. Bu mescitleri sevap
çokluğu sırası ve sevap oranları ile yazınız.
Cevap : a- Mescidi Haram (Kabe); Yüz bin namaz sevabı
b- Mescidi Nebevi; Bin namaz sevabı
c- Mescidi Aksa; Beş yüz namaz sevabı vardır.
Soru 98: İnsanların akıllısı kimdir? Sorusuna Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in verdiği
cevap ne olmuştur?
Cevap : “Ölümü çok hatırlayıp onun için hazırlıklı olandır.” Cevabını vermiştir.
Soru 99: Namazlarımızı kılarken Ruküden sonra kalkıp secdeye gitmeden kıyam
halinde iken zikrettiğimiz “Rabbena lekel hamt”in manası nedir?
Cevap : Rabbimiz şükür ancak sanadır demektir.
Soru 100: Namazlarımızda secdede iken en az üçer kez söylediğimiz “Sübhane
rabbiyel ala”nın manası nedir?
Cevap : Yüce Rabbimi tüm eksiklerden tenzih ederim demektir.
Soru 101: Namazlarımızda ruküde iken en az üç defa söylediğimiz “Sübhane rabbiyel
azim”in manası nedir?
Cevap : Yüce Rabbimiz tüm eksiklerden münezzehtir demektir.
Soru 102: Sıhriyet (sonradan kazanılan akrabalık) ciheti ile kendisine haram olanlar
kimlerdir?
Cevap : Zevcenin annesi (Kaynana), Zevcenin kızı (Üvey kız), Babasının
zevcesi(Üvey anne), Oğlunun zevcesi (Gelini).
Soru 103: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) haftanın hangi günleri oruç tutardı?
Cevap : Pazartesi ve Perşembe günleri.
Soru 104: Abdestin vaciplerini sayınız?
Cevap : Abdestin vacibi yoktur.
Soru 105: Dinimizde misafir kime denir?
Cevap : 15 günden daha az oturmak niyeti ile, 90 km veya daha uzak bir yolculuğa
çıkana denir.
Soru 106: İslam dininin uygulamaya dönük yasa ve hükümlerini delilleriyle bildiren
ilme ne denir?
Cevap : Fıkıh denir.
Soru 107: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kurduğu İslam devletini idare eden veya
İslam devletinin kurulması için mücadele eden, bütün işlerinde mü’minlere
Emir olan kişiye hak ölçüleri çerçevesinde bağlanıp itaat etmeğe, malı ve
canıyla onu desteklemeye ne ad verilir?
Cevap : Beyat (Biat) denir.
Soru 108: İmam olabilmenin şartları nelerdir?
Cevap : a- Açık ve herkes tarafından bilinmesi
b- Ehliyetli, dirayetli ve tam idareci olması
c- Siyaset ilmini ve sanatını iyi bilmesi
d- İslam nizamını yürürlükte tutmaya yetenekli olması
e- Adaletli olması
f- Hür ve erkek olması
g- Akil baliğ ve müçtehit olması.
Soru 109: Cuma namazını eda edebilme şartları nelerdir?
Cevap : a- Şehir veya şehir hükmünde olan yer
b- Halife veya görevlendirdiği kişinin kıldırması
c- Namazdan önce hutbe okunması
d- Cemaatla kılınması
e- Vakti geçmeden kılınması
Soru 110: Rasulüllah (s.a.v.)’in “küçük şirk” olarak nitelendirdiği günah nedir?
Cevap : Riya (Gösteriş için ibadet.)
Soru 111: Boğulan kimseyi kurtarmakta olan kimse namaz vakti geçiyorsa ne yapar?
Cevap : Boğulmakta olan kimseyi kurtarır. Namazı sonra kılar.
Soru 112: Arafat ve Müzdelife’de iki namazı birleştirerek kılmaya ne denir?
Cevap : Cem’us-Salat
Soru 113: İmam farz namaza cemaatla başladıktan sonra nafile namaz kılmak ne olur?
Cevap : Mekruh olur.
Soru 114: Cemaatı terk edip namazları evde kılmayı adet haline getiren kimseye ne denir?
Cevap : Melun.
Soru 115: Şeytan nerede taşlanır?
Cevap : Mina’da.
Soru 116: Oruç ne zaman farz kılındı?
Cevap : Hicretin 2.ci yılında.
Soru 117: İslam fıkhında feri deliller hangileridir?
Cevap : a- İstihsan b- Mesaliki Mürsele c- Örf d- Önceki şeriatlar e-Sahibi kavli f-İstishap
Soru 118: İnsanların ve evcil hayvanların yiyecek ve içecekleri olan maddeleri ucuz
olan yerlerden alıp kıymetinin artması için 40 gün bekletmeye ne ad verilir?
Cevap : İhtikar denir.
Soru 119: İslam hukukunda miras taksimini kendisine konu alan ilmin adı nedir?
Cevap : Feraiz ilmi.
Soru 120: Hac esnasında Safa ile Merve arasında müslüman erkeklerin her gidiş ve
gelişte göğüslerini gererek (çalımlı çalımlı) yürümeye ne ad verilir?
Cevap : Hervele.
Soru 121: Peygamber (s.a.v.): “En hayırlı amel vaktinde kılınan namazdır”
buyurmaktadır. Vaktinde kılınmayan namazlar ise mutlaka kaza edilmelidir.
6 vakit namaz üst üste kazaya kalmayan kişiye ne ad verilir?
Cevap : Sahib-i Tertip.
Soru 122: Zekat İslam toplumundaki, sosyal yardımlaşmanın, müslümanlar
arasındaki sevgi ve kardeşliğin kuvvetlendirilmesi açısından Rabbimizin
müslümanlara olan bir rahmetidir. Zekatın kimlerden alınacağını ve kimlere
verileceğini İslam belirlemiştir. Altın da zekata tabi mallardandır. Hanefi
mezhebine göre altının zekata tabi olması için nisap miktarını yazınız.
Cevap : 97 gram, 20 miskal ve 60 santimdir.
Soru 123: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ahirete irtihalinden sonra sekizinci asırdan
itibaren bir ilim olarak şekillenmiştir. Ancak peygamberimizin ve sahabenin
yaşadığı maneviyatı ve ahlaki olguyu amaç edinmiştir. Nefisleri temizleyip
terbiye etmek, ahlakı güzelleştirmek ve dini yaşamak ilmidir. Züht ve takva
ile ruhu temizleyen, insanı Allah sevgisinde eriten, nefsi Allah yolunda mal
ve can vermeye hazırlayan, Allah’tan başkasıyla kalbi ilişkiyi kesmeyi
amaçlayan, toplumların her devirde ihtiyaç duyduğu ilmin adı nedir?
Cevap : Tasavvuf.
Soru 124: Bir insan müslüman iken daha sonra İslam dininden dönse bu insana
hemen tövbe edip tekrar İslam’a dönmesi emredilir. Bu tür İslam’dan dönme
olaylarına Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde 3, Hz. Ebu Bekir döneminde
7, Hz. Ömer döneminde ise 1 kere meydana geldiği görülmüştür. İslam
hukukuna göre İslam’dan dönme olayına ve dönen şahsa ne ad verilir?
Cevap : Olaya İrtidat, dönene Mürtet denir.
Soru 125: Kıyamete kadar yasaklanan, nikah şahitleri bulunmaksızın, bir kadına para
verip, belli zaman için beraber yaşamak üzere sözleşmek anlamına gelen
muta nikahı gibi, şahitler huzurunda, ama yüz senede olsa belli bir zaman
sonra boşanmayı söyleyerek ve bütün şartlarına uyularak yapılan bir nikah
çeşidi daha vardır ki, bu kesinlikle haramdır. Bu nikah çeşidi hangisidir?
Cevap : Muvakkat nikahı.
Soru 126: Kabe’yi tavaf ederken Haceri esvedin karşısından başlamanın hükmü nedir?
Cevap : Vacip.
Soru 127: Namaz kılan kimseye ne denir?
Cevap : Musalli denir.
Soru 128: Hac ve umrenin vaciplerindendir. Mekke-i Mükerreme’nin içinde ve
Mescidi Haram dışında bulunan Safa ve Merve denilen basamaklı iki tepe
arasında Safa’dan başlayarak Merve’ye ve Merve’den Safa’ya yedi kere
gidip gelmektir. Bu gidip gelme olayına ne ad verilir?
Cevap : Say
Soru 129: Mikat mahalli dışında oturan bir kimsenin Mekke’ye varınca ilk ne
yapması gerekir?
Cevap : Kudüm tavafı.
Soru 130: Haccı veya umreyi yada her ikisini de eda etmek için mübah olan bazı
şeyleri kendi nefsine geçici olarak haram kılmak, onları yapmaktan
sakınmak ve haram denilen Mekke sınırları içine girme haline ne denir?
Cevap : İhram.
Soru 131: Ramazan ayının son günü içinde bir mescitte dünya işlerinden tamamen
uzaklaşarak ibadet etmeye ne denir?
Cevap : İtikaf
Soru 132: Kazası olmayan namaz hangisidir?
Cevap : Cuma namazı
Soru 133: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ömründe bir defa yaptığı ve İslam’ın beş
şartından biri olan ibadetin adı nedir?
Cevap : Hac
Soru 134: Fıkıh ilminin dört büyük kısımlarından biri olan cezalarla ilgili bölümüne
ne isim verilir?
Cevap : Ukubat
Soru 135: Teyemmümün farzları nelerdir?
Cevap : Niyet etmek, elleri toprağa vurarak kolları ve yüzü meshetmek.
Soru 136: Hangi namaz çeşidini kılmak zorunluluğu yoktur?
Cevap : Nafile namazın.
Soru 137: Haccı veya umreyi yada her ikisini eda için mübah olan şeylerden
bazılarını geçici olarak haram kılmak, onları yapmaktan sakınmak ve
haram denen Mekke sınırları içeri girme haline denir. bu halde iken günah,
isyan, kavga gibi şeylerden çekinmek icap eder. Cinsi yakınlaşma terk
edilir, avlanılmaz, tıraş olunmaz, yeşil ot dahi kopartılmaz. Bu hale ne ad verilir?
Cevap : İhram
Soru 138: La ilahe İllallahın kelime manası Allah’tan başka ilah olmadığına
inanmakla birlikte geniş manada dört şeyi içerir. Bunlardan üç tanesi
şunlardır: a-Ben Allah’ın kuluyum b-Ben yardımı ancak Allah’tan beklerim
c-Ancak Allah’ın rızasını gözetirim demektir. Diğer dördüncüsü nedir?
Cevap : Kanun koyucu ancak Allah (c.c.)‘dır.
Soru 139: Mescidi Haram, Kabe ve etrafını saran mescidin tamamının adıdır. Mescidi
Haram yeryüzünde yapılan ilk mescittir. Hacılar burayı ziyaret ve Kabe’yi tavaf
için giderler. Mescidi Haramın bölümlerinden bazıları şunlardır: Zemzem, Safa ve
Merve tepeleri, Minberi Şerif, Mültezem, Makamı Cibril, Hatim, ****f, Şerif
yani tavaf yeri, Makamı İbrahim, Kabe-i Muazzama, bunlardan başka Kabe’nin
hemen önünde belli bir boşluktan sonra yay şeklinde bir duvar vardır. Hacılar
tavaf ederken Kabe ile bu duvar arasından geçmezler. Burada Hz. Hacer ve
Hz. İsmail’in mezarlarının bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu yerin adı nedir?
Cevap : Hicri İsmail
Soru 140: Namazlarda kıyam, rüku ve secde gibi her rüknünü sükunetle yerine getirmeye
ve bu rükunları yaparken her uzvun yatışıp, hareket halinden beri olmasına tadili
erkan denir. Mesela, rükudan kıyama kalkarken vücut dimdik hale gelmeli ve
sükunet bulmalı. Namazların tadili erkana göre kılınmasının hükmü
İmam-ı Azama göre nedir?
Cevap : Vaciptir Hac Deneme Sınavı
Soru 1 Aşağıdakilerden hangisi Kur’an’da ki yaratmayla ilgili kavramlardan biri değildir?
A - A) Hidaye
B - B) Tahlik
C - C) Tesviye
D - D) Tedbir
Soru 2 Hz. Muhammed gelen vahiylerle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisini yapmazdı?
A - A) İnen vahiyleri ezberlerdi
B - B) İnen vahiyleri anlatıp tebliğ ederdi.
C - C) İnen vahiyleri sahabeyle istişare ederdi.
D - D) İnen ayetleri açıklar ve yorumlardı.
Soru 3 Aşağıdakilerden hangisi “Ulu’l Azam” adını almış peygamberlerden biri değildir?
A - A) Hz. Nuh
B - B) Hz. İsa
C - C) Hz. Davut
D - D) Hz. Musa
Soru 4 Tehaddi ne demektir?
A - A) Meydan okumak
B - B) Karşılıklı sevgi
C - C) İlan etmek
D - D) Haddi aşmak
Soru 5 Alemin,insanın hizmetinde oluşunu Kur’an hangi kavramla ifade eder?
A - A) Tefhim
B - B) Teshir
C - C) Tedbir
D - D) Tertil
Soru 6 Hz. Adem ile iblis arasında geçen olay ilk kez aşağıdaki surelerden hangisinde geçer?
A - A) Yunus
B - B) Yusuf
C - C) Ahkaf
D - D) Sa’d
Soru 7 Kur’an’ın diğer kitaplarla ilgisini anlatan kavramı aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Fetih
B - B) Müheymin
C - C) Maruf
D - D) Alaka
Soru 8 Vahyin öğrettiği bütün dinlerin özü tevhid inancına dayanmaktadır.
Bu öz Kur’an’da ayrıca hangi kavramla vurgulanmaktadır?
A - A) Ayet
B - B) Burhan
C - C) Hanif
D - D) İhlas
Soru 9 Kur’an’ı Kerim’in kelimelerinin nasıl okunacağını bütün vecihleriyle nakledenlere nispet edilerek,
ittifak ve ihtilaflarıyla beraber nasıl eda edileceğini öğreten ilme ne ad verilir?
A - A) Mütevatir
B - B) Tertil
C - C) Kıraat
D - D) Tedvir
Soru 10 Dindeki bireysellik aşağıdakilerin hangisinde belirginleşir?
A - A) Bilgi ve düşünce
B - B) Ahlak
C - C) Hukuk
D - D) İnanç ve sorumluluk
Soru 11 Aşağıdakilerden hangisi tarihi tefsir türünün bir örneğidir?
A - A) Taberi, Camiül Beyan
B - B) Bursevi, Ruhul Meani
C - C) El-Cassas, Ahkamul Kur’an
D - D) Fahreddin Er Razi, Mefatihul Gayb
Soru 12 Aşağıdakilerden hangisinde amel, imanın bir parçası değildir?
A - A) Hanbelilik
B - B) Eş’arilik
C - C) Haricilik
D - D) Maturidilik
Soru 13 Kader inancı konusunda cebriyenin damgasını vurduğu mezhep aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Mutezile
B - B) Ehli sünnet
C - C) Mürciye
D - D) Şia
Soru 14 Aşağıdakilerden hangisi fıkıh usulünün kurucusu sayılır?
A - A) Ebu Hanife
B - B) Şafii
C - C) Enes b. Malik
D - D) İbn’i Hanbel
Soru 15 İslam dışındaki dinleri tarafsız olarak inceleyen ilk Müslüman bilim adamı aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) İbn’i Kesir
B - B) İbn’ Hazm
C - C) Biruni
D - D) İbn’i Zeymiyye
Soru 16 Allah’ın zatından, sıfatlarından, fillerinden ve birliğinden
bahseden bilim aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Tasavvuf
B - B) Fıkıh
C - C) Tefsir
D - D) Kelam
Soru 17 Kimin devrinde Müslüman Araplarla, Türkler ilk kez karşı karşıya gelmişlerdir?
A - A) Hz. Ömer
B - B) Hz. Muaviye
C - C) Ömer bin Abdulaziz
D - D) Hz. Ali
Soru 18 Aşağıdaki kelimelerden hangisi “ Lafızları farklı anlamları aynı olan kelimelerdendir” tanımını ifade eder?
A - A) Müteşabib
B - B) Vücuh
C - C) Nezair
D - D) Müteradif
Soru 19 “Dini tebliğat olmazsa akıl ile Allah bilinmez.” görüş hangi mezhebe aittir?
A - A) Eş’ari
B - B) Mutezile
C - C) Maturidi
D - D) Cebiyye
Soru 20 Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın subuti sıfatlarından değildir?
A - A) Tekvin
B - B) Hayat
C - C) Kıdem
D - D) İlim
Soru 21 7) Atatürk ilkelerinin, yeni türk devletinin temel ilkeleri olarak anayasaya girmesi hangi yılda gerçekleşmiştir?
A - A) 1921
B - B) 1923
C - C) 1924
D - D) 1937
Soru 22 Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf veya tezat gibi görünen hususlar Kur’an ilimlerinden hangisinin konusudur?
A - A) Esrar’ul Kur’an
B - B) Mübhematül Kur’an
C - C) Müşkilül Kur’an
D - D) Havvasul Kur’an
Soru 23 Hz. Peygamberin dış görünüşünü, güzel vasıf ve sıfatlarını tasvir eden ya da peygamberler ile
dört büyük halifenin iç ve dış güzellikleriyle örnek davranış biçimlerini anlatan eserlere ne ad verilir?
A - A) Siyer
B - B) Hilye
C - C) Şemail
D - D) Naat
Soru 24 Aşağıdakilerden hangisi din hizmetlerinde rehberliğin bireylerde gerçekleştirmeye çalıştığı en temel amaçtır?
A - A) Kişiye cesaret vermesi
B - B) Kişinin kendini tanıması
C - C) Kişinin desteklenmesi
D - D) Kişiye bilgi verme
Soru 25 “Peygamberler güvenilirdir. Akılllı ve zekidir. Günahlardan korunmuşlardır.” Cümlesinde peygamberlerin
vasıfları anlatılmıştır. Bu vasıfları karşılayan kavramlar sırasıyla aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Sıdk, fetanet, ismet
B - B) Emanet, fetanet, ,ismet
C - C) Emanet, fetanet, sıdk
D - D) Sıdk, emanet, ismet
Soru 26 Aşağıdakilerden hangisi İslam dünyasında ilan edilen insan hakları evrensel beyannamesi
niteliğinde kabul edilebilir?
A - A) Veda hutbesi
B - B) Peygamberimizin ilk hutbesi
C - C) Hilfulfudul antlaşması
D - D) Ensar-Muhacir kardeşlik antlaşması
Soru 27 Aşağıdakilerden hangisi “Kütüb-i Sittede” yer alan müelliflerden biri değildir?
A - A) Nesai
B - B) Ebu Davud
C - C) İbn-i Mace
D - D) Malik b. Enes
Soru 28 “Hades-i Asğar” ve “Hades-i Ekber” ne demektir?
A - A) Abdest ve teyemmüm
B - B) Gusül ve teyemmüm
C - C) Abdest ve gusül
D - D) Abdest ve necaset
Soru 29 Aşağıdaki namaz çeşitlerinden hangisinin vacip oluşu kulun kendi fiiline bağlı değildir?
A - A) Adak namazı
B - B) Sehiv secdesi
C - C) Kurban Bayramı namazı
D - D) İfsat edilen nafile namazın kazası
Soru 30 Aşağıdaki durumların hangisi Kefaret orucunu gerektirmez?
A - A) Ceviz, fındık gibi şeyleri kabuğuyla yutmak
B - B) Ağza giren yağmur tanesini bilerek yutmak
C - C) Sigara, enfiye gibi keyif verici maddeleri bilerek kullanmak
D - D) Bir kimsenin yemeği mutat hale getirdiği kil, toprak ve benzeri şeyleri bilerek yemesi
Soru 31 Aşağıdakilerden hangisi haccın vaciplerinden biri değildir?
A - A) İfada tavafı
B - B) Say etmek
C - C) İhramlıya yasak olan şeylerden kaçınmak
D - D) Tavafı abdestli ve setri avrete riayet ederek yapmak
Soru 32 Aşağıdakilerden hangisi Diyanet İşleri Başkanlığı ana hizmet birimlerinden biri değildir?
A - A) Personel Dairesi Başkanlığı
B - B) Din Eğitimi Dairesi Başkanlığı
C - C) Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığı
D - D) Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı
Soru 33 Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Genel bütçe
B - B) Özel bütçe
C - C) Düzenleyici kurumlar bütçesi
D - D) Denetleyici kurumlar bütçesi
Soru 34 Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm
ortaya koyması sünnet-Kur’an ilişkisinde hangi terimle karşılanmaktadır?
A - A) Tebyin
B - B) Tekik
C - C) Takyid
D - D) Teşri
Soru 35 Aşağıdakilerden hangisi hadislerin günümüze intikal aşamalarından biri değildir?
A - A) Vicade
B - B) Tasnif
C - C) Tedvin
D - D) Tezhip
Soru 36 Hz. Peygambere dayandırılan isnada verilen isim aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Mektu
B - B) Mevkuf
C - C) Merfu
D - D) Mün’katı
Soru 37 Temelini akıl ve temiz gücü teşkil eden ve kişinin dinen, hukuken
muteber olacak tarzda davranmaya ve hukuki işlem yapmaya elverişli
oluşu anlamına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Ehliyet
B - A) Eda ehliyeti
C - C) Vücub ehliyeti
D - D) Mükellefiyet
Soru 38 Aşağıdakilerden hangisi “Mehr-i Müsemmanın” tarifidir?
A - A) Peşin verilen mehirdir
B - B) Vadeli, verilen mehirdir
C - C) Nikah sırasında belirlenen mehirdir.
D - D) Nikah akdinden sonra belirlenen mehirdir.
Soru 39 Aşağıdaki mezheplerden hangisi amelin imandan bir cüz olduğu görüşünü benimsemektedir?
A - A) Mutezile
B - B) Maturidiyye
C - C) Hanefiyye
D - D) Eş’ariyye
Soru 40 İslami kaynaklarda vahye dayanan dinler için genel olarak hangi terim kullanılır?
A - A) Milel
B - B) Nihal
C - A) Fırka
D - D) Mezahib
Soru 41 Aşağıdakilerden hangisi Din İşleri Yüksek Kurulunun görevlerinden değildir?
A - A) Dini soruların cevaplarını hazırlamak
B - B) Dini yayınları hazırlamak ve basımını sağlamak
C - C) Yurtiçi ve yurtdışındaki dini yayınları izlemek
D - D) Dini konularda ilmi incelemeler ve araştırmalar yapmak
Soru 42 İletişimde temel faktör aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Empati
B - B) Beden dili
C - C) Dinleme
D - D) Ses tonu
Soru 43 Aşağıdakilerden hangisi konuşma türleri içerisinde yer almaz?
A - A) Tanışma
B - B) Selamlaşma
C - C) Soru sorma
D - D) Beden dili
Soru 44 Aşağıdakilerden hangisi rehberlik ve dini danışmada kullanılan
yöntem ve tekniklerden değildir?
A - A) Model gösterme
B - B) Yorumlama
C - C) Biçimlendirme
D - D) Taşırma
Soru 45 En üst hukuk normu olan anayasadan sonraki hiyerarşik sıralama
aşağıdakilerin hangisinde doğru olarak verilmiştir?
A - A) Kanun-Yönetmelik-Tüzük-Genelge
B - B) Kanun-Genelge-Tüzük-Yönetmelik
C - C) Kanun-Tüzük-Yönetmelik-Genelge
D - D) Kanun-Tüzük-Genelge-Yönetmelik
Soru 46 Cumhurbaşkanı’nın katılmadığı durumlarda Milli Güvenlik Kurulu kimin başkanlığında toplanır?
A - A) Başbakan
B - B) İçişleri Bakanı
C - C) Milli Savunma Bakanı
D - D) Genelkurmay Başkanı
Soru 47 Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın 99 ismini tek tek sayan hadis ravilerinden biridir?
A - A) Tirmizi
B - B) Buhari
C - C) Müslim
D - D) Ebu Davud
Soru 48 7) Altın oluk ( Mizab-ı Kabe) Kabe’nin hangi 2 rüknü arasında yer alır?
A - A) Rükn-i Şarki - Rükn-i Yemani
B - B) Rükn-ü Yemani - Rükn-i Şami
C - C) Rükn-i Şarki - Rükn-i Iraki
D - D) Rükn-i Şami - Rükn-i Iraki
Soru 49 7) Kabeye ilk kez örtü giydiren kişi aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Es’ad Tuba
B - B) Abdulmuttalip
C - C) Velid b. Muğire
D - D) Kusay b. Kilab
Soru 50 7) Bi’ setten kaç yıl önce kureyşliler kabe tamiratını yapmışlardır?
A - A) 3
B - B) 4
C - C) 5
D - D) 6
Soru 51 7) Mültezem denince ne anlıyorsunuz?
A - A) Kabe’nin kapısı
B - B) Kabe’nin kapısıyla-Hacerül Esved arası
C - C) Kabe’nin doğu köşesi
D - D) Mizab-ı Kabe ( Altın Oluk)
Soru 52 7) İslam tarihinde ilk hac hangi yılda yapılmıştır?
A - A) H.8 – M.629
B - B) H.8 – M.628
C - C) H.9 – M.629
D - D) H.9 – M.631
Soru 53 Müşriklerin kabeyi tavaf etmesini yasaklayan ayetlerin bulunduğu sure aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Bakara
B - B) Beraet
C - C) Hac
D - D) Al-i İmran
Soru 54 7) Peygamberimizin Arafatta üzerinde veda hutbesini okuduğu devesinin adı aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Kasva
B - B) Burak
C - C) Düldül
D - D) Refref
Soru 55 7) Peygamberimiz Veda Hutbesinde aşağıdakilerin hangisine değinmemiştir?
A - A) Müsavat
B - B) Can ve mal güvenliği
C - C) Kadın hakları
D - D) Haccın ifa şekli
Soru 56 Aşağıdakilerin hangisi haccın farz olmasının şartlarından değildir?
A - A) Özgür olmak
B - B) İhrama girmek
C - C) Vaktine yetişmek
D - D) Haccın farz olduğunu bilmek
Soru 57 Zihinsel özürlü kimse hac yaptıktan sonra iyileşirse diğer şartları da
taşıyorsa yeniden hac yapmakla mükellef midir?
A - A) Sorumludur
B - B) Sorumlu değildir
C - C) Serbesttir
D - D) Hiçbiri
Soru 58 Tüm şartları taşımalarına rağmen, kısıtlılık hallerinin sona ermeyeceği anlaşılan kimselerin
hac hususunda yapmaları gereken aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Ne yapıp edip kendisi gitmeli
B - B) Vekil göndermeli
C - C) Böylesine hac farz değildir
D - D) Hiçbiri
Soru 59 Yürüyerek hacca gidebilecek birisine aşağıdaki mezheplerden hangisine göre hac farzdır?
A - A) Şafii
B - B) Hanefi
C - C) Maliki
D - D) Hambeli
Soru 60 Aşağıdaki mezheplerden hangilerine göre bir kadın yanında mahremi yanında olmadan da hacca gidebilir?
A - A) Şafii – Maliki
B - B) Hanefi – Hanbeli
C - C) Hanefi – Şafii
D - D) Hambeli – Maliki
Soru 61 Aşağıdaki hangi iki mezhebe göre hac aylarından öncede ihrama girilebilinir?
A - A) Maliki – Şafii
B - B) Hambeli – Şafii
C - C) Hanefi – Şafii
D - D) Hanefi – Maliki
Soru 62 Ebu Hanifeye göre bilinen hac ayları aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Şevval, Zilkade, Zilhiccenin ilk on günü
B - B) Şevval, Zilkade, Zilhiccenin onuncu günü hariç
C - C) Şevval, Zilkade, Zilhiccenin yarısı
D - D) Şevval, Zilkade, Zilhiccenin tamamı
Soru 63 Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre hac aylarından önce ihrama
girilirse bu ihram hac için geçerli olmaz?
A - A) Hanefi
B - B) Maliki
C - C) Şafii
D - D) Hambeli
Soru 64 7) Aşağıdaki yerlerden hangisi hac menasikinin icra edildiği yerlerden biri değildir?
A - A) ****f
B - B) Mes’a
C - C) İstilam
D - D) Cemerat
Soru 65 7) Hanefi mezhebine göre en faziletli hac şekli aşağıdakilerden hangisidir?
A - A) Temettu
B - B) İfrad
C - C) Umre
D - D) Kıran
Soru 66 7) Aşağıdakilerden hangisi Mekkeliler için hac mikat yeridir?
A - A) Cir’ane
B - B) Hudeybiye
C - C) Harem bölgesi
D - D) Ten’im
Soru 67 7) İhram haccın …………….. dır. Noktalı yere aşağıdakilerin hangisi gelir?
A - A) Farzı
B - B) Rüknü
C - C) Vacibi
D - D) Şartı
Soru 68 7) Aşağıdakilerin hangisi haccın müstakil bir vacibi değildir?
A - A) Say yapmak
B - B) Teyamün
C - C) Veda tavafı
D - D) Tıraş olmak
Soru 69 7) Say yapmak aşağıdaki mezheplerden hangisine göre haccın rüknü değildir?
A - A) Şafii
B - B) Maliki
C - C) Hanefi
D - D) Hanbeli
Soru 70 7) Aşağıdakilerin hangisi ihramın farzıdır?
A - A) İhram namazı
B - B) Mikatta ihrama girmek
C - C) İhram yasaklarına uymak
D - D) Telbiye
Soru 71 7) Akabe cemresine ilk taşı atıncaya kadar hacı adayının telbiye getirmesinin hükmü aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Vaciptir
B - B) Farzdır
C - C) Sünnettir
D - D) Müstehaptır
Soru 72 Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre telbiye vaciptir?
A - A) Maliki
B - B) Şafii
C - C) Hanefi
D - D) Hambeli
Soru 73 Aşağıdakilerin hangisi harem sınırlarını çevreleyen noktalardan biri değildir?
A - A) Aşair
B - B) Seniyetül cebel
C - C) Edatül libn
D - D) Seyl
Soru 74 Mekkeliler umre için nerede ihrama girmelidir?
A - A) Bulundukları yerde
B - B) Hill bölgesinde
C - C) Harem bölgesinde
D - D) Afak bölgesinde
Soru 75 İhramın tek parça bir örtüden oluşması halinde bu ihram için yeterli olur mu?
A - A) Yeterli olmaz
B - B) Rida ve izar gerekir
C - C) Yeterli olur
D - D) Sadece izar yeterlidir
Soru 76 Kudum tavafının sözlük manası aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Durmak
B - B) Karşılamak
C - C) İlerlemek
D - D) Gelmek
Soru 77 Kıran haccına niyet edenlerin Mekke’ye gelişlerinde yapacakları ilk
tavaf sırasıyla Hanefi ve Şafii mezheplerine göre aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Kudum – Umre
B - B) Umre – Kudum
C - C) Umre – Umre
D - D) Kudum – Kudum
Soru 78 Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre veda tavafının hükmü sünnettir?
A - A) Maliki
B - B) Şafii
C - C) Hanefi
D - D) Hambeli
Soru 79 Ziyaret tavafının ardından, nafile bir tavaf yaptıktan sonra veda tavafı
yapmaya fırsat bulmadan Mekke’den ayrılan kimseye aşağıdakilerin hangisi gerekir?
A - A) Dem
B - B) Sadaka
C - C) Tasadduk
D - D) Hiçbiri
Soru 80 7) Hacer-i Esved geçildikten sonra niyet edilirse aşağıdaki durumlardan hangisi söz konusu olur?
A - A) Bu şart geçerli olmaz
B - B) Ziyaret tavafı ise geçerli olmaz
C - C) Vacip bir tavafsa geçerli olmaz
D - D) Bu şart geçerlidir
Soru 81 Hanefi ve Şafii mezheplerine göre sırasıyla tavafı yedi şavta
tamamlamanın hükmü aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Farz – Vacip
B - B) Vacip – Sünnet
C - C) Vacip – Farz
D - D) Farz – Sünnet
Soru 82 Hadesten temizlenmeden tavaf yapan birisine Şafii mezhebine
göre verilmesi gereken ceze aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Dem gerekir
B - B) Bedene gerekir
C - C) İade gerekir
D - D) Sadaka gerekir
Soru 83 7) Tavafa Hacer-i Esved ‘in hizasına geçmeden başlamanın hükmü nedir?
A - A) Şart
B - B) Vacip
C - C) Sünnet
D - D) Müstehap
Soru 84 7) Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre tavaf namazının terki halinde dem gerekir?
A - A) Maliki
B - B) Hanefi
C - C) Şafii
D - D) Hambeli
Soru 85 7) Aşağıdaki komutanlardan hangisi peygamberimizin mute savaşında seçtiği komutanlardan biri değildir?
A - A) Zeyd b. Harise
B - B) Abdullah b. Revaha
C - C) Cafer b. Ebi Talip
D - D) Halid b. Velid
Soru 86 7) Hayberin fethi hangi tarihte gerçekleşmiştir?
A - A) H.8 – M. 628
B - B) H.9 – M. 630
C - C) H.7 – M. 628
D - D) H.8 – M. 629
Soru 87 Aşağıdaki mezheplerden hangisine göre minada gecelemek vacip değildir?
A - A) Şafii
B - B) Hanefi
C - C) Hambeli
D - D) Maliki
Soru 88 Aşağıdakilerden hangisi “ Medine sözleşmesinin” maddelerinden biri değildir?
A - A) Hristiyanlar, Müslümanlarala birlikte harp ettikleri müddetçe harcamalara katılacaklardır.
B - B) Üzerinde ihtilaf edilen konular Allah ve resulünün hakemliğine arz edilecektir.
C - C) Kureyşli muhacirler kendi aralarında adet olduğu üzere kan diyetlerini ödemeye devam edeceklerdir
D - D) Müslümanlarla Yahudiler arasında, Yesribe hücum edecek kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.
Soru 89 İslam tarihinde inşa edilen ilk mescid aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Kuba mescidi
B - B) Mescid-i Nebi
C - C) Mescid-i Hayf
D - D) Mescid-i Cuma
Soru 90 Aşağıdakilerin hangisi doğrudur?
A - A) “Mehder” = tutanak
B - B) “Enbubetün” = tünel
C - C) “Tavari” = uçaklar
D - D) “Harif” = adam
Soru 91 Diyanet İşleri Başkanlığı ilk defa hangi yıl hac organizasyonu düzenlemiştir?
A - A) 1980
B - B) 1979
C - C) 1981
D - D) 1975
Soru 92 Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A - A) “Değdu dem” = kan vermek
B - B) “Mesalik’ul bevliyetü” = idrar yolları
C - C) “Memnu duhul” = giriş yasak
D - D) “Eynel muhteber” = laboratuar nerededir?
Soru 93 “El meridu yeşku min elemin fi uzunihi” cümlesinin karşılığı aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Hastanın kulağı ağrımaktadır.
B - B) Hasta gözlerinden şikayetçidir.
C - C) Hasta böbreklerinden şikayetçidir.
D - D) Hasta baş ağrısından muzdariptir.
Soru 94 “Daye‘tu bidakete afşi” cümlesinin karşılığı aşağıdakilerin hangisidir?
A - A) Çantayı taşıyamaz oldum.
B - B) Bagaj etiketimi kaybettim
C - C) Tahammül gücümü kaybettim.
D - D) Bagaj taşıyacak gücüm kalmadı.
Soru 95 7) Türkiye ile AB arasındaki müzakere süreci hangi tarihte başlatılmıştır?
A - A) 3 Ekim 2006
B - B) 3 Ekim 2005
C - C) 13 Ekim 2005
D - D) 13 Ekim 2006
Soru 96 7) Aşağıdakilerin hangisi Birleşmiş Milletlerin simgelerindendir?
A - A) EU
B - B) İLO
C - C) UN
D - D) NL
Soru 97 “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz”
sözündeki iletişim biçimi aşağıdakilerin hangisi olabilir?
A - A) Uyarıcı iletişim
B - B) İtham edici iletişim
C - C) Eleştirici iletişim
D - D) Yapıcı iletişim
Soru 98 “İnsanları ikna etmek için onlarla iletişim kuran kişinin samimiyeti çok önemlidir.”
İfadesinde kastedilen samimiyeti aşağıdakilerin hangisi en iyi karşılar?
A - A) Yardımseverlik
B - B) Dindarlık
C - C) İçtenlik
D - D) Diğergamlık hac deneme sınavının cevapları:
1-D
2-C
3-C
4-A
5-B
6-D
7-B
8-C
9-C
10-D
11-A
12-D
13-B
14-B
15-C
16-D
17-A
18-C
19-A
20-C
21-D
22-C
23-B
24-B
25-B
26-A
27-D
28-C
29-C
30-A
31-A
32-A
33-A
34-D
35-A
36-C
37-A
38-C
39-A
40-A
41-B
42-C
43-D
44-A
45-C
46-A
47-A
48-D
49-A
50-C
51-B
52-D
53-B
54-A
55-D
56-B
57-A
58-B
59-C
60-A
61-D
62-A
63-C
64-C
65-D
66-C
67-D
68-B
69-C
70-D
71-C
72-A
73-D
74-B
75-C
76-D
77-B
78-A
79-D
80-A
81-C
82-C
83-B
84-A
85-D
86-D
87-B
88-A
89-A
90-A
91-B
92-A
93-A
94-B
95-B
96-C
97-D
98-C İLMİHAL SINAVI TEST SORULARI...
1. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Unsurları, kuruluş (in’ikad) ve geçerlilik (sıhhat) şartları tamam olan evlilik hukuken geçerli (sahih) bir evliliktir.
B) Unsurları ve in’ikad şartları tamam olup sıhhat şartlarında eksiklik olan evlilik fâsid bir evliliktir.
C) Unsurları, in’ikad ve sıhhat şartları tamam olan, fakat yürürlülük (nefâz) şartlarında eksiklik bulunan nikâh akdine mevkuf akit denir.
D) Unsurlarını (evlenme akdini oluşturan temel öğeleri) ve kuruluş (in’ikad) şartlarını taşımayan nikâh akdi fâsiddir.
2. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Mâruf, ilâhi beyan yanında, islâm toplumunun anlayış, ihtiyaç ve geleneği çerçevesinde oluşan, gerektiğinde değişen ve gelişen bir ölçüttür.
B) Evlenme, karı koca arasında birlikte yaşamaya ve karşılıklı yardımlaşmaya imkân veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir.
C) İslâm fakîhlerine göre; nikâhın dinî bir mekânda ve din görevlisi tarafından kıyılması gerekir.
D) Bir evlilik vaadi olan nişanlanma, islâm hukukunda taraflara evlilik mecburiyeti getirmez.
3. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Nişanlılık döneminde, taraflar arasında örtünme vb. dinî yükümlülüklerin kalkması amacıyla dinî nikâh kıyılması gerekir.
B) Nişanın bozulması durumunda Hanefî mezhebine göre, evlilik öncesinde verilen hediyeler hibe hükümlerine tâbidir.
C) Günümüzün uygulama ve telakkileri ışığında; nişanı bozan taraf aynı zamanda karşı taraf için bir zararın meydana gelmesine de sebebiyet vermişse bu zararın tazmin edilmesi gerekir.
D) Nişanlılık, taraflara evliliğin verdiği beraber yaşama hak ve yetkisini vermez.
4. Nikâhın rüknü (unsuru) olarak sadece icap ve kabulü yeterli gören mezhep hangisidir?
A) Hanefi B) Şafii C) Mâliki D) Hanbeli
5. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) İbn Şübrüme, bülûğ çağına ulaşmayan kimselerin hiçbir kimse tarafından evlendirilemeyeceği görüşünde olan islâm hukukçularındandır.
B) Evlilik iradesini ortaya koyarak ‘evet’ diyen kimsenin irade beyanı geçerli değildir.
C) Hanefiler, nikah akdinde bir erkek, iki kadın şahidi yeterli görürler.
D) Hanefiler, nikahta ikrah olsa da bu nikah akdini geçerli sayarlar.
6. “Evlenen kadının, kocasının tek eşli olmasını şart koşması mümkün ve geçerlidir.” Yani, kadın nikah akdinde kocasının kendinden başka bir kadınla evlenmemesini şart koşabilir ve koca bu şarta uymak zorundadır, görüşü hangi mezhebe aittir? (Osmanlı Hukûk-ı Âile Karanamesi de bu mezhebin görüşünü esas almıştır)
A) Hanefi B) Şafii C) Maliki D) Hanbeli
7. “Âkıl-bâliğ olan kadın, aynen erkek gibi velisinin aracılığına gerek olmaksızın evlenebilir,” görüşü hangi mezhebe aittir?
A) Hanefi B) Şafii C) Maliki D) Hanbeli
8. Aşağıda bazı kavramların tarifleri yapılmıştır. Yanlış olan hangisidir?
A) Umumi veli: Devlet başkanı veya hâkimdir.
B) Velâyet-i icbâr: Veliye velayeti altında bulunan kimseyi rızâsını almaksızın evlendirme yetkisi veren velayettir.
C) Velâyet-i ihtiyâr: Geçerli bir evlilik yapabilmek için hukuken sahip olunması gereken yeterliliktir.
D) Kefâet: Evlenecek eşler arasında dinî, iktisadî ve sosyal bakımdan bir denkliğin olmasıdır.
9. “Süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde beş fâsılalı ve doyurucu emişin şart olduğu”nu söyleyen müctehid kimdir?
A) İ. Âzâm B) İ. Şâfii C) İ. Mâlik D) A. b. Hanbel
10. Aşağıdakilerden hangisi geçici evlenme engellerinden değildir?
A) Başkasının eşi olma B) Sıhrî hısımlık
C) Üç kere boşanma D) Din farkı
11. Hangi kavramın tarifi yanlış yapılmıştır?
A) Mehr-i misil: Evlenen kızın akrabaları arasında her bakımdan kendi konumundaki kızlara ödenen mehirdir.
B) Muaccel mehir: Evlilik anında peşin olarak ödenen mehirdir.
C) Müeccel mehir: Ödenmesi sonraya bırakılan (veresiye) mehirdir.
D) Mehr-i müsemmâ: Nikâh anında belirlenmemiş mehirdir.
12. Hanefîler’e göre, yolculuk esnasında dört rekatlı farz namazların kısaltılarak ikişer rekatlı kılınmasının hükmü nedir?
A) Ruhsat B) İhtiyat C) Azimet D) Defu’l-Harac
13. “……mezheplerine göre ömürde bir defa umre yapmak farzdır” cümlesindeki boş yeri aşağıdakilerden hangisi uygun olarak tamamlar?
A) Şafiî ve Mâlikî B) Mâlikî ve Hanbelî
C) Şafiî ve Hanbelî D) Hanefî ve Mâlikî
14. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Terâvih namazı, Ramazan orucunun sünnetidir.
B) Ezân ve kâmet, namazın sünnetidir.
C) Erkekler, tek başına namaz kılınca kâmet yaparlar.
D) Mübarek gecelerle ilgili özel bir nâfile namaz yoktur.
15. Sabah namazını, ikinci fecir doğar doğmaz, ortalık henüz daha karanlıkken kılmaya ne denir?
A) İsfâr B) Tağlîs C) Gurûb D) Şürûk
16. Kadr sûresi, hangi sûrelerdendir?
A) Evsât-ı mufassal B) Tıvâl-ı mufassal
B) Kısâr-ı mufassal D) Hiçbiri
17. Aşağıdaki konulardan hangisi Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasından (konularından) değildir?
A) İlmî gerçekler B) Hikâyeler
C) Ukûbât D) Muâmelât
18. Aşağıdakilerden hangisi “nihal” kavramı için doğrudur?
A) Vahye dayanan dinler B) Bâtıl dinler
C) İtikâdi fırkalar D) Amelî mezhepler
19. İslâm Hukukunda kocanın sahip olduğu boşama yetkisini karısına da vermesi hangi kavramla ifade edilir?
A) Fesih B) Tefrik C) Muhâlea D) Tefvîz-i talâk
20. “Kocaya boşadığı eşine ancak yeni bir nikâhla dönme imkânı veren boşanma şeklidir.” diye tanımlanan boşama çeşidi hangisidir?
A) Ric’î talâk B) Sünnî talâk
C) Bid’î talâk D) Bâin talâk
21. Aşağıdakilerden hangisi kazâî boşanma sebepleri’nden değildir?
A) Kocanın nafakayı temin etmemesi
B) Fena muâmele ve geçimsizlik
C) Zıhâr D) Hastalık ve kusur
22. Çocuğun doğumunun ilk günlerinde Allah’a bir şükran nişanesi olarak kesilen kurbana ne ad verilir?
A) Hedy B) Adak C) Kefâret D) Akîka
23. “Bu yasağın ihlâli halinde kefâret olarak ya üç gün oruç tutmak, ya altı fakiri doyurmak ya da bir koyun kurban etmek gerekir.” Bu kefâret hangi yasağı çiğnemenin sonucudur?
A) Hacda ihramlıyken tıraş olma kefâreti
B) Hayızlı kadınla cinsî münasebet kefâreti
C) Yemin kefâreti D) Zıhâr kefâreti
24. Aşağıdakilerden hangisi “etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar”dan değildir?
A) Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvan eti
B) Domuz eti C) Katır eti D) Meyte
25. Son dönem islâm bilginleri, sigaranın hükmü konusunda üç gruba ayrılmışlardır. Hangi hüküm, bu gruplardan birinin görüşü değildir?
A) Mendup B) Mübah C) Mekruh D) Haram
26. Örtünme ile ilgili verilen bilgilerden hangisi doğru değildir?
A) İslâmda giyim ve kuşamda sadelik, tabiilik ve temizlik tavsiye edilmiştir.
B) Kadının örtünmesi gereğinden söz eden âyetlerde örtünme için belli bir şekil şartı ve model önerilmiştir.
C) Vücut hatlarını gösterecek kadar dar ve ince elbiselerin giyilmesi doğru değildir.
D) Giyim-kuşam tarzında diğer din mensuplarına benzememe, ilke olarak benimsenmiştir.
27. “Bid’at” kavramı ile ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
A) Hz. Peygamber zamanında olmayan veya meşrû görülmeyen bir inanış, ibadet, dini anlayış bid’attır.
B) Hz. Peygamber’den sonra dinde icat edilen ve uydurulan her şey bid’attır.
C) Bid’atın kapsamı dini konularla sınırlı değildir.
D) Dinin ruhuna ve genel prensiplerine aykırı olmayan ve ibadet rengine bürünmeyen âdetler, bid’at sayılmazlar.
28. “Hukukî bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması” anlamını ifade eden kavram nedir?
A) İcap B) Kabul C) Teâti D) Akid
29. “Alım-satımda, satılan şeyle fiyatı arasında değer yönünden farklılık ve dengesizliği ifade eden kavram” hangisidir?
A) Tağrir B) Ğarar C) Cehalet D) Ğabn
30. Hangisi “zarar ve gabin sebebiyle yasaklanan satımlar”dan değildir?
A) Satım üzerine satım, pazarlık üzerine pazarlık yapmak
B) Hileli artırma (neceş)
C) Meyvelerin henüz olgunlaşmadan dalında satımı
D) Pazara mal getiren üreticiyi yolda karşılamak
31. “Geri ödenmek üzere birine verilen mal.” Bu tanım, hangi kavrama aittir?
A) Hibe B) Karz C) Müzâraa D) Müsâkat
32. “Bir malı ondan alınması mümkün olan bir hak karşılığında hapsetmek ve alıkoymaktır” diye tarifi yapılan fıkıh terimi nedir?
A) Rehin B) Vedîa C) Lukata D) Kefalet
33. Şafii mezhebine göre, faiz (ribâ) yasağının illeti nedir?
A) Cins ve ölçü-tartı birliğinin bulunması
B) Saklanıp depolanabilen gıda maddesi ve para olma
C) Gıda maddesi ve para olma
D) Ölçü-tartı birliği ve altın-gümüş olma
34. İslam toplumlarında genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma ve denetleme faaliyetini ve bununla görevli resmî kuruluşu ifade eden kavram nedir?
A) Hisbe B) Vakıf C) Tarikat D) Medrese
35. “İnsanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten sakınma” anlamına gelen ahlâk terimi hangisidir?
A) İffet B) Takvâ C) Hikmet D) Tevâzu
36. Aşağıdaki ifadelerden hangisi, Hz. Peygamber (s.a.s) için söylenemez?
A) Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verirdi.
B) Ramazanın ilk on gününde itikaf’a girerdi.
C) Lüks ve ihtişama önem vermezdi.
D) O’nun ahlâkı, Kur’an ahlâkıydı.
37. Aşağıdaki ifadelerden hangisi, Hz. Peygamber (s.a.s) için söylenemez?
A) Hayatı boyunca sadece gerçeği söyledi.
B) Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurdu.
C) Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip değildi.
D) Müslümanlara hayata iyimser bakmayı telkin ederdi.
38. Aşağıda sayılan maddelerden hangisi organ naklinin caiz olma şartlarından biri değildir?
A) Zaruret halinin bulunması (hastanın hayatını veya hayatî bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının tespit edilmesi)
B) Organı alınan ve kendisine organ nakli yapılacak kişilerin Müslüman olmaları
C) Organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması ve bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer sağ ise alınacak organ veya dokunun hayatî bir organ olmaması.
D) Alınacak organ veya doku karşılığında menfaat sağlanmaması, hiçbir şekilde ücret alınmaması.
39. Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve diğer
kültürlerden, İslamiyet’e giren rivayetlere ne
ad verilmektedir?
A) İsrailiyyat B) Hurafat
C) Emsâlu'l-Kur'an D) Kıssa
40. İslam’da harama, kötü ve zararlı sonuçlara
vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe, mefsedete götüren yolların kapatılması anlamına gelen fıkıh usulü kavramı aşağıdakilerden hangisidir?
A) İstihsan B) İstislâh (Mesâlih-i Mürsele)
C) İstishâb D) Sedd-i Zerâi
TEST BİTTİ
CEVAPLARINIZI KONTROL EDİNİZ
CEVAP ANAHTARI
1 D 11 D 21 C 31 B
2 C 12 C 22 D 32 A
3 A 13 C 23 A 33 C
4 A 14 A 24 C 34 A
5 B 15 B 25 A 35 D
6 D 16 A 26 B 36 B
7 A 17 B 27 C 37 C
8 C 18 B 28 D 38 B
9 B 19 D 29 D 39 A
10 B 20 D 30 C 40 D İLMİHAL SINAV SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi çok tanrılı dinlere örnek olamaz?
a)Roma b) Budizm c)Eski Yunan b) Mısır
2. Aşağıdakilerden hangisi “milel” kavramı için doğrudur?
a)Vahye dayanan dinler b) Bâtıl dinler
c) İtikâdi fırkalar d)Amelî mezhepler
3. Aşağıdakilerden hangisi “ehl-i bid’at” değildir?
a)Hâriciyye b)Mürcie c)Selefiyye d)Müşebbihe
4. Aşağıdakilerden hangisi müteahhirûn dönemi selef âlimlerinden değildir?
a) İbn Kayyim el-Cevziyye b)Şevkânî c) Mahmûd Şükrî el-Âlûsî d)Zemahşerî
5. Aşağıdakilerden hangisi Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük fırkasından biri değildir?
a)Zeydiyye b) İsmailiyye
c)İsnâ-aşeriyye d)İbâzıyye
6. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) İbn Hazm, Zâhiriyye ekolünün önemli imamlarındandır.
b) Sahnûn’a ait Müdevvene, Mâliki mezhebinin temel kitaplarındandır.
c) İ. Şafii, h. 150 yılında Gazze (Filistin) şehrinde doğdu.
d) Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefi mezhebine bir hayli uzaktır.
7. Hicrî ilk iki asırda aşağıdaki kavramlardan hangisi kullanılmamıştır?
a)Zühd b)Rikâk c)Takvâ d)Tasavvuf
8. Âlim-Eser eşleştirmelerinden hangisi yanlıştır?
a)Gazzâli-İhyaü ulûmiddîn
b)Cüneyd-i Bağdâdî-Resâil
c)Sülemî-Luma’ d)Kuşeyrî-Risâle
9. Tevhîd ve şehâdet kelimelerinde özetlenen iman hangisidir?
a)İcmâli iman b)Tafsîli iman
c)Taklîdi iman d)Tahkîki iman
10. Allah’ın güzel isimlerinden hangisi “yücelten, aziz kılan” anlamındadır?
a)Muiz b)Müzil c)Melik d)Azîm
11. Aşağıdaki kavramların hangisi farklı anlamdadır?
a)Zâtî sıfatlar b)Tenzîhî sıfatlar
c)Selbî sıfatlar d)Sübûtî sıfatlar
12. Aşağıdaki konulardan hangisi Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasından (konulardan) değildir?
a)İlmi gerçekler b)Hikâyeler c)Ukûbât d)Muâmelât
13. Hangisi Ülü’l-Azm peygamberlerden değildir?
a)Hz. Musâ b)Hz. İsâ c)Hz. İdris d)Hz. Nuh
14. Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağanüstü olaya ne denir?
a)İstidrac b)İhanet c)İrhâs d)Meûnet
15. Hangisi kıyasın rükünlerinden değildir?
a)Asıl b)Fer’ c)Maslahat d)İllet
16. “ Daha önce varlığı bilinen bir durumun -aksine delil bulunmadıkça- varlığını koruduğuna hükmetme yöntemine ne denir?
a)İstishâb b)Sedd-i Zerâi’ c)İstislâh d)İstihsân
17. Hangisi beş temel teklîfi hükümden değildir?
a)Mübah b)Mekruh c)Rükün d)Mendup
18. Bir kimse abdest aldığını kesin olarak bilse, abdestinin bozulup bozulmadığında tereddüt etse, hangi mezhebe göre abdesti bozulmuş olur?
a)Mâlikiler b)Hanefiler c)Şâfiiler d)Hanbeliler
19. Sabah namazını, ikinci fecir doğar doğmaz, ortalık henüz daha karanlıkken kılmaya ne denir?
a)İsfâr b)Tağlîs c)Gurûb d)Şürûk
20. Hangi sûre, “evsat-ı mufassal” sûrelerdendir?
a)İnşikâk b)İnfitâr c)Kadr d)Tekvir
21. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
a)Terâvih namazı, Ramazan ayının sünnetidir.
b)Ezân ve kâmet, vaktin sünnetidir.
c)Erkekler, yalnız başına namaz kılınca kâmet yaparlar.
d)Mübarek gecelerle ilgili özel bir nâfile namaz yoktur.
22. Hangisi Regâib namazlardan değildir?
a)İstihâre namazı b)Hâcet namazı
c)Teheccüd namazı d)Terâvih namazı
23. Hac zamanında cem-i te’hîr nerede yapılır?
a)Müzdelife b)Mina c)Arafat d)Cemerât
24. “Ölünün tabuta konulup musallâya yani namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana taşınmasına ne denir?
a)Muhtazar b)Techîz c)Defin d)Teşyî
25. Hangi bilgi yanlıştır?
a)Vaktinde kılınamayan namaza fâite denir.
b)Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr olur.
c)Erkek mi kadın mı olduğu anlaşılamayan kimseye “hünsâ-i müşkil” denir.
d)Fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar olan süre “şer’î gündüz” dür.
26. Hangisi oruç tutmanın mendup olduğu günlerden değildir?
a)Şevval orucu b)Aşûre orucu
c)Şek günü orucu d)Dâvûd orucu
27. Hangi bilgi yanlıştır?
a)İftitah tekbiri: Tahrîme tekbiri
b)Zelltü’l- kârî: Okuyuş hataları
c)Ta’dîl-i erkân: Rükünleri düzgün, yerli yerinde yapmak
d)Lâhik: İmama namazın başında değil, birinci rekatın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rekatlarda uyan kimse
28. Hz. Peygamber’in uygulamaları ile ilgili olarak verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
a)Nâfile namazları evlerde kılmayı tavsiye ederdi.
b)Genellikle Ramazan-ı şerîfin son on gününde itikâfa girerdi.
c)Namaz kılarken, namazın huşûunu bozdular diye, torunlarının omuzuna tırmanıp oyun oynamalarına engel olurdu.
d)İbâdetlerinde devamlı idi.
29. Aşağıdaki kavramlardan hangisi peygamberler için ön görülen sıfatlardan biri değildir?
a)İsmet b)****net c)Fetânet d)Tebliğ
30. Aşağıdaki sıfatlardan hangisi Allah’ın zâti sıfatlarından biridir?
a)Hayat b)Kıdem c)İlim d)Tekvin
31. Ölümle başlayıp yeniden dirilinceye kadar devam edecek hayatın karşılığı aşağıdaki kavramlardan hangisidir?
a) Ebedi hayat b)Berzah c)Beyt-i Ma’mur d)A’raf
32. Daima Allah’ı tesbih eden ve anan, Allah’a çok yakın ve O’nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerin ismi nedir?
a)Hamele-i Arş b)Mukarrebûn ve İlliyyûn
c)Münker ve Nekir d)Kirâmen Kâtibîn
33. Abdest, gusül ve teyemmümle giderilen kirlilik halini aşağıdakilerden hangi kavram ifade eder?
a)Habis b)Hades c)Necis d)Habes
34. Aşağıdakilerden hangisi namazın rükünlerinden biri değildir?
a)Kıyam b)Setr-i avret c)Rükû’ d)Kıraat
35. Aşağıdakilerden hangisi cümledeki boş yeri doğru olarak tamamlar?
“Beş vakit namaza bağlı olmaksızın kılınan sünnet namazlara……sünnetler denir.”
a)Regaib b)Zevaid c)Revatib d)Fevait
36. Hanefi mezhebine göre bir kimsenin seferî olarak on beş günden az kalmak niyeti ile gidip kaldığı yer için aşağıdaki kavramlardan hangisi kullanılır?
a)Vatan-ı aslî b)Vatan-ı ikâme
c)Vatan-ı süknâ d)Vatan-ı sefer
37. Kamerî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde tutulan oruç aşağıdakilerden hangisidir?
a)Aşûre b)Eyyâm-ı bîd c)Reyyân d)Visâl
38. Aşağıdakilerden hangisi oruç tutmamayı mübah kılan hallerden biri değildir?
a)Hastalık ve yolculuk
b)Hamilelik ve emzikli olmak
c)Yaşlılık ve şiddetli açlık-susuzluk
d)Ağır hastalara bakıcılık yapmak
39. “……mezheplerine göre ömürde bir defa umre yapmak farzdır” cümlesindeki boş yeri aşağıdakilerden hangisi uygun olarak tamamlar?
a) Şafiî ve Mâlikî b)Mâlikî ve Hanbelî
c)Şafiî ve Hanbelî d)Hanefî ve Mâlikî
40. Aşağıdaki kelimelerden hangisi “Arafat vakfesine yetişememeyi” ifade eder?
a) İhsar b) Mevat c) Fevat d) Taksir
41. Aşağıdaki kelimelerden hangisi hac ile ilgili değildir?
a)Mes’a b)Mikat c)Mis’at d)****f
42. Aşağıdakilerden hangisi ihramlıya mübah değildir?
a) Kokusuz sabun kullanmak b) Tavşan avı yapmak
c) Balık tutmak d) Kümes hayvanlarını kesmek
43. Hanefîler’e göre, yolculuk esnasında dört rekatlı farz namazların kısaltılarak ikişer rekatlı kılınmasının hükmü nedir?
a) Ruhsat b) İhtiyat c) Azimet d) Defu’l-Harac
44. Aşağıdakilerden hangisi, fıkıh literatüründe aslî delillerden sayılmaz?
a) Kitap b) İstihsan c) Kıyas d)Sünnet
45. Allah Teâlâ’nın, sadece hayra ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşen iradesi hangi tür iradedir?
a) Tekvini irade b) Teşrii irade
c) Meşii irade d) Yaratma ile ilgili irade
46. Hangisi evlilik akdinin geçerli (sahih) olarak doğması için aranan şartlardan değildir?
a)Şahitler b)Evlenme engelinin olmaması
c)İkrahın olmaması d)İrade beyanı
47. Hangisi geçici evlenme engellerindendir?
a)Başkasının eşi olma b)Kan hısımlığı
c)Sıhrî hısımlık d)Süt hısımlığı
48. “Mirasçılar temelde üç kısımdır.” Hangisi bu üç kısımdan biri değildir?
a)Ashab-ı ferâiz b)Terike c)Asabe d)Zevi’l-erhâm
49. İslâm hukukunda, “borcun bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakledilmesi”ni ifade eden terim hangisidir?
a)Kefalet b)Havale c)Rehin d)Vekâlet
50. Hangisi yemin çeşitlerinden değildir?
a)Lağv yemini b)Gamûs yemini
c)Mün’akit yemin d)Nezir yemini
Cevap Anahtarı
1-B 2-A 3-C 4-D 5-D 6-D 7-D 8-C 9-A 10-A 11-D 12-B 13-C
14-A 15-C 16-A 17-C 18-A 19-B 20-C 21-B 22-D 23-A 24-D
25-B 26-C 27-D 28-C 29-B 30-B 31-B 32-B 33-B 34-B 35-A
36-C 37-B 38-D 39-C 40-C 41-C 42-B 43-C 44-B 45-B 46-D
47-A 48-B 49-B 50-D Deneme sınavı-alıntı
1. Tercih edilen ağırlıklı görüşe göre Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ilk vahiy ne zaman gelmeye başlamıştır?
A) M. 610, 27 Ramazan, Pazartesi günü
B) M. 610, 27 Ramazan, Cuma günü
C) M. 610, 27 Ramazan, Perşembe günü
D) M. 610, 27 Ramazan, Salı günü
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’e süt emzirmemiştir?
A) Amine binti Vehb
B) Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe
C) Halime binti Ebi Züeyb
D) Ebû Talib’in eşi Fatıma binti Esed
3. Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?
A) Hz. Peygamber 25 yaşında iken evlendi.
B) Hz. Peygamber’e ilk vahiy Sevr dağındaki Hira mağarasında geldi.
C) İlk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber 40 yaşında idi.
D) Hz. Peygamber Kâbe hakemliği yaptığında 35 yaşında idi.
4. Anneleri Hz. Hatice ile birlikte aynı anda Müslüman olanlar aşağıdakilerden hangileridir?
A) Zeynep, Rukiye ve Ümmü Gülsüm
B) Zeynep, Fatıma ve Rukiye
C) Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Kasım
D) Rukiye, Kasım ve Ümmü Gülsüm
5. “Hz. Peygamber’in hicreti……yılında gerçekleşti” cümlesindeki boş yeri aşağıdaki ifadelerden hangisi doğru olarak tamamlar?
A) Birinci Akabe görüşmesinden sonra 622
B) İkinci Akabe görüşmesinden sonra 622
C) Üçüncü Akabe görüşmesinden sonra 622
D) Dördüncü Akabe görüşmesinden sonra 622
6. Hz. Peygamber ikinci Akabe biatını nerede ve ne zaman yapmıştır?
A) Mekke’de M. 622 tarihinde Zilhicce ayında
B) Mekke’de M. 621 tarihinde Zilkade ayında
C) Mekke’de M. 621 tarihinde Zilhicce ayında
D) Mekke’de M. 622 tarihinde Zilkade ayında
7. Aşağıdakilerden hangisi İslâm’ın doğduğu dönem Arap Yarımadası’nda inanç mozaiğine işaret etmez?
A) Manihaizm B) Hristiyanlık
C) Putperestlik D) Haniflik
8. Hz. Peygamber, hicretin 6. yılında Umre yapmak üzere 1500 sahabi ile birlikte Mekke’ye doğru yola çıkarken Medine’de yerine kimi vekil bıraktı?
A) Abdullah b. Zeyd
B) Abdullah ibn Ümmi Mektum
C) Abdullah b. Zübeyr
D) Abdullah b. Ziyad
9. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı ilk bozdukları için Medine’den H. 4, M. 625 yılında çıkarılan kabile aşağıdakilerden hangisidir?
A) Nadiroğulları B) Kaynukaoğulları
C) Kureyzaoğulları D) Evs Kabilesi
10. H. 8, M. 629 tarihinde gerçekleştirilen Mute savaşı kimlere karşı yapılmıştır?
A) İranlılara karşı B) Yahudilere karşı
C) Bizanslılara karşı D) Müşriklere karşı
11. Müslümanlarla yaptığı antlaşmayı, ihanet ederek bozan Kureyza Yahudileri hakkında bir sahabi şu şekilde karar vermiştir: “Savaşacak gücü bulunanların tamamı öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, malları da ganimet sayılacak” Bu isabetli kararı sebebiyle Peygamberimiz de bu sahabiyi şu ifadeleriyle tebrik etmiştir: “Onlar hakkında Allah ve Rasûlü’nün vereceği hükmün aynısını verdin”
Kimdir bu sahabi?
A) Sa’d b. Muâz (r.a.) B) Es’ad b. Zürare (r.a.)
C) Mus’ab b. Umeyr (r.a.) D) Sa’d b. Ubade (r.a.)
12. İlk Müslümanların, maruz kaldıkları sıkıntılardan kurtulmak için hicret ettikleri bölgenin bugünkü ismi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Sudan B) Mısır C) Etiyopya D) Somali
13. I. Akabe sözleşmesi
II. Hz. Peygamber’in Taif yolculuğu
III. Hz. Peygamber’in Kâbe hakemliği
IV. Huneyn savaşı
Yukarıdaki olaylar kronolojik olarak sıralandığında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
A) III, II, I, IV B) I, III, IV, II
C) II, III, IV, I D) III, II, IV, I
14. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in nübüvvetinden önce meydana gelen olaylardan değildir?
A) Ebû Tâlib’in ölümü
B) Fil olayı
C) Ficar savaşları
D) Hz. Muhammed’in Hilfu’l-Fudûl Cemiyetine katılması
15. Hz. Peygamber’in aşağıdaki davranışlarından hangisi “doğruluk ilkesi”ne bir örnek teşkil eder?
A) Savaşta alınan esirlere eziyeti yasaklaması
B) Cemaate namaz kıldırdığı zaman kısa tutması
C) Her zaman güler yüzlü ve hoşgörülü olması
D) Sözlerinin davranışlarıyla uyumlu olması
16. Peygamberimiz’in insan haklarına ve evrensel ilkelere vurgu yapan Veda hutbesin okuduğu Veda Haccı Hicret’in kaçıncı yılında gerçekleşmiştir?
A) 7 B) 8 C) 9 D) 10
17. İlk Cuma Namazı nerede kılındı?
A) Mescid-i Aksa B) Kâbe-i Muazzama
C) Mescid-i Nebevi D) Ranuna Vadisi
18. Hz. Muhammed (s.a.s)’e gelen ilk vahiy aşağıdakilerden hangisidir?
A) “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
B) “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla”
C) “Ey Muhammed! De ki: Allah birdir”
D) “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptığınıza tapmam”
19. Aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
A) Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz 25 yaşındayken inmeye başlamıştır.
B) İlk vahiy geldiğinde Peygamberimiz 40 yaşındaydı.
C) Kur’an’ın indirilişi, tam 20 yıl sürmüştür.
D) Kur’an’ın indirilişi, 15 yılda tamamlanmıştır?
20. Vefat haberi duyulunca, bizzat Peygamberimiz tarafından kendisine ilk gıyabi cenaze namazı kıldırılan şahıs kimdir?
A) Ammar b. Yasir B) Abdurrahman b. Avf
C) Necaşi D) Ebu Ubeyde b. Cerrah
21. Peygamber Efendimizin öz amcası olduğu halde O’na en çok işkence edenlerden olan, kendisi ve karısı hakkında ayet inerek lanetlenen şahıs kimdir?
A) Ebu Süfyan B) Ebu Leheb C) Abbas D) Hamza
22. Peygamber Efendimizin Hz. Mariye’den dünyaya gelen çocuğunun ismi nedir?
A) Kasım B) Abdullah C) Ümmü Gülsüm D) İbrahim
23. Aşağıdaki savaşlardan hangisi Peygamber Efendimiz zamanında olmamıştır?
A) Bedir B) Kadisiye C) Tebük D) Hayber
24. Peygamber Efendimizin soyu hangi evladı ile devam etmiştir?
A) Kasım B) Zeynep C) Fatıma D) Rukiye
25. Peygamber Efendimiz (sas) İslâm’ın ilk yıllarındaki gizlenme döneminden sonra Peygamberliğini açıktan nerede ilan etmiştir?
A) Dâru’l-Erkam’da B) Dâru’n-Nedve’de
C) Dehnâ’da D) Safa Tepesi’nde
26. “Siyer-i Nebi” ya da “Sîret-i Nebi” ne demektir?
A) Tarih alanındaki eserlerdir.
B) Hz. Peygamberin emirlerinin yazıldığı kitaplardır.
C) Hz. Peygamberin sözlerinin yazıldığı kitaplardır.
D) Hz. Peygamberin hayatını anlatan kitaplardır.
27. Tarihte ilk ezan hangi yılda okunmuştur?
A) Hicretin 1. yılında B) Hicretin 2. yılında
C) Hicretten önce D) Hicret esnasında
28. Günümüzde okunan ezanı, Peygamberimiz (s.a.s) döneminde rüyasında gören ilk sahâbi kimdir?
A) Bilâl-i Habeşi B) Hz. Ömer
C) Hz. Peygamber D) Abdullah b. Zeyd el-Ensâri
29. Asker sayısı az olsun çok olsun, çarpışma olsun veya olmasın Hz. Peygamberin bizzat katıldığı seferlere ne ad verilir?
A) Cihad B) Seriye C) Gazve D) Kıta
30. Peygamberimizin (s.a.s) Hz. Hatice ile evliliğinden olan ilk ve son çocuklarının ismi nedir?
A) Kâsım-Abdullah B) Rukiye-Ümmü Gülsüm
C) Zeynep-Fatıma D) Abdullah-Fatıma
31. Peygamberimiz (s.a.s), Hz. Hatice ile evlendiğinde bu mutlu yuvada, onlarla birlikte yaşayanlar da vardı.
Aşağıdakilerden hangisi, Hz. Peygamber ve Hz. Hatice ile birlikte aynı ailede yaşayanlardan değildir?
A) Hz. Ali B) Hz. Zeyd
C) Ümmü Eymen D) Hz. Osman
32. Aşağıdakilerin hangisinde, İslâm’ı kabul eden ilk erkek, ilk kadın, ilk çocuk ve ilk köle sırası ile doğru olarak verilmiştir?
A) Hz. Ebu Bekir-Hz. Hatice-Hz. Ali-Hz. Zeyd
B) Hz. Ebu Bekir-Hz. Âişe-Hz. Ali-Hz. Bilal
C) Hz. Ömer-Hz. Hatice-Hz. Zeyd- Hz. Ali
D) Hz. Ömer- Hz. Âişe-Hz. Ali-Hz. Bilal
33. I. Mekke’den Medine’ye hicret
II. Habeşistan’a hicret
III. Hz. Peygamberin Kâbe hakemliği
IV. Bedir savaşı
Yukarıdaki olaylar kronolojik olarak sıralandığında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
A) I, II, III, IV B) III, II, I, IV
C) I, III, IV, II D) III, II, IV, I
34. Aşağıdakilerden hangisi haram aylarından biri değildir?
A) Muharrem B) Zilkade C) Ramazan D) Zilhicce HAC ÇALIŞMA SORULARI
1-Sader tavafıda denilen veda tavafını kimlerin yapması gerekmez.
c- Mikat sınırları içinde Mekke ve harem bölgesinde oturanlar ile afaki olup mekkede kalmaya niyet edenler yapmazlar.
2- Farz olan ziyaret tavafını abdestsiz olarak yapan kişinin ne yapması gerekir.
c-bayram günlerinde iade eder.böylece ceza gerekmez şayet bayram günleri dışında iade ederse ebu hanifeye göre ceza kurbanı (dem) gerekir.
3-Hac sayi ne zaman ihramlı ne zaman ihramsız yapılır.
c-Hac için ihrama giren kişi hac sayini arafattan önce yaparsa ,ihramlı olarak yapar.arafat dönüşü ziyaret tavafından sonra yaparsa ihramsız yapar.sünnet olanda budur.
4-Müzdelifede akşam ve yatsı namazlarını yatsı vaktinde cemi tehir yapabilmek için ne gibi şartlar gerekir.
c-Hac için ihramlı olmak,bayram gecesi müzdelifede bulunmak,yatsı vakti girmiş olmak gibi şartlar gerekir.
5-Saçları traş etmek veya kısaltmanın zamanı ve yeri neresidir.
c-Kurban kesme günleri,yeri harem bölgesi
6-Hacda 2.tehellül de denilen cinsi ilişki yasağı ne zaman sona erer.
c-Ziyaret tavafından sonra kalkar.
7-Ziyaret tavafını cünüp olarak yapan kimseye ne gerekir.
c-Bedene (kadınlarda aybaşı ve lohusalık halleri de aynıdır.)
8-Ziyaret ve umre tavafını abdestsiz ,veda ve kudüm tavafını cünüp olarak yapan kişi nasıl hareket eder.
c-Bunları gusül ederek veya abdest alarak iade etmesi gerekir.iade etmese bir dem gerekir.
9-Hacda vacip olan hedy ler nelerdir.
c-4 tanedir.şükür,ceza,ihsar,nezir hedyleridir.
10-Temettü ve kıran haccı yapanların kesmeleri gereken şükür kurbanlarını süresi içinde kesmezlerse ne yapmaları gerekir.
c-Bayramın ilk günü tan yerinin ağarmaya başlamasından bayramın 3.günü güneş batıncaya kadar kesmeleri vaciptir.bu süre içinde kesilmeyip daha sonraya bırakılırsa ceza kurbanı gerekir.
11-Hac için ihrama girmiş fakat Arafat vakvesini yapmamış olan kişi haccı kaçırmıştır.(fevat) bu kişi ifrat haccı yapmak üzere ihrama girdiyse nasıl hareket eder.
c-Bu kişi umre yapıp ihramdan çıkar.daha sonraki yıllarda haccını kaza eder.fevatta ceza gerekmez.
12-Arafatta vakfenin güneş batıncaya kadar devam ettirilmesinin hükmü nedir.
c-vaciptir.
13-Kudüm tavafını kimler hangi vakitte yapar.
c-İfrat ve kıran haccı yapanlara sünnettir.vakti:mekkeye gelindiği andan Arafat vakfesi yapılıncaya kadar olan süredir.
14-İhsar hedyi harem bölgesi dışında kesilirse ne yapmak gerekir.
c- Harem bölgesi içinde iadesi gerekir.
15-Harem bölgesinin mekkeye en uzak ve en yakın sınırı nerelerdir.
c-En uzak sınırı Cidde istikametinde HUDEYBİYE en yakını ise Medine istikametinde TENİM dir.
16-En uzak ve en yakın mikat sınırları neresidir.
c- En uzak olan medine yönünde yaklaşık 450 km olan zulhuleyfedir.en yakın olan ise Yemenlilerin yönünde olan mekkeye yaklaşık 54 km olan yelemlem dir.
17-İhramın rukünlerinden olan telbiye hac ve umrede ne zaman sona erer.
C-Hacda bayramın 1. günü (zilhiccenin 10. günü) Akabe cemresine taş atmaya başlamakla sona erer,umrede ise umre tavafına başlamakla sona erer
18-Tavaf esnasında abdestti bozulan kişi ne yapar
c-Tavafı bırakır,abdest alır,eksik kalan şavtları tamamlar.
19-Teyamün nedir.
c-Tavafın vaciplerindendir.kabeyi sol tarafa alarak tavaf yapmaktır.
20-Muvalat nedir.
c-Tavafın sünnetlerindendir.tavafın bütün şavtlarını ara vermeden peş peşe yapmak NAMAZ BAHSİ SORULARI 1
1-peygamberimizle ilk defa cemaat yapıp namaz kılan kimdir?
a-hz ali b-hz ebu Bekir c- hz zeyd d- hz Hatice
2-islamiyetin başlangıç yıllarında hangi vakit namazları kınınıyordu?
a-beş vakit namaz b-sabah –akşam c-sabah-öğlen- akşam d-sabah-akşam-yatsı
3-düzenli olmayarak çeşitli vesilelerle Allaha yakınlaşmak ve sevap kazanmak maksadıyla kılınan namazlara ne denir.
a-regaib b-revatib c-tegabun d-tekasür
4- hangisi namazın vücup şartlarından değildir*
a-müslüman olmak b-buluğ çağına ermiş olmak c-sağlıklı olmak d-akıllı olmak
5-vacibi inkar eden kişi ne olur?
a-kafir b-fasık c-münafık d-hiçbiri
6-sünnetin kasten terk edilmesi……………………………….olur.
a-isaet b-ikap c-tenzihen mekruh d-tahrimen mekruh
7-namazda namazın vacibini kasten terk eden kişinin
a-namazı tekrar kılması gerekir b-sehiv secdesi gerekir c-bir şey gerekmez namazı kabul olur d-mekruh olur
8-namaz kılarken namazın sonunda bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulmaz namazdan çıkmış sayılır(huruc bi sun’ih) namazı kabul olur.kimin görüşüdür.
a-ebu hanife b-imamı şafii c-imamı malik c-ahmed b. Hambel
9-örtülmesi gereken yerlerden olan galiz avret olarak bildiğimiz erkek ve kadının cinsel organı kuranda hangi kelime ile ifade edilmiştir?
a-ikap b-itab c-taabbudi d-sev’e
10-namazda kendi iradesi ile avret yerini açan kimsenin namazı:
a-bir rükün eda edilecek bir süre(subhanellahil-azim diyecek kadar) açık kalırsa bozulur
b-hemen bozulur c-sehiv secdesi gerekir d-mekruhtur
11-kıble yönünü bilmeyen kimse ,birine sormadan veya kıblenin ne taraf olduğunu araştırma zahmetine katlanmadan rast gele bir tarafa yönelse ,namaz esnasında yöneldiği tarafın kesin olarak kıble tarafı olduğunu anlasa……………
a-namazını tamamlar namazı kabul olur b-namazı yeniden kılar c-namazı mekruh olur
12-kabenin bulunduğu noktadan………………derece sağa ve sola sapmalar kıbleden (kabe yönünden) sapma sayılmaz.
a-30 b-35 c-40 d-45
13-( )hastalık veya düşman yahut yırtıcı hayvan korkusu gibi nedenlerle kıbleye dönme imkanı bulamayan kimse kendisi için en rahat olan tarafa döner.
14- ( )gemide namaz kılan kimse gemi yön değiştirdikçe kendisininde kıble tarafa dönmesi gerekir.
15-sabah namazının ortalık ağardıktan sonra kılınmasına…………………….denir.
a-tağlis b-isaet c-itab d-isfar
16-sabah namazını ikinci fecir doğar doğmaz ortalık henüz karanlıkça iken kılmaya………denir.
a-tağlis b-isaet c-isar d-isfar
17- ( )sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan ğöğe doğru dikey olarak yükselen piramit şeklinde ,akçıl ve donuk bir beyazlıktır.fıkıh dilinde buna uzayıp giden beyazlık anlamında beyazı müsta’razi denilir.
18-( )türkiyede kılınan öğle namazı vaktinin zamanı ebu Yusuf Muhammed ve diğer üç mezhep imamının kabul ettiği zeval vaktinden her şeyin gölgesi kendisinin bir misline ulaştığı zamana kadar kılınır.
19-sıcak bölgelerde ,yaz günlerinde,öğle namazını geciktirip serinlikte kılmaya ne denir
a-şuruk zamanı b-vakti istiva c- ibrad d-asr-i sani
20-nafile namaz kılmanın mekruh olmadığı vakit hangisidir.
a-zeval vakti b-akşam namazının farzından önce c-bayram namazından sonra camide d-sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar
21- ( )bir kimse Arapça dışında bir dille tekbir getirecek olsa ebu hanifeye göre bu farzın yerine gelmesine yeterli değildir.
22-( )esteğfirullah,veya bismillah gibi ifadelerle tekbir alınacak olsa farz yerine gelmiş olmaz
23-( )nafile namazlarda kişi ayakta durmaya gücü yetse bile oturarak namaz kılsa namazı kabul olur.
24-hangisi namazı bozar?
a-bir harf yerine başka bir harf okumak(sin yerine sad gibi)
b-kelime sonlarındaki hareke yanlışları (anlamı değiştirirse )
c-şeddeli harfi şeddesiz okuma,uzun okunacak yerde kısa kısa okunacak yerde uzun okuma
d-kelimenin yerinin değişmesiyle (anlam değişirse)
25-rükuda sırt ve baş düz bir satıh oluşturacak biçimde eğilmeğe ne denir?
a- kavame b-celse c-tuma’nine d-kavme
26-secdenin farzları nelerdir?
a-alnı ve burnu yere koymak b-alnı,elleri ve dizleri yere koymak c-elleri,ayakları,dizleri,ve yüzü yere koymak d-ayakları ve alnı yere koymak
27-hangisi namazın sünnetlerindendir?
a-fatihayı zammı sureden önce okumak b-secdede alın ile beraber burnuda yere koymak c-tahiyyatı gizli okumak d-tadili erkana riayet etmek
28-kadınların ayaklarını sağ yanlarına yatık bir şekilde çıkarıp öyle oturmalarına……..denir.
a-tenahnuh etmek b-teverrük c-tıval-i mufassal d-itimat
29-namazda ey Allahım,beni evlendir,karnımı doyur gibi insanların konuşmalarına benzeyen sözler söylenirse kişinin namazı bozulmaz diyen mezhep imamı kimdir.
a-hanefi b-maliki c Şafii d-hanbeli
30-ezan okunurken her cümle arasında biraz bekleme yapılır ve ikinci cümlelerde ses biraz daha yükseltilir buna …………denir.
a-hadır (tertil) b-sıfatüs salat c-teressül (irtisal) d-irsal (isaet)
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cevaplar:
1-d 2-b 3-a 4-c 5-b 6-a 7-a 8-a 9-d 10-b 11-b 12- d 13-d 14-d 15-d 16-a 17-y beyazı müstetil denir (fecri kazib) enlemesine beyazlığa müsta’razi denir.(fecri sadık)
18-d 19-c 20-a 21-y 22-d çünkü bunlar dua anlamı taşır. 23-d 24-d 25-c 26- d 27-c 28- b 29-c 30-c SİYER Soru 1 : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kendisine vahiy gelmeden önce devamlı
olarak şehirden uzaklaşıp, putlara tapmamanın zevkini çıkardığı yer ve
sonunda da kendisine peygamberliğin verildiği yani ilk vahyin geldiği dağın
ve mağaranın ismi nedir?
Cevap : Nur dağı, Hira mağarası.
Soru 2 : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e Hira mağarasında iken gelen ilk vahyin şekli
nasıldır?
Cevap : Rüyayı Sadıka (Gerçek rüya şeklinde)
Soru 3 : Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve El-Ehnes isimli üç müşrik gizlice birbirlerinden
habersiz Allah Resulü (s.a.v.)’in Kur’an okumasını dinlemeye giderlerdi.
Sabaha kadar evin yakınında Kur’an okunuşunu dinlerler gün ağarmaya
başlayınca da kimseler görmesin diye gizlice ayrılmak istediklerinde
birbirleriyle karşılaşırlar ve birbirlerine bir daha gelmemek üzere söz verirlerdi.
Ama her üçüde bir önceki gece dinledikleri şeyi özlerler, verdikleri sözleri
unutur yine bir sonraki gece gizlice gelirlerdi. Bir kez daha söz verip gene
gelirler Kur’an’ı Kerim’in bu güzelliğini gördükleri halde yinede teslim
olmuyorlardı. İşte bu şekilde hoşnut olup ta kabul etmeyen, teslim olmayan bu
insanlar ve onlar gibi onların bulunduğu konuma ne ad verilir?
Cevap : İnadı Küfür.
Soru 4 : İslam’ı yaşamak için yerel iktidarın zulüm rejimlerinden kaçıp daha müreffeh bir
hayata kavuşmak müslümanca yaşamak, Allah (c.c.)’ın kanunlarını ikame etmek,
Ruhun Allah (c.c.)’ın kanunlarıyla terbiye edilmesi için ilahi yaşam kaygısını
Allah (c.c.)’ın arzında değişik yerlerde vermek sebebiyle yapılan göçe ne ad verilir?
Cevap : Hicret.
Soru 5 : Mekke’de İslam’ın istediği şekilde yaşayamayan müslümanların, bir davanın
gerçekleşmesi gayesi ile yani insanların ve beşer sistemlerin değil, Allah (c.c.)’ın
istediği şekilde yaşamak için vatanlarını, evlerini, binitlerini, ailelerini terk
etmeleri hareketine ne ad verilir?
Cevap : Hicret.
Soru 6 : Suçları yalnız Allah (c.c.)’a inanmak, onun kanunlarına göre yaşamayı istemek
olan insanlara Mekke müşrik devleti tarafından alınan, hiç bir şekilde
müslümanlarla temas edilmeyecek, onlardan kız alınmayacak, kız verilmeyecek,
hiç bir şey satın alınmayacak ve satılmayacak gibi kararların alınıp halka
duyurulması için bir afişle Kabe’nin duvarına asılması olayına İslam tarihinde
verilen ismi o günkü ve bugünkü adıyla söyleyiniz.
Cevap : Haber-üs Sahife, Ambargo.
Soru 7 : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Medine’ye gelişinin yedinci ayında Rabbimiz
savaşa izin verdi. Bu izin Hac suresi 39 ve 40.cı ayetlerle oldu. Bu ayetlerden
sonra Allah Resulü (s.a.v.)’in düşman üzerine gönderdiği ilk İslam ordusu ve
aynı zamanda İslam’ın ilk seriyyesi olan seriyyenin komutanı kimdir?
Cevap : Hz. Hamza (r.a.) dır.
Soru 8 : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hicretinden hemen sonra Medine’de yaptığı
ilk üç iş nedir?
Cevap : a-İslam devletinin merkezi olan caminin inşaatı,
b-Müslümanların ekonomik sorunlarını gidermek,
c-Müslümanların can emniyetini sağlamak.
Soru 9 : İşkence yıllarında Ebu Lehep ve karısı Ümmü Cemil müşriklerin iki azılı
kişileri idiler. Biri emir veriyor diğeri uyguluyordu. Ebu Lehebin emriyle
Ümmü Cemil dikenleri topluyor ve Allah’ın Resulü (s.a.v.)’in geçeceği
yollara diziyordu. Bu iki zalimin yaptıkları zulümlerden dolayı Kur’an’ı
Kerim’de adlarına sure inmiş ve bu surede kendilerine Rabbimizin kelamıyla
beddua edilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e ve ashabına zulmeden
bu iki azılı müşrikin Tebbet suresinde geçen ahiretteki isimlerini söyleyiniz.
Cevap : Hammaletel Hatap.
Soru 10: Rasulüllah Efendimiz (s.a.v.)’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan da
Allah (c.c.)’a en yakın makam olan Sidret-ül Müntehaya gitmesine ne ad verilir?
Cevap : İsra ve Miraç.
Soru 11: Beş vakit namaz ne zaman farz kılındı?
Cevap : Miraçta
Soru 12: Mekke’de tebliğ imkanı kalmayınca Allah Resulü (s.a.v.) tebliği Mekke dışına
taşımayı düşündü. İlk sefer olarak Taife gitmeyi planladı. Çünkü orada
akrabaları vardı ve bundan dolayı tebliğin rahat olacağına inanıyordu. Ama
orada da Ebu Lehebin emriyle zulmün devam ettiğini görünce Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) küfür ehli hakkında mukaddes ve tarihi bir söz söylüyordu.
Bizlere tecrübe ve düstur olacak bu tarihi söz nedir?
Cevap : “Küfrün hepsi tek millettir.”
Soru 13: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hicret esnasında Medine yolunda değil
Mekke’nin güney kısmına doğru yola çıkıp ve üç gün Mekke yakınlarında bir
mağarada kalıp sonra hicretlerine (yollarına) devam ettiler. Ebu Bekir (r.a.) ile
kaldıkları bu mağaranın ismi nedir?
Cevap : Sevr Mağarası.
Soru 14: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in emriyle savaşa gidilen ama kendisinin
iştirak etmediği seferlere (savaşlara) ne denir?
Cevap : Seriyye.
Soru 15: Mekke’de yaşanan ambargo olayından sonra her an saldırı olur diyerek
silahlı olarak bekleyen müslümanlardan bir sahabe bir gün
Rasulüllah (s.a.v.)’e şu suali sordu: “Ya Rasulüllah, hayatımızdan emin olup
silahlarımızı bırakacağımız gün gelmeyecek mi?” Bu soruya Peygamber
Efendimiz (s.a.v.)’in kıyamete kadar da Ümmeti Muhammede bir ölçü olacak
şekilde verdiği cevap nedir?
Cevap : “Müslümanların silahlarını bırakıp rahat edecekleri günler az olacaktır”
şeklinde oldu
Soru 16: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bizzat başında komutan olarak iştirak ettiği
savaşlara gaza denir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kaç defa savaşa katılmıştır?
Cevap : 27 defa
Soru 17: Hz. Ömer (r.a.)’in ifadesi ile Rasulüllah (s.a.v.)’in hayat programının özeti nedir?
Cevap : İman, Hicret, Cihat.
Soru 18: Allah (c.c.)’ın istediği gibi İslam’ı top yekün yaşanması , İslam’ı tebliğ uğruna
verilen mücadeleye, Allah (c.c.)’ın hükümlerinin her tarafta uygulanmasını temin
için mü’minin canı ve malıyla, mücadeleye, söz, yazı, sohbet ve savaşla olan
harekete ne denir?
Cevap : Cihat.
Soru 19: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bizzat orduya komutan olarak ilk katıldığı
savaşın, başka bir ifade ile ilk gazvenin adı nedir?
Cevap : El-Ebva (Veddan) Gazvesi.
Soru 20: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gönderdiği ilk savaşlardan olan seriyyenin
bir kaç özelliği vardır ki bunlar: İlk defa bir kafir öldürüldü, ilk defa esir alındı,
ilk defa ganimet alındı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu seriyyeye gizli bir
yazıyla emir vermiştir. Bu özelliklere sahip olan seriyyenin komutanı kimdir?
Cevap : Abdullah Bin Cahş.
Soru 21: Uhut harbinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i öldürmek kastı ile atını onun
üzerine süren ama Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bir hamle ile öldürdüğü,
Mekke döneminde Rasulüllah (s.a.v.)’e en çok işkence yapan ve ölümü
Efendimizin elinden olan kafir kimdir?
Cevap : Ubey Bin Halef.
Soru 22: Mekke devletinin, İslam devletine yenildiği savaşların en büyüklerindendir.
Ki bu savaşta müşriklerin önde gelen isimlerinden Ebu Cehil, Utbe Bin Rabia,
Ümeyye Bin Halef, Nadir Bin Haris gibi azılılarını kaybetmiälerdxr.
Cevap : Bedir Savaşı.
Soru 23: Bedir savaşında esir alınmış müşrik bir şair bir daha müslümanlar ve İslam
dini aleyhine şiirler yazmamak şartıyla serbest bırakılmıştı. Ama Uhut savaşı
öncesinde basının, medyanın, şairlerin önemini bilen Mekke müşrik devleti
köle olan bu şairi fikren devlete bağlı olduğu için dili ve kalemi satın alınarak
devlet rejimini müdafaa nutukları attırdı. Mekke müşrik devletinin zorlaması ile
yine İslam’ın aleyhine şiirler yazdırtılan bu şair kimdir?
Cevap : Ebu İzzet.
Soru 24: İslam’ın Mekke döneminde bulunmayan, Medine döneminde ortaya çıkan
namaz kılıp, oruç tutup, hacca gittiği hatta cihada dahi iştirak ettiği halde İslam
düşmanlığı yapan, Kur’an okuyup okutturdukları halde tağutun, şirki düzenlerin
ve putların emrinde çalışan müslüman tipleri vardı. Uhut savaşına önce katılıp
sonra askerin moralini bozmak için tekrar Medine’ye dönen o gün için başlarında
Abdullah Bin Ubey olan İslam toplumunun kanser kaynağı tiplere İslam’ın verdiği
isim nedir?
Cevap : Münafık.
Soru 25: İslam’ın en önemli savaşlarından biri olan Uhut savaşı galibiyetle sona
ermedi. Kıyamete kadar Ümmeti Muhammede ders ve tecrübe olacak
bir olaydı. İşte Uhut gibi bir savaşın kazanılamamasının sebebi nedir?
Cevap : Peygamberimiz (s.a.v.)’in emrinin ihlali (Keyfi hareket etmek)
Soru 26: Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Akıllı, tarihten ders almasını bilen bir
insanın (Ümmeti Muhammed’in) Uhut savaşından alacağı tek ders vardır.
Uhut savaşının ümmete verdiği ders nedir
Cevap : Emre itaat etmek.
Soru 27: Ebu Bera adında bir münafık müslüman olduğunu ve Kur’an’ı Kerim’i
öğrenmek istediklerini söyleyip, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den
bulundukları mevkide kendilerine Kur’an öğretmeleri için Kur’an
okutabilecek sahabeler, hafızlar istedi. Peygamberimizin izni ile İslam’ı
kabul eden bu yeni insanlara Allah (c.c.)’ın dinini ve kitabını öğretmek
için 70 tane hafız sahabe, Ebu Bera ismindeki münafık ile yola çıktı.
Fakat bu güzide insanlar yolda pusuya düşürülerek şehit edildiler.
Bu olayın haberi Allah Resulü (s.a.v.)’e ulaşınca çok üzüldü, dayanamadı
hatta namazlarda onlara kunut okudu (beddua etti). Bu hadise İslam tarihinde
70 sahabenin şehit edildiği yerin ismi ile anılır. Bu hadisenin adı nedir?
Cevap : Bir-i Mauna hadisesi.
Soru 28: Hendek savaşının diğerlerinden farkı bir savunma niteliğinde olmasıdır. Bu
savunma Medine’nin düşman gelecek olan tarafına hendek kazılmasıdır.
Hendek kazılması yönündeki fikir ise yapılan istişarenin sonucudur.
Bu istişarede Hendek kazma fikrini ortaya koyan kimdir
Cevap : Selman-ı Farisi.
Soru 29: Umre maksadıyla Mekke’ye gelip kendilerine Kabe’nin olduğu yere
sokulmayacakları haberini alan Allah Resulü (s.a.v.), Hz. Osman’ı elçi
olarak Mekke’ye gönderdi. Daha sonra Hz. Osman’ın öldürüldüğü
haberi (yanlış) gelince Efendimiz (s.a.v.) elçiyi öldüren bu müşriklerle
savaşmadan vazgeçmeyeceğiz diyerek etrafındaki sahabeleri savaş için
biat etmeye davet etti. Sahabeler de ölünceye kadar savaşacaklarına
dair biat ettiler. Bu biate ne ad verilir?
Cevap : Rıdvan Biatı.
Soru 30: Hicretin 6.cı yılında Hac için gelen müslümanlar müşrikler tarafından
Mekke’ye sokulmayıp hatta elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın şehit
olduğu (yanlış) haberinden sonra yapılan Rıdvan Biatını duyan müşrikler
o yıl Mekke’ye girilmemesi şartıyla aralarında bir barış anlaşması
yapılmasını teklif ettiler. Bu teklif kabul edilerek anlaşmaya gidildi.
Anlaşmanın tüm maddeleri ilk görünüşte müslümanların aleyhine gibi görüldü
ise de netice müslümanların yararına sonuçlar çıkan anlaşmanın adı nedir?
Cevap : Hudeybiye Anlaşması.
Soru 31: Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olup Medine devletine
sığındığında anlaşma gereği Mekke polisine Rasulüllah (s.a.v.) tarafından
teslim edilen biri vardı. Yolda Mekke polislerini öldürerek
Peygamberimiz (s.a.v.)’e “Siz sözünüzü tuttunuz Ya Rasulüllah, ben ise
işkenceden kurtulmak istedim” diyerek Medine’den çıkar ama
Mekke’ye de teslim olmadan Medine dışında El-İss denen yere yerleşip
Mekke’nin ticaret kervanlarını vurarak Mekke devletini yıldırdı. Aldığı
işaretle bu hareketine Mekke’den müslüman olarak çıkan yeni müslümanları
yanına alarak bu harekete devam eder. Mekke devleti yapılan Hudeybiye
anlaşmasını bu şahsın hareketlerine dayanamayarak kendisi bozmak zorunda
kalır. Bu sayede İslam’ın ve müslümanların aleyhine olan anlaşmayı lehe
çeviren sahabe kimdir ve İslam tarihinde bu yapılan harekete ne denir
Cevap : Ebu Basir – Vur kac taktigi
Soru 32: Ebu Basir’in vur kac hareketini başlatıp Hudeybiye anlaşmasını
müslümanların lehine çevirmesi anlaşma maddelerinde bulunan ifadelere aykırı
davranmayıp usulüne uygun anlaşmaya sadık kalarak hareket etmesi Allah
Resulü (s.a.v.)’in bir siyaseti idi. Çünkü anlaşmanın maddesi “Mekke’den bir
müşrik müslüman olup Medine’ye iltica ederse, Medine devleti bu müslümanı
Medine’ye almayacaktı.” Bu madde de geçen ifadeye göre Allah Resulü (s.a.v.)
Ebu Basir’i Medine’ye almamış ama Medine dışındaki gerilla hareketini
duyunca da ona müdahale etmediği gibi “Keşke Basir yalnız olmasaydı” diyerek
onun yaptığını ima ile kabul etmişti. Allah Resulü (s.a.v.)’nün bu olaydaki izlediği
siyasetin bize verdiği anlam nedir?
Cevap : Beşer hukukunu müslümanların lehine kullanma siyaseti.
Soru 33: Müşriklerin önceden Mekke’ye diktikleri putları Allah Resulü (s.a.v.) Mekke
fethinde teker teker işaret ederek putları yıktırdı. Her putu işaret edip kırdırırken
bir ayet okuyordu. İşte Allah Resulü (s.a.v.)’in putları kırarken okuduğu ayet
meali nedir?
Cevap : Hak Geldi Batıl Zail Oldu. Batıl yok olmaya mahkumdur. (İsra 81)
Soru 34: Huneyn savaşında Allah Resulü (s.a.v.), Ebu Hadrat’ı casus olarak Havazin
ahalisi için gönderdi. Havazin halkının savaş için hazırlık yaptığını duyan
Peygamberimiz (s.a.v.) hazırlıklara başladı. Bu savaş için henüz müslüman
olmamış olan Saffan Bin Ümeyye isimli bir kafirden 100 zırh ve silah geri
verilmek üzere alıp Havazin üzerine yürüdü. Bu hareketle Allah Resulü
(s.a.v.)’in ümmetine verdiği ders nedir?
Cevap : Düşmanla savaşmak için kafirden silah alınabileceği hususu.
Soru 35: Münafıkların Küba’da yaptıkları ve Peygamber (s.a.v.)’e gelerek orada namaz
kıldırmasını isteyerek yaptıkları yerin meşrulaşmasını istedikleri ama Efendimizin
Hz. Cebrail (a.s.)’ın bildirmesiyle kabul etmediği gibi yıktırdığı ve hakkında ayet
inen mescidin adı nedir?
Cevap : Mescidi Dırar.
Soru 36: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in zevcelerinin (hanımlarının isimlerini söyleyiniz.
Cevap : a- Hz. Hatice b- Hz. Sevde c- Hz. Aişe d- Hz. Zeynep
e- Hz. Ümmü Seleme f- Hz. Hafsa g- Hz. Zeynep (Cahşın kızı)
h- Hz. Ümmü Habibe i- Hz.Cüveyriyye
j- Hz. Safiyye k- Hz. Mariyye l- Hz. Meymune (R. Anhüma).
Soru 37: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in İncil ve Tevrat’ta geçen isimleri nelerdir?
Cevap : İncil’de; Baraklit, Tevrat’ta; Münhemenna.
Soru 38: Hz. Hacer validemiz Mekke topraklarında oğlu İsmail’e su aramak için Safa
ve Merve tepelerinde koşup dururken, bıraktığı yerde kendi kendine ayaklarını
yere vurarak eşinen Hz. İsmail’in ayakları altından Allah (c.c.)’ın izni ile çıkan
ve bugün dahi müslümanların faydalanıp içtiği, tüm hacıları doyuran, şifalı,
bereketli, bu gün yer itibariyle Kabe’nin altından çıkan suyun adı nedir?
Cevap : Zemzem.
Soru 39: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doğumu ne zamandır?
Cevap : Miladi 571 yılı (Fil vakasının olduğu yıl), Rebülevvel ayının 12.ci gecesine
tesadüf eden Pazartesi günü dünyaya geldi.
Soru 40: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in annesinin ismi nedir?
Cevap : Vehb’in kızı Amine.
Soru 41: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in süt annesinin adı nedir?
Cevap : Hz. Halime.
Soru 42: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in süt kardeşinin ismi nedir?
Cevap : Hz. Şeyma.
Soru 43: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dedesinin adı nedir?
Cevap : Abdulmuttalip.
Soru 44: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in babalarının ismi nedir?
Cevap : Abdullah.
Soru 45: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dedesinin vefatından sonra büyüten
amcası kimdir?
Cevap : Ebu Talip.
Soru 46: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kaç tarihinde Mekke’den Medine’ye hicret etti?
Cevap : 622 yılında.
Soru 47: Ganimet ne demektir?
Cevap : Harpte düşmanlardan alınan mal demektir.
Soru 48: İslam’da ilk ganimet ve esir ne zaman alındı?
Cevap : Abdullah Bin Cahş komutasında yapılan seriyyede alındı.
Soru 49: İlahi vahye göre ganimetlerin taksimi nasıl yapılırdı?
Cevap : Ganimetlerin beşte biri Allah’a ve Resulüne, beşte dördü ise mücahitlere aitti.
Beşte bir de beşe ayrılarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in akrabası, yetimler,
fakirler ve aciz yolculara verilirdi.
Soru 50: Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in: “Eğer Zeyd Bin Harise şehit olursa
yerine Cafer Bin Ebu Talip, oda şehit olursa komutanlığa Abdullah Bin Revaha
geçsin, şayet oda şehit olursa müslümanlar içlerinden birini seçsin” diyerek
orduyu gönderdiği ve bu tüm söyledikleri şeylerin gerçekleştiği savaş hangisidir?
Cevap : Mute savaşı.
Soru 51: Ehli Beyt kimdir?
Cevap : Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in aile fertleri ve bunların soyundan gelenlere denir.
Soru 52: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kaç adı vardır söyleyiniz.
Cevap : Dört adı vardır: a-Ahmet b-Muhammed c-Mustafa d-Mahmut.
Soru 53: Yaşı yirmiyi geçmediği halde, aralarında büyük sahabelerin de bulunduğu,
Bizanslılara karşı savaşan İslam ordusuna Rasulüllah (s.a.v.) tarafından
atanan sahabedir. Bu atamayı dünyadan göç etmeden birkaç dakika
evvel ve Azrail (a.s.)’ın yanında iken son sözleri nedir?
Cevap : Üsame Bin Zeyd (r.a.) (“Üsame’nin ordusu cihada gitsin”)
Soru 54: İslam Medine devletini Efendimiz (s.a.v.) kurduktan sonra devletler bazında
İslam’ı tebliğ için hangi ülkelere elçi ve mektup göndermiştir?
Cevap : Habeşistan, Mısır, Doğu Roma İmparatorluğu ve İran.
Soru 55: Efendimiz (s.a.v.)’in Refikül Ala’ya (Büyük dosta-Cenabı Allah’a) kavuşma
olarak tarif ettiği vefatı kaç yaşında olmuştur.
Cevap : 63 yıl olmuştur.
Soru 56: Tebuk seferine katılmadığı için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının
kendisiyle (hakkında ayet nazil oluncaya kadar) 50 gün konuşmadığı
sahabe kimdir?
Cevap : Kab Bin Malik.
Soru 57: Medine’de münafıkların başı olan hainin ismi nedir?
Cevap : Abdullah Bin Ubeyy Bin Selul.
Soru 58: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra kendisini peygamber ilan
eden ve sonra Yemame’de Vahşi tarafından öldürülen sahtekar kimdir?
Cevap : Müseylemetül Kezzap
Soru 59: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kaç yaşında peygamber oldu ve ne kadar süre
peygamberlik yaptı?
Cevap : 40 yaşında peygamber oldu, 23 yıl peygamberlik yaptı.
Soru 60: Habeşistan’a yapılan hicret hakkında bilgi veriniz?
Cevap : İlki 615 yılının Recep ayında aralarında Hz. Osman ve ailesi Rukiye’nin de
bulunduğu 12 erkek ve 4 kadın olarak üç ay devam etmiş olan hicrettir.
İkincisi ise 616 yılında 82 erkek, 21 kadın Cafer Bin Ebu Talip
başkanlığında yapılmıştır.
Soru 61: İslam’ın ilk düşmanlarından bir kafir vardı ki bu her zaman işkence eder,
alay eder ve müslümanları rahat bırakmazdı. Abdullah İbni Mesud’u yere
ellerini ve ayaklarını bağlayıp ona işkence yapmış hatta dini ile alay dahi etmişti.
Sonunda Bedir savaşında Efendimiz (s.a.v.)’in ondan bana haber getir emri ile
savaş meydanında bulup elleri ve ayaklarının eklem yerlerinden ayrı ayrı dört
kılıç darbesiyle yerde olduğunu görüp önce İslam’ı son bir kez daha tebliğine
şiddetli cevap alması üzerine kafasını keserek sonra onun kulaklarını delip ip
takıp sürükleyerek Peygamberimizin yanına getirdiği Allah düşmanı kafir kimdir?
Cevap : Ebu Cehil (Cehaletin babası)
Soru 62: Mescidi Nebevinin bir tarafında, evsiz ve yurtsuz olanların ve fakir
müslümanların barınması için bir gölgelik yapılmıştı. Buranın üstü kapalı ise de
etrafı açıktı ve burası bir ilim yuvası idi. Hatta en çok hadis rivayet eden
Ebu Hureyre (r.a.)’da burada yetişmişti. Bu ilim yuvasının ismi nedir?
Cevap : Ashabı Suffa
Soru 63: Peygamberimiz (s.a.v.)’in annesi Amine hatunun sadık hizmetçisidir. Hz.
Amine hatunun vefatından sonra Peygamberimizi dedesi Abdulmuttalib’e teslim
eden ve Efendimiz (s.a.v.)’in “Annemden sonra annem sensin” dediği bu sadık
hizmetçi kimdir?
Cevap : Ümmü Eymen
Soru 64: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kaç çocuğu vardı isimleriyle birlikte söyleyiniz.
Cevap : Yedi çocuğu olmuştur. Dördü kız, üçü erkektir. Kızları: Zeynep, Rukiye,
Ümmü Gülsüm ve Fatıma’dır. Erkek çocukları: İbrahim, Kasım ve Abdullah’tır.
Soru 65: Hz. Ömer (r.a.)’ın müslüman olması kız kardeşi ve eniştesinin müslüman
olduklarını öğrenip onları ve Rasulüllah (s.a.v.)’i öldürmek niyetiyle gelirken
eniştesinin evinin yakınında duyduğu Kur’an’dan etkilenmesi sonucunda olmuştur.
Hatta onları dövmesine rağmen yine de tekrar dinlediği eniştesinin okuduğu
surenin, kız kardeşinin ve eniştesinin isimlerini söyleyiniz?
Cevap : Taha suresi, Kız kardeşi; Fatıma, eniştesi; Said
Soru 66: Bedir savaşında kaç müslüman şehit oldu, kaç kafir öldürüldü?
Cevap : 14 müslüman şehit oldu ve 70 kafir öldürüldü.
Soru 67: Uhut savaşında şehit olan müslümanların sayısı kaçtır?
Cevap : 72 müslüman şehit olmuştur.
Soru 68: Efendimiz (s.a.v.)’i hicret esnasında yakalayıp Darun Nedve denen müşrik
meclisinden hediye almak isteyen ama atının ayakları çöle batarak hedefine ulaşamayan kimdir?
Cevap : Süreka
Soru 69: Ezanı Muhammedi’yi rüyasında gören sahabe kimdir?
Cevap : Abdullah Bin Zeyd
Soru 70: Uzza isimli putu kıran sahabe kimdir?
Cevap : Hz. Halit Bin Velid
Soru 71: Rasulüllah (s.a.v.)’in şairinin ismi nedir?
Cevap : Hassan Bin Sabit.
Soru 72: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ilk olarak peygamberliğini açıkça ilan ettiği yer
neresidir ve ilk olarak ona karşı çıkan kimdir?
Cevap : Safa tepesinde ve ona ilk karşı çıkan amcası Ebu Leheb’tir.
Soru 73: Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in son katıldığı savaş hangisidir?
Cevap : Tebuk savaşı.
Soru 74: Uhut savaşında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kılıcıyla savaşan sahabe kimdir?
Cevap : Ebu Dücane
Soru 75: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in tebliği Mekke dışına çıkarmayı
düşündüğünde aklına ilk gelen yer Taif olmuştu. Çünkü orada tanıdık kapısına
varabileceği akrabaları vardı. Ama Taif ona beklediği gibi değilde Ebu Leheb’in
emriyle sert bir şekilde cevap vermiş hatta taşlamışlardı. İşte bu yolculukta
Efendimiz (s.a.v.)’e eşlik eden bir sahabe vardı. Bu insan atılan tüm taşlara göğüs
germişti. Bu yiğit insan kimdir?
Cevap : Zeyd Bin Harise.
Soru 76: Hendek savaşına adı verilen hendeklerin uzunluk, boy ve eninin ölçüleri ne kadardır?
Cevap : Uzunluğu: 5,5 km, derinliği: 5 m, eni:9 m. dir.
Soru 77: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in İştika (yağmur isteme) namazı kılarak dua
edip namaz biter bitmez hemen yağmurun yağmaya başladığı bir bölge vardı.
Mescidi Nebevinin karşısında olan bu yere Efendimiz (s.a.v.) sıcak havalarda
gider ve orada gölgelenirdi. Çünkü bir bulut orayı devamlı ferah tutardı.
Buraya daha sonra bir mescit inşa edildi. Bu mescidin adı nedir?
Cevap : Gamame mescidi (Bulut mescidi)
Soru 78: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in doğduğu gece hangi tarihi olaylar meydana
geldi?
Cevap : a-Kisra sarayında 14 sütun yıkıldı b-Mecusilerin ateşleri söndü c-Sava gölü
kurudu.
Soru 79: Tövbe suresinde kendisinden bahsedilen, Peygamber (s.a.v.)’in ilk inşa ettiği
mescit olarak bilinen mescit hangisidir?
Cevap : Kuba mescidi.
Soru 80: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mekke hayatında öyle bir yıl yaşadı ki o yıl
amcası Ebu Talip vefat etmiş, amcasının vefatından üç gün sonra zevceleri
Hz. Hatice (r.a.) ahirete göç etmişti. Aynı yıl müslümanlara ambargo
uygulanmış ve zor durumda bırakılmıştı. Bu yıl Efendimiz (s.a.v.) için sıkıntılı
olmuştu. İslam tarihinde bu yıla verilen isim nedir?
Cevap : Hüzün yılı.
Soru 81: Siyeri Nebi yada Sireti Nebi ne demektir?
Cevap : Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatını konu alan kitaba verilen isimdir.
Soru 82: Müslümanlardan bazıları sayıca fazla olduklarını düşünüp gurura
kapıldıkları için imtihan olarak yeryüzü tüm genişliğine rağmen kendilerine
dar geldiği bir savaş yaşadılar. Bu savaşta pusuya düşürüldükleri için
dağıldılar, hatta Allah Resulü (s.a.v.)’i yalnız bıraktılar ve büyük bir panik
yaşadılar. Hz. Abbas (r.a.)’ın daveti, hatırlatması ve bağırması üzerine
tekrar toplanarak zaferi kazandılar. Hakkında inen ayetle müslümanlara ders
olan bu savaş hangisidir?
Cevap : Huneyn savaşı.
Soru 83: İlk Cuma namazı nerede kılınmıştır?
Cevap : Ranuna vadisinde.
Soru 84: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ilk vahiy geldiğinde kime anlattı?
Cevap : Hanımı Hz. Hatice’ye.
Soru 85: Peygamberimiz (s.a.v.) kaç sene İslam’ı gizli olarak anlattı?
Cevap : 3 sene.
Soru 86: Hicret gecesi kafirler nereye toplandı?
Cevap : Mekke’de Darun Nedve’de toplandılar.
Soru 87: Peygamberimiz (s.a.v.)’in hicret esnasında saklandığı mağaranın ismi nedir?
Cevap : Sevr Mağarası.
Soru 88: Mekke ne zaman fethedildi?
Cevap : Hicretin 8. Yılı Ramazan ayının 17.sinde.
Soru 89: Hudeybiye savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 6. Yılında.
Soru 90: Hayber savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 7. Yılında.
Soru 91: Hendek savaşı ne zaman oldu?
Cevap : Hicretin 5. Yılında.
Soru 92: Peygamberimizin son savaşı hangisidir?
Cevap : Tebuk savaşıdır.
Soru 93: Akabe biati nedir?
Cevap : Peygamberimiz (s.a.v.) ile Medinelilerin hicretten önce yaptıkları anlaşmadır.
Soru 94 : Ravza-i Mudahhara neresidir?
Cevap : Peygamberimiz (s.a.v.)’in kabri ile minberi arasına denir.
Soru 95 : Asr-ı Saadet ne demektir?
Cevap : Rasulüllah (s.a.v.)’in yaşadığı çağa Asr-ı Saadet (mutluluk yılları) denir.
Soru 96 : Rasulüllah (s.a.v.)’in dayısı kimdi?
Cevap : Sad Bin Ebi Vakkas.
Soru 97 : İsmet, Emanet, Fetanet, Sıdk ve Tebliğ tüm peygamberlerin ortak sıfatlarıdır.
Bu sıfatların dışında Peygamberimiz (s.a.v.)’e ait olan sıfatlar nelerdir?
Cevap : a- Son peygamber olması
b- Tüm insan ve cinlerin peygamberi olması
c- Şefaat etme yetkisinin olması
Soru 98 : Hz. Muhammed (s.a.v.)’e peygamberlik gelmeden önce müşriklerle “Fakirleri
koruma ve kalkındırma” adı verilen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın adı nedir?
Cevap : Hif-ul Fudul
Soru 99: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i vefatından sonra kim yıkadı?
Cevap : Hz. Ali yıkadı.
Soru 100: Peygamberimiz (s.a.v.) Ebu Eyyup El-Ensari’nin evinde ne kadar kalmıştır?
Cevap : Yedi aya yakın kalmıştır.
Soru 101: Haram aylar adı verilen aylar hangileridir?
Cevap : Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.
Soru 102: Müşrikler döneminde geleneksel olarak şiir yarışmaları yapılırdı. Birinci
gelen yedi meşhur şiir Kabe’nin duvarına asılırdı. Bu yedi şiire ne denirdi?
Cevap : Muallakat-ı Seba denir.
Soru 103: Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğduğu evin adı nedir?
Cevap : Darud-Tebabia
Soru 104: Her müslümanın iman etmesi gereken akidelerden birisi de Peygamberimiz
(s.a.v.)’in Miraca çıkma hadisesidir. Miraç lügatte; yükseğe çıkma ve
merdiven manalarına gelir. Miraç hicretten bir buçuk yıl evvel vuku bulmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in Miraç hadisesinde yedinci kat semada, Mescidi
Haram ve Mescidi Aksa’dan sonra uğradığı, meleklerin kıyametekadar hayatlarında
bir defa sıra gelerek tavaf ettiği yedinci kat semadaki bu mescidin adı nedir?
Cevap : Beytül Mamur.
Soru 105: Uhut savaşında Peygamberimiz (s.a.v.) bir kaç kafire beddua etmişti.
Ancak birisine suçu ağır olmasına rağmen beddua etmedi. Ashaptan bazıları:
“Niçin ona beddua etmiyorsun” diye sorduklarında “Miraç gecesi onu
Hamza ile kol kola cennete girerlerken gördüm” dediği kişidir. Hicretin
8.yılında Mekke fethedildiğinde Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından öldürülmeleri
emredilen 10 kişiden de biridir. Fakat daha sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)’e
gelerek af dilemiş ve böylece Mekke’nin fethinden sonra müslüman olup,
Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Yemame tarafına gitmesi emrolunmuştur.
Peygamberimizin irtihalinden sonra çıkan yalancı peygamberi daha önce hayatının
en büyük hatasını yaptığı kılıçla öldürür. Bu sahabe ve öldürdüğü yalancı
peygamber kimdir?
Cevap : Vahşi (r.a.), Müseylemetül-Kezzap
Soru 106: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberliğini ilk defa açıkça nerede ilan etmiştir?
Cevap : Safa Tepesinde
Soru 107: Hicretin dördüncü yılı olaylarındandır. Kilap kabilesinden Ebu Bera, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e gelerek, mensubu olduğu kabilesi arasında irşatta
bulunacak zatlar istedi. Peygamberimiz (s.a.v.)’de 40 veya 70 kişi göndermişti.
Bunların hepsi Ashabı Suffe’dendi. Yolda bu mübarek insanların hepsi şehit
edildiler. Bu olaya İslam tarihinde ne ad verilir?
Cevap : Bir-i Maune.
Soru 108: Hz. Peygamber (s.a.v.) sözleri ile insanları İslam’a davet ettiği gibi,
devletlere gönderdiği mektuplarla da bu devlet başkanlarını ve tebaasını İslam’a
davet etti. Bunlardan bir kısmı bu davete sıcak baktı, bir kısmı da reddetti.
Bu mektuplardan birinin gittiği ülke kralı çok memnun olmuş ve bu memnuniyetini
göstermek için bazı hediyeler yanında Hz. Peygamber (s.a.v.)’e birde kadın köle
göndermişti. Peygamberimiz (s.a.v.) bu köleyi azat edip onunla evlendi.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in evlendiği bu validemiz ve ülkesinin adını söyleyiniz.
Cevap : Hz. Mariye, Mısır.
Soru 109: Peygamberimiz (s.a.v.)’e Rasulüssakaleyn denmesinin sebebi nedir?
Cevap : İnsanlara ve cinlere gönderildiği için
Soru 110: Peygamberimiz (s.a.v.) gençliğinde illegal bir örgüte üye olmuştu. Bu örgüt
haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun haklının yanında
haksızlara, zalimlere karşı tavır koyuyordu. Bu örgütün adı nedir?
Cevap : Hılful Fudul (Fazilet örgütü)
Soru 111: İslamiyet’ten önce Arap kabileleri arasında iç harpler ve kan gütmeler
yaygın halde idi. İslam’ın gelişiyle kan davaları ve kabileler arası harpler
son buldu. Ve insanlar Allah (c.c.)’ın gönderdiği İslam nimeti ile kardeşler
oldular. Bu kabileler yalnız dört ay harp etmeyi haram sayarlardı. Şayet bu
dört ay içinde harp yapılırsa bu harbe ne ad verilirdi?
Cevap : Ficar harbi.
Soru 112: Allah (c.c.)’ın gönderdiği en son ve en mükemmel din olan İslam’ın kaynağı
Kur’an’ı Kerim’i Allah’ü Teala “Onu biz indirdik, biz koruyacağız” buyuruyor.
Ve bu arada insanların bazılarına cennette daha fazla mükafat vermek için de
onları ciddi imtihana tabi tutuyor. Biz müslümanların ise çilelere katlanmış olan
bu müslümanlara minnet borcumuz vardır. İşte o insanlarda Kur’an’ın
zamanımıza kadar gelmesinde her türlü çileye katlanmışlardır. Onlardan biri de
Hz. Bilal idi. Hac ve Umre Sözlüğü
AFAKİ: Mikât sınırlarının dışından gelen hacılar.
ARAFAT: Mekke-i Mükerreme’nin güney doğusunda vakfenin yapıldığı yer.
BAB-I CİBRİL: Peygamber Efendimizin Medine-i Münevvere’de inşa ettiği mescidin doğu tarafındaki kıbleye yakın olan kapısı.
BAB’ÜR RAHME: Rahmet Kapısı. Medine’de Peygamber Efendimizin yaptırdığı mescidin batı duvarındaki kuzey köşesine yakın olan kapısı.
BAB’ÜS SELAM:
1. Mescid-i Haram’ın doğu tarafına açılan, Bab-ı Şeybe de denilen kapı.
2. Mescid-i Nebi’nin batı duvarında kıbleye yakın olan Bab-ı Mervan olarak da bilinen kapı. Mescid-i Nebi’nin kapılarının en büyüğü ve en süslüsüdür.
BAB’ÜT TEVESSÜL:
1. Mescid-i Nebi’nin kuzeye açılan kapısı.
2. Hicretin ikinci senesi Receb ayında, kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye dönmesi emrolunca, mescidin Mekke’ye karşı olan kapısı kapatılıp, karşısına, Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Babüt-Tevessül deniyor.
BEDEL: Başkası adına hac yapan vekil kişi.
CEBEL-İ RAHME: Arafat ovasının ortasındaki tepe. Rahmet Dağı demektir.
CEBEL-İ SEVR: Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret ederken ilk sığındığı yer.Sevr Dağı demektir.
CEM-İ TAKDİM: Vakti girmemiş bir namazı, vakti giren bir namazla beraber kılmaktır. Hanefi Mezhebinde yalnız Hac mevsiminde arefe günü Arafat’ta, öğle ve ikindi, öğle vaktinde kılınır.Başka hiçbir zaman Cem’i Takdim caiz değildir.
CEM-İ TEHİR: Vakti çıkan namazı, vakti giren namazla birlikte kılmaktır.Hacda Arafat dönüşü akşam namazı , bilerek geciktirilip yatsı namzaı ile yatsı vaktinde ve Müzdelifede kılınır.
CEMRELER: Minâ’da birbirine birer ok uzaklıkta bulunan üç taş kümesidir. Bunlardan birincisine Cemre-i ula(Küçük Şeytan), ikincisine Cemre-i Vusta(Orta Şeytan), üçüncüsüne Cemre-i Akâ’be(Büyük Şeytan) denir.
ESHAB-I FİL: Bir çok fil ile Mekke’yi yıkmaya gelen Yemen Valisi Ebrehe’nin ordusu Müzdelifeden sonra gelen Meşari Haramın yakınlarında Batn-ı Muhassır denilen yerde helak edilmiştir.
CENNET’ÜL MUALLA: Mekke’deki kabristanın ismidir. Hz. Hatice ve bazı Sahabe-i kiram buradadır.
EYYAM-I TEŞRİK: Zilhiccenin 11,12 ve 13. günleridir. Kurban bayramının arefesinin sabah namazından, dördüncü günün ikindi namazına kadar, 23 farz namazın akabinde, tekbir-i teşrik okunan günlere de denir.
FİDYE: Yaşlanıp ölene kadar Ramazan veya kazaya kalmış oruçlarını tutamayanın veya iyi olmasından ümit kesilen hastanın (zengin ise) tutamadığı oruç karşılığında fakirlere vermesi gereken bedel.
HAC AYLARI: Şevval, Zilka’de ayları ile Zilhiccenin ilk on günüdür.
HAC VAKTİ: Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür.
HACC-I ASGAR: Küçük hac demektir. Umre manasındadır.
HACC-I EKBER: Farz olan hac. Haccetül-İslam da denir.
HACER’ÜL ESVED: Kâ’benin doğu köşesinde Cennetten gelen Ebu Kubeys dağından getirilme parlak siyah taş.
HATİM: Kâbe’nin kuzey duvarı hizasında yarım daire şeklinde duvarcık ile Kâbe arasında kalan yer. Hz.İsmail ve annesi Hz. Hacer’in kabri buradadır.
HERVELE: Safâ ve Merve arasında Sa’y yapılırken erkeklerin yeşil direkler(ve ışıklar) arasında süratli ve çalımlı yürümeleri, hafifçe koşmaları.
HİRA MAĞRASI: Cabel-i Nurdaki(Nur Dağındaki) mağara. Peygamberimize İlk Vahiy bu mağarada inmiştir.
HİLL BÖLGESİ: Harem Bölgesi(Yani İhram yasaklarına uyulması gerekli bölge) ile Mikât Sınırları(Yani İhramsız Geçilmemesi Gerekli Bölge) arasında kalan yerlerdir.
HÜCRE-İ SAADET: Medine-i münevverede Peygamber Efendimizin kabr-i şerifi. (Burada Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer de medfundur.)
İHRAM: Hac ve Umre’yle alakalı en temel kavramlardan biri ihramdır. İhram deyince akla ilk gelen şey beyaz dikişsiz elbise olsa bile, esasen ihram, hacca ve umreye gitmeye karar veren kişinin normalde helal olan tırnak kesmek, tıraş olmak, cinsel ilişkiye girmek, Mekke ve çevresinde bitkileri koparmak, yeşillere zarar vermek gibi bazı şeyleri kendisine haram kılmasıdır. Hacca veya umreye giderken haramların başladığı yerde ihram giyilir. İhram dikişi olmayan ve kefene benzeyen iki parçadan oluşan sade bir giysidir. Buna elbise bile demek zordur. Kefeni hatırlatan ihram makam, mansıp, rütbe ve servet gibi bütün farkları sıfıra indirir, herkes fakir ve muhtaç durumdadır. Ama bu ihtiyaç kullara değil, Allah’adır. İhramı giyen insan dünyaya ait her şeyi geride bırakır, takva elbisesini giyer, “Ölmeden önce, ölünüz” hikmet dolu sözüne ittibaen kefen giymiş gibi olur.
Kısaca; Hac veya umre için niyet edip , telbiyeyle kuşanılan iki parça örtü.
İSTİLAM: Hac ve Umrede Kâbe’yi tavafa başlarken veya tavaf sırasında Hacer-ül esved önüne gelindiğinde, elleri namaza durur gibi kaldırıp tekbir, tehlil getirerek (Allahü ekber, la ilahe illallahü vallahü ekber) diyerek onu selamlamak ve el öpmek. El sürülemiyorsa uzaktan elleri kaldırıp, işaret yapmak.
İZAR: İhramlının belden aşağı kısmına doladığı örtü.
IZDIBA: Tavafa başlarken, ihramın ortasını sağ koltuk altından geçirip iki ucunu sol omuz üstüne getirmek.
KUBBE-İ HADRA: Medinedeki Mescidi Nebide Peygamber Efendimizin kabrinin üzerindeki yeşil kubbe.
KABE: Allah’ın emriyle Hz. İbrahim’in, oğlu ile inşa ettikleri fizik ötesi âlemlerden Beyt-i ma’murun izdüşümü mahiyetinde, küp şeklinde bir yapıdır. Herkesin kafasında bir Kâbe resmi mutlaka vardır. Bu resim, ya anlatılanlardan veya farklı ebatlarda çekilmiş fotoğraflardan ve kartpostallardandır. Ama bunlara bakmak insana hiçbir zaman canlı olarak Kâbe’ye bakma ürpertisini vermeyecektir. Kâbe sürekli bir hareketin merkezidir ve orada donukluk ve uyuşukluk düşünülemez. Keşke Müslümanlar oradaki hareketi hayatın bütün alanlarına yansıtabilseler.
KURBAN: Yüce Allah (cc) bir kurbanla tam olmasa bile şükür eda etme yolunu bize gösteriyor. Bu arada Hac’da kesilen kurbanla herkesin Kurban Bayramı’nda kestiği kurbanı karıştırmamak lazım. Hac’daki kurban, hac gibi zor bir ibadeti yapabilmenin bir şükrüdür.
MAKAM-I İBRAHİM: Hz.İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken ve insanları hacca davet ederken üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.Kabe kapısının 10-15 metre uzağında ve karşısındaki yer.
MEKKİ: Mekke’de ve Mikât sınırları içinde ikamet eden kimseler.
MENASİK: Hacla ilgili fiil ve ibadetler.
MERVE: Sa’yin yapıldığı iki tepeden 2.si.
MES’A: Sa’yin yapıldığı yere verilen ad. Yani Safâ ve Merve arası bölge.
MESCİD-İ HARAM: Beytullahın(Kabenin) etrafındaki Mesciddir.Kabede namaz kılınan her yer Mescid-i Haram’dır.
MESCİD-İ HAYF: Yetmiş peygamberin namaz kıldığı Minâdaki mesciddir.
MESCİD-İ KIBLETEYN: Peygamber Efendimiz Medine’de öğle veya ikindi namazında iken kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye dönülmesi emrinin geldiği mescid.
MESCİD-İ KUBA: Peygamberimizin Hicret esnasında , Medine’ye 3 Km. uzaklıktaki Kuba köyünde yaptırdığı mescid.
MEŞAR’İL HARAM: Müzdelife’de bir tepe. Müzdelife vakfesinin bu tepede yapılması sünnettir.
MİKAT: Hac yasaklarının başladığı, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak için hazırlığın yapıldığı ilk yerdir. Şekil olarak ihrama girmenin yanında duygu ve düşünce olarak da insanları kırmama, hoşgörü, sabır, insanlara saygı gibi dinin genel yaklaşımlarının daha derince yaşanması mikatla başlar. Türkiye’de havaalanında herkes bembeyaz ihram örtülerine bürünür. Artık yasaklar başlamıştır; saç, sakal ve tırnaklar kesilmez. Bütün vücudumuz bize karşı korunma altına alınmıştır. Şayet ihlal edersek ceza vermemiz gerekiyor.
Kısaca; afakilerin ihrama girdikleri yerlerdir ki Mekke’ye en uzağı Zülhuleyfe en yakını Yelemlemdir.
MİNA: Mekke ile Müzdelife arasında, Harem sınırları içinde bulunan bir bölge. Hacıların cemreleri taşladıkları ve kurban kestikleri yer.
MUHASSER VADİSİ: Minâ ile Müzdelife’yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ’ya giderken durmamaları gereken yer. Burası Eshabı Filin(Kabeyi yıkmaya gelen Yemen valisi Ebrehe’nin ordusunun) helak edildiği yerdir.
MÜLTEZEM: Kâbe’nin kapısı ile Hacer-ül Esved arasında kalan Kâbe duvarında birkaç taştır.
MÜZDELİFE: Arafat ile Minâ arasında kalan, Adem aleyhisselamla Hz.Havvanın yeryüzünde ilk buluştukları yer. Haccın vaciplerinden müzdelife vakfesi burada yapılır.
NAFİLE: Farz ve vacip ibadetlerin dışında sünnetler de dahil olmak üzere yapılan bütün ibadetler.
NİYET: Niyetin sözlük manası: Bir şeye kalben azim, kasd ve ona yönelmekten ibarettir. Fıkıhta ise: Allah rızasını kazanmak için ilâhi bir emri yerine getirmekte kalben ona yönelmek demektir.
NÜSÜK: Hac ve umrede yerine getirilmesi lazım olan işlerden herbiri, ibadet.
REMEL: Tavafın ilk üçünde, erkeklerin kısa adımlarla, omuzları silkerek çalımlı yürümeleri.
RİDA: İhramlının belden üst kısmına örttüğü dikişsiz örtü.
RÜKN-İ HACER’İL ESVED: Kâbe’nin Hacer-il Esved tarafındaki köşesi.
RÜKN-İ IRAKİ: Kâbe’nin Bağdat’a karşı olan köşesi.
RÜKN-İ ŞAMİ: Kâbe’nin Şam’a karşı olan köşesi.
RÜKN-İ YEMANİ: Kâbe’nin Yemen tarafında olan güney köşesidir. Burası da Hacer-ül esved gibi selamlanır.
SA’Y: Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile eşini o zamanlar için ıssız ve tarıma elverişli olmayan Mekke’de Kâbe’nin olduğu bölgeye bırakmış, onları Allah’a emanet etmişti. Hâcer validemizin suyu bitince, su aramak ve gelecek birini görmek için Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelmeye başladı. Bu gidiş geliş yedi defa olmuştu. Yokuşta yavaşlıyor, düze inince koşuyordu.
Son seferinde Hz. İsmail’in bulunduğu yerden su çıktığını gördü. Bu, Allah’ın onlara bir ikramıydı. Çorak bir arazide yüzyıllardır hiç kesilmeden akan lezzetli ve besleyici bir su çıkması Hz. İbrahim’in Allah’a tevekkülünün ve duasının bir neticesiydi. Hacıların her sene gelirken getirdikleri, işte bu Hz. İbrahim döneminden günümüze kadar kesilmeyen bereketli zemzem suyudur. “Safâ ile Merve, Allah’ın belirlediği nişânelerdendir.” (Bakara, 2/158) Safa ve Merve arasında gidip gelmemizi istiyor. Biz bu kadarını biliyoruz. Her şeyin bize faydasını ve hikmetini bütünüyle öğrenemeyiz. Deriz ki, Allah’ın emrettiği her şeyde bildiğimiz ve bilmediğimiz nice hikmet vardır. Sonuç olarak sa’y, iman ve ihlâsa dayalı kulluğun tecellî ettiği bir ibâdetin bölümlerinden biridir.
Kısaca; Safâ ve Merve tepeleri arasında Safâ’dan başlayarak Merve’ye, Merve’den Safâ’ya dört gidiş, üç gelişin yapılması.Haccın ve Umrenin Vaciplerindendir.
SAFA TEPESİ: Sa’yın başladığı tepe.Sa’y yapılan 2 tepenin 1.si.
SALAVAT-I ŞERİFE: Peygamberimiz için okunan dualar. Allahümme Salli ve Allahümme Barik duaları…. “Allahümme Salli ala Seyyidina Muhammedin ve alâ âli Seyyidina Muhammed….” demek.
ŞAVT: Tavafta, Hacer-i Esved hizasından başlayıp Kâ’benin etrafında dönerek tekrâr aynı hizaya gelmek. Sa’yda ise Safâ’dan Merve’ye yahut Merve’den Safâ’ya bir kere gitmek. Her tavafta ve sa’yde yedişer şavt vardır.
ŞEBEKE-İ SAADET: Hücre-i Saadetin dış duvarı etrafına yerden Mescid-i Nebi’nin tavanına kadar yükselen demir parmaklık.
ŞEYTAN TAŞALAMA: Hz. İbrahim (a.s.), Allah’ın emrini yerine getirmek üzere oğlunu kurban etmek için Mina’ya doğru ilerlerken şeytan yolunu kesmiş ve onun zihnini çelmek istemişti. Hz. İbrahim onu taşlayarak yanından uzaklaştırdı.
TAVAF: Kâbe etrafında Hacerü’l-esved hizasından başlayarak yedi defa dönmektir. Kısaca; Kâbe’nin etrafında, Hacer-i esvedden başlayıp Kâbe sola alınarak yedi kere dönmektir
TAVAF-I KUDÜM: Mekke-i mükerremeye varınca, yapılan ilk tavaftır. Afakiler(Mekke dışından gelenler) için sünnettir.
TAVAF-I NAFİLE: Mekke-i mükerremede bulunanların zaman zaman yaptıkları nafile tavaf.
TAVAF-I SADR: Hac esnasında cemrelerin taşlanması bittikten sonra Minâ’dan Mekke’ye gelindiğinde yapılan tavaf. Tavaf-ı Veda da denir. Hac vazifeleri bununla sona erer.
TAVAF-I UMRE: Umreye niyet edenin yaptığı tavaf.
TAVAF-I VEDA: Veda Tavafı demektir.Diğer adı Tavaf-ı Sadr dır.
TAVAF-I ZİYARET: Arafat’tan indikten sonra, kurban bayramı günlerinde yapılan tavaftır. Haccın farzı olan Tavaf budur.Tavaf-ı ifâda da denir.İhramdan çıkıp yıkanıp temizlendikten sonra yapılması efdaldir.
TAVAF-ÜL İFADA: Tavaf-ı Ziyaret ile aynı manadadır.Haccın farzı olan Tavaftır .
TEHLİL: “La ilahe illahü vahdehü la şerike leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir” demek.
TEKBİR: “Allahü ekber, Allahü ekber. La ilahe illallahu vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahi’l hamd” demek.
TELBİYE: “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, La şerike leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülke lâ şerike leke: Sana geldim, buyur Allah’ım! Çağırdın koşup geldim, emrine hazırım. Sana geldim, ortağın yoktur, koşup geldim, hamd ve nimet Sana ait, mülk de Senindir. Ortağın yoktur Senin!” (Buhârî, Hac, 26; Müslim, Hac, 19-20) duası hacca giden kimsenin ihramını giyip iki rekat namaz kıldıktan sonra okuyacağı duadır
TETAVVU‘: Nafile ibadetlere verilen ad.
TERVİYE GÜNÜ: Zilhiccenin sekizinci günü. Bugün Minâ’ya çıkmak ve geceyi orada geçirmek sünnettir.
UDHİYE: Kurban bayramında (Hac Görevi olmayan) Allah rızası için kesilen vacip kurban.
UMRE: Hac günleri olan 5 günden başka(Bu günlerden başka günlerde), senenin her günü, ihram ile yapılan tavaf ve sa’y den sonra saçları kazımak veya kesmekle yerine getirilen ibadet.
VADİ-Yİ URENE: Urene Vadisi demektir.Arafat ovasında bir vadinin adıdır.Ama Arafat Vakfesi burada yapılmaz. Arefe günü Arafat’ın Vadi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde Cemi Takdimle(2 Vakit Öğle Vaktinde birleştirilerek)kılınan öğle ve ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak, haccın farzlarındandır.
VAKFE: Arefe günü Arafât’ta, bayram gecesi de, gece yarısından sonra Müzdelife’de bulunmak, buralarda Allah Teâlâ’ya telbiye, tesbîh, tekbîr gibi zikirlerle, istiğfâr ve dualarla, tefekkür ve tazarrularla ibâdet etmek, haccın en önemli vazifeleri arasındadır. Kısaca; durmak demektir. Arefe günü Arafat’ın Vadi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra bir miktar durmaktır.Haccın farzıdır. KUR’AN'I KERİM HAKKINDA GENEL BİLGİLER
- Kur'ân,Okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir.ilk inen âyetleri (el-Alâk, 96/1-5) Son inen âyeti(el-Mâide, 5/3), ilk nazil olan süre "MÜDDESİR" veya "FATİHA" süresi. 23 yılda indirilmiştir. Bunun 12 yıl 5 ay 13 günü Mekke'de, 9 yıl 9 ay 9 günü ise Medine'dedir.
-Vahiy işaret etmek yazı yazmak, ilham etmek gibi manalara gelir.-İlk vahiy Hira…
-Hz. Peygamberin (sav) vahiy alış yani vahyin mertebeleri altı şekilde olmuştur:
1- Altı ay süren sadık rüyalar şeklinde,
2- Uyanıkken melek görünmeksizin vahyi Peygamberin kalbine ilka buyurması ile,
3- Melek insan suretinde temessül etmesi ile (Sahabeden Hz.Dıhye suretinde geldi.)
4- Melek çan sesine benzer bir surette hitap ederdi ki en zor olanı buydu.
5- Cebrail asli suretinde görülmüştür.
6- Miraçta olduğu, gibi Allah'tan vahiy vasıtasız olarak almıştır.
-Vahiy Peygamber Efendimize kırk yaşında Ramazan ayında bir pazartesi günü gelmiştir.
-İlk vahiyden sonra göre üç yıl vahiy kesilmiştir. (fetret devri)
-Vahiy Katipleri:Hz.Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme,
- Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.
- Hz. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Hz. Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa'ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir.
- Hz.Osman tarafından yazdırılan kuranlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır.
- Esbab-ı nüzul;Ayetlerin olaylar üzerine,ihtiyaç sırasında gelişi, ayetlerin iniş sebepleri
- Tilâvet Secdeleri: el-A'raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl, 16/50; el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21; Alâk, 96/19
- Tilavet secdesi ile biten sureler: Araf süresi -Necm süresi -Alak süresi
- Mekke döneminde inen âyet ve sûreler,daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır.
- Medine'de inen âyet ve sûrelerde, daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu âyetlerde açıklanır.
- Mukataat-I Süver;29 sürenin basında geçen 14 harftir. 2’ si Medeni 14'ü ise Mekki dir.
- Kur'ân için başka isimler kullanılmıştır; el-Furkân,ez-Zikr,en-Nûr ,er-Rûh,el-Hudâ, eş-Şifâ, el-Mecîd, el-Mesânî, Ümmü'l-Kitab
-Kuran ayetleri Hz. Ömer'in ısrarı Hz. Ebu Bekir'in emriyle Zeyd ibni Sabit tarafından toplanmıştır. Hz. Osman (ra) zamanında Huzeyfe b. Yaman KUR’AN'ı Kerim'in yazılmasını talep etmiştir. Bu konuda yine Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Sait b. As, Abdullah b. Haris'in de içinde bulunduğu 12 kişilik bir heyet Hz. Osman tarafından görevlendirilmiştir. İstinsah yapılırken Kureyş lügatı esas alınmış ve çoğaltılan Mushaflar Basra, Küfe, Şam, Mekke, Yemen'e gönderilmiştir.
-Kuran'ı Kerim 42 vahiy katibi tarafından yazılmıştır. En meşhurları Mekke'de Abdullah b. Sa'd Medine'de ise Übey ibni Kab'dır.
- Süre ve ayetler tevkifidir. Yani vahye Müsteniddir Hz. Peygamber zamanında vahiy geldikçe ayetler" Bu sürenin şurasına koyun!" diye vahiy katiplerine bildirilmek suretiyle tertip edilmiştir. Sürelerin isimleri de İhlas, Fatiha diye O'nun zamanında konulmuştur.
- Ayet:Alamet, nişan, ibret. Süre: Yüksek makam, derece, şeref, alamet manasına gelir.
- Bakara, en uzun; Kevser ise en kısa süredir.
- Kurra; KUR’AN'ı Kerim'i ezberleyen ve başkasına öğretendir. Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra), Ubey b. Ka'b (ra) sahabeden olan kurralardandır.
- Mütevatir olan 7 kıraat vardır.(İbni Kesir, Nafi, İbni Amir, Ebu Amr, Hamza, Kisai ,Asım)
- Surelerin başındaki besmele konusunda Hanefiler Müstakil bir ayettir,Sürenin cüz'ü değildir. Ayırmak için teberrüken yazılmıştır.Hanbeliler "Fatihanın başından bir ayettir." derler.
- Rivayet ve nakillere dayanarak yapılan tefsirlere rivayet tefsiri,rivayet tefsirine dayanarak ulemanın ayetleri tefsir etmesine ise dirayet tefsiri denir. KUR’AN'dan hüküm çıkartmak için dirayet tesirine ihtiyaç vardır. İbni Cerir Taberi'nin tefsiri rivayet tefsiridir. Fahrettin Razi'nin Tefsir-i Kebir'i ise Dirayet tefsiridir.
- Sahabeden İbni Mes'ut, İbni Abbas; Tabiinden Mücahit, İkrime, Hasan Basri; Tebei Tabiinden ise Süfyan b. Uyeyne meşhur tefsircilerdir.
- Surelerin Tasnifi
1. Es-Seb’u’t-Tuvel: En uzun 7 sure demektir. Fatiha’dan sonra Tevbe suresinin sonuna kadar yani 2-9 sureleri arasını kapsar.
2. El- Muin: Ayet sayıları 100’e yaklaşan veya biraz geçen sureler.
3. El- Mesani: Ayet adedi 100’den az olanlar.
4. El- Mufassal: Mushaf-ı Şerif’in son bölümü olup, başlangıcı 50. Olan Kaf suresinden,sonuncu(114.)Nas Suresine kadar olan kısımdır.Bu grup da 3’e ayrılır:
A) Tıval-I Mufassal: (uzun) Kaf-Büruc, yani 50.-85. sureler.
B) Evsat-I Mufassal: (orta) Tarık-Beyyine, yani 86.-98. sureler.
C) Kısar-I Mufassal: (kısa) Zelzele- Nas, yani 99.-114. sureler.
- Nebilerin ismiyle isimlenen sureler:Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Muhammed, Nuh
- Besmele iki defa zikredilen sure: Neml Suresi ,Besmele ile başlamayan ;Tevbe(berae)
- Her ayetinde Allah(c.c)lafzı olan sure : Mücadale suresi
- Nazil olduğu zaman 70 bin meleğin arza indiği sure : Enam suresi
- Rasüllahın beni yaşlandırdığı buyurduğu sure : Hud suresi
- Kendisinde iki tane secde ayeti olan sure : Hacc suresi
- Bir maden ismi olan sure : Hadid suresi (demir manasına)
- Ahmed ismi kendisinde zikredilen sure :Saff suresi 6. ayet
- Sahabe ismi kendisinde zikredilen sure ve isimdir: Ahzab suresi 37.ayet -Zeyd-
- Rasullahın Zehrevan diye isimlendirdiği sureler : Bakara ve Ali imran sureleri
- Kuran-ı Kerimde kaç tane nebinin adı zikredilmiştir: 25
- Mekkede müşriklere karşı Kuran-ı açıktan ilk okuyan sahabe: Abdullah b. Mesut
- Rasullahın Kuran'ın zirvesi buyurduğu sure : Bakara suresi
- Bedir gazvesini anlatan süre : Enfal süresi
- Uhud gazvesini anlatan süre : Ali imran 121-190
- Hendek gazvesini anlatan süre : Ahzab 9-27
- Tebük gazvesini anlatan süre : Tevbe 38-125
- Peygamber efendimizin hicretini anlatan süre : Tevbe 40
- İfk hadisesini anlatan süre : Nur süresi 11-26
- Savaş ganimetleri anlamına gelen sure : Enfal
- Sureler ve ayetler arasındaki uyum ve ahenge Tenasüb denir.
- Kuranı kerimin Noktalanmasını :Nasr b. Asım ve Yahya B. Yamer icra etmişlerdir.
- K.Kerimin edip ve şairlere meydan okumasına Tehaddi denir.
- Ref-i savt sesi yükseltme HZ MUHAMMED’İN KRONOLOJİK HAYATI
M S 571- Fil Olayı Habeşistan'ın Yemen Valisi Ebrehe, Kâbe'ye saldırdı
20 Nisan 571- İnsanlığın en büyük önderi Hz Muhammed (s a v ) doğdu
575 - Dört sene süt annesi Halime'nin yanında kaldıktan sonra ailesine dönüşü
576 - Ebvâ'da annesinin vefâtı
578 - Dedesi Abdulmuttalib'in vefatı ve amcası Ebû Talib'in himâyesine girmesi
583 - Ebû Talib'le Suriye'ye gitmesi ve Busra'da Bahîra'nın,Peygamber olabileceğini sezmesi
591 - Hılf’ûl Fudûl Cemiyeti'ne girmesi, bununla hep iftihar etmesi
596 - Hz Hatice ile evlenmesi,
598 - Oğlu Kasım'ın doğması (Kendisine Ebul Kasım denilmesi)
599 - Hz Ali’nin doğması
600 - Kızı Zeynep doğdu,
604 - Kızı Rukiye doğdu,
608 - Kızı Ümmügülsüm doğdu
608 - Muhammed’ül Emîn denilen Hz Muhammed’in Kâbe hakemliği
610 - Hira mağarasında ilk vahyin gelişi, *Kızı Hz Fatma'nın doğumu
613 - Üç yıl gizli davetten sonra Safâ Tepesi’ne çıkıp açıktan davete başlaması
616 - Hz Hamza ve Hz Ömer'in müslüman olmaları
619 - Hz Hatice ve Ebû Talib'in vefatı (Hüzün Yılı)
620 - Peygamberimizin İslâm'a davet için Taif'e gitmesi - İsrâ ve Mi'rac Olayı - I Akabe Biatı Medineli (Yesribli)12 kişinin müslüman olması 5 vakit namaz farz kılındı
621 - II Akabe Biatı
622 - Hz Ebû Bekir’le Mekke'den Medine'ye hicreti
- Rasûlullah'ın Kuba Mescidi'ni yaptırması Ranuna vadisinde ilk Cuma namazını kıldırması ve ilk hutbeyi okuması Neccâr oğullarının Rasûlullah’ı Medineye götürmesi
- Ebû Eyyûb el Ensârî’nin evinde 7 ay misafir kalması
- Muhacirlerle Ensar arasında kardeşliğin kurulması
- Mekke’de nişanlandığı, Hz Ebubekir’in kızı Hz Aişe ile evlenmesi
623 - Medine'de Mescid-i Nebevî'nin ve Hâne-i Saâdet’in yedi ayda inşâsı
- Ezanın meşrû kılınması İlk nüfus sayımı
- Mescidin önünde fakirleri barındırmak için Suffa yapılması
- Kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan, Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe-i Muazzama'ya çevrilmesi
- Müslümanlarla Yahudiler arasında vatandaşlık antlaşması
- Medine İslam Şehir Devleti' nin ilk anayasasının hazırlanması
- Medine Şehir (site) Devleti'nin kurulması Yönetimin başına ALLAH Rasûlünün geçmesi
- Cihada izin verilmesi
624 - İslam'da ilk harb olan şanlı Bedir zaferi ve Ebû Cehil'in öldürülüşü
- Ramazan orucunun ve zekâtın farz kılınışı İlk bayram namazı
- Peygamberimizin kızı ve Hz Osman'ın hanımı Rukiye'nin vefatı
- Peygamberimizin kızı Hz Fatma ile Ebû Talib'in oğlu Hz Ali'nin evlenmesi
625 - Uhud harbi, Hz Hamza'nın şehid olması
- Hz Hasan’ın doğumu (Ramazan ayında)
- Peygamber Efendimizin Hz Ömer’in kızı Hafsa ile evlenmesi
- Hz Hüseyin’in doğumu (Şaban ayında)
626 - Dûmetü’l Cendel Gazvesi Suriye'de toplanan eşkıyalar dağıtıldı
- Peygamberimizin Ümmü Seleme ile evlenmesi
- İçki ve kumarın haram kılınması
627 - Hendek (Ahzab) Harbi: Medine'yi kuşatan müşriklerin perişan olmaları
- Peygamberimizin, halasının kızı Cahş kızı Zeyneb’le evlenmesi
- Müreysî (Benî Mustalık) Gazâsı:
-ifk (Hz Aişe’ye iftira) dedikodusu yayıldı
- Teyemmüm meşrû kılındı
628 - Hudeybiye Antlaşması Hayber'in Fethedilmesi
- Bir Yahudi kadının Hz Muhammed'i (zehirli etle) zehirleme girişimi
- Peygamberimizin Hz Safiyye ile evlenmesi
- Mut’a nikâhının yasaklanması
- Mekke'den Habeşistan'a göçmüş olan müslümanların Câfer-i Tayyar başkanlığında Medine'ye dönmeleri Necâşi tarafından Peygamberimize gıyaben nikâhlanan Ümmü Habibe vâlidemiz de bu kafiledeydi
- Bizans-İran savaşı İran’da müthiş veba salgını
629 - Hudeybiye Antlaşması hükümlerine göre müslümanların Kâbe'yi ziyaret etmeleri (Umret’ül Kazâ)
- Halid bin Velid ve Amr İbnü’l As'ın müslüman olup Medine’de müslümanlara katılması
- İran’ın Yemen Vâlisi Bazan’ın Müslüman oluşu
- Mu’te Harbi İslam sancaktarı Zeyd bin Hârise, Cafer-i Tayyar ve Abdullah bin Revâha'nın peşi peşine şehit olmaları
630 - Mekke'nin Fethi, Kâbenin putlardan temizlenmesi
- Ebû Süfyan ve oğlu Muaviye’nin Müslüman oluşu
- Huneyn Gazâsı ve Evtas Savaşı
- Taif’in muhasarası, putlarının Ebû Süfyan ve Mugîre’nin eliyle yıkılması
- Kızı Hz Zeyneb'in vefatı Eşi Mâriye’den oğlu İbrahim’in doğumu
- Mescid-i Nebevîde üç basamaklı bir minber yapılması
- Tebük Seferi Peygamberimizin son gazâsı
- Sevgili oğlu İbrahim'in vefatı Necâşî için gâib namazı kılması
631 - Hz Ebubekir’in hac emirliği
632 - Peygamberimizin (ilk ve son) Vedâ Haccı ve Vedâ Hutbesi
- Müslümanlığın hemen hemen bütün Arabistan’a yayılması
-Fazîlet dolu nurlu bir hayattan sonra bu fânî âlemden ebedî âleme göç etmeleri ve ruhunun Refîk-i A’lâ’ya (Yüce Dost'a) yükselişi AKAİD TESTİ:
1- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin tanımıdır?
a) İnsanın yararına ve zararına olan şeyleri bilmesine Akaid denir.
b) İnsanın nasıl namaz kılacağını açıklayan ilim dalına Akaid denir.
c) Dinde inanılması ve reddedilmesi gereken esasları konu alan ilim dalına Akaid denir.
d) Peygamber Efendimizin hayatını anlatan ilim dalına Akaid denir.
2- Aşağıdakilerden hangisi, kelime anlamı olarak “yol, şeriat, itaat, millet” mânâlarına gelir?
a) Akaid b) Din c) İman d) Vahiy
3- İnsanların kendi kafalarından uydurmuş oldukları dinlere ne ad verilir?
a) Hak din b) Muharref dinler
c) Bâtıl dinler d) Dinsizlik dini
4) Seçeneklerden hangisi Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatlarındandır?
a) Kıdem b) Basar c) İlim d) Tekvin
5- Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın “Vahdâniyyet” sıfatının tanımıdır?
a) Allah Teâlâ, sonradan varolmuş hiç bir şeye benzemez.
b) Allah Teâlâ’nın bilmesi demektir.
c) Allah Teâlâ’nın dile ihtiyaç duymadan konuşması demektir.
d) Allah Teâlâ’nın bir olması demektir.
6- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi meleklerin özelliklerindendir?
a) Yemezler ve içmezler b) Erkeklik ve dişilikleri vardır
c) Evlenip çoğalırlar d) Ateşten yaratılmışlardır
7- Tabiat olaylarını düzenleyen melek, seçeneklerden hangisidir?
a) Azrâil b) İsrâfil c)Mîkâil d) Cebrâil
8- Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkamayan varlıklar, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Melekler b) Cinler c) İnsanlar d) Hayvanlar
9- İnsanların sağ ve sol omuzlarında bulunup onların sevaplarını ve günahlarını yazan melekler hangisidir?
a) Münker Nekir b) Kirâmen Kâtibîn
c) Cebrâil d) Mîkâil
10- 16/Nahl sûresi 36. âyete göre, peygamberlerin gönderiliş sebebi nedir?
a) Allah’a ibâdet/kulluk edilmesi ve tâğutlardan kaçınılmasını tebliğ etmek
b) İnsanlara güzel ahlâk örneklerini göstermek
c) Allah’ın varlığını kabul ettirip tek yaratıcı olarak Allah’ı tanıtmak
d) Yeryüzünde halife olarak yaratıldıklarını insanlara öğretmek
11- Allah tarafından doğrudan doğruya veya elçi aracılığı ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere ne denir?
a) Kitap b) Vahiy c) Suhuf d) Şeriat
12- Allah’ın dilediği şeyleri, vâsıtasız olarak peygamberlerin kalbine koyması, vahyin hangi çeşididir?
a) Sâdık rüya ile b) Perde arkasından
c) Melek aracılığı ile d) İlham yolu ile
13- Allah Teâlâ, Kitapları insanlara niçin göndermiştir?
a) Okusunlar diye b) Okuyup amel etsinler diye
c) Diğer insanlara aktarsınlar diye d) Ölülere okusunlar diye
14- Seçeneklerden hangisi Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerinden değildir?
a) Kur’ân-ı Kerim hiçbir bozulmaya uğramamış ve uğramayacaktır.
b) Kur’ân-ı Kerim toplu olarak değil; parça parça indirilmiştir.
c) Kur’ân-ı Kerim bütün insanlara gelmiştir.
d) Kur’ân-ı Kerim’den sonra yine kitap gelecektir.
15- Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân-ı Kerim’i toplayıp kitap haline getiren kimsedir?
a) Peygamber Efendimiz b) Hz. Ömer
c) Hz. Ebû Bekir d) Hz. Osman
16- Seçeneklerden hangisi Akaid ilminin amaçlarındandır?
a) Peygamber Efendimiz’in hayatını doğru şekilde öğretmek.
b) Müslümanların ibâdetlerini nasıl yapacaklarını öğretmek.
c) Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini doğru olarak öğretmek.
d) Müslümanların İmanlarını yanlış ve bâtıl inançlardan korumak.
17- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin konusudur?
a) Ahlâkî esaslar b) Amelî esaslar
c) İtikadî esaslar d) Hukukî esaslar
18- Üstünlüğü kabul edilmiş, kanun ve kurallarla belirlenmiş olan dünya görüşü ve hayat biçimine ne ad verilir?
a) Akaid b) Din c) Fıkıh d) Devlet
19- Seçeneklerden hangisi İslâm dininin hükümlerinden değildir?
a) Din b) İman c) Amel d) Hukuk
20- Aşağıkilerden hangisi İslâm’ın özelliklerinden değildir?
a) Rabbânîdir b) Evrenseldir
c) Tevhid dinidir d) Arapların dinidir
21) Aşağıdaki seçeneklerden hangisi, sözlük karşılığı olarak; “teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek” anlamlarına gelir?
a) İman b) İslâm c) İtikat d) Din
22) Aşağıdakilerden hangisi, sözlük mânâsı olarak; “tasdik etmek, kabul etmek, onaylamak” anlamlarına gelir?
a) Din b) Rasûl c) Mûcize d) İman
23) Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın subûti sıfatlarındandır?
a) Tekvin b) Kıdem c) Beka d) Vücud
24) Allah’ın “sonradan yaratılmış olan şeylere benzememesi” demek olan sıfatına ne denir?
a) Kıyam binefsihi b) Muhâlefetün lilhavâdis
c) Tekvin d) Vahdâniyet
25) Kabirde insanlara çeşitli sorular soracak olan melekler aşağıdakilerden hangisidir?
a) Kirâmen Kâtibin b) Rıdvan meleği
c) Münker Nekir d) Azrâil
26) Aşağıdakilerden hangisi birkaç sahifeden oluşan kitaplara verilen isimdir?
a) Suhuf b) Fasikül c) Vahiy d) Kitap
27) Seçeneklerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan biri değildir?
a) Kıdem b) Tebliğ c) Fetânet d) Sıdk
28) Peygamberlerde bulunması gereken ismet sıfatının anlamı nedir?
a) Güvenilir olmak b) Büyük günah işlememek
c) Akıllı ve zeki olmak d) Doğru olmak
29) Peygamber olan kimselerin peygamber olmadan önce ellerinden ortaya çıkan hârikulâde şeylere ne ad verilir?
a) Mûcize b) İrhâsât c) Kerâmet d) İstidrac
30) Bazı büyük zatların Kur’ân-ı Kerim de ismi geçtiği halde kendilerinin peygamber olup olmadığı şüphelidir. Seçeneklerden hangisi bunlardan biri değildir?
a) Zekeriyya b) Lokman c) Üzeyr d) Zülkarneyn
31) Âhirette amellerin tartılması için kurulacak olan teraziye ne ad verilir?
a) Sırat b) Şefaat c) Mîzan d) Amel defteri
32) Aşağıdakilerden hangisi vahiy çeşitlerinden değildir?
a) Sâdık rüya ile vahiy b) Perde arkasından gelen vahiy
c) İsrâfil (a.s.) aracılığı ile vahiy d) İlham yoluyla vahiy
33) İslâm’ın tüm hükümlerini kabul edip, nefsine ağır geldiği için bazılarını yerine getirmekte ihmali olan kimseye ne denir?
a) Münâfık b) Günahkâr Müslüman c) Müşrik d) Kâfir
34) Bâtıl dinlerin gerçek mimarı kimdir?
a) Firavun b) Nemrut c) Ebû cehil d) Şeytan
35) Aşağıdakilerden hangisi bâtıl dinlerden değildir?
a) Komünizm b) Yahûdilik c) Laiklik d) Sosyalizm
36) İslâm dininin vahye dayalı olması, onun hangi özelliğindendir?
a) İnsanî oluşu b) Rabbânî oluşu
c) Evrensel oluşu d) Kolay oluşu
37) Allah’ın varlığının sonu olmaması demek olan sıfat aşağıdakilerden hangisidir?
a) Beka b) Kıdem c) Vücud d) Vahdâniyyet
38) Cehennem meleklerinin başındaki meleğin ismi nedir?
a) Zebâni b) Rıdvan c) Mâlik d) Mîkâil
39) Bir müslümanın yaptığı herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet sayılabilmesi için gerekli üç şart vardır. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan biri değildir?
a) Meşrûiyet: Yapılan davranışın Allah’ın müsâade ettiği veya emrettiği bir şey olması
b) Usûl/Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapılması
c) Hizmet: Yapılan eylemin Allah’ın dinine hizmet ve yardım özelliği taşıması
d) Niyet: Allah rızâsı için yapılması; başka bir çıkar veya riyâ gibi sebeplerle yapılmaması
40) Aşağıdakilerden hangisi hak dinin özelliklerinden değildir?
a) Tüm peygamberlerin şeriatini kabul b) Meleklere inanmak
c) Âhirete inanç d) İtikatta değişmezlik vardır
41) Sözlükte gayret göstermek, tüm gücünü kullanmak anlamına gelen, terim olarak İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnetteki hükümlerinden yola çıkarak zamanının ve toplumunun sorunlarına çözüm getirmek için vermiş oldukları fetvâlara ad olan kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a) İlim b) Fetvâ c) Mezhep d) İctihad
42) Peygamberlerin “zeki ve akıllı olmaları” diye tarif edilen sıfata ne ad verilir?
a) İsmet b) Sıdk c) Emânet d) Fetânet
43) Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması aşağıdaki hârikalardan hangisine bir örnektir?
a) İrhâsat b) Mûcize c) Kerâmet d) İstidrac
44) Aşağıdakilerden hangisi istidraca bir örnek olabilir?
a) Peygamber efendimizin şehâdet parmağı ile ayı ikiye ayırması
b) Hz. Mûsâ’nın asası ile denizi ikiye ayırması
c) Uzun yıllar yaşayan Firavunun başının bile ağrımaması
d) Taşların ve ağaçların Peygamber Efendimiz’e selâm vermesi
45) “Yoksa siz Kitaptan bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Onlar kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler” (2/Bakara, 85) âyeti aşağıdakilerden hangisine delil olabilecek bir âyettir?
a) İtikad esasları değişmez
b) İtikad esasları bölünme kabul etmez bir bütündür
c) İtikad esasları evrenseldir
d) İtikad esasları, insana mutluluk verir
46) Cehennemin üzerine kurulmuş olan köprüye ne ad verilir?
a) Mizan b) Kevser c) Sırat d) Mahşer
47) İrhâsat ile mûcize arasındaki fark, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mûcizeyi Nebî olanlar, irhâsatı Rasûl olanlar gösterir.
b) Mûcizenin benzerini kimse getiremez ama irhâsatın benzerini başka insanlar da getirebilir.
c) Mûcizeyi, peygamber olacak olan kimseler peygamber olmadan önce gösterirler, irhâsatı ise peygamber olduktan sonra gösterirler.
d) Mûcizeyi, peygamber olacak olan kimseler peygamber olduktan sonra gösterirler, irhâsatı ise peygamber olmadan önce gösterirler.
48) Allah (c.c) insanlara kaç tane peygamber göndermiştir?
a) 25 peygamber b) 28 peygamber
c) 124 000 peygamber d) Sayısını ancak Allah bilir
49) Aşağıdakilerden hangisi insanı küfre düşürmez?
a) İslâm’daki emir ve yasakların gereksiz olduğuna inanmak.
b) Tâğutlara gönülden itaat etmek.
c) İslâm’ın emir ve yasaklarını kabul ettiği halde bir kısmını yerine getirmemek .
d) Allah’tan başkasına ilâh derecesinde aşırı sevgi saygı göstermek.
50) “Varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç olmaması”, Allah Teâlâ’nın hangi sıfatının açıklamasıdır?
a) Vücud b) Kıyam bi-nefsihi
c) Muhâfetün-lil havâdis d) Vahdâniyyet
51) Seçeneklerden hangisi Akaid ilminin amacı değildir?
a) Hangi inançta olursa olsun, insanın ahlâklı olmasını sağlamak.
b) İnsanın hayata bakışını, dünya görüşünü İslâm’a uygun hale getirmek.
c) İnsanı zararlı inançlardan ve fikirlerden korumak.
d) İnsanın dünya ve âhiret saâdetine ermesini sağlamak.
52) Aşağıdakilerden hangisi “şirk”in çeşitlerinden biri değildir?
a) Allah’ın emirlerini ve yasaklarını kabul ettiği halde, bir kısmını yerine getirmemek.
b) Allah’a inanmakla birlikte, Allah’a yaklaştıracağı inancıyla başka varlıklara tapmak.
c) Allah’la beraber başka bir tanrının varlığını kabul etmek.
d) Kâinattaki her olayın, Allah’ın dilemesiyle değil; kendi kendi kendine meydana geldiğine inanmak.
53) İnsanın yüce ve hâkimiyet sahibi birine boyun eğmesi, itaat etmesi, ona isyan etmeden kulluk etmesine ne denir?
a) İbâdet b) İsyan c) Küfür d) Şükür
54) Aşağıdaki seçeneklerden hangisi “tevhid” kelimesinin tanımıdır?
a) Allah’a zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde ortak güçler tanımak.
b) Allah’ın, insanlara, yapmalarını kesin bir şekilde emrettiği fiillere tevhid denir.
c) Kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri, fıkıh kurallarını öğreten ilmin adıdır.
d) Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde bir tek olduğuna inanmak.
55) İslâm’ın hükümleri; 1- İman 2- Amel 3- Ahlâk 4- Hukuk olmak üzere dört kısma ayrılır. Buna göre, “devlet yönetimi, toplum idaresi, evlenme, boşanma, ticaret, cezâlar, dâvâlar ve miras ile ilgili hükümler” yukarıdaki hükümlerden hangisine girer?
a) 1 b) 2 c) 3 d) 4
56) “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” ifâdesinin anlamı, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.s.)’den başka peygamber yoktur.
b) Ben şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben yine şâhitlik ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kuludur.
c) Allah’tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun Rasûlüdür (peygamberidir).
d) Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur. Muhammed bir tek peygamberdir.
57) “Kanun ve hüküm koyan, otorite ve güç sahibi, kendisinden yardım istenilen, ibâdet edilen, güvenilen, sevilen ve korkulan, itaat edilen ve emirlerine uyulan ihtiyaçları gideren, duâya karşılık veren, belâları gideren” gibi anlamlara gelen kelime, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rab b) İlâh c) Tâğut d) Bel’am
58) “İster kulluk maksadıyla olsun, isterse başka sebeple herhangi bir varlığa duyulan bağlılık, göste-rilen tevâzu, saygı, yapılan itaat, o varlığa ................. demektir.” Bu ifâdedeki boş bırakılan yere, aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
a) ibâdet etmek b) isyan etmek
c) küfretmek d) şükretmek
59) Aşağıdakilerden hangisi tevhid inancını bozmaz?
a) Allah’dan başkasına ibâdet ve itaat etmek.
b) Allah’dan başkasına duâ ve tevekkül etmek.
c) Mü’min olduğu halde bazı günahlar işlemek.
d) İslâm’ı hafife almak, İslâm Diniyle alay etmek.
60) Aşağıdakilerden hangisi bir adı İslâm olan Hak dinin bozulmuş (tahrif edilmiş) şeklidir?
a) Yahûdilik b) Budizm c) Laiklik d) Mecusilik
61) Aşağıdakilerden hangisi tevhidi bozan fiillerden değildir?
a) Allah’tan başkasına helâl ve haram kılma yetkisi vermek.
b) Allah’a tevekkül etmek.
c) İbâdeti Allah’tan başkası adına yapmak.
d) Kur’an’daki hükümlerden bazısının günümüzde geçersiz olduğunu söylemek.
62) Aşağıdakilerden hangisi müşrikler için doğru değildir?
a) Müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inanırlar.
b) Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkasına vermezler.
c) Yeryüzündeki otoriteyi Allah’a ait görmezler.
d) Allah’ın, göklerde hükmü geçen bir zât olduğunu kabul ederler.
63) Aşağıdakilerden hangisi müslümanı mürted yapmaz?
a) İçkinin haram olduğuna inandığı halde içki içmek.
b) İslâm’ın hükümleriyle alay etmek, hafife almak.
c) Allah’a itaati bırakıp, gönül rızâsıyla tâğuta itaat etmek.
d) İslâm’ın hükümlerini değiştirmek.
64) Aşağıdakilerden hangisi “tâğut”ların özelliklerinden biri değildir?
a) İnsanları Allah’a isyana dâvet eder.
b) İnsanları zorla da olsa kendine itaat ettirmeye çalışır.
c) Allah’ın kanunları yerine, kendisi kanunlar koyar.
d) Yaratıcının Allah değil; kendisi olduğunu ileri sürer.
65) Aşağıdakilerden hangisi Bel’am’ların en belirgin özelliğidir?
a) İnsanları Allah’ın adını kullanarak aldatırlar.
b) İslâm düşmanlarına hakkı açık ve tâvizsiz anlatırlar.
c) Zâlime karşı mazlumun hakkını savnurlar.
d) İnsanlara Allah’ın dinini hiç değiştirmeden tebliğ ederler
66) Aşağıdakilerden hangisi tevhid inancını bozmaz?
a) Allah’tan başkasına ibâdet ve itaat etmek.
b) Allah’tan başkasına duâ ve tevekkül etmek.
c) Mü’min olduğu halde bazı haram ve günahları işlemek.
d) İslâm’ı hafife almak, İslâm dini ile alay etmek.
67) Aşağıdakilerden hangisi “İman” kelimesinin tanımıdır?
a) Bir şeyi kalp ile kabul etmek.
b) Bir şeyin varlığını dil ile söylemek.
c) Kalp ile kabul edip dil ile söylemek ve gereğini yapmaya gayret etmek.
d) Ahlâken güzel olmak.
68) Allah Teâlâ’nın sıfatları ve isimleri, yaratmış olduğu varlıklardan hangisine benzer?
a) bazısına benzer b) meleklere
c) peygamberlere d) hiçbirine benzemez
69) Seçeneklerden hangisi meleklerin özelliklerindendir ?
a) İnsanlar gibi yer, içer, çoğalır ve ölürler.
b) İnsanlar gibi Allah’a karşı gelme kabiliyetleri vardır.
c) Gaybı bilirler.
d) Allah’a daima itaat ederler, O’na karşı gelmezler.
70) Aşağıdakilerden hangisi, Cebrâil (a.s.) adlı meleğin görevidir?
a) Sura üflemek
b) Tabiat olaylarını düzenlemek
c) Eceli gelenlerin ruhlarını bedenlerinden ayırmak
d) Allah’ın emir ve yasaklarını Peygamberlere ulaştırmak
71) Seçeneklerden hangisi şeytanın özelliği değildir?
a) İnsanlara Mûsâllat olarak onların içine girer; zorla da olsa insana egemenlik sağlar.
b) İnsanların arasına fitne sokarak birbirine düşman etmeye çalışır.
c) Toplumda içki, kumar, zina, fuhuş, uyuşturucu gibi kötülüklerin yayılması için mücâdele eder.
d) İnsanların Allah’a ibâdet eden sâlih kul olmalarını engellemeye çalışır.
72) Aşağıdakilerden hangisi vahyin çeşitlerinden değildir?
a) Velîlerin elinden olağanüstü olayların meydana gelmesi
b) Meleğin görünmeden getirdiği hükümler
c) Cebrâil (a.s.)’in kendi şekliyle gelerek getirdiği hükümler
d) Arada hiçbir vâsıta olmadan Peygamberimiz’in direkt Allah’tan aldığı hükümler
73) Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardandır?
a) Tebliğ b) Günah işlemek
c) Yalan söylemek d) Emânetlere riâyet etmemek
74) Seçeneklerden hangisi peygamberlerin gönderiliş amacı olamaz?
a) İnsanları Allah’ın dinine dâvet etmek
b) İnsanlara Allah’a nasıl ibâdet edeceklerini göstermek
c) İnsanların eski inanç, âdet ve geleneklerine hiç dokunmadan onları devam ettirmek
d) İnsanlara ahlâkî yönden güzel örnek olmak
75) Allah Teâlâ’nın dilediğini yapma gücüne sahip olmasına ne denilir?
a) Kelâm b) Kıyam bi-nefsihî c) Kudret d) Basar
76) Şefaat, Allah’ın izin verdiği zatlar tarafından, aşağıdakilerden hangisine yapılabilir?
a) Müşrik b) Günahkâr müslüman
c) Münâfık d) Râhip
77) Aşağıdakilerden hangisi kaza ve kader konusunda insanı küfre sokmaz?
a) Musîbetlere karşı çare aramak b) Kadere sövmek
c) Kaza ve kaderi inkâr etmek d) Kaderle alay etmek
78) İslâm’ın hükümleri; 1) İman, 2) Amel, 3) Ahlâk, 4) Hukuk olmak üzere dört kısımdır. Buna göre, “söz, davranış, hal ve hareketlerimizle alâkalı hükümler” hangi kısma girer?
a) 1 b) 2 c) 3 d) 4
79) İnsanın yüce ve hâkimiyet sahibi birine boyun eğip itaat etmesi, ona isyan etmeden kulluk etmesine ne denir?
a) İbâdet b) İtaat c) Tevhid d) Şükür
80) Âhiret günü, günahı sevâbından fazla olduğu için cehenneme girme durumundaki günahkâr müslümanlar için Allah’a yalvarmak ve onların affedilip Allah’ın izniyle cennete girmelerini sağlamaya ne denir?
a) Mükâfat b) Niyaz c) Şefaat d) Duâ
81) Allah emrettiği zaman kıyâmetin kopması ve ikinci olarak da ölülerin dirilmesi için “Sûr”a üfürecek olan melek hangisidir?
a) Cebrâil b) Mikâil c) İsrâfil d) Azrâil
82) Aşağıdakilerden hangisi bilgi kaynağı değildir?
a) İlham b) Selim hisler c) Vahiy d) Akıl
83) Allah’ı inkâr etmede önemli etkenler, seçeneklerden hangisinde doğru olarak sayılmıştır?
a) Zulüm ve fesad – Bilgisizlik – Şirk
b) Kibir ve inat – Cehâlet – Tâğutların ifsâdı
c) Küfür – Şirk – Nifak
d) İsyan – Haramlara dalma – Küfrün hâkimiyeti
84) Bir şeyin hakikatini idrâk etmeye ve mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesine ne denir?
a) Vahy b) Mütevâtir Haber c) İlim d) Akaid
85) İslâm’a göre bilgi kaynaklarının en temelini teşkil et,tiği halde, kâfirlerin bilgi kaynağı olarak kabul etmedikleri şey, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Selim hisler b) Beş duyu c) Vahy d) Akıl
86) “Mütevâtir haber”le ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a) Çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru habere mütevâtir haber denir.
b) Yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mütevâtir haber denir.
c) Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını bildirmesine mütevâtir haber denir.
d) Kur’an mütevâtirdir. Yani nesilden nesile tevâtür yoluyla aktarılarak bize ulaşmıştır.
87) Bilgi kaynaklarımızdan biri olan duyu organlarımız hakkında aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a) Duyu organlarımız kendi sahalarına giren olaylar hakkında kapasiteleri dâhilinde bilgi verirler.
b) Duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgiler verdiği durumlar vardır.
c) Duyu organlarımızla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır.
d) Duyu organlarımızın verdiği bilgiler kesindir, bizi hiç yanıltmazlar.
88) İnsanın düşünme, bilme ve davranışlarını belirlemesi, iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırt etmesiyle ilgili kabiliyetine ne denir? (Kendisinde bu yetenek olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Ona sahip olmayanın dini de yoktur.)
a) Akıl b) Selim hisler c) Vahy d) İlim
89) Ebû Cehil’e “câhillerin atası” anlamındaki bu ismin verilmesinin sebebi nedir?
a) Oğulları câhil olduğu için
b) Kendisi okuma yazma bilmediğinden dolayı
c) Bilgili olmadığı, özellikle Allah’ı hiç bilmediği ve inanmadığı sebebiyle
d) Yanlış bilgilere sahip olduğundan, özellikle Allah hakkında yanlış bilgi ve inançlarından ötürü
90) Aslı İslâm olduğu halde, sonradan katmalar ve atmalarla tahrif edilen (bozulan) dinler vardır. Bu muharref dinler hangileridir?
a) Mecûsîlik ve Şâmanizm b) Hıristiyanlık ve Yahûdilik
c) Putperestlik ve Şirk d) Kapitalizm ve Komünizm
91) “Sizin dininiz size; benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 6) âyeti, bize aşağıdaki seçeneklerden hangisini öğretmektedir?
a) Müslümanların dininin o günkü dinlerden farklı olmadığını
b) Ebû Cehil ve benzerlerinin dinlerinin de hak olduğunu
c) İslâm’ın dışındaki yaşama şekillerinin bir din olmadığını
d) İslâm’ın dışındaki hayat tarzlarının da bir din olduğunu
92) Kapitalizm, Kemalizm, Demokrasi ve Laiklik için, aşağıdakilerden hangisi tam doğrudur?
a) Bunlar çağımızın idare şekillerindendir. İyisi de olur, kötüsü de.
b) Bunlar bâtıl (uydurma) dinlerdendir. Bâtıl dinlerdeki tüm özellikler, bunlarda da vardır.
c) Bunlar muharref dinlerdir.
d) Bunlar, din olarak kabul edilmez. Sadece yönetim şekli ve ideolojik anlayışlardır. Bunların, varsa kötülüklerinden sakınmalıyız.
93) İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani bilginin kaynağı üçtür. Seçeneklerden hangisinde bu bilgi kaynakları doğru olarak belirtilmiştir?
a) Doğru haber (vahy ve mütevâtir haber) – Selim hisler – Akıl
b) Vahy – Mütevâtir haber – Doğru haber (selim hisler)
c) Vahy – Akıl – Mütevâtir haber (doğru haber)
d) Selim hisler – Beş duyu – Vahy (mütevâtir haber)
94) Allah tarafından, peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekline ve dünya görüşüne ne denir?
a) İman b) Amel c)Hukuk d) İslâm
95) Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim; Bu dört büyük kitap, sırasıyla hangi peygamberlere gelmiştir?
a) Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Muhammed
b) Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Mûsâ, Hz. Muhammed
c) Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud, Hz. İsa, Hz. Muhammed
d) Hz. Muhammed, Hz. İsa, Hz. Dâvud, Hz. Mûsâ
96) Kur’ân-ı Kerim hakkında aşağındaki seçeneklerin hangisi yanlıştır?
a) Kur’an bizzat Allah’ın koruması altındadır.
b) Kur’an’da 114 sûre vardır.
c) Kur’an Fâtiha sûresi ile başlar, İhlâs sûresi ile sona erer.
d) Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi Kur’an’dır.
97) Kelime-i Tevhidi kalp ile tasdik etmediği (gönülden inanmadığı) halde, bunu yalnız diliyle söyleyen kimseye ne denir?
a) Müslüman b) Fâsık c) Müşrik d) Münâfık
98) Allah’ın varlığıyla ilgili aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a) Allah’ın varlığını kabul eden herkese müslüman denir.
b) Kâinattaki muazzam düzen ve nizam, yaratıcının tek olduğunu gösterir.
c) Bozulmamış, sağlam akıl Allah’ın varlığını kabul etmek zorundadır.
d) Allah’ın varlığına inanmak fıtrîdir (yaratılış gereğidir).
99) Aklını ve duyu organlarını gereği gibi kullanmayanlara Kur’ân-ı Kerim ne demektedir?
a) Şeytan, hatta daha aşağı b) Hayvan, hatta daha aşağı
c) Câhil, hatta daha aşağı d) Beşer, hatta daha aşağı
100) Kur’an’da ve ıstılahta Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; “bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir.” Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir” görüşü, genel itibarıyla doğru bir görüştür. Buna göre, dinlerin tasnifi konusunda aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Dinler dörde ayrılır: İslâm – Hıristiyanlık – Ya11/Hûdîlik – Putperestlik
b) Dinler üçe ayrılır: Hak Din – Bâtıl din – Tâğûtî din
c) Dinler üçe ayrılır: Hak din – Muharref dinler – Bâtıl dinlerd) Dinler dörde ayrılır: Hak din (İslâm) – Muharref dinler (kapitalizm, komünizm gibi) – Bâtıl dinler – Uydurma dinler Akaid testinin cevaplari:
1 c 26 a 51 a 76 b
2 b 27 a 52 a 77 a
3 c 28 b 53 a 78 b
4 a 29 b 54 d 79 a
5 d 30 a 55 d 80 c
6 a 31 d 56 c 81 c
7 c 32 d 57 b 82 a
8 a 33 b 58 a 83 b
9 b 34 d 59 c 84 c
10 a 35 b 60 a 85 c
11 b 36 b 61 b 86 c
12 d 37 a 62 b 87 d
13 b 38 c 63 a 88 a
14 d 39 c 64 d 89 d
15 c 40 a 65 a 90 b
16 d 41 d 66 c 91 d
17 c 42 d 67 c 92 b
18 b 43 a 68 d 93 a
19 a 44 c 69 d 94 d
20 d 45 b 70 d 95 c
21 b 46 c 71 a 96 c
22 d 47 d 72 a 97 d 23 a 48 d 73 a 98 a
24 b 49 c 74 c 99 b
25 c 50 b 75 c 100 c VAKIF İLMİHALİ TESTİ
1-Aşağıdakilerden hangisi “Din” kelimesinin sözlük anlamları arasında yer alır?
A-Gidilen yol
B-Mükâfat
C-Görüş birliği
D-Nakli delil
2-Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnifte kaç türlü din vardır?
A-8
B-3
C-2
D-4
3-Aşağıdakilerden hangisi akaid mezheplerinden biri değildir?
A-Şia
B-Mutezile
C-Mâliki
D-Eş’ari
4-Akaid mezhepleri için kullanılan diğer isim aşağıdakilerden hangisidir?
A-Fırka
B-Sünnet
C-İstihsan
D-Taraftar
5-Mezheb’in çoğulu hangisidir?
A-Misak
B-Mezâhib
C-Fırak
D-Makalât
6-Fırka-i nâciye kavramının anlamı hangi şıkta doğru olarak verilmiştir?
A-Din taraftarları
B-İman ehli
C-Kurtuluşa eren grup
D-Dini mezhepler
7-İman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden ehli sünnet topluluğuna ne ad verilir?
A-Eş’ariyye
B-Maturidiyye
C-Kaderiyye
D-Selefiyye
8-Eş’ariyye mezhebinin kurucusunun ismi aşağıdakilerden hangisidir?
A-Ebü’l-Hasan Ali b.İsmail el-Eş’ari
B-Enes b.Malik
C-Ebu Ali el-Cübbai
D-Bişr b.Mutemir
9- Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit eden mezhep aşağıdakilerden hangisidir?
A-Caferiyye
B-Eş’ariyye
C-Mâturidiyye
D-Cebriyye
10-Mecûsilik dini hangi din tasnifine girer?
A-Tek tanrılı dinler
B-Düalist dinler
C-Kurucusu olan dinler
D-Geleneksel dinler
11-Dinin batılı ilim adamları tarafından yapılan tarifleri arasında yer alan Taabbüdi unsur ne demektir?
A-Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı kalben duyulan bağlılık duygusu
B-Aynı zihnî ve hissî unsurları paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup
C-Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü
D-İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudiyetini zihnen kabulü
12-Aşağıdaki eserlerden hangisi İmam Azam’ın eserlerinden birisidir?
A-Er Risale Fil usul
B-el-Müsned
C-el-Muvatta
D-Fıkhul Ebsat
13-Aşağıdakilerden hangisi “Telfik” kavramını açıklar?
A-Kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrin
B-Bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutmak
C-Farklı hükümlerin bir araya getirilmesini ifade etmek
D-Farklı din mensuplarını bir araya getirmek
14-“Hulul inancı” neyi ifade eder?
A-Allah’ın insan bedenine girmesini
B-Velinin peygamberden üstün olduğunu
C-Ölen bir insanın ruhunun başka bir insan ve hayvanın bedenine girmesini
D-Dünya işlerini tümden terk etmeyi
15-“Mu’menün Bih” ne anlama gelir?
A-Gönül huzuru
B-İman esası
C-İslam’ın esasları
D-Toptan inanmak
16- Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana ne denir?
A-İcmali iman
B-Tafsili iman
C-Tedvini iman
D-Taklidi iman
17-Ye’s kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
A-Ümitvar olmak
B-Mütmain olmak
C-Ümit kesmek
D-Şüphelenmek
18-Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç,söz veya davranışından ötürü kâfir saymaya ne denir?
A-Tekfir
B-Tekebbür
C-Kefere
D-Tevkif
19- Allah'ın varlığını ispatlamak için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşunu ifade eden delile ne ad verilir?
A-İmkan delili
B-Fıtrat delili
C-Hudus delili
D-Âyet delili
20-Zâti sıfatların diğer ismi nedir?
A-Subuti
B-Ezeli
C-Ebedi
D-Tenzîhî
21- “Sonradan olan şeylere benzememek” anlamına gelen sıfat hangisidir?
A-Hayat
B-Kıyam bi-nefsihi
C-Muhâlefetül Lil Havadis
D-Vahdaniyet
22-Allah’ın iradelerinden Yasama ile ilgili olan iradeye ne ad verilir?
A-Tekvinî irade
B-Teşriî irade
C-Külli irade
D-Cüz’i irade
23-Allah'ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah'a çok yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerin ismi aşağıdakilerden hangisidir?
A-Mukarrebûn ve İlliyyûn
B-Hamele-i Arş
C-Kirâmen Kâtibîn
D-Rıdvan
24-Hz.Şit’e gönderilen suhuf kaç sayfadan oluşmaktadır?
A-30
B-40
C-50
D-10
25-Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli olan peygambere ne denir?
A-Resul
B-Mürsel
C-Elçi
D-Nebî
26-Aşağıdakilerden hangisi “Tebliğ” sıfatının zıt anlamını ifade eder?
A-Ahmak
B-Kitmân
C-Günahkâr
D-Hain
27-Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlara ne ad verilir?
A-İrhâs
B-İhanet
C-Kerâmet
D-İstidrac
28- Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara ne denir?
A-Mânevî mûcize
B-Haberî mûcize
C-Hissî mûcize
D-Zihnî mûcize
29-Kabir hayatının diğer ismi nedir?
A-Eşrâtü’s-saat
B-Elest
C-Kalu Belâ
D-Berzah
30-Eşrâtü’s-saat ne demektir?
A-Kabir azabı
B-Kıyamet alâmetleri
C-Ba’s
D-Haşir
31-Aşağıdakilerden hangisi kıyametin büyük alametlerinden biridir?
A-Duman
B-Dini emirlerin ihmal edilmesi
C-Ehliyetsiz insanların söz sahibi olması
D-Dünya malının bollaşması
32-Ba’s kavramının sözlük anlamı ne demektir?
A-Toplanmak,bir araya gelmek
B-Cehennemin üzerine uzatılan yol
C-Öldükten sonra tekrar dirilmek
D-İnsanların hesaplarının görülmesi
33-Aşağıdakilerden hangisi yeniden dirilme hallerinden biri değildir?
A-Ba’s
B-Haşir
C-Mizan
D-Dâbbetül Arz
34-Aşağıdaki şıkların hangisinde cehennemin iki tane ismi doğru olarak verilmiştir?
A-Dâru’s-selam - Firdevs
B-Lezâ – Hâviye
C-Dârul Mukame – Darul Huld
D-el Makamul emin – Cennet-i naim
35-Şefaatin Allah’ın izni olmadan gerçekleşemeyeceğini bildiren âyet aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak verilmiştir?
A-İsra,79
B-Bakara,257
C-Bakara,255
D-Enbiya,30
36-Yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesine ne ad verilir?
A-Kader
B-Kazâ
C-Küllî irade
D-Teşriî irade
37-“Azm-i Musammem” kavramı ne anlama gelir?
A-Yönelme
B-İhtiyâr
C-Tahsis etmek
D-Kesinleşmiş karar
38-Tevekkül kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
A-İyilik
B-Tercih etmek
C-Güvenmek
D-Ölçü
39-……….., Yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şeydir. Yandaki boşluğa aşağıdakilerden hangisi getirilmelidir?
A-Para
B-Rızk
C-Mal
D-Bahçe
40-“Bir şeyi bilmek,iyi ve tam anlamak,iç yüzünü ve inceliklerini kavramak “ anlamına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
A-Fıkıh
B-İstihsan
C-Hukuk
D-İctihad
41-İcmâ terimi ne anlama gelir?
A-Müctehidin bir meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi
B- Naslarda hükmü bulunmayan fıkhî meseleye, aralarındaki illet birliği sebebiyle, naslarda düzenlenmiş meselenin hükmünü vermek
C-Müctehidlerin Hz. Peygamber'in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer‘î bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleri
D-Daha önce varlığı bilinen bir durumun varlığını koruduğuna hükmetme yöntemi
42-Edilletü’l Ahkâm kavramının anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
A-Dinin yardımcı kaynakları
B-Kıyasın rükünleri
C-Mükellefin fiilleri
D-Dinin hukukî kaynağı
43-Aşağıdakilerden hangisi Fıkhın fer’i delilleri arasında yer alır?
A-Sünnet
B-İstislâh
C-Kıyas
D-İcmâ
44-“Şer‘ü men kablenâ” ne anlama gelir?
A-İslâm öncesi şeriatlar
B-Dinen varlığı kabul edilen hüküm
C-Önceden varlığı bilinen hüküm
D-Dinin temel hükümleri
45-Dinî yükümlülüğü farz ve vâcip şeklinde iki kademede ele alan mezhep hangisidir?
A-Hanbeli
B-Şafiî
C-Hanefi
D-Mâliki
46- Hakkında açık bir nas yani âyet veya hadis metni bulunmayan fıkhî bir konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş" anlamını ihtiva eden kavram hangisidir?
A-İctihad
B-Mezhep
C-Vaz’i hüküm
D-Re’y
47-Daha önce varlığı bilinen bir durumun varlığını koruduğuna hükmetme yöntemine ne denir?
A-İstislah
B-İstishap
C-Kıyas
D-İstihsan
48-“İnsanın dinin hitabına ehil olması” anlamına gelen kavram hangisidir?
A-Ehliyetü’l-hitap
B-Ahkâm-ı şer’iyye
C-Ahkâm-ı ilahiye
D-İbâha-i Asliye
49-İnsanın fiilleri kaça ayrılır?
A-6
B-3
C-2
D-4
50-Oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü olmayan fiillere ne denir?
A-Cüz’i irade
B-İhtiyarî fiiller
C-Külli irade
D-Iztırarî fiiller
Cevaplar: 1B 2D 3C 4A 5B 6C 7D 8A 9C 10B 11C 12D 13C 14A 15B 16D 17C 18A 19B 20D 21C 22B 23A 24C 25D 26B 27A 28C 29D 30B 31A 32C 33D 34B 35C 36A 37D 38C 39B 40A 41C 42D 43B 44A 45C 46D 47B 48A 49C 50D DİYANET İLMİHALİ 1.CİLT ÖZETİ
Din
Genel anlamda din insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır. Özel anlamda din sözlükte “örf ve âdet, ceza ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm’de din kelimesi doksan iki yerde geçmekte, ayrıca üç âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur’an’da bu kelimenin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: "Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, ceza, hesap, millet". Kur'ân-ı Kerîm’de din teriminin, sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür: İlk dönem Mekkî âyetlerde bu kelime "yevmü’d-dîn" (din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği âhiret gününü ifade etmektedir. Mekke döneminin ikinci yarısında ise artık, sorumluluk ve hesaptan tevhid ve teslimiyete geçilmektedir. Bu dönemdeki âyetlerde insanın sadece Allah’a ibadet etmesi, ona ortak koşmaması vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğu belirtilmektedir. Dinin bütün dinleri içine alabilecek bir tanımı ancak din kavramının sınırları kesin bir şekilde belirlendikten sonra yapılabilir. Çağdaş Batılı ilim adamları tarafından dinin birbirinden farklı tarifleri yapılmıştır. Bu tarifler büyük ölçüde ferdî tecrübe ile zihnî, hissî, taabbüdî ve içtimaî elemanlardan ibaret beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmıştır. Ferdî tecrübe dışında kalan mevcut bu dört unsuru şu şekilde açıklamak mümkündür:
a) Zihnî unsur. İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudiyetini zihnen kabulü. Tanrı kavramı veya çok genel ifadesiyle kutsal kavramı, bütün dinlerin özündeki temel unsurdur.
b) Hissî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı kalben duyulan bağlılık duygusu.
c) Taabbüdî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü. Buna davranış faktörü de denilmektedir ki çok genel olarak ibadeti veya kulluk gereklerini ifade etmektedir.
d) İçtimaî unsur. Aynı zihnî, hissî, taabbüdî unsurları paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup.
İslâm bilginleri dinin tarifini, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan açıklamaları ve İslâm inançlarını göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Buna göre hak dinin tarifi şu şekildedir: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.”
Dinlerle ilgili ilmî araştırmalara paralel olarak dinler değişik açılardan çeşitli kıstaslara göre tasnife tâbi tutulmuş ve ele alınan kıstaslara göre farklı tasnif şemaları ortaya çıkmıştır. Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı, sosyoloji-tarih ve coğrafya tarih açılarından olmak üzere üç kavrama dayalı olarak yapılmaktadır.
Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:
1. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler)
2. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik).
3. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi)
4. Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi)
Sosyolojik-tarihî açıdan yapılan din tasniflerinden birisi şu şekildedir:
1. Kurucusu olan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm gibi)
2. Geleneksel dinler (kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan, Eski Mısır dini gibi)
Mezhep/Fırka
Mezhep sözlükte "gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrini ifade eder. Çoğulu "mezâhib"dir. Mezhep kurucusu kabul edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen İslâm dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibadet ve hukuk) alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır. İşte belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen fikrî kümeleşmeye mezhep denilmiştir. Genellikle fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise, Şîa, Mu‘tezile, Havâric gibi belli topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izâfetle de anılmıştır: Mâtürîdî, Eş‘arî gibi. Ana akaid mezheplerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhepleri gibi daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhepleri için daha çok "grup" anlamına gelen "fırka" (çoğulu fırak), "görüş" anlamına gelen "makale" (çoğulu makalât) ve "anlayış tarzı" mânasına gelen "nıhle" (çoğulu nihal) kelimeleri kullanılır.
İtikadi Mezhepler / Fırkalar
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde Müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür. Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade Müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm,30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir. Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmış, "ehl-i hak" terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ifadesinden hareketle kendisini "fırka-i nâciye” olarak nitelendirmiştir. Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye'ye "Ehl-i sünnet-i hâssa", Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i sünnet- i âmme" denildiği de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır. Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir. Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:
a-Selefiyye: Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye "Sıfâtiyye" de denilmiştir. "Ehl-i sünnet-i hâssa" ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir. Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.
b-Eş‘ariyye : Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu‘tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış ve Eş‘arîliği kurmuştur. İmam Eş‘arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür. İmam Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir. İmam Eş‘arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş‘arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö.478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir. Eş‘arîlik, daha çok Mu‘tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş‘arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş‘arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş‘arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da yayılmıştır.
c-Mâtürîdiyye : Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefat etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş‘ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür.
d-Mu‘tezile : Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin dersini terkeden Vâsıl b. Atâ ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd" diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el- Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu‘tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da; 1. Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid), 2. Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli olduğu (adl), 3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd), 4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn), 5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün Müslümanlara farz olduğu (emir bi'l-ma‘rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir.
e-Cebriyye: İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren ayetlerden hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap
veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.
f-Hâricilik: Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.
g-Şiâ: Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte "taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır. Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler. İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
Fıkıh Mezhepleri
Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denir.
a-Hanefi Mezhebi: Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Baðdat'ta vefat etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır. Ebû Hanîfe’nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır. Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivayetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını
ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re’y arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur'an'ın genel ilkelerini, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. Verdiği hüküm ve fetvalarında şahsî teşebbüs ve sorumluluğun, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir. Onun bu metodu ve tavrı, daha sonra adına izâfe edilerek oluşacak olan Hanefî mezhebinin de genel esaslarını ve metodunu teşkil etmiştir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler. ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden bilhassa ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hocalarının görüş ve fetvalarını tasnif ve tedvîn işine giriştiler. Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir. Hanefî mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bu mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar’da Hanefî mezhebi çok yaygındır. Diğer mezhep mensuplarının pek az bulunduğu Hindistan'da ve Pakistan'da ise
Hanefî mezhebinin tek mezhep olduğu söylenebilir. İmam Azam’ın başlıca eserleri: Fıkhul Ekber,Fıkhul Ebsat, nu’mân b. risale i redd-i havaric ve redd-i kaderiyye , kitab-ül-âlim vel-müteallim, vasiyeti nukirru, müsned lil imamı azam,el-asl,kasidei numaniyye.
b-Maliki Mezhebi: fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi. Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvaları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. İmam Mâlik hüküm istinbatında kitap, sünnet, icmâ, sahâbe kavli, örf ve âdet delilleri dışında kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi‘ gibi fer‘î delillere de başvurmuştur.. İmam Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler’in ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Zira İmam Mâlik zamanındaki Medine tatbikatı, Hz. Peygamber döneminden tevâtür sayısının çok üzerinde topluluklar aracılığıyla intikal ettirilmiş uygulamalardır. Hz. Peygamber yaklaşık on yıl onların içinde yaşamış, onların örf ve âdetlerini görmüş, İslâm'ın ruhuna aykırı olanlarını ilga etmiş, bir kısmını düzeltmiş, diğer bir kısmını da olduğu gibi bırakmıştır. Şu halde bu uygulamanın (amelin) mütevâtir sünnet mesabesinde sayılması gerekir. Mâlikî mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti’nin resmî mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Eseri: El Muvatta imam malik'in el-muvatta adlı hadis kitabı bu a-landa yazılmış temel kaynaklardan biri olduğu gibi aynı zamanda günümüze kadar gelen hadis kaynakları arasında ilk tedvin edileni niteliği taşımaktadır.
c-Şafii Mezhebi: Şâfiî mezhebinin kurucusu sayılan, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî 150 (767) yılında Gazze şehrinde (Filistin) doğdu. İmam Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. Şâfiî mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı. Çoğu zaman fetvada ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî mezhebi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile mısır,Bağdat gibi şehirlerde yaygın durumdadır. Eserleri: El Ümm, El Mebsut, Er Risale Fil usul,Kitabul Bağdadiye, isbatün-nübüvve.
d-Hanbeli Mezhebi: Hanbelî mezhebinin kurucusu sayılan, Ahmed b. Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tesbiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ahmed b. Hanbel hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Ahmed b. Hanbel ibadet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbadet konularında naslara ve Selef’in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef’in yolu olan, bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı. "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler, ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik taraftarıdırlar. Onlar mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır. Dinin haram kıldığı şartlar müstesna, bu mezhep ticarette tarafların istedikleri şartları koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhepte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır. Eşyada aslolan mubahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır. Ahmed B.hanbel aynı zamanda imam şafinin talebsidir. Eser: el-Müsned .
e-Zahiriyye Mezhebi: Günümüzde müntesibi kalmamış olmasına rağmen re’y ve ictihad hareketine karşı sürdürdüğü sert eleştirileriyle, farklı bakış açılarıyla ve görüşleriylefıkıh kültürüne ayrı bir zenginlik kazandıran Zâhiriyye ekolü ve bu ekolün iki büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883) ve İbn Hazm (ö. 456/ 1064) burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re’y ictihadına şiddetle karşı çıkıp âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunan bu ekol hicrî IV. asırdan itibaren bir süre etkili olmuş ise de daha sonra, kısmen yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî mezhebi içinde erimiştir. Fıkhın usul ve fürû alanında birçok eser veren ve kendinden önceki fakihlerin görüşlerine ve metotlarına nasların lafzını esas alma ve hadise bağlılık geleneği içinde kalarak ciddi bir eleştiri yönelten İbn Hazm, ekolün fıkıh yönü ön plana çıkan bir mezhep halinde tanınmasını da sağlamıştır.
Sünnî mezheplerin dışında kalan fıkhî mezhep ve ekollerin, müntesipleri itibariyle en önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder. Şîa esasen başlangıçta siyasî, devamında da itikadî bir gruplaşma iken mezhepleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü fıkıh doktrin ve uygulaması da geliştirdiğinden Şîa'nın üç büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh mezhebi olarak da görülebilir. İmâmiyye akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldığından Ca‘feriyye olarak da anılır. Ca‘ferî fıkhında Sünnî kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re’y ayırımını kısmen andırır tarzda iki temel eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar. Birinciler hüküm çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur'an'ın da ancak bu hadislerle anlaşılabileceğini söylerken ikinci grup kitap, sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz eder. Ancak Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî mezheplerinkinden oldukça farklı olup Hz. Peygamber'in ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviplerini ölçü alır, sadece Ehl-i beyt’in rivayet ettiği hadisleri kabul ederler. Müt‘a nikâhını câiz görme, abdestte çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayma, boşamada iki şahit zorunluluğu, beş vakit namazı cem‘ yoluyla üç vakitte kılma, zekâtı (humus) din adamları eliyle toplama gibi bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır. Şîa'nın diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefî mezhebine bir hayli yakındır. Mest üzerine meshi, gayri müslimin kestiğini yemeyi ve Ehl-i kitap’tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler. Esasen birer siyasî-itikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar diğer Sünnî fıkıh mezhepleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem taşımazlar.
Tek Mezhebe Bağlılık ve Telfik
Bu mesele ele alınırken Müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu olduğuna ve böyle bir kimsenin şer‘î-amelî konularda daima bir mezhebe göre davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir. Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereğini ortaya çıkaran tarihî ve fikrî temellere daha önce temas edilmişti. İşte bu bağlanmanın "taassup" derecesine ulaşmasını takip eden dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezhep üzere kalmanın vâcip olduğu (dahası mezhebinden ayrılana ta‘zir cezası uygulanması gerekeceği) yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık âlimler, ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını gerektirecek şer‘î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcip olanın, ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan ibaret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.
Telfik: Telfik, sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir. Fıkıh ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya getirilmesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda kullanılmıştır:
a) Fıkıh eserlerinde telfik kelimesi bazen, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.
b) Fıkıh usulü eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik" denebilir.
c) Fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkep bir durumun ortaya çıkması. Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.
İslâm tarihinde hicrî VII. asırdan itibaren tartışılmaya başlanan bu mesele hakkında mutlak olarak olumsuz görüş belirtenlere karşı bunun câiz olduğunu savunan pek çok âlim vardır. Bununla birlikte genellikle muhakkık âlimler ve özellikle muasır araştırmacılar bu konuda bazı kayıtlar konması ve bu kayıtlara riayet edilmesi halinde telfikin câiz olacağını kabul ederler.
Bu kayıtları şöylece özetlemek mümkündür:
a) Telfike ihtiyaç duyulması.
b) Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi.
c) Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi.
d) Helâl haram meselelerinde ihtiyata riayet edilmesi.
En geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheplerin hükümlerinden yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifade eder. Dar anlamıyla telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirme) dahi –bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkep bir durum meydana getirmeden değişik mezheplerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara riayet şartıyla- evleviyet gereği olur. Fakat bunda, “b” şıkkında belirtilen şarta riayet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir. Çünkü değişik mezheplerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil "kolaycılık" düşüncesidir. İslâm dinindeki "kolaylaştırma" ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış olur. Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur. Mezhebe bağlılığın tarihî ve fikrî temellerini açıklarken belirtildiği üzere, burada üzerinde durulan konu, hukukî ihtilâfları çözümleyecek hükümler (kanun ve kanunlaştırma) olmayıp, müslümanın dünya ve âhiret saadetini kazanmak üzere izleyeceği ve müeyyidesi sadece uhrevî olan kurallar, kısaca dinî hayatın tanzimi meselesidir. Şu halde, kişi bu konuda tutarlılık fikrine önem vermek, telfik için konan kayıtlara riayetsizlik halinde gerçekte kendisini aldatmış olacağının bilincinde olmak ve azîmet yahut ruhsatı tercih konusunda (Şâtıbî'nin de belirttiği üzere) kendisinin fakihi gibi davranmak durumundadır. İslâm Konferansı Teşkilâtı'na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de 21-27 Haziran 1993 tarihleri arasında Bruney Dârüsselâm'da yapılan VIII. Dönem toplantısında aldığı 1 nolu tavsiye kararında, fıkıh mezheplerinin kolaylık sağlayan hükümlerini alıp uygularken başlıcalarına yukarıda değinilen ölçülere riayet edilmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve özellikle kişinin böyle bir yol izlerken kendisini vicdanen rahat hissetmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bu arada, fıkıh mezheplerine veya mezhep imamlarına bazı meselelerde farklı görüşlerin nisbet edilmesinin tabii karşılanması gerektiğine işaret edilmesi yararlı olur. Şöyle ki: Çoğunluk itibariyle mezhep imamlarının görüşleri rivayet yoluyla sonraki nesillere intikal ettiğinden, fıkıh eserlerinde bir meselede aynı fakihe ait birden fazla görüş yer alabilmiş ve bunlardan hangilerinin daha kuvvetli olduğunu ortaya koymaya yönelik tesbitler üzerinde daima fikir birliği oluşmamıştır. Öte yandan bir fakihin değişik zamanlarda veya farklı değerlendirme sebebiyle aynı mesele için farklı görüşler ortaya koyduğu da bir gerçektir. Özellikle İmam Şâfiî'nin Mısır'a geldikten sonra birçok görüşü değiştiğinden, genellikle ona nisbet edilen ictihadlarda genelde kadîm (eski) ve cedîd (yeni) şeklinde bir ayırıma gidildiği görülür.
Tasavvuf
İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren Müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur'an'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı. Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir. Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di. Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Mus‘ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü’d-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır. Veysel Karânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid b. Zeyd, Şeybân er-Râî, Sâlih el-Mürrî, Ferkad es-Sencî, Mâlik b. Dînâr, İbnü’s-Semmâk, İbrâhim b. Edhem, Şakýk-i Belhî, Dâvûd et-Tâî, Fudayl b. İyâz ve benzeri pek çok âbid ve zâhid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur. Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicrî I ve II. (VII ve VIII.) asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı oluşturan İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-Hafî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Hamdûn el-Kassâr, Ma‘rûf-i Kerhî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Sehl et- Tüsterî gibi sûfîler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufî hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir.
Tasavvufta Sapmalar
Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer‘î ilimlerle bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır. Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır. Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur. Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir. Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüma’ da bu konuya bir bölüm ayırmıştır.
Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır.
Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.
1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakin gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır. Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakin" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.
2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür.
3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.
4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.
5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.
6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.
7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.
8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.
9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.
10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.
Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır:
-Aşırı çilecilik,
-dünya işlerini tümden terk,
-bir tür ruhbanlık,
-evlenmemek,
-et yememek,
-tedbir almayı tevekküle engel saymak,
-şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek,
yoksul yaşamayı amaç haline getirmek,
-nefse işkence etmek,
-mubah olan nimetlerden yararlanmamak,
-özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek,
-kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak,
-vakıf geliriyle geçinmek,
-dilenmek,
-toplumu terkedip inzivaya çekilmek,
-tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek.
Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:
1. Tasavvuf biri Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.
3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir. 4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.
5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.
6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.
7. Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.
8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir.
9. Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir. 10. Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır."
Akaid
Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir. İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet” gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler. Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez. Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.
İman
İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.
İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır.
a-İcmâlî İman : İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.
b-Tafsili İman: Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır. İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir. Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten
tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.
c-Taklidi ve Tahkiki İman : Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.
İman ve Amel İlişkisi
Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır. Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber’ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbin deki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.
İmanın Artması ve Eksilmesi
İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilir. İbrâhim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (Bakara 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir.
İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması gerekir:
1-İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz.
2-Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir.
İman-İslam İlişkisi
İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de iman ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır. İman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi, İslâm'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek mânasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Şu âyette iman ile İslâm aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin" (Neml 27/81). Eğer iman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa, o zaman her mümin müslimdir, her müslim de mümindir. İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münafık,diliyle müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi verir, fakat kalbiyle inanmaz. Münafık gerçekte inanmadığı halde, dünyada müslümanmış gibi gözükebilir. Şu âyet-i kerîmede iman ile İslâm ayrı kavramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." (Hucurât 49/14)
Büyük Günah Kavramı
Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir. Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terkeden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi âhirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar
a) Mümin : Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Günahkâr müminler, suçları ölçüsünde âhirette cezalandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Müminlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok âyet vardır.
b) Kâfir: İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir. Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (Bakara 2/161-162).
c) Münafık : Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyurulur: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah'a ve âhiret gününe inandık’ derler" (Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (Münâfikun 63/3). Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (Nisâ 4/145)
Küfür ve Şirk
Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir. Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler. O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar. Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.
İman ve Küfür arasındaki sınır
İman, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir. Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır. Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise Allah'a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir: “...Size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin...” (en-Nisâ 4/94) buyurularak buna işaret edilir. Hz. Peygamber de imanda ikrarın önemini vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, müslüman kabul edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sahip olmuş olurlar..." (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104). Bu sebeple imanını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal ve beşerî ilişkiler bakımından da müslümanın sahip olduğu bütün statü, hak ve sorumluluklara muhatap olması gerekir.
Tekfir
Tekfir, müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç,söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidad ise müslümanın dinden çıkması anlamına gelir. Dinden çıkana mürted denilir. Bu itibarla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted sayılması demektir. Bir müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevî sonuçlara, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden, tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Bu, bireysel bir isnat ve iddia anlamındaki tekfir için de toplumsal bir yargı anlamındaki irtidad için de böyledir. Gelişigüzel tekfir iddialarına dayanılarak irtidad hükümleri uygulanamaz. İslâm kültüründeki tekfir ve irtidad kavramları, din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması ve tehdit altında tutulması değil, toplumun ortak değerlerine ve dinî inançlarına karşı alenî saygısızlık ve saldırganlığı önleme, toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma, tekfir edilen şahsa gerekli yaptırımların uygulanmasıyla da kamu vicdanı açısından adaleti gerçekleştirme gibi gayelere mâtuf bir tedbir ve toplumsal sağduyu refleksi niteliğindedir. Yersiz yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ve parçalanmaya sebep olur. Çünkü bu durumdaki bir kimse, gerçek durumunu Allah bilmekle birlikte, toplumda müslüman muamelesi görmez, selâmı alınmaz, kendisine selâm verilmez, kestikleri yenilmez. Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenaze namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Hz. Peygamber Medine toplumunda, münafıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de "Ben müslümanım" diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir. Bir hadiste "Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde ey Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner" (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “Îmân”, 27) buyurulurken, bir başka hadiste de şöyle denilmiştir: "Bir insan müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner" (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “Îmân”, 26) Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı gönülden benimsediğinin iyi tesbit edilmesidir. Muhatap küfrü açıkça benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme konusunda temkinli olmak gerekir. Hz. Peygamber'in anılan tavsiyelerini göz önünde bulunduran bilginler "ehl-i kıbleden olup da günah işlemiş bulunan bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi" Ehl-i sünnet'in temel prensipleri arasında zikretmişlerdir.
İman Esasları
a-Allah’a İman : Kâinatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık olan Allah'a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Bütün ilâhî dinlerde Allah'ın varlığı ve birliği (tevhid) en önemli inanç esası olmuştur. Çünkü bütün inanç esasları Allah'a imana ve O'nun birliği esasına dayanmaktadır. Allah'a iman, Allah'ın var ve bir olduğuna, bütün üstünlük sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce bulunduğuna inanmaktır. Bir başka deyişle Allah hakkında vâcip (zorunlu, gerekli), câiz ve imkânsız sıfatları bilip öylece kabul etmektir.
aa-Allah’ın Varlığı ve Birliği: Allah inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden olumsuz bir şekilde etkilenmemiş bir kişinin Allah'ın varlığını ve birliğini kabullenmesi gerekir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'dan bahseden âyetlerin çoğu, O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle tevhid inancı üzerinde durularak Allah'ın ortağı ve benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmıştır. Allah'ın var oluşu konusu, Kur'an'da insan için bilinmesi tabii, zorunlu ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Selim yaratılışı bozulmamış
insanın normal olarak yaratanını tanıyacağı belirtilmiştir. Ancak her toplumda çeşitli sebeplerle inanmayanlar veya şüphede olanlar bulunabilecektir. İşte böyleleri için Allah'ın varlığının ispat edilmesi önem arzetmektedir. Bu da öncelikle Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinin öğrenilmesi ile mümkün olur.
ab-Allah’ın varlığının delilleri: Bir kısım İslâm bilginine göre insandaki Allah inancı, zorunlu ve yaratılıştan olduğu için Allah'ın varlığına dair dışarıdan deliller aramaya, mantıkî ve aklî deliller sunmaya ihtiyaç yoktur. Yaratılışı bozulmamış, aklı karışmamış her insan Allah'ın var ve bir olduğunu bulur ve anlar. Bu yoldaki deliller sadece insanı uyarmak, içindeki zorunlu bilgiyi ve şuuru geliştirmek içindir. Mıknatıs ile demir birbirine yaklaşınca mıknatıs demiri çeker. Çünkü bu onun tabiatında gizlenmiştir. Bu özelliği bozulmadıkça da yaratılışının gereği gerçekleşecektir. İşte insan da böyledir. O, sadece iç ve dış dünyada Allah'ın varlığını ispat eden şeylere bakarak Allah'ın varlığını bunlardan anlayabilecek özellikte yaratılmıştır. Ayrıca insanın kendi yaratılışı da bizzat Allah'ın varlığının açık bir delilidir. İslâm bilginlerinin çoğuna göre insan, öz benliğinde ve dış dünyada Allah'ın varlığını gösteren birtakım deliller üzerinde durup düşünerek Allah'ın varlığına ulaşmak durumundadır. "O'nu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder" (En‘âm 6/103) meâlindeki âyet, Allah'ın duyularla doğrudan doğruya idrak edilemeyeceğini bildirir. Fakat duyular, Allah'ı tanıyacak olan akla, gönüle ve kalbe malzeme temin ederler. Bu malzeme de yaratılmış olan her şeydir, evrenin âhenk ve düzenidir. Bunlar Allah'ın varlığını gösteren belirtiler, izler ve delillerdir. İnsan, aklı ile bu belirti, iz ve delillerden hare ketle yaratıcıyı bulmaya çalışır. Bu bir âyette şöyle dile getirilir: "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki,onun gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun..." (Fussılet 41/53) Allah'ın varlığına delâlet eden ve insanı bu konuda düşünmeye ve iman etmeye çağıran Kur'an âyetlerini ve hadisleri dikkatlice inceleyip hem de dış dünyayı ve insanın yaratılışını gözlemleyen âlimler, Allah'ın varlığını ispatlamak için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu (fıtrat delili), âlemin ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu (hudûs delili), mümkin bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu (imkân delili), tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcının eseri olmasının gerektiği (nizam delili) gibi bazı deliller ortaya koymuşlardır. (Sh:101-/85)
Allah'ın İsim ve Sıfatları
Müminin Allah'ı tanıması amacıyla ilâhî zâtı nitelendiren kavramlara isim veya sıfat denilir. Hay (diri), alîm (bilen), hâlik (yaratan) gibi dil açısından sıfat kalıbında olan kelimeler isim kabul edilirken, bunların masdarlarını oluşturan ve Allah'ın zâtına nisbet edilen kavramlar sıfat olarak değerlendirilir.
1. "Allah" Özel İsmi : Kendisine ibadet edilen yüce varlığın özel ismidir. Özel isimler diğer dillere tercüme edilemezler. Hatta Arapça olan bir başka kelimenin onun yerini tutması da mümkün değildir. Bu sebeple bilginler ister Arapça olsun, ister diğer herhangi bir dilden olsun, başka bir kelimenin "Allah" isminin yerini tutamayacağı konusunda fikir birliği içindedirler. Ancak Kur'an'da, Allah kelimesinin işaret ettiği zât için ilâh, mevlâ, rab gibi isimler de kullanılmıştır. Bu sebeple Farsça'daki Hüda ve Yezdân, Türkçe'deki Tanrı ve Çalab... gibi isimler her ne kadar Allah özel isminin yerine geçmezse de ilâh, mevlâ, rab gibi âyet ve hadislerde geçen Allah'ın diğer isimlerinin yerine kullanılabilir.
2. İsm-i A‘zam : Bu tamlama, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah'ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için kullanılmıştır. Bir grup İslâm âlimi, Allah'ın isimlerinin hepsinin eşit derecede büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber'in bazı hadislerinde ism-i a‘zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman, duanın
mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir. Fakat Allah'ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında Allah ismi, bir kısmında ise rahmân, rahîm (esirgeyen, bağışlayan), el-hayyü'l-kayyûm (diri ve her şeyi ayakta tutan), zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah'ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir.
3. Esmâ-i Hüsnâ : İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'lhüsnâ), yüce Allah'ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir. Allah Teâlâ'ya iman etmek demek, O'nun yüce varlığı hakkında vâcip ve zorunlu olan kemal ve yetkinlik sıfatlarıyla, câiz sıfatları bilip, öylece inanmak, zâtını noksan sıfatlardan yüce ve uzak tutmaktır. Allah, şanına lâyık olan bütün kemal sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Teâlâ'nın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır. O'nun sıfatlarının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah'ın sıfatları, yaratıkların sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da Allah'ın ilmi, iradesi, hayatı, kelâmı; bizim, ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez. Biz, Allah'ın zâtını ve mahiyetini bilemediğimiz ve kavrayamadığımız için O'nu isim ve sıfatlarıyla tanırız. Yüce Allah'ın varlığı zorunlu ve vâcip olan sıfatları iki gruba ayrılır: Zâtî sıfatlar, sübûtî sıfatlar.
a-Zâtî Sıfatlar: Sadece Allah Teâlâ'nın zâtına mahsus olan, yaratıklarından herhangi birine verilmesi câiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Zât sıfatların zıtları Allah hakkında düşünülemediği, bu sebeple noksanlık, sonluluk ve eksiklik ifade eden bu özelliklerden O'nun tenzih edilmesi gerektiğinden bu sıfatlara tenzîhî sıfatlar ve selbî sıfatlar da denilmiştir.
Zâtî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd. “Var olmak” demektir. Allah vardır, varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı zorunludur. Vücûdun zıddı olan yokluk Allah hakkında düşünülemez.
2. Kıdem. “Ezelî olmak, başlangıcı olmamak” demektir. Hiçbir zaman düşünülemez ki, bu zamanda Allah henüz var olmamış olsun. Çünkü zaman denilen şeyi de O yaratmıştır. Ne kadar geriye gidersek gidelim O'nun var olmadığı bir zaman düşünülemez, bulunamaz. Allah sonradan meydana gelmiş varlık değildir. Ezelî (kadîm) varlıktır. Kıdem sıfatının zıddı olan sonradan olma (hudûs) Allah hakkında düşünülemez.
3. Beka. “Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak” demektir. Allah'ın sonu yoktur. Ezelî olanın ebedî olması da zorunludur. Bekanın zıddı olan sonu olmak (fenâ) Allah hakkında düşünülemez. Ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, Allah'ın olmayacağı bir an düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu hakkında şöyle buyurulur: "O, ilktir, sondur..." (Hadîd 57/3), "...Allah'ın zâtından başka her şey yok olucudur..." (Kasas 28/88)
4. Muhâlefetün li'l-havâdis. “Sonradan olan şeylere benzememek” demektir. Allah'tan başka her varlık sonradan olmuştur. Allah, sonradan olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. Allah, kendisi hakkında bizim hatıra getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Bu sıfatın zıddı olan, sonradan olana benzemek ve denklik (müşâbehet ve mümâselet) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da şöyle buyurulur: "...O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur..." (Şûrâ 42/11)
5. Vahdâniyyet. “Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması” demektir. Vahdâniyyetin zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd), eşi ve ortağı bulunmak (şirk), Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan sıfatlardandır. İslâm'a göre Allah'tan başka ilâh, yaratıcı, tapılacak, sığınılacak, hüküm ve otorite sahibi bir başka varlık yoktur. İhlâs ve Kâfirûn sûreleri ile Kur'an'ın pek çok âyeti Allah'ın tek ve eşsizliğini ortaya koyarken, şirki reddeder (bk. el-Enbiyâ 21/22; el-İsrâ 17/42; ez-Zümer 39/4).
6. Kıyâm bi-nefsihî. “Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç duymamak” demektir. Allah kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir. Başkasına muhtaç olmak (kıyâm bi-gayrihî), Allah hakkında düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "De ki: O Allah birdir. O, sameddir (başkasına ihtiyaç duymayandır)..." (İhlâs 112/1-2), "Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur" (Fâtır 35/15)
Sübûtî Sıfatlar: Varlığı zorunlu olan ve kemal ifade eden sıfatlardır. Bu sıfatlar "Allah diridir, irade edendir, güç yetirendir..., hayat, irade ve kudret... sıfatları vardır" gibi müsbet (olumlu) ifadelerle Allah'ı tanıttığı için sübûtî sıfatlar adını almışlardır. Sübûtî sıfatların zıtları olan özellikler Allah hakkında düşünülemez. Bu sıfatlar ezelî ve ebedî olup, yaratıkların sıfatları gibi sonradan meydana gelmiş değildir. İster hay (diri), âlim (bilen), kadîr (güç sahibi) gibi dil kuralları açısından sıfat kelimeler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar kalıbındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar Allah'a verilebilir. İsimlendirmede bir benzerlik olsa da sübûtî sıfatlar hiçbir şekilde yaratıkların sıfatlarına benzememektedir. Çünkü Allah'ın ilmi, kudreti, iradesi... sonsuz, mutlak, ezelî ve ebedîdir, kemal ve yetkinlik ifade eder. Kullarınki ise sonlu, kayıtlı, sınırlı, sonradan yaratılmış, eksik ve yetersiz sıfatlardır. Sübûtî sıfatlar sekiz tanedir.
1. Hayat. “Diri ve canlı olmak” demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata
sahiptir. Hayat sıfatının zıddı olan “ölü olmak” (memât) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan..." (el-Furkan 25/58), "(Artık bütün)
yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür..." (Tâhâ 20/111).
2. İlim. “Bilmek” demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. Allah'ın bilgisi yaratıkların bilgisine benzemez, artmaz, eksilmez. O, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. Allah, her şeyi olacağı için bilir. Yoksa her şey Allah bildiği için olmaz. Âlemde görülen bu güzel düzen, tertip ve şaşmaz âhenk, onun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en büyük göstergesidir. İlim sıfatının zıddı olan cehl (bilgisizlik), Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır. İlim sıfatı ile ilgili âyetlerden ikisinde şöyle buyurulur: "O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez..." (el-En‘âm 6/59), "Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?..." (el-Mücâdele 58/7).
3. Semi‘. “İşitmek” demektir. Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse Allah işitir, duyar. Bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah hakkında düşünülemez.
4. Basar. “Görmek” demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür. Görmemek (âmâlık) Allah hakkında düşünülemez. Allah'ın işitici ve görücü olduğuna dair pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle buyrulur: "(Allah) gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. Allah adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir" (el-Mü'min 40/19-20).
5. İrade. “Dilemek” demektir. Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını ve özelliklerini belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İrade sıfatının zıddı olan iradesizlik ve zorunda olmak (îcâb bi'zzât) Allah hakkında düşünülemez. Meşîet de irade anlamına gelen bir kelimedir. Kur'an'daki "De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın..." (Âl- i İmrân 3/26), "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini yaratır..." (eş-Şûrâ 42/49) âyetleri irade sıfatının naklî delillerindendir.
Allah Teâlâ'nın iki türlü iradesi vardır:
Tekvînî İrâde. Tekvînî (yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün yaratıkları kapsamaktadır. Bu irâde, hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir. "Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözü müz sadece "ol" dememizdir. Hemen oluverir" (en-Nahl 16/40) anlamındaki âyette belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.
Teşrîî İrade. Teşrîî (yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce Allah'ın bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir. Allah'ın bu mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini gerekli kılmaz. "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emrediyor (irade ediyor)..." (en-Nahl 16/90) meâlindeki âyetteki irade bu çeşit bir iradedir. Tekvînî irade hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak gerçekleştiği halde teşrîî irade, sadece hayra ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşir. Allah, hayrı da şerri de irade edip yaratır. Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz.
6. Kudret. “Gücü yetmek” demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir. Kudret sıfatının zıddı olan acizlik ve güç yetirememek (acz), Allah hakkında düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta her şey Allah'ın güç ve kudretiyle olmaktadır. Yıldızlar, galaksiler, bütün uzay, canlı-cansız tüm varlıklar Allah'ın kudretinin açık delilidir. Kur'an'da Allah'ın kudreti ile ilgili olarak şöyle buyurulur: "Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır. Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye kådirdir" (en-Nûr 24/44-45).
7. Kelâm. “Söylemek ve konuşmak” demektir. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur.Ezelî olan kelâm sıfatının mahiyeti bizce bilinemez. Ses ve harflerden meydana gelmemiştir. Kelâmın zıddı olan konuşmamak ve dilsizlik, Allah hakkında düşünülemez. Allah kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve haber verir. Bu sıfatla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulur: "Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca Rabbim, bana (kendini) göster, seni göreyim dedi..." (el-A‘râf 7/143), "De ki: Rabbimin sözlerini (yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir" (el-Kehf 18/109).
8. Tekvîn. “Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak” demektir. Yüce Allah yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip dilediği her şeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek, nimet vermek, azap etmek ve şekil vermek tekvîn sıfatının sonuçlarıdır. Bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir" (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. DİYANET İLMİHALİ 1.CİLT ÖZETİ
Din
Genel anlamda din insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır. Özel anlamda din sözlükte “örf ve âdet, ceza ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara gelir. Kur'ân-ı Kerîm’de din kelimesi doksan iki yerde geçmekte, ayrıca üç âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur’an’da bu kelimenin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: "Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, ceza, hesap, millet". Kur'ân-ı Kerîm’de din teriminin, sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür: İlk dönem Mekkî âyetlerde bu kelime "yevmü’d-dîn" (din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği âhiret gününü ifade etmektedir. Mekke döneminin ikinci yarısında ise artık, sorumluluk ve hesaptan tevhid ve teslimiyete geçilmektedir. Bu dönemdeki âyetlerde insanın sadece Allah’a ibadet etmesi, ona ortak koşmaması vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğu belirtilmektedir. Dinin bütün dinleri içine alabilecek bir tanımı ancak din kavramının sınırları kesin bir şekilde belirlendikten sonra yapılabilir. Çağdaş Batılı ilim adamları tarafından dinin birbirinden farklı tarifleri yapılmıştır. Bu tarifler büyük ölçüde ferdî tecrübe ile zihnî, hissî, taabbüdî ve içtimaî elemanlardan ibaret beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmıştır. Ferdî tecrübe dışında kalan mevcut bu dört unsuru şu şekilde açıklamak mümkündür:
a) Zihnî unsur. İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudiyetini zihnen kabulü. Tanrı kavramı veya çok genel ifadesiyle kutsal kavramı, bütün dinlerin özündeki temel unsurdur.
b) Hissî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı kalben duyulan bağlılık duygusu.
c) Taabbüdî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü. Buna davranış faktörü de denilmektedir ki çok genel olarak ibadeti veya kulluk gereklerini ifade etmektedir.
d) İçtimaî unsur. Aynı zihnî, hissî, taabbüdî unsurları paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup.
İslâm bilginleri dinin tarifini, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan açıklamaları ve İslâm inançlarını göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Buna göre hak dinin tarifi şu şekildedir: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.”
Dinlerle ilgili ilmî araştırmalara paralel olarak dinler değişik açılardan çeşitli kıstaslara göre tasnife tâbi tutulmuş ve ele alınan kıstaslara göre farklı tasnif şemaları ortaya çıkmıştır. Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı, sosyoloji-tarih ve coğrafya tarih açılarından olmak üzere üç kavrama dayalı olarak yapılmaktadır.
Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:
1. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler)
2. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik).
3. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi)
4. Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi)
Sosyolojik-tarihî açıdan yapılan din tasniflerinden birisi şu şekildedir:
1. Kurucusu olan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm gibi)
2. Geleneksel dinler (kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan, Eski Mısır dini gibi)
Mezhep/Fırka
Mezhep sözlükte "gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrini ifade eder. Çoğulu "mezâhib"dir. Mezhep kurucusu kabul edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen İslâm dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibadet ve hukuk) alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır. İşte belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen fikrî kümeleşmeye mezhep denilmiştir. Genellikle fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise, Şîa, Mu‘tezile, Havâric gibi belli topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izâfetle de anılmıştır: Mâtürîdî, Eş‘arî gibi. Ana akaid mezheplerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhepleri gibi daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhepleri için daha çok "grup" anlamına gelen "fırka" (çoğulu fırak), "görüş" anlamına gelen "makale" (çoğulu makalât) ve "anlayış tarzı" mânasına gelen "nıhle" (çoğulu nihal) kelimeleri kullanılır.
İtikadi Mezhepler / Fırkalar
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde Müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür. Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade Müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm,30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir. Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anmış, "ehl-i hak" terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ifadesinden hareketle kendisini "fırka-i nâciye” olarak nitelendirmiştir. Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye'ye "Ehl-i sünnet-i hâssa", Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i sünnet- i âmme" denildiği de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır. Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir. Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:
a-Selefiyye: Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye "Sıfâtiyye" de denilmiştir. "Ehl-i sünnet-i hâssa" ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir. Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.
b-Eş‘ariyye : Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu‘tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış ve Eş‘arîliği kurmuştur. İmam Eş‘arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür. İmam Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir. İmam Eş‘arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş‘arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö.478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir. Eş‘arîlik, daha çok Mu‘tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş‘arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş‘arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş‘arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da yayılmıştır.
c-Mâtürîdiyye : Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefat etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş‘ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür.
d-Mu‘tezile : Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin dersini terkeden Vâsıl b. Atâ ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd" diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el- Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu‘tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da; 1. Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid), 2. Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli olduğu (adl), 3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd), 4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn), 5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün Müslümanlara farz olduğu (emir bi'l-ma‘rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir.
e-Cebriyye: İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren ayetlerden hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap
veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.
f-Hâricilik: Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.
g-Şiâ: Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte "taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır. Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler. İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
Fıkıh Mezhepleri
Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denir.
a-Hanefi Mezhebi: Sünnî fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir. 80 (699) yılında Kûfe'de doğmuş, 150 (767) yılında Baðdat'ta vefat etmiştir. Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı ile anılır. Ebû Hanîfe’nin ticarî hayatın ve günlük meselelerin içinde bulunması, insanların problem, temayül ve ihtiyaçlarını yakından tanıması da, ictihadlarının kabul görmesini sağlamış ve uygulanma şansını artırmıştır. Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivayetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını
ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re’y arasında mâkul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur'an'ın genel ilkelerini, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. Verdiği hüküm ve fetvalarında şahsî teşebbüs ve sorumluluğun, kişi hak ve hürriyetlerinin korunmasını ilke edinmiştir. Onun bu metodu ve tavrı, daha sonra adına izâfe edilerek oluşacak olan Hanefî mezhebinin de genel esaslarını ve metodunu teşkil etmiştir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler. ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden bilhassa ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hocalarının görüş ve fetvalarını tasnif ve tedvîn işine giriştiler. Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir. Hanefî mezhebi bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir. Abbâsî devri sona erince yayılma durmuşsa da Osmanlı Devleti’nin kurulması ve bu mezhebi ülke genelinde hukukî istikrarı ve yargı birliğini sağlamak maksadıyla âdeta devletin resmî mezhebi olarak benimsemesi üzerine etki alanı yeniden genişlemiştir. Bugün Türkistan, Afganistan, Türkiye ve Balkanlar’da Hanefî mezhebi çok yaygındır. Diğer mezhep mensuplarının pek az bulunduğu Hindistan'da ve Pakistan'da ise
Hanefî mezhebinin tek mezhep olduğu söylenebilir. İmam Azam’ın başlıca eserleri: Fıkhul Ekber,Fıkhul Ebsat, nu’mân b. risale i redd-i havaric ve redd-i kaderiyye , kitab-ül-âlim vel-müteallim, vasiyeti nukirru, müsned lil imamı azam,el-asl,kasidei numaniyye.
b-Maliki Mezhebi: fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh bilgini Mâlik b. Enes'e nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmam Mâlik b. Enes, 93 (712) yılında Medine'de dünyaya geldi. Orada yetişti. Medine o dönemde, Peygamber'in hadisleri ve sahâbe ve tâbiûn fetvaları bakımından bir merkez idi. Mâlik b. Enes böylesine zengin bir ilim atmosferinde eğitim öğretim gördü. İmam Mâlik hüküm istinbatında kitap, sünnet, icmâ, sahâbe kavli, örf ve âdet delilleri dışında kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi‘ gibi fer‘î delillere de başvurmuştur.. İmam Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler’in ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Zira İmam Mâlik zamanındaki Medine tatbikatı, Hz. Peygamber döneminden tevâtür sayısının çok üzerinde topluluklar aracılığıyla intikal ettirilmiş uygulamalardır. Hz. Peygamber yaklaşık on yıl onların içinde yaşamış, onların örf ve âdetlerini görmüş, İslâm'ın ruhuna aykırı olanlarını ilga etmiş, bir kısmını düzeltmiş, diğer bir kısmını da olduğu gibi bırakmıştır. Şu halde bu uygulamanın (amelin) mütevâtir sünnet mesabesinde sayılması gerekir. Mâlikî mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât, Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da Endülüs Emevî Devleti’nin resmî mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Eseri: El Muvatta imam malik'in el-muvatta adlı hadis kitabı bu a-landa yazılmış temel kaynaklardan biri olduğu gibi aynı zamanda günümüze kadar gelen hadis kaynakları arasında ilk tedvin edileni niteliği taşımaktadır.
c-Şafii Mezhebi: Şâfiî mezhebinin kurucusu sayılan, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî 150 (767) yılında Gazze şehrinde (Filistin) doğdu. İmam Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. Şâfiî mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı. Çoğu zaman fetvada ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî mezhebi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile mısır,Bağdat gibi şehirlerde yaygın durumdadır. Eserleri: El Ümm, El Mebsut, Er Risale Fil usul,Kitabul Bağdadiye, isbatün-nübüvve.
d-Hanbeli Mezhebi: Hanbelî mezhebinin kurucusu sayılan, Ahmed b. Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186 yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Hadis araştırma ve tesbiti amacıyla İslâm ülkelerini diyar diyar dolaştı. Ahmed b. Hanbel hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı. Olgunluk yaşına geldiği zaman ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Ahmed b. Hanbel ibadet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbadet konularında naslara ve Selef’in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef’in yolu olan, bir şeyin haram veya helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı. "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler, ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik taraftarıdırlar. Onlar mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır. Dinin haram kıldığı şartlar müstesna, bu mezhep ticarette tarafların istedikleri şartları koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhepte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır. Eşyada aslolan mubahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır. Ahmed B.hanbel aynı zamanda imam şafinin talebsidir. Eser: el-Müsned .
e-Zahiriyye Mezhebi: Günümüzde müntesibi kalmamış olmasına rağmen re’y ve ictihad hareketine karşı sürdürdüğü sert eleştirileriyle, farklı bakış açılarıyla ve görüşleriylefıkıh kültürüne ayrı bir zenginlik kazandıran Zâhiriyye ekolü ve bu ekolün iki büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 270/883) ve İbn Hazm (ö. 456/ 1064) burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re’y ictihadına şiddetle karşı çıkıp âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunan bu ekol hicrî IV. asırdan itibaren bir süre etkili olmuş ise de daha sonra, kısmen yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî mezhebi içinde erimiştir. Fıkhın usul ve fürû alanında birçok eser veren ve kendinden önceki fakihlerin görüşlerine ve metotlarına nasların lafzını esas alma ve hadise bağlılık geleneği içinde kalarak ciddi bir eleştiri yönelten İbn Hazm, ekolün fıkıh yönü ön plana çıkan bir mezhep halinde tanınmasını da sağlamıştır.
Sünnî mezheplerin dışında kalan fıkhî mezhep ve ekollerin, müntesipleri itibariyle en önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder. Şîa esasen başlangıçta siyasî, devamında da itikadî bir gruplaşma iken mezhepleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü fıkıh doktrin ve uygulaması da geliştirdiğinden Şîa'nın üç büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh mezhebi olarak da görülebilir. İmâmiyye akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldığından Ca‘feriyye olarak da anılır. Ca‘ferî fıkhında Sünnî kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re’y ayırımını kısmen andırır tarzda iki temel eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar. Birinciler hüküm çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur'an'ın da ancak bu hadislerle anlaşılabileceğini söylerken ikinci grup kitap, sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz eder. Ancak Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî mezheplerinkinden oldukça farklı olup Hz. Peygamber'in ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviplerini ölçü alır, sadece Ehl-i beyt’in rivayet ettiği hadisleri kabul ederler. Müt‘a nikâhını câiz görme, abdestte çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayma, boşamada iki şahit zorunluluğu, beş vakit namazı cem‘ yoluyla üç vakitte kılma, zekâtı (humus) din adamları eliyle toplama gibi bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır. Şîa'nın diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefî mezhebine bir hayli yakındır. Mest üzerine meshi, gayri müslimin kestiğini yemeyi ve Ehl-i kitap’tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler. Esasen birer siyasî-itikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar diğer Sünnî fıkıh mezhepleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem taşımazlar.
Tek Mezhebe Bağlılık ve Telfik
Bu mesele ele alınırken Müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu olduğuna ve böyle bir kimsenin şer‘î-amelî konularda daima bir mezhebe göre davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir. Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereğini ortaya çıkaran tarihî ve fikrî temellere daha önce temas edilmişti. İşte bu bağlanmanın "taassup" derecesine ulaşmasını takip eden dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezhep üzere kalmanın vâcip olduğu (dahası mezhebinden ayrılana ta‘zir cezası uygulanması gerekeceği) yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık âlimler, ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını gerektirecek şer‘î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcip olanın, ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan ibaret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.
Telfik: Telfik, sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir. Fıkıh ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya getirilmesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda kullanılmıştır:
a) Fıkıh eserlerinde telfik kelimesi bazen, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.
b) Fıkıh usulü eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik" denebilir.
c) Fıkıh ve fıkıh usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkep bir durumun ortaya çıkması. Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.
İslâm tarihinde hicrî VII. asırdan itibaren tartışılmaya başlanan bu mesele hakkında mutlak olarak olumsuz görüş belirtenlere karşı bunun câiz olduğunu savunan pek çok âlim vardır. Bununla birlikte genellikle muhakkık âlimler ve özellikle muasır araştırmacılar bu konuda bazı kayıtlar konması ve bu kayıtlara riayet edilmesi halinde telfikin câiz olacağını kabul ederler.
Bu kayıtları şöylece özetlemek mümkündür:
a) Telfike ihtiyaç duyulması.
b) Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi.
c) Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi.
d) Helâl haram meselelerinde ihtiyata riayet edilmesi.
En geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheplerin hükümlerinden yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifade eder. Dar anlamıyla telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirme) dahi –bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkep bir durum meydana getirmeden değişik mezheplerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara riayet şartıyla- evleviyet gereği olur. Fakat bunda, “b” şıkkında belirtilen şarta riayet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir. Çünkü değişik mezheplerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil "kolaycılık" düşüncesidir. İslâm dinindeki "kolaylaştırma" ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış olur. Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur. Mezhebe bağlılığın tarihî ve fikrî temellerini açıklarken belirtildiği üzere, burada üzerinde durulan konu, hukukî ihtilâfları çözümleyecek hükümler (kanun ve kanunlaştırma) olmayıp, müslümanın dünya ve âhiret saadetini kazanmak üzere izleyeceği ve müeyyidesi sadece uhrevî olan kurallar, kısaca dinî hayatın tanzimi meselesidir. Şu halde, kişi bu konuda tutarlılık fikrine önem vermek, telfik için konan kayıtlara riayetsizlik halinde gerçekte kendisini aldatmış olacağının bilincinde olmak ve azîmet yahut ruhsatı tercih konusunda (Şâtıbî'nin de belirttiği üzere) kendisinin fakihi gibi davranmak durumundadır. İslâm Konferansı Teşkilâtı'na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de 21-27 Haziran 1993 tarihleri arasında Bruney Dârüsselâm'da yapılan VIII. Dönem toplantısında aldığı 1 nolu tavsiye kararında, fıkıh mezheplerinin kolaylık sağlayan hükümlerini alıp uygularken başlıcalarına yukarıda değinilen ölçülere riayet edilmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve özellikle kişinin böyle bir yol izlerken kendisini vicdanen rahat hissetmesi gerektiğine işaret etmiştir. Bu arada, fıkıh mezheplerine veya mezhep imamlarına bazı meselelerde farklı görüşlerin nisbet edilmesinin tabii karşılanması gerektiğine işaret edilmesi yararlı olur. Şöyle ki: Çoğunluk itibariyle mezhep imamlarının görüşleri rivayet yoluyla sonraki nesillere intikal ettiğinden, fıkıh eserlerinde bir meselede aynı fakihe ait birden fazla görüş yer alabilmiş ve bunlardan hangilerinin daha kuvvetli olduğunu ortaya koymaya yönelik tesbitler üzerinde daima fikir birliği oluşmamıştır. Öte yandan bir fakihin değişik zamanlarda veya farklı değerlendirme sebebiyle aynı mesele için farklı görüşler ortaya koyduğu da bir gerçektir. Özellikle İmam Şâfiî'nin Mısır'a geldikten sonra birçok görüşü değiştiğinden, genellikle ona nisbet edilen ictihadlarda genelde kadîm (eski) ve cedîd (yeni) şeklinde bir ayırıma gidildiği görülür.
Tasavvuf
İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren Müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur'an'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı. Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir. Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde dindar müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di. Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı. Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Mus‘ab, Ammâr, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü’d-Derdâ, Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ, ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır. Veysel Karânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid b. Zeyd, Şeybân er-Râî, Sâlih el-Mürrî, Ferkad es-Sencî, Mâlik b. Dînâr, İbnü’s-Semmâk, İbrâhim b. Edhem, Şakýk-i Belhî, Dâvûd et-Tâî, Fudayl b. İyâz ve benzeri pek çok âbid ve zâhid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur. Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicrî I ve II. (VII ve VIII.) asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı oluşturan İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-Hafî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Hamdûn el-Kassâr, Ma‘rûf-i Kerhî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Sehl et- Tüsterî gibi sûfîler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufî hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir.
Tasavvufta Sapmalar
Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer‘î ilimlerle bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır. Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır. Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur. Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir. Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüma’ da bu konuya bir bölüm ayırmıştır.
Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır.
Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.
1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakin gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır. Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakin" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.
2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür.
3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.
4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.
5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.
6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.
7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.
8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.
9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.
10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.
Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır:
-Aşırı çilecilik,
-dünya işlerini tümden terk,
-bir tür ruhbanlık,
-evlenmemek,
-et yememek,
-tedbir almayı tevekküle engel saymak,
-şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek,
yoksul yaşamayı amaç haline getirmek,
-nefse işkence etmek,
-mubah olan nimetlerden yararlanmamak,
-özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek,
-kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak,
-vakıf geliriyle geçinmek,
-dilenmek,
-toplumu terkedip inzivaya çekilmek,
-tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek.
Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:
1. Tasavvuf biri Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.
3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir. 4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.
5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.
6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.
7. Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.
8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir.
9. Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir. 10. Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır."
Akaid
Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir. İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet” gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler. Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez. Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.
İman
İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak" anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.
İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır.
a-İcmâlî İman : İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.
b-Tafsili İman: Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır. İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir. Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten
tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.
c-Taklidi ve Tahkiki İman : Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.
İman ve Amel İlişkisi
Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır. Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber’ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbin deki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.
İmanın Artması ve Eksilmesi
İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilir. İbrâhim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (Bakara 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir.
İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartları taşıması gerekir:
1-İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz.
2-Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir.
İman-İslam İlişkisi
İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de iman ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır. İman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi, İslâm'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek mânasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Şu âyette iman ile İslâm aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin" (Neml 27/81). Eğer iman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa, o zaman her mümin müslimdir, her müslim de mümindir. İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münafık,diliyle müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi verir, fakat kalbiyle inanmaz. Münafık gerçekte inanmadığı halde, dünyada müslümanmış gibi gözükebilir. Şu âyet-i kerîmede iman ile İslâm ayrı kavramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." (Hucurât 49/14)
Büyük Günah Kavramı
Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir. Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir (küfür). Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terkeden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi âhirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar
a) Mümin : Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Günahkâr müminler, suçları ölçüsünde âhirette cezalandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Müminlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok âyet vardır.
b) Kâfir: İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir. Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. Bu konudaki âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (Bakara 2/161-162).
c) Münafık : Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyurulur: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah'a ve âhiret gününe inandık’ derler" (Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar" (Münâfikun 63/3). Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler. Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (Nisâ 4/145)
Küfür ve Şirk
Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir. Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler. O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri, sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar tanırlar. Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.
İman ve Küfür arasındaki sınır
İman, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir. Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır. Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise Allah'a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir: “...Size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin...” (en-Nisâ 4/94) buyurularak buna işaret edilir. Hz. Peygamber de imanda ikrarın önemini vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, müslüman kabul edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sahip olmuş olurlar..." (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104). Bu sebeple imanını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal ve beşerî ilişkiler bakımından da müslümanın sahip olduğu bütün statü, hak ve sorumluluklara muhatap olması gerekir.
Tekfir
Tekfir, müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç,söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidad ise müslümanın dinden çıkması anlamına gelir. Dinden çıkana mürted denilir. Bu itibarla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted sayılması demektir. Bir müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevî sonuçlara, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden, tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Bu, bireysel bir isnat ve iddia anlamındaki tekfir için de toplumsal bir yargı anlamındaki irtidad için de böyledir. Gelişigüzel tekfir iddialarına dayanılarak irtidad hükümleri uygulanamaz. İslâm kültüründeki tekfir ve irtidad kavramları, din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması ve tehdit altında tutulması değil, toplumun ortak değerlerine ve dinî inançlarına karşı alenî saygısızlık ve saldırganlığı önleme, toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma, tekfir edilen şahsa gerekli yaptırımların uygulanmasıyla da kamu vicdanı açısından adaleti gerçekleştirme gibi gayelere mâtuf bir tedbir ve toplumsal sağduyu refleksi niteliğindedir. Yersiz yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ve parçalanmaya sebep olur. Çünkü bu durumdaki bir kimse, gerçek durumunu Allah bilmekle birlikte, toplumda müslüman muamelesi görmez, selâmı alınmaz, kendisine selâm verilmez, kestikleri yenilmez. Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenaze namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Hz. Peygamber Medine toplumunda, münafıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de "Ben müslümanım" diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir. Bir hadiste "Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde ey Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner" (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “Îmân”, 27) buyurulurken, bir başka hadiste de şöyle denilmiştir: "Bir insan müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner" (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “Îmân”, 26) Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı gönülden benimsediğinin iyi tesbit edilmesidir. Muhatap küfrü açıkça benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme konusunda temkinli olmak gerekir. Hz. Peygamber'in anılan tavsiyelerini göz önünde bulunduran bilginler "ehl-i kıbleden olup da günah işlemiş bulunan bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi" Ehl-i sünnet'in temel prensipleri arasında zikretmişlerdir.
İman Esasları
a-Allah’a İman : Kâinatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık olan Allah'a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Bütün ilâhî dinlerde Allah'ın varlığı ve birliği (tevhid) en önemli inanç esası olmuştur. Çünkü bütün inanç esasları Allah'a imana ve O'nun birliği esasına dayanmaktadır. Allah'a iman, Allah'ın var ve bir olduğuna, bütün üstünlük sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan uzak ve yüce bulunduğuna inanmaktır. Bir başka deyişle Allah hakkında vâcip (zorunlu, gerekli), câiz ve imkânsız sıfatları bilip öylece kabul etmektir.
aa-Allah’ın Varlığı ve Birliği: Allah inancı insanda fıtrî (yaratılıştan) olduğu için, normal şartlarda çevreden olumsuz bir şekilde etkilenmemiş bir kişinin Allah'ın varlığını ve birliğini kabullenmesi gerekir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'dan bahseden âyetlerin çoğu, O'nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle tevhid inancı üzerinde durularak Allah'ın ortağı ve benzeri olmadığı ısrarla vurgulanmıştır. Allah'ın var oluşu konusu, Kur'an'da insan için bilinmesi tabii, zorunlu ve apaçık bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Selim yaratılışı bozulmamış
insanın normal olarak yaratanını tanıyacağı belirtilmiştir. Ancak her toplumda çeşitli sebeplerle inanmayanlar veya şüphede olanlar bulunabilecektir. İşte böyleleri için Allah'ın varlığının ispat edilmesi önem arzetmektedir. Bu da öncelikle Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinin öğrenilmesi ile mümkün olur.
ab-Allah’ın varlığının delilleri: Bir kısım İslâm bilginine göre insandaki Allah inancı, zorunlu ve yaratılıştan olduğu için Allah'ın varlığına dair dışarıdan deliller aramaya, mantıkî ve aklî deliller sunmaya ihtiyaç yoktur. Yaratılışı bozulmamış, aklı karışmamış her insan Allah'ın var ve bir olduğunu bulur ve anlar. Bu yoldaki deliller sadece insanı uyarmak, içindeki zorunlu bilgiyi ve şuuru geliştirmek içindir. Mıknatıs ile demir birbirine yaklaşınca mıknatıs demiri çeker. Çünkü bu onun tabiatında gizlenmiştir. Bu özelliği bozulmadıkça da yaratılışının gereği gerçekleşecektir. İşte insan da böyledir. O, sadece iç ve dış dünyada Allah'ın varlığını ispat eden şeylere bakarak Allah'ın varlığını bunlardan anlayabilecek özellikte yaratılmıştır. Ayrıca insanın kendi yaratılışı da bizzat Allah'ın varlığının açık bir delilidir. İslâm bilginlerinin çoğuna göre insan, öz benliğinde ve dış dünyada Allah'ın varlığını gösteren birtakım deliller üzerinde durup düşünerek Allah'ın varlığına ulaşmak durumundadır. "O'nu gözler idrak edemez. Fakat O, gözleri idrak eder" (En‘âm 6/103) meâlindeki âyet, Allah'ın duyularla doğrudan doğruya idrak edilemeyeceğini bildirir. Fakat duyular, Allah'ı tanıyacak olan akla, gönüle ve kalbe malzeme temin ederler. Bu malzeme de yaratılmış olan her şeydir, evrenin âhenk ve düzenidir. Bunlar Allah'ın varlığını gösteren belirtiler, izler ve delillerdir. İnsan, aklı ile bu belirti, iz ve delillerden hare ketle yaratıcıyı bulmaya çalışır. Bu bir âyette şöyle dile getirilir: "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki,onun gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun..." (Fussılet 41/53) Allah'ın varlığına delâlet eden ve insanı bu konuda düşünmeye ve iman etmeye çağıran Kur'an âyetlerini ve hadisleri dikkatlice inceleyip hem de dış dünyayı ve insanın yaratılışını gözlemleyen âlimler, Allah'ın varlığını ispatlamak için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu (fıtrat delili), âlemin ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu (hudûs delili), mümkin bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu (imkân delili), tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcının eseri olmasının gerektiği (nizam delili) gibi bazı deliller ortaya koymuşlardır. (Sh:101-/85)
Allah'ın İsim ve Sıfatları
Müminin Allah'ı tanıması amacıyla ilâhî zâtı nitelendiren kavramlara isim veya sıfat denilir. Hay (diri), alîm (bilen), hâlik (yaratan) gibi dil açısından sıfat kalıbında olan kelimeler isim kabul edilirken, bunların masdarlarını oluşturan ve Allah'ın zâtına nisbet edilen kavramlar sıfat olarak değerlendirilir.
1. "Allah" Özel İsmi : Kendisine ibadet edilen yüce varlığın özel ismidir. Özel isimler diğer dillere tercüme edilemezler. Hatta Arapça olan bir başka kelimenin onun yerini tutması da mümkün değildir. Bu sebeple bilginler ister Arapça olsun, ister diğer herhangi bir dilden olsun, başka bir kelimenin "Allah" isminin yerini tutamayacağı konusunda fikir birliği içindedirler. Ancak Kur'an'da, Allah kelimesinin işaret ettiği zât için ilâh, mevlâ, rab gibi isimler de kullanılmıştır. Bu sebeple Farsça'daki Hüda ve Yezdân, Türkçe'deki Tanrı ve Çalab... gibi isimler her ne kadar Allah özel isminin yerine geçmezse de ilâh, mevlâ, rab gibi âyet ve hadislerde geçen Allah'ın diğer isimlerinin yerine kullanılabilir.
2. İsm-i A‘zam : Bu tamlama, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah'ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için kullanılmıştır. Bir grup İslâm âlimi, Allah'ın isimlerinin hepsinin eşit derecede büyük ve üstün olduğunu söylemiş, birini diğerlerinden ayırmamışlardır. Bir grup ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber'in bazı hadislerinde ism-i a‘zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman, duanın
mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir. Fakat Allah'ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında Allah ismi, bir kısmında ise rahmân, rahîm (esirgeyen, bağışlayan), el-hayyü'l-kayyûm (diri ve her şeyi ayakta tutan), zü'l-celâli ve'l-ikrâm (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah'ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir.
3. Esmâ-i Hüsnâ : İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'lhüsnâ), yüce Allah'ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir. Allah Teâlâ'ya iman etmek demek, O'nun yüce varlığı hakkında vâcip ve zorunlu olan kemal ve yetkinlik sıfatlarıyla, câiz sıfatları bilip, öylece inanmak, zâtını noksan sıfatlardan yüce ve uzak tutmaktır. Allah, şanına lâyık olan bütün kemal sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Teâlâ'nın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır. O'nun sıfatlarının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah'ın sıfatları, yaratıkların sıfatlarına benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da Allah'ın ilmi, iradesi, hayatı, kelâmı; bizim, ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez. Biz, Allah'ın zâtını ve mahiyetini bilemediğimiz ve kavrayamadığımız için O'nu isim ve sıfatlarıyla tanırız. Yüce Allah'ın varlığı zorunlu ve vâcip olan sıfatları iki gruba ayrılır: Zâtî sıfatlar, sübûtî sıfatlar.
a-Zâtî Sıfatlar: Sadece Allah Teâlâ'nın zâtına mahsus olan, yaratıklarından herhangi birine verilmesi câiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Zât sıfatların zıtları Allah hakkında düşünülemediği, bu sebeple noksanlık, sonluluk ve eksiklik ifade eden bu özelliklerden O'nun tenzih edilmesi gerektiğinden bu sıfatlara tenzîhî sıfatlar ve selbî sıfatlar da denilmiştir.
Zâtî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd. “Var olmak” demektir. Allah vardır, varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı zorunludur. Vücûdun zıddı olan yokluk Allah hakkında düşünülemez.
2. Kıdem. “Ezelî olmak, başlangıcı olmamak” demektir. Hiçbir zaman düşünülemez ki, bu zamanda Allah henüz var olmamış olsun. Çünkü zaman denilen şeyi de O yaratmıştır. Ne kadar geriye gidersek gidelim O'nun var olmadığı bir zaman düşünülemez, bulunamaz. Allah sonradan meydana gelmiş varlık değildir. Ezelî (kadîm) varlıktır. Kıdem sıfatının zıddı olan sonradan olma (hudûs) Allah hakkında düşünülemez.
3. Beka. “Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak” demektir. Allah'ın sonu yoktur. Ezelî olanın ebedî olması da zorunludur. Bekanın zıddı olan sonu olmak (fenâ) Allah hakkında düşünülemez. Ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, Allah'ın olmayacağı bir an düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu hakkında şöyle buyurulur: "O, ilktir, sondur..." (Hadîd 57/3), "...Allah'ın zâtından başka her şey yok olucudur..." (Kasas 28/88)
4. Muhâlefetün li'l-havâdis. “Sonradan olan şeylere benzememek” demektir. Allah'tan başka her varlık sonradan olmuştur. Allah, sonradan olan şeylerin hiçbirisine hiçbir yönden benzemez. Allah, kendisi hakkında bizim hatıra getirdiklerimizin de ötesinde bir varlıktır. Bu sıfatın zıddı olan, sonradan olana benzemek ve denklik (müşâbehet ve mümâselet) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da şöyle buyurulur: "...O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur..." (Şûrâ 42/11)
5. Vahdâniyyet. “Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması” demektir. Vahdâniyyetin zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd), eşi ve ortağı bulunmak (şirk), Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan sıfatlardandır. İslâm'a göre Allah'tan başka ilâh, yaratıcı, tapılacak, sığınılacak, hüküm ve otorite sahibi bir başka varlık yoktur. İhlâs ve Kâfirûn sûreleri ile Kur'an'ın pek çok âyeti Allah'ın tek ve eşsizliğini ortaya koyarken, şirki reddeder (bk. el-Enbiyâ 21/22; el-İsrâ 17/42; ez-Zümer 39/4).
6. Kıyâm bi-nefsihî. “Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç duymamak” demektir. Allah kendiliğinden vardır. Var olmak için bir yaratıcıya, bir yere, bir zamana, bir sebebe muhtaç değildir. Başkasına muhtaç olmak (kıyâm bi-gayrihî), Allah hakkında düşünülemez. Kur'ân-ı Kerîm'de bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "De ki: O Allah birdir. O, sameddir (başkasına ihtiyaç duymayandır)..." (İhlâs 112/1-2), "Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur" (Fâtır 35/15)
Sübûtî Sıfatlar: Varlığı zorunlu olan ve kemal ifade eden sıfatlardır. Bu sıfatlar "Allah diridir, irade edendir, güç yetirendir..., hayat, irade ve kudret... sıfatları vardır" gibi müsbet (olumlu) ifadelerle Allah'ı tanıttığı için sübûtî sıfatlar adını almışlardır. Sübûtî sıfatların zıtları olan özellikler Allah hakkında düşünülemez. Bu sıfatlar ezelî ve ebedî olup, yaratıkların sıfatları gibi sonradan meydana gelmiş değildir. İster hay (diri), âlim (bilen), kadîr (güç sahibi) gibi dil kuralları açısından sıfat kelimeler olsun, ister hayat, ilim, kudret gibi masdar kalıbındaki kelimeler olsun bütün sübûtî sıfatlar Allah'a verilebilir. İsimlendirmede bir benzerlik olsa da sübûtî sıfatlar hiçbir şekilde yaratıkların sıfatlarına benzememektedir. Çünkü Allah'ın ilmi, kudreti, iradesi... sonsuz, mutlak, ezelî ve ebedîdir, kemal ve yetkinlik ifade eder. Kullarınki ise sonlu, kayıtlı, sınırlı, sonradan yaratılmış, eksik ve yetersiz sıfatlardır. Sübûtî sıfatlar sekiz tanedir.
1. Hayat. “Diri ve canlı olmak” demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata
sahiptir. Hayat sıfatının zıddı olan “ölü olmak” (memât) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da bu sıfatla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan..." (el-Furkan 25/58), "(Artık bütün)
yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür..." (Tâhâ 20/111).
2. İlim. “Bilmek” demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi, gizliyi, açığı bilir. Allah'ın bilgisi yaratıkların bilgisine benzemez, artmaz, eksilmez. O, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. Allah, her şeyi olacağı için bilir. Yoksa her şey Allah bildiği için olmaz. Âlemde görülen bu güzel düzen, tertip ve şaşmaz âhenk, onun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en büyük göstergesidir. İlim sıfatının zıddı olan cehl (bilgisizlik), Allah hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır. İlim sıfatı ile ilgili âyetlerden ikisinde şöyle buyurulur: "O karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez..." (el-En‘âm 6/59), "Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?..." (el-Mücâdele 58/7).
3. Semi‘. “İşitmek” demektir. Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse Allah işitir, duyar. Bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah hakkında düşünülemez.
4. Basar. “Görmek” demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür. Görmemek (âmâlık) Allah hakkında düşünülemez. Allah'ın işitici ve görücü olduğuna dair pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle buyrulur: "(Allah) gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. Allah adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir" (el-Mü'min 40/19-20).
5. İrade. “Dilemek” demektir. Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını ve özelliklerini belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İrade sıfatının zıddı olan iradesizlik ve zorunda olmak (îcâb bi'zzât) Allah hakkında düşünülemez. Meşîet de irade anlamına gelen bir kelimedir. Kur'an'daki "De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın..." (Âl- i İmrân 3/26), "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini yaratır..." (eş-Şûrâ 42/49) âyetleri irade sıfatının naklî delillerindendir. Allah Teâlâ'nın iki türlü iradesi vardır:
Tekvînî İrâde. Tekvînî (yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün yaratıkları kapsamaktadır. Bu irâde, hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir. "Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözü müz sadece "ol" dememizdir. Hemen oluverir" (en-Nahl 16/40) anlamındaki âyette belirtilen irade bu çeşit bir iradedir.
Teşrîî İrade. Teşrîî (yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce Allah'ın bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir. Allah'ın bu mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini gerekli kılmaz. "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emrediyor (irade ediyor)..." (en-Nahl 16/90) meâlindeki âyetteki irade bu çeşit bir iradedir. Tekvînî irade hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak gerçekleştiği halde teşrîî irade, sadece hayra ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşir. Allah, hayrı da şerri de irade edip yaratır. Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz.
6. Kudret. “Gücü yetmek” demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir. Kudret sıfatının zıddı olan acizlik ve güç yetirememek (acz), Allah hakkında düşünülemez. O'nun kudretinin yetişemeyeceği hiçbir şey yoktur. Kâinatta her şey Allah'ın güç ve kudretiyle olmaktadır. Yıldızlar, galaksiler, bütün uzay, canlı-cansız tüm varlıklar Allah'ın kudretinin açık delilidir. Kur'an'da Allah'ın kudreti ile ilgili olarak şöyle buyurulur: "Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır. Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye kådirdir" (en-Nûr 24/44-45).
7. Kelâm. “Söylemek ve konuşmak” demektir. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur.Ezelî olan kelâm sıfatının mahiyeti bizce bilinemez. Ses ve harflerden meydana gelmemiştir. Kelâmın zıddı olan konuşmamak ve dilsizlik, Allah hakkında düşünülemez. Allah kelâm sıfatıyla emreder, yasaklar ve haber verir. Bu sıfatla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulur: "Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca Rabbim, bana (kendini) göster, seni göreyim dedi..." (el-A‘râf 7/143), "De ki: Rabbimin sözlerini (yazmak) için bütün denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir" (el-Kehf 18/109).
8. Tekvîn. “Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak” demektir. Yüce Allah yegâne yaratıcıdır. O, ezelî ilmiyle bilip dilediği her şeyi sonsuz güç ve kudretiyle yaratmıştır. Yaratmak, rızık vermek, diriltmek, öldürmek, nimet vermek, azap etmek ve şekil vermek tekvîn sıfatının sonuçlarıdır. Bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir" (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur.
Meleklerin Görevleri ve Çeşitleri
Âyet ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat pek çok oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri Allah'a kulluk ve O, neyi emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu gruplarda incelenebilirler:
Cebrâil, dört büyük melekten biridir. Allah tarafından vahiy getirmekle görevlidir. Cebrâil'e (a.s.) güvenilir ruh anlamına gelen "er-Rûhu'l-emîn" de denilmiştir: "O (Kur'an'ı) korkutuculardan olasın diye Rûhulemîn senin kalbine indirmiştir" (eş-Şuarâ 26/193-194). Bir başka âyette de ona Rûhulkudüs adı verilmiştir: "...Kur'an'ı Rabbinden hak olarak Rûhulkudüs indirmiştir" (en-Nahl 16/102). Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah'a en yakını olduğu için kendisine “meleklerin efendisi” anlamında seyyidü'l- melâike denilmiştir.
Mîkâîl, dört büyük melekten biri olup, kâinattaki tabii olayları ve yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir
İsrâfîl, sûra üflemekle görevli melektir. İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir.
Azrâil ise, görevi ölüm sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) adıyla anılmıştır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz" (es-Secde 32/11).
Kirâmen Kâtibîn, insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş ve davranışları tesbit etmekle görevlidir. Hafaza melekleri adı da verilen bu melekler kıyamet günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik de edeceklerdir. Kur'an'da bu melekler hakkında şöyle buyurulmuştur: "İki melek (insanın) sağında vesolunda oturarak yaptıklarınızı yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın" (Kaf 50/17-18) "Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler" (el-İnfitâr 82/10-12; ayrıca bk. ez-Zuhruf 43/80).
Münker ve Nekir, ölümden sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir. “Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan” anlamındaki münker ve nekir, mezardaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için bu ismi almışlardır. Bu iki melek kabirde ölülere, "Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?" diye sorular yöneltecekler, alacakları cevaplara göre ölüye iyi veya kötü davranacaklardır.
Hamele-i Arş, arşı taşıyan meleklerin adıdır. Kur'an'da haklarında şöyle buyurulur: "Arşı yüklenen, bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler. O'na iman ederler..." (el-Mü'min 40/7; ayrıca bk. el-Hâkka 69/17).
Mukarrebûn ve İlliyyûn adıyla anılan melekler, Allah'ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah'a çok yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir (en-Nisâ 4/172). Cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır (bk. er-Ra‘d 13/23-24; et-Tahrîm 66/6; el-Müddessir 74/29-31). Bunlardan başka, insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle (Tirmizî, “Tefsîr”, 3), namaz kılanlarla birlikte Fâtiha sûresinin bitiminde "âmin" demekle, hergün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte , Kur'an okurken yeryüzüne inmekle sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur'an ve ilim meclislerini arayıp bulmakla özellikle bilgin olan müminlere rahmet okumakla (Tirmizî, “İlim”, 19), sadece Allah'a hamd ve secde etmekle (A‘râf 7/206) görevli melekler de vardır.
İlâhî Kitaplar
İlâhî kitaplar Allah kelâmı olmak bakımından aralarında farklılık bulunmamasına rağmen, hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre,
suhuf ve kitap olmak üzere ikiye ayrılırlar.
aa) Suhuf : Sahife kelimesinin çoğulu olan suhuf, dar bir çevrede, küçük topluluklara, ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük kitap ve risâlelere denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrâhim ve Mûsâ'ya indirilen sayfalardan bahseden iki âyet vardır Bunun dışında Kur'an'da ve mütevâtir hadislerde suhuf ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir: Hz. Âdem'e 10 sayfa, Hz. Şît'e 50 sayfa, Hz. İdrîs'e 30 sayfa, Hz. İbrâhim'e 10 sayfa (Bugün bu sayfalardan elimizde hiçbir şey yoktur. Suhufa göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan ve evrensel mesajlar içeren ilâhî kitaplar ise Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an olmak üzere dört tanedir.
bb) Tevrat: Tevrat İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve öğreti" anlamlarına gelir. Hz. Mûsâ'ya indirilmiştir. Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de (Eski Ahit) denilir. Tevrat'ın aslının Allah kelâmı ve peygamberine indirdiği kutsal bir kitabı olduğuna inanmak her müslümana farz olup, bunu inkâr etmek kişiyi küfre düşürür. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat'ın Allah'ın kutsal kitaplarından biri olduğu açıklanmıştır: "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik..." (el-Mâide 5/44) Tevrat Hz. Mûsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na gönderilmiştir. Ancak onlar tarihte yaşadıkları sürgün ve esirlik dönemlerinde Tevrat'ın Allah'tan gelen şeklini koruyamamışlardır. Tevrat'ın asıl nüshası kaybolunca, yahudi din bilginleri tarafından kaleme alınan Tevrat nüshaları ortaya çıkmıştır. Bugün elde mevcut olan Tevrat tahrif edilmiş, bütünüyle ilâhî kitap olma özelliğini yitirmiştir.
cc) Zebur : Kelime olarak “yazılı şey ve kitap” anlamına gelen Zebur, Hz. Dâvûd'a indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır. Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur: "...Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Dâvûd'a da Zebur'u verdik" (el-İsrâ 17/55). Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik söyleyiş ve ilâhîlerden, Allah'a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihatlardan meydana gelmiştir. Mezmûrlar adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır.
dd) İncil : İncil kelime olarak “müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir. Hz. Îsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na indirilmiştir: "Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerinde, Meryem oğlu Îsâ'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik" (el-Mâide 5/46) İncil'e, Allah'tan Hz. Îsâ'ya indirildiği şekliyle inanmak imanın gereklerindendir. Fakat bugün İncil'in orijinal metni de diğer bozulmuş kitaplar gibi elde yoktur. Bozulmuş ve insanlar tarafından müdahaleye mâruz kalmış şekli vardır. İncil'e Ahd-i Cedîd de (Yeni Ahit) denilir. Bir müslümana önceki kutsal kitaplarda bulunan bir hususun haber verilmesi durumunda; eğer bu husus, Kur'an ve sahih hadislerdeki bilgilere uygunsa kabul edilir. Âyet ve hadislere aykırı ise reddedilir. Âyet ve hadislerde hiç bahsedilmiyor ve İslâm'ın temel prensiplerine de zıt düşmüyorsa Hz. Peygamber'in şu tavsiyesi doğrultusunda hareket edilir: "Ehl-i kitabı tasdik de etmeyin, tekzip de (yalanlamayın). Biz Allah'a, bize indirilene, İbrâhim'e... indirilene inandık deyin" (Buhârî, “Tefsîr”, sûre: 2/11; “İ‘tisâm”, 25)
ee) Kur'an : Allah tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusu olan Kur'ân-ı Kerîm, son peygamber Hz. Muhammed'e indirilmiştir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya getirmek" anlamına gelen Kur'an terim olarak şöyle tarif edilir: "Hz. Peygamber'e indirilen, mushaflarda yazılı, Peygamberimiz'den bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla ibadet edilen, insanlığın benzerini getirmekten âciz kaldığı ilâhî kelâmdır". Bu tarifte bazı hususlar göze çarpmaktadır: "Peygambere indirilen" derken Hz. Muhammed kastedilmektedir. "Tevâtür yoluyla nakledilmiş olan" derken, her devirde yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluk tarafından nakledildiği ve nesilden nesile böyle geçtiği için onun, Allah'a ait oluşunun kesinliği ifade edilmektedir. Okunmasıyla ibadet edilen" derken de, okumanın ibadet olduğuna, namaz ibadetinde vahyedilen metnin okunması gerektiğine ve Kur'an tercümelerinin namazda okunmasının câiz ve geçerli olmadığına işaret edilmektedir.
Kur'an'ın Muhtevası : İnsanları hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğa kavuşturmak için gönderilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm başlıca şu konuları kapsamaktadır:
1. İtikad. Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara, kazâ ve kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler, Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.
2. İbadetler. Kur'an'da müslümanların yapmakla yükümlü bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.
3. Muâmelât. Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar. Kur'an'da alışveriş, emanet, bağış, vasiyet, miras, aile hayatı, nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.
4. Ukubat. İslâm toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin, İslâm'ın koyduğu kurallara aynen uymasıyla mümkün olur. Toplumun düzenini bozan, insan haklarını ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla ilgili hükümleri de kapsamaktadır.
5. Ahlâk. Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî hükümleri de kapsamına almaktadır.
6. Nasihat ve Tavsiyeler. İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını, nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
7. Va‘d ve Vaîd. Allah'ın emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
8. İlmî Gerçekler. Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır. Kur'an, bu ilmî gerçeklerden bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine insanları, âlemin yaratıcısının kudret ve büyüklüğünü düşünmeye, Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye teşvik eder
. 9. Kıssalar. Kur'ân-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder. Ancak bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile anlatır.
10. Dualar. İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an'da çeşitli dualar da yer almıştır.
Peygamberlere İman
Peygamber, Farsça'da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak, “Allah'ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir. Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır.Terim olarak resul ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen peygambere denilir. Çoğulları "rüsul" ve "mürselûn"dür. Nebî de Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır. Risâlet ve nübüvvet kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir.
Peygamberlerin Sıfatları
1. Sıdk. “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır. Onlar asla yalan söylemezler.
2. Emanet. “Güvenilir olmak” demektir. Peygamberlerin hepsi emin ve güvenilir kişilerdir. Emanete asla hainlik etmezler.
3. İsmet. ”Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir.
4. Fetânet. “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları” demektir. Bunun zıddı olan ahmaklık peygamberlikle bağdaşmaz.
5. Tebliğ. “Peygamberlerin Allah'tan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine eksiksiz iletmeleri” demektir. Tebliğin karşıtı olan gizlemek (kitmân) peygamberler hakkında düşünülemez.
Peygamberlik ve Vahiy
Peygamberlik ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Allah'tan vahiy almayan peygamber düşünülemez. Yüce Allah, emir, yasak, hüküm ve haberlerini peygamberine vahyetmek suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir. Sözlükte "gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham" gibi anlamlara gelen vahiy, Allah Teâlâ'nın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce tam bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah'la elçisi arasında bir çeşit gizli ve süratli haberleşme, Allah'ın elçisinin kalbine indirdiği şey demektir. Vahiy bir haldir, bir yaşayıştır. Nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamber bilir. O, Allah'la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamberde meydana getirdiği etkiler ashap vasıtasıyla bilinmektedir. Vahiy ile, kalpte beliren bilgi demek olan ilham arasında fark vardır. Vahiy peygambere gelir, Allah tarafından korunur ve gözetim altında peygambere ulaşır. Peygamber vahyi alırken bilinci yerindedir. İlham ise korunmuş değildir, yanılma payı vardır ve bilinç dışı olarak Allah'ın sevgili kullarının kalbinde beliriverir. Vahyin nasıl bir olay olduğunun ve mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve algılanamayışı, vahiy olgusunu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü bugün pozitif bilimlerin özellikle parapsikolojinin ilgilendiği ****psişik olaylar, varlığı kabul edilen fakat net ve bilimsel olarak açıklanamayan olaylardır.
Hz. Peygamber'e vahiy şu şekillerde gelmiştir:
1. Doğru rüyalar. Peygamberimiz’in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek hayatta aynen meydana gelirdi.
2. Peygamberimiz uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine bırakılmasıdır
3. Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir. Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir.
4. Cebrâil, görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde vahyin gelmesidir. Bu çeşit vahiy, Hz. Peygamber tarafından vahyin en ağır şekli olarak nitelenmiştir. Kendisinde tehdit ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle gelmiştir. Bu çeşit vahiy gelirken, Hz. Peygamber son derece heyecanlanır, titrer, çok soğuk günlerde dahi terlerdi .
5. Cebrâil'in Hz. Peygamber'e uyku halinde getirdiği vahiydir. Bu tür vahiyle alınan söz Kur'an değildir.
6. Cebrâil'in kendi aslî şekliyle getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi peygamberliğinin ilk günü Hira'da iken, ikincisi de mi‘racda meydana gelmiştir
7. Vahyi, Hz. Peygamber'in doğrudan Allah'tan alması veya perde arkasından Allah'la konuşması şeklinde gerçekleşen vahiydir. Miraçta gerçekleşmiştir.
Peygamberliğin İspatı : Br peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mûcizeyi duyu organıyla gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevâtir bir haberle o mûcizeden haberdar olmaktır. Günümüzde bu deliller ancak Hz. Peygamber için geçerlidir. Hz. Peygamber'in ise başta Kur'an mûcizesi olmak üzere pek çok mûcizesi bize tevâtür yoluyla ulaşmıştır.
a-Mucize: Sözlükte "insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü, garip ve tuhaf şey" anlamlarına gelen mûcize, terim olarak "yüce Allah'ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay" diye tanımlanır. Mûcize, peygamber olan kişinin, akılların alamayacağı bir olayı Allah'ın kudreti ile göstermeyi başarmasıdır. Kur'an'da mûcize terimi yerine âyet, beyyine ve burhan kavramları kullanılır.
Bir olayın mûcize sayılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir:
a) Mûcize gerçekte Allah'ın fiilidir. "Peygamberin mûcizesi" denilmesi, mûcizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir.
b) Mûcize peygamberlerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği olağan üstülüğe mûcize denilemez.
c) Mûcize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır.
d) Mûcize, peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur. Peygamberlik iddiasından önce veya sonra olmaz.
e) Mûcize, peygamberin isteğine uygun olur. "Dağı yerinden kaldıracağım" diyen birisinin denizi yarması mûcize sayılmaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de bazı mûcizelerden söz edilir. Bunların en meşhurları şunlardır:
a) Hz. İbrâhim, Bâbil Hükümdarı Nemrud tarafından ateşe atılmış ve ateş Allah'ın "Ey Ateş, İbrâhim'e karşı serin ve zararsız ol" emrine uyarak onu yakmamıştır (Enbiyâ 21/58-69)
b) Hz. Sâlih'in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah'ın müthiş bir deprem ile onları yok etmesi (eş-Şuarâ 26/141-158)
c) Hz. Ya‘kub'un oğlu Yûsuf'un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu gözlerinin açılması (Yûsuf 12/92-96).
d) Hz. Mûsâ'nın elindeki asânın yılan haline gelmesi (Tâhâ 20/17-21) elini koynuna sokup çıkardığında elinin eksiksiz ve bembeyaz olması (Tâhâ 20/22; en-Neml 27/12; el-Kasas 28/32); asâsının Firavun'un huzurundaki sihirbazların ip ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ 20/65-70); asâsını denize vurunca denizin yarılıp, İsrâiloğulları'nın açılan yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (Şuarâ 26/61-66)
e) Hz. Süleyman'ın bir kuşla konuşması (Neml 27/20-28); karıncanın sözünü anlaması (en-Neml 27/18-19)
f) Hz. Îsâ'nın Allah'ın izniyle çamurdan kuş yapıp, onu üflediği zaman canlı bir kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iyileştirmesi (Mâide 5/110), havârilerin isteği üzerine gökten bir sofra indirmesi (Mâide 5/114-115)
Mûcize dışında kalan diğer olağan üstü durumlar şunlardır:
a)İrhâs : Peygamber olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlardır. Hz. Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi. (Mâide 5/110-115)
b)Keramet : Peygamberine gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî kulların gösterdikleri olağan üstü hallerdir.
c)Meûnet: Yüce Allah'ın velî olmayan bir müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman, olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.
d)İstidrac: Kâfir ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağan üstü olaydır.
e)İhanet: Kâfir ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın öbür gözü de kör olmuştur.
Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin İspatı
a) Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi : Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an mûcizesi kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mûcize verilmiş olmasın. Bana mûcize olarak verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiğidir" buyurmuştur (Buhârî, “İ‘tisâm”, 1)
b) Hissî Mûcizeler Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir. Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerinin bir kısmı kendi şahsı ile ilgilidir. Ashaptan, Hz. Muhammed'in bedenî ve ruhî özellikleri, üstün ahlâkı ve örnek davranışları ile ilgili olarak nakledilen rivayetler, bunları değerlendiren ilim adamları ve bilge kişiler nezdinde, böyle yüce niteliklerin ondan önce ve sonra hiçbir kimsede toplanmadığı yönünde kesin bir ortak kanaat oluşturmuştur.
Hz. Peygamber'in hissî mûcizelerinin bir kısmı da şahsının (bedeni ve kişiliği) dışında meydana gelmiştir. Bu tip mûcizelerinin en meşhurları şunlardır:
a) Bir gecenin çok kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya gitmesi ile başlayan isrâ ve mi‘rac mûcizesi (el-İsrâ 17/1)
b) Ayın iki parçaya ayrılması (Buhârî, “Menâkıb”, 27)
c) Taşın Hz. Peygamber'le konuşması (Müslim, “Fezâil”, 2)
d) İlk zamanlar yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber'in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz. Peygamber'in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması (Buhârî, “Menâkıb”, 25)
e) Hayber fethinde bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi (Buhârî, “Tıb”, 55)
c) Haber Şeklindeki Mûcizeler: Bu tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder. Haberî mûcizeler arasında şunlar sayılabilir:
a) Hz. Peygamber önceki ümmetlerin tarihini okumadığı halde, Yahudi ve hıristiyan bilginlerinin, geçmiş peygamberler ve eski ümmetler hakkındaki çeşitli sorularını vahiyle cevaplandırmıştır.
b) Bedir Savaşı gününde, düşman ordusundan kimlerin nerede öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve dediği gibi çıkmıştır (Müslim, “Cennet”, 17)
c) Kur'an'daki "Yakında o (müşrik) topluluğu bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (el-Kamer 54/45) âyeti Mekke'de inmiş, âyetin haber verdiği husus, Bedir Savaşı’nda gerçekleşmiştir.
d) Yine Kur'ân-ı Kerîm'deki "Kur'an'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere (Mekke'ye) döndürecektir..." (Kasas 28/85) âyetinde haber verilen husus Mekke fethiyle gerçekleşmiştir.
e) Peygamberimiz bir hadislerinde "Yeryüzü önümde dürülmüş ve onun doğusu ile batısı bana gösterilmiştir. Ümmetimin hâkimiyeti, bana dürülüp gösterildiği yerlere kadar ulaşacaktır" (Ebû Dâvud, “Fiten”, 1) buyurmuştur. Gerçekte de öyle olmuş, İslâm'ın sesi, dünyanın her tarafına ulaşmıştır.
Âhiret Günü ve Âhirete İman
Âhiret, sözlükte "son, sonra olan ve son gün" anlamlarına gelir. Terim olarak âhiret, İsrâfil'in (a.s.) Allah'ın emriyle, kıyametin kopması için sûra ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayata denilir. İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfleyince insanlar diriltilip hesaba çekilecek, sonra dünyadaki iman ve amellerine göre ceza ve mükâfat görecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme girecek ve orada kalacaklardır. Kur'an'da âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan pek çok isim vardır. Bu isimlerden bazıları şunlardır: el-yevmü'l-âhir (son gün, âhiret günü), yevmü'l-ba‘s (diriliş günü), yevmü'l-kıyâme (kıyamet günü), yevmü'd-dîn (ceza ve mükâfat günü), yevmü'l-hisâb (hesap günü), yevmü't-telâk (kavuşma günü), yevmü'l-hasre (hasret ve pişmanlık günü)
Âhiret Hayatının Devreleri
a)Kabir Hayatı (Berzah) : Ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denilir. Kabir hayatı "berzah" diye de anılmıştır. Bir hadiste "Kabir, âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır" (Tirmizî, “Zühd”, 5; İbn Mâce, “Zühd”, 32) buyurularak ölümle ahiret hayatının başladığı ifade edilmiştir.
b) Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri : Sözlükte "kalkmak, dikilmek, ayaklanmak" anlamlarına gelen kıyamet bir terim olarak, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması, yok olan ve ölen şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet genel bir ölümden sonra genel bir dirilişi kapsamaktadır.
Kıyamet Alâmetleri (Eşrâtü's-sâat)
Kıyamet alâmetleri, insan iradesine bağlı olması veya olmaması, kıyametin kopuşuna çok yakın bulunup bulunmaması durumu göz önünde tutularak iki başlık altında incelenir: Küçük alâmetler, büyük alâmetler. Alâmetlerin büyük veya küçük diye nitelenmeleri önemlerinden dolayı değil, açıklanan sebepten dolayıdır.
1-Küçük Alâmetler:
Dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın bozulması gibi insan iradesine bağlı olarak büyük alâmetlerden çok önce meydana gelecek olan olaylardır. Peygamberimiz’in gönderilmesi ve onunla peygamberliğin sona ermesi, ilmin ortadan kalkıp bilgisizliğin artması, şarap içme ve zinanın açıkça yapılır olması, ehliyetsiz insanların söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dünya malının bollaşması, zekât verecek fakirin bulunmaması gibi olaylar kıyametin küçük alâmetlerinin bazılarıdır.
2. Büyük Alâmetler : Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana gelecek ve birbirini izleyecek olan olaylardır. Büyük alâmetler, tabiat kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylardır. Hz. Peygamber bir hadislerinde, "Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu gelmez" buyurmuş ve bu alâmetleri şu şekilde sıralamıştır:
a) Duman. Müminleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü kaplaması.
b) Deccâl. Bu isimde bir şahıs çıkacak ve Tanrılık iddiasında bulunacak, istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Hz. Îsâ tarafından öldürülecektir.
c) Dâbbetü'l-arz. Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Hz. Mûsâ'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü bulunacak, asâ ile müminin yüzünü aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle müminlerin ve kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır.
d) Güneşin Batıdan Doğması. Evrenin tek hâkimi Allah'ın emriyle güneş batıdan doğacak, bu olaydan sonra iman edenlerin imanı, kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir.
e) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması. Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak bir süre bozgunculuk yapmaları da kıyametin bir başka büyük alâmetidir.
f) Hz. Îsâ'nın Gökten İnmesi. Hz. Îsâ kıyametin kopmasına yakın gökten inecek, insanlar arasında adaletle hükmedecek, Hz. Peygamber'in dini üzere amel edecek, deccâli öldürecek, sonra da ölecektir.
g) Yer Çöküntüsü. Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir.
h) Ateş Çıkması. Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve her tarafı aydınlatacaktır.
c) Sûr ve Sûra Üfürüş : Kelime olarak sûr, "seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz" anlamlarına gelir. Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra bütün insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrâfil (a.s.) tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir. Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil (a.s.) sûra iki defa üfürecektir. İlkinde Allah'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden sarsılacak (nefha-i feza‘=korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve kıyamet kopacak (nefha-i sâik=ölüm üfürüşü), ikincisinde de insanlar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine koşacaklardır (nefha-i kıyâm=kalkış üfürüşü) İsrâfil'in sûra iki defa üfürmesi arasında geçecek zaman ise kesin olarak bilinmemektedir.
Ba‘s (Yeniden Dirilme) ve Âhiret Halleri
1-Ba‘s : “Öldükten sonra tekrar dirilmek” anlamına gelen ba‘s, âhiret hayatının en önemli devrelerinden biridir. Kıyametin kopmasından sonra İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfürecek ve bütün canlı yaratıklar tekrar diriltileceklerdir. Ehl-i sünnet inancına göre tekrar diriliş, hem beden hem de ruh ile olacaktır. Buna göre insan, öldükten ve çürüdükten sonra, Allah, onun bedenine ait aslî parçaları bir araya getirecek (veya benzerini yaratacak) ve ruhu buna iade edecektir.
2-Haşir ve Mahşer : Sözlükte “toplanmak, bir araya gelmek” demek olan haşir, terim olarak yüce Allah'ın insanları hesaba çekmek üzere tekrar dirilişten sonra bir araya toplamasıdır. İnsanların toplandıkları yere mahşer veya arasât denilir.
3-Amel defterlerinin dağıtılması: İnsanlar hesaplarının görülmesi için toplandıktan sonra, kendilerine dünyada iken yaptıkları işlerin yazılı bulunduğu amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin mahiyeti bilinmemektedir. Onlar dünyadaki defterlere benzetilemez. Kirâmen Kâtibîn adı verilen melekler tarafından yazılan bu defterler hakkında Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vay halimize derler, bu nasıl kitapmış. Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez" (Kehf 18/49)
4-Hesap ve Sual : İnsanlar amel defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince detayına kadar yazıldığını gördükten sonra Allah Teâlâ tarafından hesaba çekileceklerdir. Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın organları ve yeryüzündeki mevcûdat da insanın yaptıklarına şahitlik edecektir.
5-Mizan : Sözlükte "terazi" anlamına gelen mîzan, âhirette hesaptan sonra herkesin amellerinin tartıldığı ilâhî adalet ölçüsüdür. İç yüzü bizce bilinemeyen mîzan, dünyadaki ölçü aletlerinin hiçbirine benzemez. Tartıda iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa erecek, hafif gelenler ise cehenneme gideceklerdir. Cehenneme gidenlerden mümin olanlar, işlediği suçun karşılığı olan cezayı çektikten sonra oradan çıkarılıp cennete girdirileceklerdir.
6-Sırat : Sırat cehennemin üzerine uzatılmış bir yoldur. Herkes buradan geçecektir. Müminler yaptıkları amellerine göre kimi süratli, kimi daha yavaş olarak bu yoldan geçecek, kâfirler ve günahkârlar ise ayakları sürçerek cehenneme düşeceklerdir. Sıratın nasıl bir şey olduğuna dair sahih hadislere rastlamak mümkün değildir. Peygamberimiz bir hadislerinde, cehennemin üzerine kurulacak sırattan ilk geçenin kendisi ve ümmeti olacağını, insanların iyi amelleri sayesinde oradan süratle geçeceklerini bildirmiştir.
7-Havuz : Kıyamet gününde peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır. Müminler bunların tatlı ve berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir.
8-Şefaat : Âhirette bütün peygamberlerin Allah'ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah katındaki dereceleri yüksek olanların Allah'a yalvarmaları ve dua etmeleri demektir. Kâfir ve münafıklar için şefaatin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı o günde, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve Allah'ın has kulları, "...Allah’ın izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?..." (el-Bakara 2/255), "...Onlar Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler..." (el-Enbiyâ 21/28) meâlindeki âyetler şefaatin varlığını ortaya koyarlar. Peygamberimiz de "Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i uzmâ" (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da “makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır (el-İsrâ 17/79) Müslümanlara düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terk etmek değil, şefaate lâyık olmak için çalışıp çabalamaktır.
9-A’raf : “Dağ ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır. Bilginler, a‘râf ve a‘râflıkların kimler olacağı konusunda farklı iki görüşe sahip olmuşlardır:
1. Herhangi bir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları a‘râfta kalacaklardır.
2. A‘râflıklar, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekletilecekler, sonra Allah'ın lutfuyla cennete gireceklerdir.
10-Cehennem : Kelime olarak “derin kuyu” anlamına gelen cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları azap yeridir.
Kur'an'da cehennem için yedi isim kullanılmıştır:
-Cehennem (derin kuyu),
-nâr (ateş),
-cahîm (son derece büyük, alevleri kat kat yükselen ateş),
- hâviye (düşenlerin çoğunun geri dönmediği uçurum),
-saîr (çılgın ateş ve alev),
-lezâ (dumansız ve katıksız alev),
-sakar (ateş), hutame (obur ve kızgın ateş)
Bazı bilginler bu yedi ismin, cehennemin yedi tabakası olduğunu ileri sürmüşlerdir.
11-Cennet : Sözlükte “bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” anlamına gelen cennet, terim olarak “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve müminlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu”na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur.
Kur'an'da cennet için çeşitli isimler kullanılmıştır. Cennetin tabakaları olması ihtimali de bulunan bu isimleri şöyle sıralayabiliriz:
-Cennetü'l-me'vâ (şehid ve müminlerin barınağı ve konağı olan cennet),
-cennet-i adn (ikamet ve ebedîlik cenneti),
-dârü'l-huld (ebedîlik yurdu),
-firdevs (her şeyi kapsayan cennet bahçesi),
-dârü's-selâm (esenlik yurdu),
-dârü'l-mukame (ebedî kalınacak yer),
-cennâtü'n-naîm (nimetlerle dolu cennetler),
-el-makamü'l-emîn (güvenli makam) Kazâ ve Kadere İman
Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak “yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder. Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.
Allah’ın ve İnsanın İradesi
Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade terim olarak, “Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi” diye tanımlanır. Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir. Ehl-i sünnet'in önemli iki kolu olan Eş‘arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş‘arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.
İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü
İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir. Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir. İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır: "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim" (eş-Şems 91/7-8). "Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör" (el-İnsân 76/3). "Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir" (Fussilet 41/46). O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar, böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.
İnsanın Fiillerinin Yaratılması
İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı veri lir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir. Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allah Teâlâ'dır. Ehl-i sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır. Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.
Tevekkül
Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir. Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz. Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır. Yüce Allah bir âyette "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever" (Âl-i İmrân 3/159) buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/122, 160; el-Mâide 5/11; et-Tevbe 9/51; İbrâhim 14/11; et-Tegabün 64/13; et-Talâk 65/3). Hz. Peygamber de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et" (Tirmizî, “Kıyamet”, 60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.
Hayır ve Şer
Sözlükte "iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda" anlamlarına gelen hayır, Allah'ın emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte "kötülük, fenalık ve kötü iş" demek olan şer de Allah'ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşrû olmayan, işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak olacağı davranışlar demektir. Âmentüde ifade edildiği üzere her müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. Allah'ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah'tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah'ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur. Ehl-i sünnet'e göre, Allah'ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için "ne güzel resim yapmış" denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir. Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın mânası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer Allah'ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır. Allah'ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir" (el-Bakara 2/216). Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Hz. Peygamber'in yurdundan ayrılmaya zorlanıp Mekke'den Medine'ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur.
Rızık
Sözlükte "azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey" anlamına gelen Rızk, terim olarak, “yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey” diye tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı gibi, haram olanları da kapsamaktadır. Ehl-i sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri benimsemiştir:
1-Yegâne rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Teâlâ'dır. Kur'an'da, "Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir..." (el-Hûd 11/6) buyurularak, tüm canlıların rızkını verenin Allah olduğu bildirilmiş, bir başka âyette de O'nun, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını ise daralttığı ifade edilmiştir (eş-Şûrâ 42/12).
2. Rızkı yaratan ve veren Allah Teâlâ'dır. Kul, Allah'ın evrende geçerli tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak için tercihlerde bulunur. Allah da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını yaratır. Allah'ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı, yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşrû yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı yaratmak ise Allah'tandır.
3. Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat Allah'ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur. Bir âyette, "Artık Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (en-Nahl 16/114) buyurularak, helâl yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.
4. Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.
Ecel
Sözlükte "önceden tesbit edilmiş zaman ve süre" anlamına gelen ecel, terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu yani ölüm anını ifade eder. Her ferdin ve toplumun bir eceli vardır. Ecel tek olup Allah'ın kazâ ve kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren Allah olduğundan, eceli belirleyen de O'dur. "Aranızda ölümü takdir eden biziz..." (el-Vâkıa 56/60) âyeti bu hususu ortaya koymaktadır. Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir ne de geciktirilebilir: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler" (el-A‘râf 7/34; Yûnus 10/49), "Allah eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz..." (Münâfikun 63/11). Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibadet ve güzel davranışların ömrü artıracağına dair hadisler (bk. Süyûtî, el-Câmiu's-sag¢r, II, 44) insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu anlamda yorumlanmışlardır:
1. Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk içinde, sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.
2. Yüce Allah bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî planda onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir. Ehl-i sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır. Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezayı hak etmesinin sebebi de, Allah'ın "...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız" (el-En‘âm 6/151) buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez.
Fıkıh
Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, iç yüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak ise, hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkhın, şer‘î delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistematik tarzda ele alan dalına fürû-i fıkıh, delillerden hüküm elde etme metodunu inceleyen dalına da usûl-i fıkıh denir. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denildiğini biliyoruz. Fıkıh ferdin Allah'a, kendine ve topluma karşı amelî sorumluluklarını, beşerî ilişkilerin sübjektif, ahlâkî ve objektif (hukukî) yönlerini bütünüyle kuşattığından ve bir bakıma İslâm toplumunun dini anlama ve yaşama tarzını ve çeşitliliğini, kültür ve geleneğini temsil ettiğinden İslâm hukuku tabirinin ilk planda çağrıştırdığı dar ve şeklî alana göre daha kapsamlıdır. Fakat Batı'daki İslâmoloji çalışmalarının etkisiyle fıkıh yerine İslâm hukuku tabiri de eş anlamlı olarak kullanılır olmuştur.
Deliller
Fıkıh ve usûl-i fıkıh bilginleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan hususa dair hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan vasıtaya, daha özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştıran vasıtaya delil derler. Delil, içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî, ulaştırdığı sonuç hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından kat‘i-zannî ayırımına tâbi tutulabilir. Fıkıhta delil genelde, fıkhî bir hükmün dinî hukukî dayanağı (edille-i şer‘îyye, edilletü'l-ahkâm) anlamında kullanıldığından, hüküm kaynağı aslî deliller de, bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan metotlar da çoğu zaman delil olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki, Kur'an ve Sünnet'i anlamayı, naslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve naslardan olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen aklî ve mantıkî metotların aynı zamanda şer‘î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılması da bu sebepledir. Şer‘î deliller, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller şeklinde bir ayırıma da tâbi tutulabilir. Naklî deliller sahibine aidiyeti (sübût) ve bir anlamı ifade ermesi (delâlet) yönüyle kat‘î veya zannî olabilmektedir. Meselâ Kitap ve Sünnet bütün olarak alındığında üzerinde ittifak edilen naklî ve kat‘î delil sayılabilirse de herhangi bir âyet veya hadis, belirli bir hükme delâlet yönüyle zannî, aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle de aklî delil olarak nitelendirilebilir. Nitekim Kur'an ve Sünnet ahkâmının şer‘iyyât-hissiyât veya sem‘iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da mümkün olmaktadır. Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veya sadece Kur'an'a irca edilmesi de mümkündür.
Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden Kitap, Sünnet, icmâ ve kıyas aslî deliller; istihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir (edille-i erbaa). Bu tür adlandırma bir bakıma, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller ayırımı olarak da algılanabilir. Hatta Kur'an ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki delilden hüküm çıkarma metotları olarak değerlendirmek daha doğrudur. Akıl da bu bölümlemede bir yönden delil bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metotları işleme melekesi konumundadır.
Aslî Deliller:
a-Kitap : Kitap, yani Kur'an Hz. Peygamber'in sünnetiyle birlikte İslâm dininin ve onun dinî-hukukî (şer‘î) hükümlerinin aslî kaynağını teşkil eder. Fıkıh usulünde de İslâm hukukunun aslî ve tâli kaynakları incelenirken aslî delillerden ilk sırada kitap yer alır. Kur'ân-ı Kerîm'in sübût değeri üzerinde yani aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmadığı için bütün metodolojik tartışmalar Kur'an'ın ve ona tâbi olarak sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Hatta fıkıh usulünün esas itibariyle, Kur'an ve Sünnet'in doğru ve tutarlı biçimde anlaşılmasını sağlayacak metot ve kuralları belirlemeyi hedefleyen bir ilmî disiplin olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Kur'an âyetleri İslâm'ın aslî kaynağı, Kur'an hükümleri de yine İslâm'ın aslî ahkâmı olmakla birlikte, tafsilî ve cüz'î âyetlerin bile fıkhî hükmü ne ölçüde ve ne yönde delâlet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu itibarla âyetler, iman, ahlâk, âdâb-ı muâşeret, geçmiş toplumlardan kıssa ve öğütler, genel insanî ve aklî değerler, beşerî ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fikir vermekte ve onu büyük ölçüde yönlendirmekte ise de âyetlerden sıradan okuyucunun gerek ilmihal gerekse hukuk doktrini alanında hüküm çıkarması çoğu zaman kolay olmaz. Kur'an'ın anlaşılmasında, âyetlerin lafzı kadar Kur'an'ın bütüncül anlatımı, ilke ve hedefleri, Hz. Peygamber'in açıklama ve uygulaması, fıkıh doktrin ve geleneği ayrı ayrı önem taşırlar. Öte yandan Kur'an'ın lafzından doğrudan ve açıkça anlaşılan anlamlar ile onun dolaylı anlatımı arasında da bir ayırım yapmanın gerektiği açıktır. Kur'an bu zenginlik ve ayırımlar içinde okunmazsa şahısların kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur'an'la irtibatlandırıp onları Kur'an'ın hükmü olarak algılaması ve neticede birden fazla çelişik görüşün Kur'an'a dayandırılması yanlışlığı ortaya çıkabilir.
b-Sünnet : Sünnet fıkıh usulünde, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayları (takrir) demek olup İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonraki ikinci ana kaynağını teşkil eder. Fıkıh dilinde, özellikle de ilmihal literatüründe sünnet ise, Hz. Peygamber'in yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vâcip kapsamında olmayan fiiller anlamındadır. Hz. Muhammed'in peygamber sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı işler ile devlet başkanı, ordu kumandanı, üst yargı mercii veya toplumun bir ferdi olarak söyledikleri ve yaptıkları arasında da belirli bir ayırımın yapılması gerektiği açıktır. İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in hangi tasarrufunu hangi sıfatının gereği olarak yaptığı konusunda farklı nitelendirme ve değerlendirmelere sahip iseler de böyle bir ayırımı İslâm dininin ikinci aslî kaynağı olan sünnetin, dolayısıyla İslâm'ın anlaşılmasında elzem bir usul olarak görürler. Sünnetin fonksiyonunun sadece Kur'an'ı açıklama ve Kur'an hükümlerinin uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulması veya Kur'an yanında ikinci ve müstakil bir dinî hüküm kaynağı sayılması konuları da âlimler arasında tartışmalıdır. Öte yandan bir hadisin içeriği kadar sübûtu yani Hz. Peygamber'e aidiyeti de İslâm bilginleri arasında derinlemesine araştırmalara konu olmuş, bu yönde birtakım ölçüler geliştirilmiş, bazı ayırımlar da yapılmıştır. Sonuç itibariyle bu ayırım ve tartışmalar, Resûl-i Ekrem'in herhangi bir söz veya fiilinin farklı şekillerde ve yönlerde yorumlanmasının da ana sebebini teşkil etmiştir. Diğer bir ifadeyle İslâm âlimleri arasında Hz. Peygamber'in sünnetine uyma, onu delil ve örnek alma konusunda bir görüş ayrılığı mevcut değildir. Görüş ayrılığı sünnetin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği konusundadır. Fıkıh kültüründe yer alan bazı bilgilerin hadis kitaplarında yer alan bazı hadislere aykırı gibi görünmesi, âlimlerin Hz. Peygamber'in sünnetinin sübûtu, hükme delâleti, mahiyeti ve gayesi konusunda farklı değerlendirmelere sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple de bir konuda mevcut bütün hadisleri gözden geçirmeden veya fıkıh literatüründe ve geleneğindeki söz konusu ayırımları, sünnetle ilgili yaklaşım farklılıklarını ve tartışmaları bilmeden, bir hadisten ilk bakışta anlaşılan anlamı esas alıp fakihlerin buna aykırı düşen görüşlerine eleştiri getirmek yanıltıcı olabilir. Bu sebeple de Kur'an ve Sünnet İslâm dininin, İslâm akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli ilmî metotların takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.
c-İcmâ: Fıkıh usulü terimi olarak icmâ’ "Muhammed (s.a.) ümmetinden olan müctehidlerin Hz. Peygamber'in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer‘î bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir" şeklinde tanımlanır. Tanım, icmâın oluşmuş sayılabilmesi için hangi şartların arandığı konusunda da fikir vermektedir. Bu anlamıyla icmâ, fıkhın kaynakları arasında üçüncü sırayı tutar. İcmâ müctehidlerin, şer‘î bir meselenin hükmüne dair görüşlerini aynı yönde olmak üzere tek tek açıklamaları yoluyla meydana gelebileceği gibi (sarih icmâ), şer‘î bir mesele hakkında bir veya birkaç müctehid görüş belirttikten sonra, bu görüşten haberdar olan o devirdeki diğer müctehidlerin açıkça aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte itiraz beyanında da bulunmayıp sükût etmeleri suretiyle de (sükûtî icmâ) oluşabilir. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre, sarih icmâ, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır. Sükûtî icmâın bağlayıcı delil olup olmayacağı ise fakihler arasında tartışmalıdır. İcmâ teorisinin İslâm muhitinde hicrî II. asrın sonlarından itibaren oluşmaya başladığı ve icmâda aranacak şartlarla ilgili birçok ayrıntının, icmâın temelini teşkil eden ictihad müessesinin işlemez hale geldiği dönemlerde belirlenmiş olduğu dikkate alınırsa, icmâın misyonunu fıkıh usulü eserlerinde anılan tüm şartları taşıyan bir fikir birliğinin gerçekleşmesi durumu ile sınırlı tutmamak gerekir. Sahâbe döneminde, özellikle ilk iki halife zamanında icmâ kavramının temelindeki düşünceye uygun bulunan ictihad birliği örneklerine bolca rastlanabildiği halde, daha sonraki dönemlerde gerek naslardan açıkça anlaşılabilecek sonuçların o zamana kadar şekillenmiş olması, gerekse müctehidlerin değişik beldelere dağılmış bulunmaları sebebiyle bu tarz bir fikrî ittifakın gerçekleştiği kolayca söylenemez. Nitekim fıkıh usulü eserlerinde icmâın bağlayıcılık gücü meselesi ele alınırken bu açıdan icmâlar değişik derecelendirmelere tâbi tutulmakta ve hemen herkesin bağlayıcı saydığı ve inkârı küfrü gerektiren icmâ, işaret edilen döneme inhisar etmektedir. İmam Şâfiî de teorik olarak icmâ kavramını her devir için geçerli saymakla birlikte pratikte kesin icmâ iddiasının ancak naslarda açıkça düzenlenmiş ve İslâm dinin temel hükümlerinden olan (öğle namazının dört rek‘at oluşu, şarabın haram oluşu gibi) hususlarla sınırlı olduğunu belirtmektedir. Bu durumda icmâın misyonunu iki ana noktada özetlemek uygun olur: 1. İslâm dinini simgeleyici özellikteki temel hükümlerin korunması. Naslarla düzenlenmiş pek çok konuda -farklı anlayışa elverişli olduğundan- müctehidler farklı hükümler çıkarılabilmişlerdir; fakat bazı naslardan çıkarabilecek sonuçlar bakımından İslâm ümmetinin Resûlullah döneminden itibaren ortak bir anlayışı benimseye geldiği de görülür. Gerçekten, İslâm tarihinin her döneminde ve tüm İslâm coğrafyasında, -mezhep ve anlayış farklılıkları ne ölçüde olursa olsun- farklılık göstermeyen ve değişikliğe uğramayan ortak hükümlere rastlanır ki, bu hükümler naslara dayanır; icmâın fonksiyonu ise bunların korunmasına yöneliktir. 2. İctihadî meselelerde olabildiğince uygulama birliğinin sağlanması. İslâm'da ictihad serbestisi bulunmakla beraber, gerek dinî yaşantının kendi içinde tutarlılığının, gerekse yargı birliğinin sağlanması amacı ile, bilimsel tartışmalar ve kazâî uygulamalar ışığında doğruya en yakın ictihadın belirmesi için çaba sarfedilebilir. İşte bu yönde yapılacak sistemli bir çalışma ile büyük çoğunluğun görüşü sağlıklı bir biçimde ortaya çıkarılabilirse icmâ müessesesinin temelindeki düşünceden yararlanılmış olur. İlmî kanaatlerin belirgin hale gelmesini ve büyük çoğunluğun görüşünün ortaya çıkmasını sağlayacak bir fıkıh akademisinin, yine kazâî uygulamalar ışığında en elverişli çözümün benimsenmesine zemin hazırlayacak bir yüksek yargı mekanizmasının oluşturulması, bu düşünceden yararlanmanın en uygun yolları arasında anılabilir. Ancak muhalif müctehid bulunduğu müddetçe gerçek/bağlayıcı icmâdan söz edilemez.
d-Kıyas : Fıkıh usulü terimi olarak kıyas, "naslarda (Kitap ve Sünnet'te) hükmü bulunmayan fıkhî meseleye, aralarındaki illet (gerekçe) birliği sebebiyle, naslarda düzenlenmiş meselenin hükmünü vermek" şeklinde tanımlanır. Kıyas işlemini meydana getiren unsurlara "erkânü'l-kıyas" (kıyasın rükünleri) denir. Bu rükünler şunlardır: 1. Asıl. Hükmü nas tarafından belirlenmiş fıkhî olay. 2. Fer‘. Hükmü nas tarafından belirlenmemiş fıkhî olay. 3. Aslın hükmü. Asıl hakkında sabit olan ve kıyas yoluyla fer‘e de uygulanmak istenen hüküm. 4. İllet. Asla ait hükmün konmasına esas teşkil eden özellik. Kıyas yoluyla fer‘ için belirlenen hüküm ise kıyasın rüknü değil, kıyas işleminin sonucu ve semeresidir. Meselâ, mûrisi öldüren vârisin mirastan mahrum olacağı hükmü nas ile belirlenmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Diyât”, 18; Dârimî, “Ferâiz”, 41). Mûsîyi (vasiyet edeni) öldüren mûsâ-lehin (vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum olup olmayacağı ise nas ile belirlenmiş değildir. Birinci olaydaki mahrumiyet hükmünün illeti, kişinin suç işleyerek (mûrisin canına kastederek) bir hukukî sonucu zamanından önce meydana getirmeye yönelmesidir. İkinci olayda da aynı illet mevcuttur. Şu halde aralarında illet birliği bulunan bu iki benzer olaydan nas tarafından düzenlenmiş olanın hükmünü naslarda düzenlenmemiş olana da vermek gerekir. Böylece, naslarda mûsîsiyi öldüren mûsâ-leh hakkında özel bir hüküm bulunmadığı halde, kıyas yoluyla böyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına hükmedilmiş olur.
Fer’i Deliller:
a-İstihsan : İstihsan, müctehidin bir meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi, ya da iki farklı kıyas imkânı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekçe birliği açısından daha güçlü bulduğu için açık kıyasa tercih etmesidir. Buna göre, istihsan çeşitlerini iki gruba ayırmak mümkündür: 1. Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsan. 2. Kapalı kıyas istihsanı. Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsanı şöyle açıklamak mümkündür: Nassın genelinden çıkan anlamın veya fıkıhta yahut bir mezhepte benimsenmiş yerleşik kuralın bazı durumlarda katı biçimde uygulanması, fıkhî hükümlerin genel amaçları ve ilkeleri ile bağdaşmaz. İşte bu durumda,fakihin benzeri durumlara uyguladığı hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi özellikle Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde özel bir metot olarak ele alınmış ve "istihsan" adı ile anılmıştır.
b-İstislâh (Mesalihi mürsele) : İslâm hukuk terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem "yarar sağlama"yı hem "zararı savma"yı ifade eder. Maslahanın bu iki yönü ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi için "celbü'l-menfaa" (veya celbü'l-maslaha), ikincisi için "der'ü'l-mefsede" veya "def‘ü'l-mefsede" tabiri kullanılır. İslâm bilginleri İslâm dinindeki hükümlerin, kulların dünyevî ve uhrevî menfaatlerini sağlama ve onları dünyevî ve uhrevî zararlardan koruma amacını hedeflediği, yine şâriin emrettiklerinin kulların yararına, yasakladıklarının da kulların zararına olduğu noktasında fikir birliği içindedirler. Ancak naslarda tüm olayların hükmü özel olarak belirlenmiş olmadığı için, karşılaşılan yeni olayların imkân varsa kıyas yoluyla, kıyasın mümkün olmadığı durumlarda naslardan çıkan genel ilkelere göre hükme bağlanmasına ihtiyaç vardır. İşte, -yorum yoluyla da olsa- nasların kapsamına girmeyen ya da "illet" bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine "istislâh", bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan maslahatlara da "mesâlih-i mürsele" denir. İstislâh, hukuk kuralları ile toplumsal vâkıa arasında dengenin kurulmasına, nasların ilke ve amaçları ile kamu yararının birlikte gözetilmesine ve bu uyum içerisinde çözümler üretilmesine imkân vermekte olduğundan fıkıh usulünde fevkalâde önemi hâiz olmuştur. Bu metodu daha çok Mâlikî fakihlerinin kullandığı bilinmekle birlikte diğer mezheplerin de benzeri metotlar kullanarak nasların yorum ve uygulanmasında aynı esnekliğe ulaştıkları görülür. Meselâ Hanefî fıkhında istihsan böyle bir işlev de görmüştür.
c-Örf ve Adet: Örflerin hukuk kurallarına benzeyen ve hukuk kurallarından farklılıklar gösteren yönleri vardır. Bu benzerlik ve farklılıklar bir yana, örfün sosyal bir norm olduğu, hukukun da sosyal hayatın bir formu olduğu dikkate alınırsa, örf ile hukuk arasında derin bir ilişkinin bulunduğu görülür. Nitekim bir sosyal norm niteliği taşıması itibariyle örflerden teamül hukuku meydana gelebilmektedir. İşte, yetkili bir makamın yazılı olarak açıklanmış iradesi değil mâşerî vicdanın kanaati olarak ortaya çıkan ve yazılı hukuk kurallarından ayrı olarak hukuk normu görevi üstlenen örf ve âdet kurallarının tümü örf ve âdet hukukunu meydana getirmektedir. Kur'an ve Sünnet'in hukukî düzenlemelerinde, sosyal realitenin ve insanların alışkanlıklarının göz ardı edilmediği, köklü değişikliklerde tedrîcîlik metodunun uygulandığı, kendi ilkelerine ters düşmeyen kurum ve kuralların ise korunduğu görülür. Hz. Peygamber'in bu konudaki tavrı ve uygulamaları ışığında fakihler de, ictihadlarında ve kazâî kararlarında örf ve âdeti olabildiğince dikkate alarak hüküm verme usulünü benimsemişlerdir. Bununla birlikte klasik dönem İslâm hukuk metodolojisinde (fıkıh usulü eserlerinde) özellikle örf ve âdete yer verilmemiştir. Bir başka anlatımla, İslâm hukukunun "doğrudan" kaynakları arasında yer alamayan örf ve âdet, hüküm çıkarmada üstlendiği rolü daha çok istihsan ve istislâh gibi metotlar aracılığıyla yerine getirmiştir. Bununla birlikte ileri dönem fıkıh usulü literatüründe örf ve âdet hukukun yardımcı bir kaynağı olarak ele alınır. Fakihlere göre bir toplumdaki örf ve âdetin geçerliliği için onun yaygın ve sürekli olması, nasların lafzına ve ruhuna yani İslâm hukukunun temel ilkelerine aykırı düşmemesi gerekir. Bu şartları taşıyan örfe sahih örf, taşımayana da fâsid örf adı verilir.
d-İstishab: Fıkıh usulü terimi olarak istishâb, daha önce varlığı bilinen bir durumun –aksine delil bulunmadıkça– varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir. İstishâb metodunun temelini, İslâm hukukunun en kapsamlı beş genel kuralından biri olan "el-yakýnü lâ yezûlü bi'ş-şek" (Mecelle'deki ifadesi ile "Şek ile yakýn zâil olmaz" (madde 4) kaidesi oluşturur. Buna göre, kesin olarak varlığı (ya da var olmadığı) bilinen bir durumun değiştiğine dair delil bulunmadıkça o duruma göre hükmedilmesi asıldır; bir tereddüt sebebiyle o hüküm ortadan kaldırılamaz ve o durum için yeni delil istenmez. Meselâ, ayıptan sâlim olduğu şartı ile bir mal satın alındığında, alıcı ayıp bulunduğu iddiası ile malı iade etmek isterse ve satış sırasında ayıbın bulunup bulunmadığı hususunda ihtilâf çıkarsa, bunu ispat külfeti alıcıya aittir. Çünkü asıl olan malın ayıptan salim olmasıdır.
İstishâb, önceden varlığı bilinen hüküm itibariyle üç nevidir:
-İbâha-i Asliyye İstishâbı: Buna göre bir şeyden yararlanma veya bir davranışta bulunma hakkında naslarda özel bir hüküm yoksa veya kıyas yahut istislâh yoluyla naslardan bu hususta özel bir sonuç çıkmıyorsa, "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibine göre o şeyden yararlanmanın veya o işi yapmanın mubah olduğu sonucuna ulaşılır. Bu tarz hüküm verme metoduna "istishâb" denir.
- Berâet-i Zimme İstishâbı: Bir kimsenin borçlu veya suçlu olduğuna dair delil bulunmadıkça borçsuz ve suçsuz kabul edilmesi esastır. Buna göre, alacaklı olduğunu iddia eden kimse bunu isbat edemediği takdirde davalının borçlu olmadığına; yine, suç işlediği iddia edilen kişinin bu fiili isbat edilmedikçe aynı prensibe göre suçlu olmadığına hükmedilir.
- Vasıf İstishâbı: Şer‘an varlığı kabul edilen bir hükmün, sebebinin ortadan kalktığı ispat edilmediği sürece sabit sayılması esastır. Meselâ, satım ve mirasçılık gibi bir mülkiyet sebebine binaen sabit olan mülkiyetin, geçerli bir nikâh akdinden sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ortadan kalktığını gösteren bir delil olmadığı sürece devam ettiğine hükmedilir.
e-Sahâbe Sözü: Fıkıh usulü bilginlerine göre, Hz. Peygamber'e yetişip ona iman etmiş ve örfen arkadaş denebilecek bir süre onunla birlikte bulunmuş kimseye sahâbî denir. Sahâbeden intikal eden fetvaların ve onların fıkhî görüşlerinin şer‘î bir delil sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Rey ve ictihad ile bilinemeyecek konularda sahâbe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi, rey ve ictihad ile bilinebilecek konularda ise sahâbî sözünün bağlayıcı sayılmaması görüşü hâkimdir. Bununla birlikte daha sonraki dönem müctehidleri, hüküm verirken sahâbeden nakledilen fetvalara ayrı bir değer atfetmişler özellikle tüm sahâbî görüşlerinin dışına çıkmamaya özen göstermişlerdir. Dört halifenin görüş ve uygulamaları da amelî değeri ve daha sonraki dönemlere uzanan kalıcı tesirleri sebebiyle fıkıh literatüründe ayrı bir önemi haiz olmuştur.
f-İslam öncesi şeriatlar: Hz. Muhammed'den önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden (şer‘ü men kablenâ) Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in sünnetinde yer almayanların müslümanlar için bağlayıcı olmadığında âlimler fikir birliği içindedir. Önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden olduğu Kur'an'da veya Sünnet'te belirtilmiş olan hükümlere gelince, bunlardan neshedildiğine dair delil bulunan hükümler müslümanlar hakkında geçerli olmaz. Meselâ yahudilere haram kılındığı bildirilen yiyeceklere ilişkin hükmün (el-En‘âm 6/146), bir önceki âyetin delâletiyle müslümanlar hakkında geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Bunlardan müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümlerin durumu da açıktır. Önceki dinlerin hükümleri hakkında Kur'an ve Sünnet'te red veya onay yönünde bir açıklama mevcut değilse, Hanefîler dahil bir grup İslâm âlimi bu tür hükümlerin de müslümanlar hakkında da bağlayıcı delil olacağı görüşündedir.
g-Sedd-i Zerâi’: Harama, kötü ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe giden yolların kapatılması demek olan sedd-i zerâi‘, bütün İslâm âlimlerince benimsenen bir ilke olmakla birlikte daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde telaffuz edilen ve sıklıkla işletilen bir metot olmuştur. Bunun karşılığında yer alan ve iyiliğe götüren yolların açılması anlamına gelen feth-i zerâi‘ de yine İslâm hukukunda hâkim ilkelerden biridir. İslâm'ın bir şeyi kötü ve zararlı görüp yasakladıktan sonra ona götüren, ona vasıta olan davranışı serbest bırakmayacağı açıktır. Ancak kötülüğe ulaşmakta vasıta olarak kullanılabilecek usul ve yollar insan zekâsının üretim gücüne, dönem ve toplumlara göre değişiklik ve çeşitlilik gösterebileceğinden İslâm sadece yasaklardan söz etmiş, hangi yol ve vasıtaların bu yasağa götürebileceğinin tesbitini ve yasağa uyulması yönünde gerekli tedbirlerin alınmasını müslümanlara bir sorumluluk olarak yüklemiştir. İslâm hukukçuları kötülüğe, haram ve zararlı olan şeye götürüp götürmemesi açısından fiilleri üç kısma ayırırlar: a) Aslen câiz olmakla birlikte kötülüğe götürmesi çok şüpheli veya nâdir olan davranışlar aslî hükmü üzere bırakılmıştır. Meselâ pazarda satılan üzümün şarap imalâtında, silâhın suç işlenmesinde kullanılması muhtemel olsa bile satıcıya bu kötü sonuçtan emin olmadığı sürece bir sorumluluk terettüp etmez. b) Kötülüğe ve harama yol açması kesin olan davranışlar, meselâ şarap imalâtçısına üzüm satmak, kumarhane işletmecisine iş yeri kiralamak böyledir. Bu kabil işler sedd-i zerâi‘ prensibi gereği genelde yasak sayılmıştır. c) Kötülük ve harama yol açması kesin veya nâdir olmayan fakat muhtemel olan davranışlara gelince Hanefî ve Şâfiîler hukukî ilişkilerde istikrarı ve güven ortamını koruyabilmek için objektif delilleri ve şeklî şartları esas almışlar ve kesin veya çok kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi olmadığı sürece yasaklama yani sedd-i zerâi‘ ilkesini işletme cihetine gitmemişlerdir. Mâlikî ve Hanbelîler ise aksi görüştedir. Meselâ Mâlikî hukukçular bazı vadeli satışları, faize yol açacağı endişesiyle yasaklamışlardır. Hanbelîler de borçlunun alacaklısına mûtat ölçü ve âdetin dışında hediye vermesini, bir tür faiz hükmünde olacağı veya buna yol açabileceği endişesiyle câiz görmezler. Öyle anlaşılıyor ki, bir fiil ve işlem ile kötülük arasında kurulacak sebep-sonuç ilişkisi konusunda farklı bakış açıları ve değerlendirmeler gündeme gelebileceğinden, fakihler arasındaki görüş ayrılıkları, sedd-i zerâi‘ ilkesini kabulden ziyade bu ilkenin yorum ve uygulamasında yoğunlaşmaktadır.
Rey ve İctihad
Re’y ve ictihad, en genel anlamıyla, aslî iki delil olan Kur'an ve Sünnet'i, sayılan metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyetidir. Sözlükte "şahsî görüş, düşünce ve kanaat" mânasına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe "hakkında açık bir nas yani âyet veya hadis metni bulunmayan fıkhî bir konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş" anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sözlükte "zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti göstermesi", fıkıh ilminde ise "fakihin şer‘î-amelî bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarfetmesi" anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir. İlk dönemlerde fakih ve müftü de müctehidle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. İslâm'ın, farklı dönem ve bölgelerde insanoğlunun karşılaştığı problemlere genel veya özel çözüm getirebilmesi, insanı iyi, doğru ve güzele yönlendirebilmesi için Kitap ve Sünnet'in anlaşılması, yorumlanması ve sınırlı nasların sınırsız olaylara uzanması demek olan ictihad faaliyetine, hem dinî bir vecîbe hem de amelî bir zaruret olarak ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber döneminden itibaren özellikle ilk birkaç asırda bu faaliyet ictihad, re’y, fıkıh istidlâl, kıyas, istinbat gibi değişik isimlerle anılarak çok verimli bir şekilde sürdürülmüş, bunun sonunda hem ferdî ve toplumsal hayat kendi tabii seyrinde gelişerek devam etmiş, problemler çözüme kavuşturulmuş hem de müslüman toplumlarına has zengin bir hukuk kültürü oluşmuştur. İctihad ve re’y faaliyetinin yavaşladığı, donuklaştığı, dar kalıplar içerisine girip taklit ve ezberciliğin yaygınlaştığı ve mevcut sosyal şartlara uygun alternatif çözüm arayışlarına gidilmediği dönemlerde ise aynı ölçüde bir gelişmenin bulunmadığı görülür. Âyet ve hadislerde re’y ve ictihad faaliyetinin teşvik edildiği, müslüman fert ve toplumlar için ictihadın hayatî derecede önem taşıdığı bütün İslâm âlimlerince de sıklıkla ifade edildiği halde İslâm dünyasında hicrî IV. yüzyıldan sonra ictihad faaliyetinin gerileyip zayıfladığı ve ictihadın yerini taklidin almaya başladığı bilinmektedir. Bu durumun belli başlı âmilleri arasında; siyasî baskı ve çekişmeler, ictihad kültür ve telakkisinin değişmesi, hazır fetvaların çoğalması, mezhepler etrafında meydana gelen kümeleşme, mezhep taassubu, yargı ve eğitim faaliyetinin belirli mezheplerin tekeline verilmesi, klasik literatürde yer alan mezhep görüşlerinin tarihî şartlarından koparılarak ele alınmaya ve dinî ahkâmın kendisi olarak algılanmaya başlanması gibi sebepler sayılabilir. Bu sebeplerin bir kısmı, toplumda hukukî istikrar ve güven ortamını kurma, yargı birliğini sağlama, amelî ve pratik ihtiyaca cevap verme gibi toplumsal ve bireysel birtakım haklı sebeplere dayanmakta ve bu yüzden mezhepleşme kaçınılmaz görünmekte ise de, entelektüel seviyede bir ictihad faaliyetinin olmayışı İslâm hukukunun vâkıa ve toplumsal ihtiyaçla irtibatını zayıflatmış, onu teorik tutarlılıkla yetinmeye mahkûm etmiştir. Bununla birlikte İslâm dünyasında geniş ölçekli sosyal ve siyasal değişimin yaşandığı, çözümsüz bırakılan problemlerin iyice çoğaldığı ve İslâm kültür ve geleneğinin çok ciddi tehlikelere mâruz kaldığı günümüzde ictihadın önemi yeniden hissedilmeye başlanmış, çeşitli kişi, kurum ve kuruluş tarafından bu yönde ümit verici örnekler sergilenmeye başlanmıştır. Mükellefiyet ve Hüküm
İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebilir.
a-Ehliyet: Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir. Kur'an'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri ehliyyetü'l-hitâb derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir.
b-Hüküm : İslâm dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer‘î hükümler (ahkâm-ı şer‘îyye) veya ilâhî hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer‘î hüküm denince, âyet ve hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin itikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İman esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler. Amelî hükümler, itikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkâm-ı fer‘iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veya bulunmasın sırf Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dinî hükümlere "taabbüdî hükümler" denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur'an ve Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur'an ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı, Kur'an ve Sünnet’e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler. Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz kılma, zekât verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak itikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dinî-amelî bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını inkâr ise itikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir. Fıkıh usulünde hüküm önce vaz‘î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından ilgilendirir.
1-Vaz’i Hüküm: İki durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz‘î hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mâni‘ şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.
-Sebep: Şâriin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.
-Rükün:Fkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû veya secdenin terkedilmesi böyledir.
Şart: br hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri‘ bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer‘î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca‘lî şartlar denir. Takyîdî ve ta‘likî şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.
Mâni‘: "Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum" şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni‘ sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip olmasına mâni‘ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.
2-Teklifi Hükümler (Mükellefin Fiilleri) : Teklifî hüküm ise, şâriin mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir. Şâriin talebi kesin ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir üslûpta da olabilir. Öte yandan bu emir ve yasağı bildiren delilin, sübût ve delâlet (yani kaynağına aidiyeti ve belli bir anlamı ifade etmesi) yönünden bazı ayırımlara tâbi tutulması da kaçınılmazdır. Bu yaklaşım ve ayırımın sonucu olarak teklifî hüküm icab, nedb, tahrîm, kerâhet ve ibâha şeklinde beş kategoride
ele alınır. Öte yandan şâriin talebinin genel veya belirli durumlara has olması yönüyle teklifî hükümler azîmet-ruhsat şeklinde ikili ayırıma, gerekli rükün ve şartları ihtiva etmesi ve hukukî sonuç doğurması yönüyle de sahih- fâsid ve bâtıl şeklinde üçlü ayırıma tâbi tutulabilir. Hanefîler'in dışında kalan fakihler bu hükümleri vaz‘î hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı bir ayırıma tâbi tutarlar. Bu sayılan teklifî hükümlerin tamamı netice itibariyle dinî mükellefiyetin birer yönünü ifade ettiğinden dinî terminolojide ef‘âl-i mükellefîn (mükelleflerin fiilleri) adıyla anılırlar.
Beş Temel Teklifi Hüküm
1-VÂCİP : Dinî literatürde vâcip, Hanefîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre, kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dinî yükümlülüğü ifade ederse de Hanefîler bunu farz ve vâcip şeklinde iki kademede ele almayı uygun görürler.
a-Farz: Sözlükte "bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş şey ve pay" anlamlarına gelen farz fıkıh ilminde, Allah ve Resulü'nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler delilin kat‘î veya zannî oluşuna göre bir ayırım yaparak, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat‘î ise bunu farz, zannî ise bunu vâcip terimiyle ifade ederler. Meselâ kesin delillerle sabit olan ramazan orucu, abdestte yüzün yıkanması, namazda rükû ve secdeye gitme farz olarak; vitir namazı, fıtır sadakası, namazda Fâtiha' nın okunması gibi yükümlülükler vâcip olarak nitelendirilir. Fakihlerin çoğunluğu böyle bir ayırımı gerekli görmeyip farz ile vâcibi eş anlamlı olarak kullanırlar. Bununla birlikte Hanefîler'in bazan vâcip kavramını farzı da içine alacak şekilde kullandıkları veya amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate alarak vâcip için amelî farz, farz için de amelî ve itikadî farz ayırım ve adlandırmasını yaptıkları da görülür. Hanefîler'in farz-vâcip ayırımının bazı itikadî ve fıkhî sonuçları vardır. Farzı inkâr, kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı halde farzı terkeden kimse fâsık durumuna düşer. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Her iki fiilin de mazeretsiz terki kişiyi uhrevî cezaya müstehak kılarsa da vâcibin terki farzın terkine nisbetle daha hafif bir kusur sayılır. İbadetler konusunda farz terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması dışında telâfi imkânı olmaz. Buna karşılık vâcibin terki ile amel bâtıl olmaz, başka bir şekilde telâfi edilmesine imkân tanınır. Meselâ hacda Arafat'ta vakfe farz (rükün) olduğundan terkedilirse hac bâtıl olur. Safâ ile Merve arasında sa‘y terkedilirse, vâcip terkedilmiş olur ve ceza kurbanı ile telâfi edilebilir. Farz, mükellefin ifa sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde iki kısma ayrılır. Farz-ı ayın, şâriin her bir mükellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği mükellefiyettir. O emri başkalarının yerine getirmekte oluşu kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Aksine bir delil olmadıkça, şâriin emirleri o fiilin aynî farz olduğuna delâlet eder. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetler böyledir. Farz-ı kifâye ise, müslümanların ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir. Cenaze namazının kılınması, cihad, ilimle meşguliyet, meslek ve sanatların icrası, iyiliklerin emredilip kötülüğün engellenmesi, şahitlik böyledir. Bu görevleri toplumun bir kesimi yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Hiç kimse yerine getirmezse bütün Müslümanlar vebal altında kalır. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyene aittir. Toplumda farz-ı kifâyeyi ifa edecek ikinci bir ehil kimse kalmadığında artık bu farz tek ehil kimse için farz-ı ayın hükmünü alır. Toplumda bir olayla ilgili şahitlik yapacak, iyiliği emredip kötülüğü engelleyecek veya hastayı tedavi
edecek başka kimse bulunmadığında bu görevlerin ifası ehliyetli kişi için aynî farz haline gelir.
b) Vâcip : Sözlükte "sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey" anlamına gelen vâcip fıkıh ilminde fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlı olup şâriin mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler ise kat‘î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcip diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Onların bu ayırımı daha çok delilin kuvvetini ve inkârın dinî sonuçlarını göstermeyi hedefler. Bu sebeple Hanefîler vâcibi çoğu yerde "amelî farz" olarak da adlandırırlar. Meselâ fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması, vitir ve bayram namazları, kurban kesme zannî delille sabit olduğundan Hanefîler'e göre farz değil vâciptirler. Hanefîler'e göre vâcip iki kısma ayrılır: a) Kat‘î bir delile yakın derecede kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcipler. Bu kısma giren vâcipler amelî farz veya zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte başın dörtte bir miktarını meshetme böyledir. b) Zannî delil olan haber-i vâhid ile sabit olan vâcipler ise önem derecesi itibariyle amelî farzın altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ namazda Fâtiha okuma, vitir namazında kunut tekbiri, bayram tekbirleri, namazın sehiv secdesi ile ikmal edilen vâcipleri böyledir. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Ancak sapıklıkla itham sebebi görülür. Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah ve sorumluluğu gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk edilmesi, sehiv secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise, tahrimen mekruhtur ve namazın iadesini gerektirir. Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen bir görüşe göre, Kur'an'da yapılması emredilen fiillere farz, sünnette emredilenlere ise vâcip denilir.
2-MENDUP: Mendup, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip olmayan davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcip dışında yapılması uygun görülen davranışlar –kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere–; sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb olarak sıralanır. Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır.
a-Sünnet : Sünnet, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde Kur'an'la birlikte İslâm'ın aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder. Fürû-ı fıkıhta, özellikle de teklifî hüküm açısından sünnet ise, Hz. peygamber'in farz ve vâcip kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmaksızın tavsiye ve örnek olma niteliğini taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır. Hanefîler'in dışındaki fakihler, Allah ve Resulü'nün kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda yapılmasını istediği veya tavsiye ettiği fiillerin tamamını kapsamak üzere mendup terimini kullanırlar.
Mendubun da önem derecesine göre kendi içinde sünnet, müstehap, fazilet, âdâb gibi terimlerle ifade edilen bir derecelendirmeye tâbi tutulduğu görülür. Bu itibarla sünnet, mendup grubu içinde yani yapılması iyi ve güzel olan, tavsiye edilen fakat terkedilmesinde bir günah ve cezanın terettüp etmediği fiiller grubunda en üst sırayı işgal eder. Hanefîler'in ise mendubu genelde müstehap mânasında kullandıklarını bu arada belirtmek gerekir. Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, zevâid sünnet. Hz. Peygamber'in devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere müekked sünnet denilir. Bunlar bir bakıma dinî vecîbeler için koruyucu ve tamamlayıcı bir nitelik de taşımakta olup önem yönüyle farz ve vâcipten sonra üçüncü sırayı işgal eder. Meselâ abdest alırken ağza ve burna su verme, sabah namazının sünneti, ezan, kamet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi sünneti yerine getiren Allah katında hoş karşılanır, övgüye lâyık görülür, sevap kazanır. Terkeden cezaya ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemaatle kılınması, ezan gibi dinî şiârlardan olan sünnetin fert planında terki câiz olmakla birlikte toplum olarak terk ve ihmali câiz görülmez. Hz. Peygamber'in ibadet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da terkettiği veya çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara gayr-i müekked sünnet denilir. Nâfile ve müstehap, hatta mendup tabirleri de çoğu kez bu anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan dörder rekâtlık namazlar, vâcip kapsamında olmayan infak ve yardım böyledir. Bu tür sünneti yerine getiren sevap ve övgüye lâyık görülür, terkeden dinen kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked) çeşidine "hüdâ sünneti" de denir. Hz. Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir. Hz. Peygamber'in giyim ve kuşam tarzı, yeme ve içme tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir. Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Hz. Peygamber'in bu tür davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye lâyık olur. Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz. Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, Şâfiî mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet tabiri kullanılır. Fakihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları da revâtib sünnetler arasındadır.
b-Müstehap: Sözlükte, "sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş" demektir. Hz.Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî terminolojide müstehap denilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile, tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir. Sünnet ve müstehap fiiller, daha genel ifadeyle mendup fiiller, farz ve vâcip grubundaki dinî ödevlerin ve bütün beşerî-sosyal ilişkilerin daha anlamlı ve verimli olmasına yardımcı olan, bir bakıma onları koruyan, onlara maddeten ve ruhen hazırlık niteliği taşıyan yardımcı fiillerdir. Bir yönüyle Hz. Peygamber'in güzel ahlâkını, tavsiye ve teşviklerini bir yönüyle de İslâm toplumlarının ibadet hayatıyla ilgili olumlu çizgisini ve tecrübe birikimlerini yansıtır. Müstehap ve sünnetlerin devamlı terki vâciplerde ve farzlarda da tembellik ve ihmale yol açabileceğinden doğru bulunmamıştır.
3-MUBAH : Mubah kelimesi sözlükte "açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey" demektir. Dinî bir terim olarak ise, bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, şâriin mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifade eder. Helâl, câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânada kullanılır ve mükellefin yapması veya terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen davranışlarını belirtir. Bununla birlikte aralarında bazı cüz'î anlam farklılıkları bulunduğu için mubah teriminin yanı sıra câiz ve helâl terimleri üzerinde de ayrıca durmak gerekir. Fıkıh usulünde şer‘î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır. Bunlardan vâcip ve mendup yapılması gerekenleri, haram ve mekruh ise yapılmaması gerekenleri ifade eder. Mubah ise iki gruba da dahil olmayıp yapılması veya terkedilmesi yönünde herhangi bir şer‘î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil ve konumu ifade eder. Bazı usulcüler mubahı, şâriin yapılmasına izin verdiği fiiller olarak da tarif ederler. Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen eşit değer hükmünde olması, yapılmasında da yapılmamasında da sevap ve günahın olmamasıdır. Bununla birlikte mubahın iyi niyetle ve ibadet kastıyla işlenmesi halinde fâilin ecir ve sevap kazanacağı da ifade edilir.
Mubahla yakın anlam ilişkisi olan, yer yer eş anlamlı olarak kullanılan câiz ve helâl kavramlarının izahı:
1-Câiz: Câiz sözlükte "geçip gitmek, mümkün, serbest ve geçerli olmak" anlamlarına gelen "cevâz" kökünden türetilmiş bir isim olup fıkıh terimi olarak, dinen veya hukuken yapılmasına müsaade edilen fiilleri ifade eder. Bu anlamdaki müsaadeyi belirtmek üzere de "cevâz" kavramı kullanılır. Câiz kelimesi daha çok sonraki devirlerde karşılarına çıkan yeni meseleleri Kur'an ve Sünnet'in hüküm ve ilkeleri ışığında değerlendirmeye ve çözmeye çalışan İslâm hukukçularınca dinî bir terim olarak geliştirilmiş ve "câiz-câiz değil" hükmü olayın dinî açıdan değerlendirmesini ifadede kullanılmaya başlanmıştır. Bu anlamda câiz, ibadetlerde "sahih" ile eş anlamlı ise de muâmelâtta daha farklı bir anlam kazanmış, sahih (geçerli) tabiri meselenin dünyevî-hukukî yönünü, "câiz" tabiri de uhrevî-dinî yönünü ifade etmiştir. Meselâ şarap imalâtçısına üzüm satmanın veya başkasının evlenme teklif ettiği bir kıza (henüz o konudaki kararını vermeden) tâlip olup onunla evlenmenin dinen câiz olmayıp hukuk düzeni açısından geçerli olması böyle izah edilebilir.
b-Helâl: "Haram"ın karşıtı olan "helâl", sözlükte bir fiilin mubah, câiz ve serbest olması ve yasağın kalkması gibi anlamlara gelir. Dinî bir terim olarak da helâl, şer‘an izin verilmiş, hakkında şer‘î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî-hukukî hükmünü ifade eder. Câiz, mubah, mutlak gibi terimler de aralarında cüz'î anlam farklılıkları bulunmakla birlikte genelde aynı anlamda kullanılır ve mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer bırakıldığı davranışları belirtmek üzere kullanılır. Helâl de esasında câiz ve mubahla eş anlamlı olmakla birlikte, dinî literatürde daha çok haramın zıt anlamlısı olarak yani bir şeyin yasaklanmamış ve kınanmamış olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Kur'an'da ve hadislerde sıklıkla geçen helâl ve hill tabirleri de genelde bu son anlamda kullanılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/93; el-Mâide 5/5, 88; Yûnus 10/59; en-Nahl 16/16)
4-MEKRUH : Mekruh sözlükte "sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey" demektir. Bunun mastarı olan kerâhet de sözlükte “çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek ve hoşlanmamak” gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise mekruh, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve davranışlardır. Gerek şâriin bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu kerâhet diye anılır; yasaklanan fiil için de mekruh terimi kullanılır. Mekruh da haram gibi meşrû olmayan fiil ve davranış olmakla birlikte, aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır.
Bir fiilin mekruh olduğunu tesbit edebilmek için nasların iyi incelenmesi gerekir. Zira şâri‘ bu hususu değişik üslûp ve şekillerde göstermiş olabilir:
a) Şâri‘, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere kerâhet lafzını kullanmış olabilir. Meselâ, "Allah, size dedikodu yapmanızı, çok soru sormanızı ve mal mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır" (Buharî, “İstikrâz”, 19) hadisinde, dedikodunun, çok soru sormanın ve mal mülk ziyan etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir.
b) Şâri‘, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere, kendisinde haramlığa değil, mekruhluğa delâlet eden bir karînenin bulunduğu yasaklama ifadesi kullanmış olabilir. Meselâ "Allah nezdinde helâllerin en sevimsizi boşamadır" (İbn Mâce, “Talâk”, 1) hadisinde, helâl lafzı kullanıldığından şâri‘ tarafından istenmeyen bu fiilin haram değil, mekruh olduğu anlaşılmaktadır. c) Şâri‘ bazan da fiilin yapılmamasının tercihe şayan olduğunu dolaylı bir üslûpla istemiş olabilir. Meselâ, Hz. Peygamber, "Mehrin en iyisi en kolay olanıdır" hadisinde mehirde aşırılığın terkedilmesini teşvik etmiş ve mehirde aşırılığa gitmenin mekruh olduğunu zımnen ifade etmiştir. Mekruh fiil işleyen cezayı hak etmez; bazan kınanma ve azarlamaya müstehak olur. Ancak mekruh fiili Allah rızâsı için terkeden, kişi, övülmeye ve sevaba müstehak olur. Bu açıklamalar fakihlerin çoğunluğuna göredir.
Hanefî fakihlere göre ise mekruh iki nevidir:
a) Tahrîmen Mekruh : Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla birlikte, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz. Fakihlerin çoğunluğu haramı, tahrîmen mekruhu da kapsayacak şekilde tanımlar. Onlara göre haram "şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda kat‘î veya zannî bir delil ile istediği fiil"dir. Şu halde Hanefîler'in tahrîmen mekruh olarak değerlendirdikleri fiillere, diğer mezhep fakihleri haram demektedirler. Hanefîler'den İmam Muhammed de tahrîmen mekruhu haram olarak nitelendirmekle birlikte, zannî delil ile sabit olduğundan onu inkâr edenin küfrüne hükmedilemeyeceği anaatindedir.
b) Tenzihen Mekruh: Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bu tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh, helâle yakın olup, mendubun karşıtıdır. İkindi namazından sonra, güneşin batmasından az önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek camiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek verilebilir. Bu nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış tarzının terkedilmesi demektir. Dinî literatürde yer alan ve özellikle ibadetler alanında sıklıkla söz konusu edilen mekruhlar -mendublarda olduğu gibi- mükellefleri dinî hayata, haramdan, kötü ve çirkin işlerden uzak durmaya hazırlayıcı, dinî vecîbelerin daha anlamlı ve verimli şekilde ifa edilmesini destekleyici bir işlev taşır. Aynı şekilde mekruhlardan kaçınma, Hz. Peygamber'in önerilerini, güzel ahlâk ve yaşayışını, İslâm toplumlarının ortak kültürünü, tecrübe birikimini ve ahlâkî değerlerini iyi izleyebilmek açısından da son derece önemlidir.
DERLEYEN: CEVAT DOĞAN
İMAM-HATİP /TARSUS KUR'AN-I KERİM BİLGİLERİ
K.Kerimin İsimleri:Furkan,Tenzil,mushaf,kitab,nur,zikir,şifa ,Ürvetül Vüsga
İlk inen Ayet:Alak süresi ilk 5 ayetler
Son inen ayet:maide:3(maide 128-129 diyenlerde var)
İlk inen Süre:fatiha
Son inen süre :Nasr
Yaygın görüşe göere 6236 ayet vardır.
Kur'anda ismi geçen sahabi:Hz.Zeyd
Kur'anda ismi geçen kadın :Hz. Meryem
Mücadele süresinin her ayetinde ALLAH lafzı geçer
En uzun SÜRE :286 Ayetli Bakara
Enkısa süre:3ayetli Kevser süresi(asrve nasr süreleride en kısa süre olarak geçer)
En uzun Ayet:Bakra 282. Müdayene(alışveriş)den bahseder (noter ayetide denir)
*En kısa ayet :Kehf süresinde "sümme nazar" ayeti(dib.ilmihali)
*Ayetl Kürsi:Bakara 255
*Amenerasulü:Bakara:285-286
Kur'an-ı Kerimin açıktan okunduğu ilk mescid:Beni zerk mescidi
K.kerimi İlk açıktan okuyan sahabe:Abdullahb.Mesud
Abdestin farzı maide süresi5,6ayetlerde geçer
*K.Kerimdeki secavent işaretlerini :Muhammed Tayfur Essecavendi koymuştur.
DİB İLE İLGİLİ BAZI NOTLAR
*DİB.İlk defa 1979 da resmi olarak hacı götürdü
Umre:1988
kota:1987 de verildi
1989da a.grubu acentelarada hac ı götürme yetkisi verildi
2005 de%60 diyanet %40 şirketlere verildi
Camiler Haftası:1986
Din görevlileri ve Camiler Haftası 2003 de oldu
Kutlu Doğum:1989
*Din işleri yüksek kurulu üyeleri 18 bölgeden,7 yıllığına seçilirler,16 üyeden oluşur,12 diyanetten,4 tanesi üniversitelerden gelir.Diyanet işleri başkanı kurulun başkanıdır,
*DİB.Başkanı süresiz göreve getirilir.
Dib. in 15 tane eğitim merkezi,5tane de ihtisas eğitim merkezi vardır.
2010K.Kerimin indirilişinin 1400.yılı
2010Dib.in kuruluşunun 89. yılı
İçe Müftüleri 11. çalıştayı 28-29 ocak 2010
İl Müftüleri 12.Çalıştayı 25-26 şubat 2010 Ank.
*Din şurası 5 yılda bir toplanır4.din Şurası 12-16 ekim 2009 da yapıldı konusuin ve Toplum
DİB. BAŞKANLARIMIZ
1-Rıfat BÖREKÇİ 2-ORD.Prof.Şerafettin YALITKAYA
3-Hamdi AKSEKİ 4-Sabri HAYIRLIOĞLU
5-Ömer NASUHİ BİLMEN 6-H.Hüsnü ERDEM
7-Tevfik GERÇEKER 8-İbrahim Bedreddin ELMALI
9-ALİRIZA HAKSES 10-Lütfü DOĞAN
11-Dr.Lütfi DOĞAN 12-Süleyman Ateş
13-Tayyar Altıkulaç 14-M.Said YAZICIOĞLU
15-M.Nuri YILMAZ 16-Prf.Ali BARDAKOĞLU(05-06-2003)
Diyanette şuan 5 tane Başkan yardımcısı var
GENEL KÜLTÜR
Bm. Genel Sekereteri.Banki Mun
İslam örgütü genel sekreteri Ekmeleddin islamoğlu
Nato Genel Sekreteri:Rammusselt(Danimarka başbakanı)
İslam Birliği Başkanı:Amr Musa
Dünya 5.Su formu mart 2009 ist.
Medeniyetler İttifakı:2005 yılında hayata geçti,Eş başkanı Başbakanımız SN. R.Tayyib ERDOĞAN ve İspanya Başbakanı Zapotero dur.
*Davos 39. TOPLANTISI Ocak 2009 VAN MİNUT
2010 Dünya Futbol Kupası:11 Haziran 11Temmuz Güney Afrikada yapılacak
2010 Kış Olimpiyatları:Kanadanın -Vancaur -şehrinde yapıldı
Ab dönem başkanlığı İspanyada
Ab de 27 ülke var
En son Romanya ve Bulgaristan üye oldu
AB.Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak 1952 de kuruldu.
1992 Paris de Avrupa birliği adını aldı. |